Öyle sanıyordum ki, öğretmen benim ilk günden mahcup olmamı istememişti.
Ben heyecanlı heyecanlı tahtaya çıktım. Gece sabaha dek ezberlediğim dersi bir çırpıda anlattım. Ben anlatmamı bitirince öğretmen bütün sınıfa alkışlattı. Bu ise benim toplum karşısındaki ilk başarımdı.
Saat onu on geçiyordu. Zil çaldı, dışarı çıktık. Öğretmen bizden önce çıkıp evine gitmişti. Ben de içerideki heyecanımla dışarıdaydım. Bir anda kocaman kocaman çocuklar
Üzerime saldırdı. Her önüne gelen bir tokat vurup “Sen okula gelip, bizi mahcup edersin ha” diyorlar, vuruyor, vuruyorlardı. Biri vuruyor diğerinin kucağına, o vuruyor başkasının kucağına gidiyordum. Abiler ve ablalar doyasıya dövdüler. Ama ne kadar dayak yediğimi bilmiyorum. Ne garip, hiç kimse aralamadı. Ama onlar haklıydı. Kimse bir garibin dostu olmazdı.
Hayatım boyunca hiç unutamadığım o toplu dövme olayındaki abilerden ikisiyle sık sık karşılaşıyorum. Avukat Sönmez Ali ile öğretmen Mahmut Ateş (öğrenciler ona “Deli Mahmut” diyorlardı.) Onları gördüğüm zaman içim sızlar, ta...o zamana döner ve ağlarım.
Okulda yediğim dayağı öğretmene söyleyemedim. Eğer söyleseydim, belki okul hayatım sona ererdi. Tüm bu kötü olaylara karşın yine de mutluydum çünkü öğretmenimi mahcup etmemiş ve onun onayını almıştım.
Artık dördüncü sınıf olmuştum. Fakat tek bir kitabım yoktu. Ders çalışmak için ya bir arkadaşa gidiyor, ya da ödünç bir kitap alıyordum. Böylece hem arkadaş ediniyor, hem de herkesin güvenini kazanıyordum. Ayrıca öğretmen de bir sürü ders anlattırıp bana sahip çıktığını göstermek istiyordu.
Aradan bir hafta geçmişti. Tüm kötü koşullara rağmen çok mutluydum. Ne var ki bu mutluluğum kısa sürdü.
Bir Cumartesi günüydü. Mehmet ağa köye geldi. Onun gelişine pek çok sevindim. Çünkü dördüncü sınıfta okuduğum halde ne kitabım vardı, ne de defterim. Ağanın bu ihtiyaçlarımı gidereceğini düşünüyor ve bu yüzden çok seviniyordum.
Aradan bir süre zaman geçmiş, akşam vakti yaklaşmıştı. Ağa, belki de şehre dönerdi. Ben yine deftersiz, kitapsız kalırdım. Amacım ağanın burda oluşundan yararlanmaktı. Bu yüzden ağanın kapısını çaldım ve ağanın “Gel” sesinden sonra kapıyı açtım.
“Ne istiyorsun oğlum?”
“Abi, dördüncü sınıfa geçtim. Bu yüzden kitap ve defter lazım.”
“Ne dedin ne dedin!?” diye bağırdı.
“Dördüncü sınıfa geçtim. Kitap ve defter lazım.”
“Çabuk git, bana öğretmenini çağır.”
“Peki abi.” deyip korkuyla dışarı çıktım.
O anda bütün dünyam yıkılmış, ağlıyordum. Ağlayarak Sumbas’ın soğuk suyunu geçtim. Koşarak öğretmenimin evine geldim. Tüm vücudum titriyordu. Titreyen ellerimle kapıyı çaldım. Kapıyı, öğretmenin eşi açtı. Ondan öğretmenimi sordum. O da kahvede olduğunu söyledi. Bir umutla kahveye doğru koştum. Öğretmenimi bulup “Sizi, ağam çağırıyor” dedim.
O, muhterem adam kalkıp benimle yola çıktı. Birlikte Sumbas’ın soğuk suyunu geçip ağanın evine geldik. Öğretmenim, ağanın odasına girdi. Sonra da kapıyı örttü. Haliyle ben dışarda kaldım.
Ben, bir ümitle onların konuşmalarına kulak veriyordum. Ama ağanın konuşmaları kulağıma geldikçe tüm dünyam yıkıldıkça yıkılıyordu.
Öğretmenim:
“Muzaffer abi, çocuk çok zeki. Yazık. Hevesini kırmayalım.” diyor, o da:
“Ben onu bunu bilmem. Bu çocuk ikinci sınıfa indirilecek” diyordu.
Muhterem öğretmenim beni uzun bir süre savundu. Baktı ki, ağa kabul etmiyor. Kapıyı açıp, dışarı çıktı. Ben durumu biliyordum. Buna rağmen öğretmenimle koştum. O da bana:
“Oğlum, ağayı ikna edemedim. O senin ikinci sınıfta okumanı istiyor. Bu duruma çok üzüldüm.” deyip, özür dilermiş gibi beni öptü.
Bana okumayı sevdiren ve beni hayata bağlayan o muhterem insanla son defa görüşüyor ve elini öpüyordum. Çünkü aynı okula bir daha gitmeyecektim.
Artık, o okula gidemezdim. Zira dördüncü sınıftan ikinci sınıfa inmek onurumu kırmıştı. Öğrencilik haysiyetimi sıfıra indirmişti. Belki de ağanın amacı buydu. Beni okutmayıp, ömür boyu kapı kulu olarak çalıştırmaktı. Her neyse. Ayrıca okuma hevesim de uçup gitmişti. Tüm bu olanlar yüzünden o güzel okulumu ve o saygıdeğer öğretmenimi bir daha hiç görmedim.
Değerli öğretmenim sık sık okuldan istediği halde, bir daha dönüp okla bakmadım.
Artık okulu tamamen terketmiştim. O koca koca ineklerle uğraşıyor ve dikenli yatağımda yatıyordum. O kılçıklı yatağın içinde sağa sola dönerken aklıma yeni bir ümit doğdu. “Madem ki okutulmuyordum. Öyleyse bir şoför olayım. Şimdilik şoförlük de iyi bir meslek. Üstelik de muhtar abim bana öğretir.” diyordum.
Bu düşüncemi Ahmet Abi’ye (muhtar) söyledim. O da seve seve kabul etti. Her gün inekleri ağıla getirip, Ahmet Abi’nin yanına gidiyordum. O beni traktöre alıyor, akşama dek tarla sürüyorduk. Ahmet Abi de benim gibi gariban biriydi. Bu yüzden onunla iyi anlaşıyorduk.
Bazı günler tarla sürmeye gitmiyordu. Özel işi oluyordu, ya da tarla çamur oluyordu. Ama tarla sürmeye gideceği gün bana mutlaka haber veriyordu. Ben de ona göre hazırlanıyordum. Ayrıca o gün, Ahmet Abi’nin getireceği yemekle , kimseye boyun bükmeden karnımı doyuracağım için kendi kendime seviniyordum.
Ağanın çiftliğinde yıkılmış dünyamı yeniden kurmak için uğraş veriyordum. Fakat açlık beni kahrediyordu. Çok çaresizdim. Bu yüzden bazen Bursalı Usta’nın iş yerine gidiyor ve uzun süre orda bekliyordum. Çünkü hanımı yemek getirdiği zaman bana da yemek veriyorlardı. Bazı vakitlerde ise Yakup Amca’nın dükkanına gidiyordum. Ben ona yardımcı oluyorum, o da bana bir şeyler veriyordu. Iraz Teyze yemek getirdiği vakit beni mutlaka çağırıyordu.
Tüm bunlar bana yetmiyordu. Ben yeni bir dünya kurmaya kalkıştığım zaman, bir etken bunu yıkıyordu.
Ağa ne yaptıysa çiftçi başı yüz vermiyordu. Bu yüzden de açlık beni bitiriyordu. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyordum.
Zulüm günleri ağır ağır akarken, ağa ineklerini başka bir yere götürdü. Bu olay ise benim için başka bir yıkım oldu.
Günlerce önce, okulu terk etmiş, sadece ineklerle meşgul oluyordum. Ne var ki, inekleri de elimden aldılar. Böylece ortada kaldım. Avare avare dolaşıyordum. Allah için bir yemek veren olsa yiyordum. Kısacası bu hayatı çekecek halim kalmamıştı. Buna rağmen köyüme dönmek istemiyordum. O sebeple köye bir daha gidemezdim. Bu acı hayatım uzun bir süre devam etti. Geceleri ağlıyor, gündüzleri aç geziyordum. Sanki tüm ıstıraplar benim için yaratılmıştı.
Sabahın erken saatleriydi. Yatağın kılçıklarından ve karnımın açlığından ötürü dışarda kalıyordum. Ta uzakta Kel Cemal’i gördüm. Bana doğru geliyordu. İçimde bir umut belirdi ve onu beklemeye başladım.
Kel Cemal, miskin biriydi. Ona buna uşaklık ederdi. Bizim ağanın geldiğini duyduğu an koşa koşa gelir, ona yalakalık yapıp, birkaç kuruş alır ve dönüp giderdi .
Bir süre sonra Kel Cemal geldi.
“Hoş geldin Cemal abi” dedim. Cemal abi:
“Yusuf, sana bir haber getirdim. İki gün önce ağanın yanına gitmiştim. O seni istiyor. ‘Yusuf gelsin. Malımıza baksın’ diyor. O yüzden sabah erkenden sana geldim.”
Cemal Abi!nin bu haberine hiç sevinmedim. Çünkü o adam, benim okul hayatımı bitirmişti. Mesela anlaşılıyordu. Adamın amacı bana sığır güttürmekti. Şu an şoför olmayı amaçlarken yine engellemek istiyordu.
Deliler gibi dolaşıp, uzun bir süre düşündüm. Sonunda açlık dürtüm ağır bastı ve ağanın isteğine uymaya karar verdim. Son defa çiftliği ve köyü dolaştım. Ardından da Yakup Amca’ya uğradım. Vaktimin çoğunu onunla geçirdim.
Akşam olunca, yine kılçıklı haralların arasına girdim. Uzun bir süre yarın gideceğim o meçhul yeri hayal ettim.
İkinci gün Kel Cemal, erkenden geldi. Beni göndermek için bir at arabası ayarlamış. Çok acele hazırlandım. Beni götürüp o arabaya teslim etti ve “Bu çocuğu götür, bizim ağaya teslim et.” dedi.
Gidilen yer çok uzakmış. Oraya ancak üç-dört saat sonra varabildim. Arabacı beni doğruca ağanın evine götürdü. Ağa evde yokmuş. Hanımına teslim etti.
Ben arabadan iner inmez ablanın elini öptüm. O da “Hoş geldin çocuk, gel yatacağın yeri göstereyim.” dedi. Önüme düştü. Onunla birlikte ahıra gittik. Anlaşılan ağanın hanımı beni evine çıkarmak istemiyordu. O yüzden ilk iş kalacağım yeri gösteriyordu.
Ahırın bir köşesinde dört tane kalas uzatılmış, üzerine mindere benzer bir şeyler serilmiş ve bir de yastık konmuş. Bereket versin, akşam bir de yorgan verdiler.
Abla yerimi gösterdikten sonra avluya çıktık. Avluda bir süre ayakta durduk. O da bana günlük yapacağım işleri anlattı. Ablanın verdiği görev şöyleydi: Sabahleyin erken kalkılacak. Önce evin etrafı süpürülecek. Sonra kovalar alınıp, Ağlıdere’den su getirilip tuvalet yıkanacak. Daha sonra da su küpü doldurulacak. Bu işler bitince de yemek yenilip, inekler güdülecekti.
Hanım abla dersimi vermiş, tahta merdivenden takur tukur eve çıkıp “çat” diye evin kapısını örtmüştü. Ben de bir köpek gibi ortada kalmıştım. Bir korkuluk gibi, bir süre dikilip durdum.
Aradan epey bir zaman geçmişti. Uykudan uyanırcasına kendime geldim. Doruca ahıra gidip gösterilen yatağa uzandım. Yarabbim! Okuma hayalleriyle yollara düşen ben, aslında bir batağa düşmüş, kıpırdadıkça da batıyordum. Beni okutmak için elimden tutan adam ise bir daha ortaya çıkmıyordu. Ben ise onu özlüyor ve derdimi anlatmak istiyordum. Ne var ki ona ulaşamıyordum.
Artık şuna iyice inanıyordum: Bu gidişle kaderi yenmem imkansızdı. O önüme öyle bir ağ örmüştü ki, bu ağın iplerini kıramıyor, tuvalet temizlemeye taa uzaklardan koca koca kovalarla su taşımaya mahkum oluyordum.
Kalasların üzerinde uzanırken, vücudum uyuştu. Bu yüzden ahırdan dışarı çıktım. Avlunun köşesinde bir dut ağacı vardı. Oraya kadar gittim. Dutun dibindeki büyük taşlardan birinin üzerinde oturuyordum. Elime sert bir taş alıp, taşla diğer taşlara yazı yazmaya başladım. O anda yanıma bir çocuk geldi. Ben yazı yazarken o da seyretti. Sonunda bana: “Merhaba, taşla taşlara ne güzel yazı yazmışsın” dedi.
O gülerek bana yaklaşıyordu. Ben ise utanarak ondan uzaklaşıyordum. O kolumdan tutarak yanıma oturdu. Belli ki benimle tanışmak istiyordu. Benim çekindiğimi görünce “Benim adım Sırrı, senin adın ne?” dedi.
“Benim adım da Yusuf” diye cevap verdim. Böylece köyde ilk arkadaşımı bulmuş oluyordum. Bu okullu çocuk bana oldukça sıcak davranıyordu.
Sırrı ile bir süre sohbet ettik. Buraya dağ köylerinden gelmişti. Babası çok çalışmış ve epeyce büyük bir portakal bahçesi yapmıştı. Biz Sırrı’yla sohbet ederken küçük kardeşi de okuldan geldi. Onunla da tanıştık. O, “Benim adım Salim” dedi. Üçümüz birlikte ayağa kalktık. Sırrı “Bizim eve kadar gidelim” dedi. Oraya dek yürüdük. Evleri çok yakındı. Evin yanında portakal bahçeleri vardı. Birlikte bahçeleri gezdik. Biz gezerken, onların babaları çağırdı. Bana iyi akşamlar deyip yanımdan ayrıldılar.
Onlar yanımdan ayrıldıktan sonra eve döndüm. Ayının inine girdiği gibi ahıra girdim. Doğruca kalasların üzerine gidip köpek yatağına benzeyen yere uzandım. Aklımdan türlü türlü duygular gelip geçiyordu. Bu duygular içinde dalıp, gitmiştim. Hizmetçi kız : “Yusuf, gel yemeğini al.” diye seslendi. Bu ses üzerine yattığım yerden kalktım. Pencerenin tahta perdesini açtım. Hava bir hayli kararmıştı. İçeriye hafif bir ışık sızdı. Bu alaca karanlıkta kapıya ulaştım. Hizmetçi kapıda bekliyordu. Elinden yemek tepsisini aldım. Hizmetçi eve çıkarken ben de kalaslara vardım. Tepsiyi yere koyar koymaz yemeğe saldırdım. Zira çok açtım. Bir elimde yufka ekmeği ağzıma sokuyor, öbür elimdeki kaşığı da yemeğe daldırıyordum. Kaşıkla yemeği ağzıma alır almaz dışarı fırlamam bir oldu. İstifra etmemek için kendimi zor tuttum. Zira yemek kokmuş, yenecek hali kalmamıştı.
Bunun üzerine tepsiyi bir yana koyup, it yatağına benzeyen yatağıma uzandım. Fakat bir türlü uyuyamadım. Çünkü çok açtım. Bunun üzerine yataktan doğrulup elimle siniyi aradım. Onu bulunca içindeki kuru ekmeği ağlayarak yedim. Evet, ağlıyordum. Zira bir varlığa bu kadar eziyet edilmezdi. Yediğim o kuru ekmek midemi susturmuş, ben de uyuyakalmıştım. Ne kadar uyudum bilmiyordum. Kapı çalınmaya başladı. “tak tak tak tak tak”. Bunun üzerine yarı uykulu bir halde tahta kapaklarını açtım. Ahıra sabahın ilk ışıkları sızdı. Bu ışıklar sayesinde kapıya kadar yürüdüm. Korka korka kapıyı açtım. Kapıda periler kadar güzel, periler gibi giyinmiş olan ağanın karısı duruyordu. O:
“Yusuf, her sabah erken kalkacaksın. Derenin suyu kirlenmeden önce küplere dolduracaksın. Sonra tuvaleti yıkayıp suyunu dolduracaksın. Gerektiği vakit de evin etrafını sulayıp süpüreceksin. İşte kovalar. Dere, şoo evin batı tarafında, anladın mı?” deyip evine çıktı. Ben de ayı inine girip, it yatağını düzenledim. Sonra da dönüp yattığım yere baktım ve kaderime kahrederek ahırın dışına çıktım.
Koca koca iki kova beni bekliyordu. Kovaları alıp tarif edilen yere doğru yola çıktım. Bir gören olur diye çekinerek yürüyordum. Ayrıca kovalarla da ses çıkartmamaya çalışıyordum. Biraz sonra suyun yanına geldim. Buz gibi su, pırıl pırıl akıyordu. Kovaları doldurup, yola çıktım. Su kovaları sallandıkça su çalkalanıyor ve çocuk beşiği gibi olan o koca ayakkabının içine doluyordu. O eski şalvarım ıslanıyordu. Eve gelene dek ayaklarım donuyor, bacaklarım buz tutuyordu. Su dolu o koca kovalar ki omuzlarım ikiye ayırıyor, kollarımı da koparacak gibi oluyordu. Ne var ki çaresizdim.
O ağır kovaları tek tek merdivenin başına çıkarıyordum. Hizmetçi kız da götürüp küplere boşaltıyor ve kovaları geri veriyordu. Evin su ihtiyacını karşılayana kadar Ağlıdere’ye defalarca gidiyordum. Hele de hela yıkayıp, su tenekelerini doldurmak yerin dibine geçiriyordu. Tüm bu işlerimi bitirip, ahıra gittiğim zaman arkamdan hizmetçi kız gidiyordu. Elinde bir tepsi içinde ne zamandan kaldığı belli olmayan bir kap yemek, yanında biraz yufka ekmek “Yusuf, yemeğini getirdim.” diyor, siniyi uygun bir yere bırakıp gidiyordu.
Gelen yemeği yemenin imkanı yoktu. Sinide mutlaka kokmuş yemek geliyordu. Zira o zaman buzdolabı bile yoktu. Ben de yiyemediğim yemekleri dışarı götürüp döküyordum. İçinde kalan yufka ekmeği mendilime sağıp, inek gütmek için yola çıkıyordum. İnekler otuz kırk metre ileride Hacı ağanın ahırındaydı. Hacı Ağa da bizim ağanın babasıdır. Ahıra geldiğim zaman beni bir hanım karşıladı. “Hoş geldin kuzum.” dedi. Onunla birlikte ahırın kapısını açtık. İnekleri dışarıya çıkardım. Birlikte bahçeyi sürdük. Hanım Abla eve dönerken malı otlayacağım yerleri tarif etti.
Mal otlayacağım yer uçsuz bucaksız bir portakal bahçesiydi. Bu durum beni oldukça sevindirdi. Çünkü sabah kahvaltısı yapmamış, yufka ekmeğimi yanıma almıştım. Ağacın birinden portakal koparıp çay niyetine ekmeğimle yedim. Anlaşıldığı gibi bu bahçe iyi bir bahçeydi. Çünkü hem inekleri hem de beni doyuruyordu. Ama inekler portakallarla değil, otlarla uğraşıp, öğlene doğru karınlarını doyuruyordu, karnı doyan da eve doğru yöneliyordu. Ben de onların peşine takılıp, eve geldim. Hayvanların eve geldiğini gören Hanım Abla gidip ahırın kapısını açtı. Kapıyı açık gören inekler de, doğruca ahıra girdi. Ben de kapımı örttüm.
İşim bitince Hanım Abla çağırdı. “Hadi içeri gel kuzum, şimdiye kadar acıkmışsındır. Edibe yemek versin de karnını doyur.” dedi.
Hanım Abla’nın bu davranışına hem şaşırdım hem de çok sevindim. O bir anne gibi davranıyordu. Halbuki benim ablam bana bir hayvan muamelesi yapıyordu.
Eve dönünce hemen Sırrı’yı aradım. Onu bulunca da bana annem gibi davranan o hanımı sordum. Sırrı “Oba Elif Hanım derler, kocası milletvekili. Buraya ara sıra geliyor” dedi.
Bu durumu öğrenenince bu anneye, Elif Hanım’a daha çok ısındım. Zira bir şeyler beni ona doğru çekiyordu.
Elif Abla’nın kocası Ankara’da kaldığı halde, eşini bir türlü görememiş. Kocası ısrar ettikçe o, “Ben oraya gidip, saçımı başımı açamam. Bu yüzden de seni arkadaşlarına karşı mahcup ederim.” diyormuş. Beyi de fazla ısrar etmiyormuş. O yüzden eşi Ankara’da, kendi de köyde kalıyormuş.
Tanrım! Bu hanım gerçekten bir hanımdı. Ağzından hiçbir kötü söz çıkmazdı. En çok üzüldüğü zaman “Kuzum, niçin yaptın?” derdi. Sık sık şöyle düşünüyorum. Bu yer yüzüne inmiş bir melek mi acaba?
Kapı kulluğu işi monoton bir hal almıştı. Sabah ev hizmeti, sonra inek otlama, daha sonra yine inek otlama. Kısacası işi iyi bir düzene getirmiştim. Bir öğlen vakti, o melek kadın beni çağırıp “Kuzum, bundan sonra hayvanların akşam bakımı için gelmene gerek yok, onlara ben göz kulak olurum. Etrafta zarar verilecek bir yer yok. Kapılarını açarım, biraz dolaşıp geri girerler.” dedi.
Elif Hanım’ın bu insani davranışına çok sevindim. Çünkü öğleden sonraki vaktim hep boş oluyordu. Boş zamanlarımda da taşla, taşlara yazı yazıyordum. Ben taşlarla okuyup yazma öğrenirken, elin çocukları okula gidiyordu. Hele de Sırrı ile Salim’in bana baka baka okula gitmeleri kalbimi iyice depreştiriyor, heyecan duyuyordum. Bir gün bu heyecanımı yenemeyip ağanın odasına vardım. Ağa:
“Ne var oğlum? Bir şey mi istiyorsun?”
“Evet abi, ben okula gitmek istiyorum. Öğleden sonra ineklerle Elif Ablam ilgilenecek”
“Okula mı dedin?”
“Evet abi”
“Peki oğlum, şimdi git. Az sonra gel.”
Ağanın “Peki” demesine çok sevindim ve avluya çıktım. Avluda sağa sola tur attım. Biraz sonra ağa:
“Yusuf! Gel buraya” diye çağırdı.
Bana üzerine yazılı bir zarf uzattı.
“Oğlum, bu mektubu baş öğretmenine ver. Seni okula kaydetsin. Madem okumak istiyorsun, sen de okula devam et.” dedi.
Ağanın elinden zarfı alıp “Çok teşekkür ederim abi” dedim.
Heyecanla aşağıya indim. Kendime göre bir temizlik yaptım. Sonra da ağanın kocaman eski ayakkabısını ayağıma geçirdim. Tarrık turruk sürüyerek okulun yolunu tuttum. Okula yolu sora sora gidiyordum. Yolda aklıma çeşitli ihtimaller geldi. Beni birinci sınıfa ya da ikinci sınıfa kaydederlerse o zaman ne yapabilirim? Bu ihtimaller ise kafamı iyice karıştırdı. Kafam karma karışık yola devam ederken bir dereye geldim.
Dereden berrak bir su akıyordu. Etrafında ise sık sık çalılar vardı. O çalılardan birinin içine girdim. Mektubu açıp açmamak için uzun süre düşündüm. Kafamda büyük bir fikir çatışması vardı. Mektubu okumak ya da okumamak, sonunda okumak fikri ağır bastı. Mektubu açtım. Onu heyecanla okumaya başladım. Mektup:
“Enver Bey, size mektubu getiren çocuk hiç okula gitmemiştir. Uygun bir sınıfa kaydedin de okusun.” diyordu.
Büyük bir korkuya kapıldım. Beni birinci sınıfa kaydedebilirlerdi. O zaman da ağaya beş yıl daha kölelik edebilirdim. Halbuki ben matematik hariç tüm dersleri çok iyi yapabiliyordum. Böyle olunca ya okula gitmemeliyim ya da beşinci sınıftan başlamalıyım.
Çalıların arasında bir müddet düşündüm. Sonunda beşinci sınıfta okuduğumu söylemeye karar verdim. Bunun üzerine mektubu yırtıp, küçük parçalar haline getirdim. Parçaları da güneşin ışığında pırıl pırıl akan suyun içine bıraktım. Su, küçük kağıt parçalarını götürürken bir müddet arkasından baktım. O, kaderimi de alıp götürüyordu. Suyla giden kader belki iyi, belki de kötüydü.
Tarife göre su, okuldan yana akıyordu. Kağıt parçalarının arkasından ben de yürüdüm fakat mektubun parçalarıyla birem birem ayrıldık. Çünkü onların her biri, bir limana uğramış gibi suyun kuytu yerlerinde ayrılıp kalıyorlardı. Kalan parçalarla yolculuğum epey sürdü. Şayet öğrencilerin şamatası karşıma çıkmasaydı, herhalde daha da sürebilirdi.
Öğrencilerin gürültüsünü duyunca mektup parçalarından ve akan sudan ayrılıp okula geldim. Henüz ders zili çalmamıştı, çocuklar dışarıda oynuyordu. Beni gören çocuklar garip garip bakıyordu. Onların arasından geçip kapıya doğru yaklaştım. O aradaki bir çocuğa müdürün odasını sorum. O da önüme düşüp müdürün odasına götürdü. Kapıyı çalıp içeri girdim. Odada ak saçlı bir adam oturuyordu. Ona bir öğrenci selamı verdim.
“Buyur oğlum, ne istiyorsun?”
“Efendim, biz Akköprü’de oturuyorduk. Şimdi buraya göçtük. Ben orada beşinci sınıfta devam ediyordum. Şimdi burada okumak istiyorum.”
“Olur oğlum, beşinci sınıflar öğleden sonra okuyorlar. Bundan sonra öğlen vakti gel, beşinci sınıfa devam et.” dedi.
Görünürde büyük bir engeli aşmış gibiydim. Bu sebeple yeni bir dönem başlıyordu. Okula her gün zamanında gelip gidiