Bir tutam sevgi ariyorum II



Yüklə 1,27 Mb.
səhifə1/23
tarix31.10.2017
ölçüsü1,27 Mb.
#23469
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   23

Evimizi bir tepenin eteğine, bir bayıra yapmış babam. Yanında ulu bir çam ağacı vardı. Güneş sabahları doğarken yapraklar arasından iğne iğne süzülüp, pencereden odamıza girerdi. Ulu çam, rüzgarlı günlerde kulağa hoş gelen sesler çıkarır, ruhumuza tatlı bir haz verirdi.
Bir bahar sabahı, bu iki katlı köy evinde yeni bir güne gözlerimi açmıştım. Evimin önünde birikmiş birçok kadın vardı. Bir şeyler yapıyorlardı. Bir süre sonra kendimi iri ağaçlı bir yerde buldum. Burada ise bir sürü erkek vardı. Onlar bir çukurun etrafında toplandılar. Az sonra da omuzlarında getirilen bir top beyaz bezi o çukura koydular. Bir süre sonra babamın kucağındaydım. Beni sevip okşuyordu. Sonra? Ne var ki sonrasını bilmiyorum.
Bir akşam vaktiydi. Sapsarı bir adam geldi. Atından bir heybe indirdi. İçinde keser, testere ve adını bilmediğim aletler vardı. Yaşlı bir kadın da bunlara bakıp bakıp ağlıyordu.
Aile ocağından hatırladığım yegane anılar bunlardır.

Bir mayıs gününde, hayatının baharını yaşayan anacığım, küçük kardeşim üç aylıkken, üç buçuk yaşımda beni ve büyük kardeşlerimi öksüz bırakarak göçüp gitmişti.

Babam; o zamanın şartlarına göre bir inşaat ustasıymış. Nereden gelmişlerse o yıl yurdumuza göçmenler gelmiş. Bu nedenle onlar için evler yapılacakmış. Usta olarak babamı da götürmüşler. Gerekli olan aletlerini alıp, çalışmaya gitmiş. Gittiği yerde ne kadar çalışmış, nasıl çalışmış, kaç ay ya da kaç yıl çalışmış bilmiyorum. Günün birinde hastalanmış, işi yaptıran müteahhit hiç ilgilenmemiş onunla. Ağır hasta olan babamı “millet bahçesi” denilen yere getirip, bırakmış.

Sevgisine doyamadığım, yüzünü hayal bile edemediğim babacığım son baharın sarı yaprakları arasına karışırcasına ölüp gitmiş.

Ve yetim kardeşlerden biri olan ben kendimi “Kuyubeli” denen komşu bir köyde buldum. Buraya kim getirdi, nasıl getirildim bilmiyorum. Bu köye çoban olarak verilmişim.

Ev sahibine “Ese Ali”, karısına “Batman Haçca” deniyordu. İki kızı bir de oğlu vardı. Arka tarafı toprağa gömülü bir evde oturuyorlardı. Ev çamur ve taşlardan yapılmıştı. Üstü ise topraklarla örtülüydü. Evin bir tarafında hayvanlar, bir yanında ise biz yatardık.

Bu eve ne zaman geldim bilmiyorum ama kış gelmişti. Her taraf karla kaplandı, yeryüzü ise bembeyaz oldu. Ve bu karlar üstünde minik minik ayak izleri. Bana ait olan bu izler çok zaman kanlı, bazen de kansızdır.

Komşu evlerdeki çoban abiler her sabah keçilerini önüne katıp, kıra götürürlerdi. Benim ağam da keçileri çıkarır, önüme katar, komşu çobanlara teslim ederdi. Ben de onlarla birlikte kıra giderdim. Üzerimde ayaklarıma dek inen beyaz bir gömlek olurdu. Ayaklarım ise çırıl çıplaktı. Yağmurlu, çamurlu ve ayaz günlerde ayaklarım hep çatlar, çatlak yerlerden kanlar akardı. Hele de karlı günler. O günler benim için ölüm kadar ızdıraptı. Ayaklarımı basacak karsız yer arar,taştan taşa atlardım. Bu atlamalar sırasında taşa çarpar ve tırnaklarım parçalanırdı. Parçalanan yerlerden kan boşanır, kar üstündeki ayak izlerim nokta nokta kan olurdu. Kopan tırnaklarımın yeri yara olur, topal topal gezerdim. Bazen de tabanlarıma taş ve diken batar, yürüyemez olurdum.

Kırlara geldiğimiz soğuk günlerde ilk işimiz ateş yakmak olurdu. Çok kere bir çakmak taşına, bir çakmakla vurur üzerindeki kavi tutuştururduk. Tutuşturduğumuz kavi ardıç ağaçlarının kabuklarından ovaladığımız liflerin arasına koyup, uzun süre elimizde sallardık. Tutuşan liflerin üzerinde küçük çalıları koyarak ateş yakardık. Soğuktan donan ellerimizi, ayaklarımızı ısıtır, ıslanan giysilerimizi kuruturduk. Zira hiçbir çobanın koruyucu giysisi olmazdı. Ateş iyice yandıktan sonra da, yememiz için verilen yufka ekmekleri ısıtıp, yerdik. Bazen de çoban arkadaşların yiyeceği kalın ekmek olurdu. Kalın ekmeği ise yufka ekmeğin arasına sarıp, yerdik. Karlı günlerde büyük abiler meyveli ardıç diplerine kapan kurarlardı. Kapanın içine yem koyarlar, yem bulamayan çeşitli kuşları tutup keserlerdi. Biz onları yaktığımız ateşlerde pişirip yerdik. Bu kuş etleri, çobanlığimız boyunca görebildiğimiz en iyi yiyeceklerdi. Zira soğandan başka ekmek katığı göremezdik. Çok soğuk günlerde ise tuzla toz biberi karıştırıp yufka ekmeğine sarıp, yerdik. Toz biber ile tuzun karışımına “yoğurt” derdik.

Uzun kış ayları sonrası bahar gelmişti. Bir gün ağanın büyük kızı bahar gibi neşe saçıyordu. Bana da “Yusuf, Sana çok güzel bir azık hazırlayacağım” dedi. Hep birlikte sabah çorbasını içikten sonra, ben keçilerin kapısını açarken ekmek sarılı çıkını elime tutuşturdu. Çıkın hayli ağırdı. İçin için çok sevinmiştim.

Çıkını alıp belime sardım. Keçileri önüme katıp kırlara doğru sürdüm. Her yer çok güzeldi. Yerlere halı gibi çimen seriliydi. Kuşlar cıvıl cıvıl, dereler çağıl çağıldı. Öğleye doğru diğer çobanlarla güzel bir yerde toplandık. Burası bir harman yeriydi. Otlar diz boyu olmuştu. Büyük abilerden bazıları bu güzel yerde güreş tutuyor, bazıları da azıklarını çıkarıyordu. O gün aramızda bir abla kız vardı. Adı Hasibe’ydi. O da azık çıkınlarından bir sofra hazırlıyordu. Ben de azık çıkınımı ona verdim. Azık çıkınım ağır ağır duruyordu. Hasibe Abla, azık çıkınımı aldı, orta yere serdi. İşi bitince de herkesi çağırdı. Tüm çobanlar sofra etrafına toplandık. Hasibe Abla: “Yusuf’un azığında tatlı bir şey var herhalde. Önce onu açalım.” dedi.

İyice sarılmış olan ekmek dürümünü “Bismillah” diyerek açtı. Ekmek açıldığı zaman hepimiz donakaldık. Çünkü ağamın kızı yufka ekmeğin içine toprak doldurmuştu.

Bu durum karşısında hemen sofradan kalktım. Biraz uzakça bir yere oturup uzun süre ağladım. Ben ağlarken Zeki abi geldi. Beni kucağına alarak sofraya götürdü. Ne var ki o üzüntü içinde hiçbir şey yemedim.

O andan sonra arkadaşlarımın yanından ayrıldım. Çünkü onların yüzüne bakamıyordum. Adeta kaçacak delik arıyordum.

O gün, akşam benim için çok zor oldu. Sanki güneş batmayacak gibiydi. Arkadaşlardan uzakta ağlayıp sızlıyordum. Bir ara onlar:“Yusuf hadi gel gidiyoruz” diye çağırdılar. Zira tüm keçiler eve doğru yönelmişlerdi. Bizler de onların peşine takılıp evlere geldik. Fakat ben eve dönmek istemiyordum. Sonunda kesin bir karar verip eve gitmedim.

Benim Ağa’mın evine çok yakın bir komşu ev vardı. Sahibi iyi bir insandı. “Kasım Hoca” denirdi. O adamın evinin uygun bir yerine oturdum. Ne yapacağımı bilmeden ağlıyordum. Vakit akıp gidiyor, hava iyice kararıyordu. Karanlık bastırdıkça ben korkuyordum. Bu korku nedeniyle evin kapısına doğru yaklaştım. Dışarı bir çıkan olursa beni görsün istiyordum. Aradan uzu bir zaman geçip ben soğuktan donmaya başladığım bir sırada Kasım Hoca’nın büyük kızı Rahime Abla dışarı çıktı. Fakat beni görmedi. O biraz ileri gitti. Bir kucak odun aldı. Rahime Abla odun alırken ben kapıya iyice yaklaştım. Elinde bir çam çırası yanıyor, etrafı bir hayli aydınlatıyordu. Odunu alıp, geri dönerken beni gördü.

“Lan Yusuf! Sen ne arıyorsun burada? Hadi içeri gel, donmuşsun.”

Rahime ablanın, canıma minnet emri üzerine onunla içeri girdim. Soğuktan donmuş her tarafım titriyordu. Kasım Hoca’nın karısı Ayşe teyze, beni görünce şaşırıp;

“Kuzum! Bu halin ne senin? Donmuşsun. Hemen ocağın başına gel. Otur şuraya.”

Muhterem Ayşe teyzem beni ısıtmaya çalışırken, bir taraftan da kızlarına emirler yağdırıp:

“Çabuk olun kızım. Besbelli bu çocuk aç. Sofrayı getirin hemen, biraz da süt pişirin. Karnı doyarsa daha çabuk ısınır.” diyordu.

Rahime Abla:

“Peki Ana, hemen hazırlıyorum.”

Rahime Abla, biraz sonra kalaylı bir sahan içinde yeni pişmiş sıcak sütü, yanında beyaz yufka ekmek ve bir ağaç kaşıkla önüme getirdi. Ayşe teyze de:

“Hadi başla kuzum. Karnını doyur. Kim bilir ne zamandan beri açsın,” diyordu.

Ayşe teyze haklıydı. Gerçekten sabahtan bu yana açtım. Ama aç kalmaktan başka çarem yoktu. Fakat o muhterem insan Ayşe teyzemin sayesinde tıka basa karnımı doyurdum. Yemekten sonra ablalar sofrayı kaldırdılar. Ben yemeğimi yerken köşesinde yan gelip oturan Kasım Hoca yavaş yavaş doğruldu.

“Hadin çocuklar. Biraz da okuma yapalım. Kim daha iyi okuyacak” dedi.

Bu emir üzerine sırayla abdest aldık. Sonra da yatsı namazı kılmak için hazırlandık. Kasım Hoca önde, onun arkasından Zeki abi ve ben, daha arka sırada ise Ayşe Teyze, Rahime ve Rukiye ablalar. Böylece sıralandıktan sonra Kasım Hoca’ya uyarak namazımızı kıldık. Kasım Hoca namazın ardından Kuran okuyordu. İşte o anda kapı açıldı. İçeri bizim Ağa, İsa Ali girdi. Hışımla üzerime doğru yürüyüp:

“Ne geziyorsun ulan burada? Sabah beri seni arıyorum!” diye bağırdı.

Çok korkmuştum. O korkuyla Ayşe teyzenin arkasına dolandım. Bu anda Kasım Hoca da ayağa fırlayıp:

“Dövme çocuğu Ali! Bak nasıl korktu zavallı” dedi.

İsa Ali, hiç ses çıkarmadan elimden tutup dışarı çıkardı. Dışarı çıkarmasıyla tokatlamaya başlaması bir oldu. Vurdu vurdu. Yanaklarım ateş gibi yanmaya başladı. Ve ben çaresiz dayak yemeye devam ediyordum. Neden bilemem. Bir ara dövmekten vazgeçti. Kolumdan sürükleyerek eve getirip, yatağın içerisine taş atar gibi fırlattı.

Dayağın etkisiyle yarı baygın bir haldeydim. O halde yorganı başıma çekip uzun bir süre ağladım. Ne kadar ağladım bilmiyorum. Sonunda uyumuşum.

O minik halimle, sürekli dayak yiyerek İsa Ali’nin evinde bir süre daha davar güttüm. Bir süre sonra bir yılımın bittiğini söylediler ve alnı sakar, kulakları kır kocaman bir oğlak getirip elime tutuşturdular.“Bu en büyük oğlak senin. Bunu davar güderek hakettin. Giderken al götür.” dediler.

Evet. İsa Ali’nin çobanlığını yapıp bir oğlak hakketmiştim. Hak ettiğim oğlağı alıp gidecektim. Ama nereye, kime?

Durumumu Kasım Hoca’nın çobanı Zeki Abi’ye anlatıp, bana bir yol göstermesini istedim.

O da: “Yusuf, Sarıkaha oğlak topluyor. Oğlağını ona satalım. Oğlağı satıp, paranı aldıktan sonra evinizin yolunu gösteririm.” dedi.

“Peki Zeki Abi.”

Zeki Abi, Sarıkaha’ya haber salmış. O da bir gün çıkıp geldi.

“Yusuf, senin satılık bir oğlağın varmış. Tut getir bakalım.”

“Olur emmi.” dedim. Ve hemen gidip, oğlağı getirdim. Adam da oğlağımı çok beğendi.

“Ulan çocuk oğlağın çok büyükmüş. Ben de sana çok para vereyim. Üstelik de öksüzmüşsün.” dedi.

Adam, cebinden küçük bir bez torba çıkardı. Torbanın içinden çıkardığı beyaz beyaz paraları elime saymaya başladı. Paraları sayma işi bitmiş olmalı ki:

“Çocuk, al sana doksan kuruş para, senin oğlak bu kadar para etmez ama sen yetim olduğun için çok para veriyorum.” dedi.

Elimin içi para ile dolmuş ve çok sevinmiştim. Zira ilk defa para görüyordum.

Sırtımda beyaz, kirden renk değiştirmiş, kocaman cebi olan bir gömlek vardı. O beyaz paraları kirli gömleğimin cebine koydum. Sonra da Kasım Hoca gile gittim. Orda büyüklerin ellerini öptüm. Ardından Zeki Abi’yi bulup, “Zeki Abi, bizim köyün yolunu göster” dedim. O da elimden tutup epeyce uzak bir ormana götürdü. O ormanın içinden bir yol gidiyordu.

“Yusuf, bu yolu hiç sapma. Bu yol seni köyüne götürür.” diyerek alnımdan öptü ve

“Hadi Allah’a emanet ol.” dedi.

O koca orman içinde Zeki abimle vedalaştık.

Koca orman, küçücük ben. Orman beni gittikçe yutuyordu. İçime korku düşmüştü. Çaresizce ağlıyordum. O arada bir sopa buldum. Sopa, bana bir hayli güç verdi. Böylece anamın ve babamın boş bıraktığı eve doğru yol aldım. Bir süre sonra da baba evine geldim ve beni babamın araçlarına bakarak ağlayan kadın karşıladı. O bir yandan ağlıyor, bir yandan da beni sımsıcak kucaklıyordu. Nice zaman sonra ise babamın “Anası” olduğunu söyledi. Bunun üzerine ben de ona sarıldım. Aradan ne kadar bir zaman geçti bilmiyorum. Eve bir atlı geldi.

Atın sarı gibi, beyaz gibi bir rengi vardı. Alnı ve bacakları dizlerine dek beyazdı. Adam ise, gözleri çakmak çakmak, sarışın ve cin gibi biriydi. Atından inip, ebemin yanına gitti. Biraz sonra ise beni çağırdılar. Korku içinde yanlarına gittim. Ebem:

“Yavrum bu adam uzak bir köyden Veli Ağa’dır. Seni Veli Ağa’ya veriyorum. Çocuğuna baktırıp malını güttürecek.”

“Ben gitmem ebe, ben gitmem ebe!” diyerek kaçmaya çalıştım.

Fakat, Veli Ağa cin gibiydi. En kısa zamanda yakaladı. Ben tepine tepine ağlıyordum ama nafile. Adam kaldırıp, atın üstüne koydu. Önüme de kendi bindi. Ve atını geldiği yöne doğru sürdü. Ben ise ikinci kere merhum babamın güzel evinden meçhul ellere, garip yerlere gidiyordum. Benim gibi ağlayan dereleri, rüzgarın zulmünden sızlaşan çamlı yolları ve yemyeşil tepeleri geçip adamın köyüne geldik.

Veli Ağa’nın iki katlı evinin önünde iki katlı bir de çardağı vardı. Aynı planda yapılmış bir de komşu ev vardı. Bu komşu ev Veli Ağa’nın abisinin eviydi. Evler eğimli bir araziye yapılmış, etrafları meyve ağaçlarıyla doluydu. O yörede yetişen tüm meyvelerin ağaçları vardı. Ve ağaçlar arasında şarıl şarıl akan sular bu ağaçlara can veriyordu.

Nar ağaçlarından sarkıp, kırmızı dişlerini gösteren narlar ağızlarından ballarını akıtan incirler, bambaşka ağaçlardan sarkan sarı sarı, siyah siyah üzümler. “Gel ye” der gibiydi. Elma, armut ve şeftali ağaçları ise “Biz de varız” diyorlardı.

Veli Ağa’nın evinde birkaç gün hoş tutuldum. Ondan sonra ilk iş çocuk bakımından başladı.

Veli Ağa evleneli bir iki yıl olmuş. Hanımının adı: Medine.

Medine, o civarın en ünlü ağasının kızıymış. Veli Ağa onu alıp kaçırmış. Fakat, ağanın oğulları bunu hazmedememiş. Veli Ağa evde yokken gelip kız kardeşlerinin kulaklarını kesmişler. Ve öylece öfkeleri dinmiş. Bu yüzden komşular Veli Ağa’nın hanımına “Mengilli” diyorlar. Sanırım Mengilli, “kulağı kesik” demekmiş. Ama hanımla yüzyüze gelindiğinde “Gelin Bacı” diyorlar. Onlar, benim de “Gelin Bacı” dememi istediler. Bundan sonra ben de “Gelin Bacı” demeye başladım.

Gelin Bacımın yeni doğmuş bir oğlu vardı. Adını “Mecit” koymuşlar. O çocuğu iplerle sırtıma sarıp “Hadi gezdir. Çocuğu sakın ağlatma” derdi. Ama benim çocuğu taşıyacak gücüm yoktu. Gelin bacım, çocuğu sırtıma sardığı zaman, sargılar yerde sürünür, çocukla birlikte yere düşerdim. Böyle hallerde Mecit var gücüyle ağlardı. Mecidin ağıdını duyan Gelin Bacı yetişip bizi kaldırırdı. Sonra da bana bir güzel dayak atardı. Adamlar bununla da yetinmez, gece sabaha kadar beşik sallatırlardı.

Hepimiz bir odada yatardık. Yatma zamanı Gelin Bacı’m, bebeğinin beşiğini benim yanıma koyardı. Çocuk, gece uyanıp ve ağlamaya başladığı zaman da “Salla ha yavrum salla” derdi. Bu yüzden uyku yüzü görmezdim.

Bu acı hayat böylece sürüp gidiyordu. Ama bir gün değişik bir yöne döndü, ve davar gütme işi çıktı ortaya. Belime biraz ekmek sarıp, elime de bir tahta vererek, keçileri önüme kattılar. Sonra da:

“Hadi, bunları kırlara götür, iyi güt. Sakın kaybetme. Komşuların bağına, bahçesine girdirme.” dediler.

Artık davar çobanı olmuştum. Her sabah erken kalkıyor, çorbamı içip, keçileri önüme katıyor ve kırlara doğru yola çıkıyordum. Fakat kırlara, ormanlara doğru gitmeye çok korkuyordum. Bu yüzden komşu çoban Fatma Abla’yı bekliyordum. O gelince de birlikte dağlara gidip davar güdüyorduk.

Bir öğlen vakti, bize göre uygun bir yere gelmiştik. Keçiler karınlarını doyurmuş olmalı ki, dinlenmek istediler. Biz de bu fırsattan yararlanıp, karnımızı doyurmak istedik. Hava çok soğuktu. Ben keçileri toplarken Fatma Abla da ateş yakmıştı. O ateşin başına oturup, ekmeklerimizi ısıtarak yiyorduk. O anda bir atlı çıkıp geldi. Biz de hemen ayağa kalktık. O, Fatma Abla’ya bir şeyler söyledi. Fatma Abla ise benim arkama dolanıp beni önüne tuttu. Atlının elinde kocaman bir sopa vardı. Adam sopayı havaya kaldırıp başıma, olanca hızıyla dürttü. Bu darbeyle Fatma Ablanın arkasına doğru yuvarlandım. Can havliyle bağırarak ağlıyordum. Fatma Abla eline kocaman bir taş almış ve:

“Gavurun dölü. Köpeçin oğlu! Ne istedin elin yetiminden?” diyor, atlı da geldiği yöne doğru kaçıp gidiyordu.

Vücudumun acısı geçtikten sonra Fatma abladan, o adamı sordum. Fatma abla:

“O gavurun dölüne Cin Halil derler.” dedi.

Gavurun dölü, Cin Halil’in sopası kalbimi hala ağrıtıp durur.

Günler keçilerin arkasından koşarak, her gün yeni bir acı vererek ve beni taştan taşa çalarak akıp gidiyordu. Bazı günler tükenmemecesine uzuyor, ben de bu uzayan günleri bir çalı dibine veya kuytu bir yere oturup uzun bir süre ağlayarak tüketiyordum. Ya da ağlarken uyuyakalarak.

Aradan ne kadar zaman, kaç mevsim geçti bilmiyorum. Havalar soğumuş, kış geliyordu. Bu yüzden de pek çok ağaç gecenin ayazına dayanamayıp yapraklarını kurban vermişti. Çok az da olsa bazı ağaçlar yemyeşil yapraklarıyla ayaza, soğuğa meydan okuyordu. Bir gün keçileri yemyeşil yapraklı bir meşe ağacının dibine getirdim. Keçiler ağacın dibinde bekleşirken ben, ağacın başına çıkıp, onun dallarını budadım. Keçiler, dalların yapraklarını kapış kapış yiyorlardı. Ansızın bir yağmur başladı. Yağmur öyle hızlı yağıyordu ki ben dayanamayıp eve kaçtım. Evde uzun süre dinlendim. Zira keçilerin zarar vereceği bir durum yoktu. Zaman epeyce geçmiş akşam oluyordu. Bu yüzden de keçiler eve doğru yönelmişti. Bende onları toparlayıp getirmek için yanlarına gittim. Ne var ki keçilerin on altı tanesi yoktu. Olanları önüme katıp eve getirdim. Evin hanımına keçilerin on altı tanesinin olmadığını söyledim. O da durumu Veli Ağa’ya aktardı. Veli Ağa da :

“Çabuk git! Keçileri bul, getir. Aksi halde seni gebertirim!” diyordu. Akşamın o dar vaktinde keçilerin olabileceği tüm yerleri dolaştım. Ama keçiler yoktu. Keçileri bulamayınca eve de gelemiyordum. Dağdan da korkuyor, evden de kokuyordum. Çünkü evde dayak, dağda kurt-kuş vardı. Bu sebeple şaşırıp kalmıştım. Sonunda uygun bir ağaç bulup başına çıktım. Orada hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Ben çaresizce ağlarken ta uzaktan bir ses duydum. Bu ses Gelin Bacı’mın sesiydi.

“Nerde kaldın? Gel gayrı, nerde kaldın gel gayrı” diyordu.

Bu çağrı üzerine ağaçtan inip, korka korka eve doğru yürüdüm. O karanlık gecenin içinde bazen tasa, bazen de çalıya takılarak eve geldim. Korkudan titriyordum. Ama neden bilmem: Veli Ağa beni dövmedi, aksine sakin bir halde: “Yarın erken kalk, keçileri bul” dedi. O gece rahat bir uyku uyudum ve sabahleyin çorbamı içmeden dağlara çıktım. Dağ bayır koymayıp gezdim. Bu da yetmedi. Komşu köylere gittim. Fakat keçiler yoktu. On altı keçi sanki toprağın altına girmişti. O yüzden keçileri bulamayıp, eve gelmiştim. Gelin Bacı’mla birlikte yemek yiyorduk. Bir anda gökyüzünde yüzlerce kartal belirdi. Bütün kartallar bir hedefe doğru uçuyorlardı. Hem de çok korkunç bir hız yapıyorlardı. Bunları gören Gelin Bacı:

“Yusuf; bu kartallar leşe gelirler. Yoksa keçileri kurt mu parçaladı? Hadi gidip kartalların indiği yere bir bakalım.” dedi.

Evin hanımıyla birlikte kartalların indiği yere geldik. Kartalların indiği yeri görünce bana bir korku düştü. Çünkü onlar, benim bir gün önce keçileri dolaştırdığım meşe ağacının yanına konuyorlardı. Koşa koşa oraya vardık. Hayretler içinde donup kaldık. Çünkü on altı keçi de orda yatıyordu. Onları kaldırmak için uğraştık. Fakat hiçbiri de kıpramıyordu. Zira hepsi ölmüştü. Ne var ki hiçbirinin üzerinde yara bere yoktu. Veli Ağa bir yerde odun yapıyordu. Koşarak gidip onu çağırdım. O da gelip keçilere baktı:

“Allah Kahretsin! Bunlara yıldırım düşmüş” dedi. Sonra da oturup bir süre ağladı.

Ve on altı keçiyi kurda, kuşa kurban vererek eve döndük.

Veli Ağa’m günün birinde tompuş tompuş bir köpek getirdi. O kadar sevimliydi ki. Ben her gün onunla oynuyordum. Evde ondan başka sevgi gösteren yoktu. O yüzden ben de onu çok seviyordum. Tıpkı bir kardeş gibi, tüm sevgimi ona veriyordum. Ağa onun adını “Samsun” koydu.

Aradan bir süre geçti ve Samsun epeyce büyüdü. Ben de onu benimle gelmeye, kırlara götürmeye alıştırdım. Bundan böyle kırlara onunla gidiyor, keçileri beraber götürüyorduk. Boş zamanlarda onunla oynuyor, onunla güreş tutuyorduk. O, tek ve güvenilir arkadaşım olmuştu. Büyüyor, akıllanıyor ve güzelleşiyordu. Bu yüzden de bütün dediklerimi anlıyor ve yapıyordu. Birlikte güttüğümüz keçiler bizden uzaklaşır veya tehlikeli yerlerde dolaşırsa “Samsun git, keçileri getir!” diyordum. O da koşa koşa gidip, önlerine çıkıyor, havlayarak onları yanıma getiriyordu. Kısacası Samsun’la çok iyi arkadaş olmuştuk. Bu arada o büyümüş, kocaman bir köpek olmuştu. Yorulduğum zaman onun sırtına biniyordum. Beni, at gibi götürüyordu.

Kışı Samsun’la arkadaşlık yaparak geçirip, yaza çıkmıştık. O yıl havalar iyi gitmiş, ekinler güzel olmuştu. Olgunlaşan ekinler biçilip, desteler çekilip, yığınlar yapılmıştı. Sıra harmanlara yapılan sapların sürülmesine gelmişti. Veli Ağa da herkes gibi harmana sapı dağıtıp, üstüne döğen koştu. Diğer tarlalar harman yerinden çok uzaktı.

Veli Ağa, atın arkasına döğeni takıp, harmanın ortasında durdu. Atı sapın üzerinde bir süre döndürdü. Sonra da:

“Gel bakalım Yusuf. Bundan sonra döveni sen süreceksin. Ben öbür tarlaya gidip ekin biçeceğim” dedi.

Veli Ağa atın yularını elime verip öbür tarlaya gitti.

Evlerden çok uzakta olan bu ıssız harmanda yapayalnızdım. Yanımda bir at ve bir de Samsun vardı. Sıcağın çok olduğu o günlerde tek başına harman sürmenin ne kadar zor olduğunu sanırım herkes bilir.

Ben harmanın ortasında dururken at etrafımda dönüyor, o dönerken başım ağrıyor ve sonra o cehennemi sıcağın etkisiyle de ağır bir uyku sarıyordu. Uykunun etkisinden kurtulmak için gidip ata biniyordum. Bir süre sonra ise orda uykum geliyor ve inecek zaman bulamadan attan düşüyordum. Fakat at çok akıllı olduğu için yerde durup, beni bekliyordu. Uyku sersemliği biraz geçtikten sonra gidip düğene biniyordum. Bu iş akşama kadar devam ediyordu. Akşamları Gelin Bacı’m geliyordu. Yemeğimi bırakıyor, atı düğenden çıkarıp eğerliyor ve eve dönüyordu. Gelin Bacı’m ata binip, eve dönerken beni bir korku sarıyordu. Çünkü o ıssız yerde, o karanlık gecelerde harman beklemeye kalıyordum. Bu yüzden çok korkuyordum. Tek güvencem Samsun’du. O, Gelin Bacı’mla eve gidiyor, yemeğini yedikten sonra havlayarak dönüyor ve bana can yoldaşı oluyordu.

Harmanı Samsun’la birlikte bekliyorduk. Karanlık olunca başıma kadar samanın içine gömülüp yatarken, arkadaşım da yanıma yatıyor, bazen de başını üzerime koyuyordu. Onun sayesinde sabaha kadar uyuyordum.

Bir sabah ağa, erkenden harmana geldi. Hemen attan indim. Çok öfkeli görünüyordu, etraftan dirgeni aldı, sinirli sinirli harmanı karıştırdı. İşi bitirince atı düğene koştu. Sonra da atın yularını elime verdi. Ve ben düğen sürerken yanıma gelip, atın yularını elimden alarak:

“Hadi eve git. Hem yemeğini, hem de davarı al, gel” dedi.

Evle harman arası çok uzaktı. Üstelik ıssız dereler de vardı. Bu yüzden korka korka eve geldim. Zira bazı kereler yollarda çok büyük yılanlara rastlıyordum.

Gelin Bacı’m, önce benim yemeğimi verdi. Sonra da Veli Ağa’nın yiyeceğini hazırladı. Ben yemeğimi yiyip, keçileri önüme katarak hemen yola çıktım. Bu arada güneş bir hayli yükselmiş ve hava ısınmıştı. O yüzden keçiler inatlaşıyor ve istediğim yere gitmiyordu. Türlü zorluklarla harmana doğru yaklaştım. Veli Ağa’nın yiyeceği, keçilerin inadı beni çok yormuştu. Bu yüzden dinlenmek için bir gölgeye azıcık oturmuştum. İşte o anda Ağa başıma dikildi. Dilinin döndüğünce küfrediyor ve:

“Neden geçiktin? Eşekoğlu eşşek!” diyor, ardından da kollarımdan tutup havaya kaldırarak yere çarpıyordu. Kaç kere yere çarptı bilmiyorum. Ama bağırmamı, karşı tepelerde harman süren insanlar duymuştu:

“Yeter gavur yeter, yetimi öldüreceksin!” diye bağırıyorlardı.

O gün yediğim dayaktan ötürü harmana gidemedim. Zira gidecek halim kalmamıştı. Olduğum yerde saatlerce ağladım.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Samsun yattığı yerden kalkıp yanıma geldi. Her tarafımı koklayıp, yüzümü yaladı. Sonra da havlayarak eve doğru yürüdü. Sanki bana “Kalk. Eve gidelim” diyordu. Samsun’un bu davranışına uyup, arkasına takıldım. Bu hareketimi gören Samsun ne kadar mutlu oldu bilemezsiniz. Kuyruğunu sallayarak yanıma gelip, ön ayaklarını omzuma koydu, yüzümü, gözümü yaladı. Sonra da önüme düşüp, tekrar eve doğru yürüdü.

Bir süre sonra eve geldik. Bizi evde gören Gelin Bacı’m :

“Hayrola Yusuf. Niçin erken geldiniz” diye sorarken ben göz yaşlarımı tutamayıp ağlamaya başladım. Hem ağlıyor, hem de soruları yanıtlıyordum. O da beni kucaklıyor ve teselli etmeye çalışıyordu. Belli ki o da çok üzülmüştü. Bu yüzden olmalı, o gün akşam olmadan yemeğimi verdi. Sonra da evin uzak bir köşesine serdiği yatağı gösterip:


Yüklə 1,27 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin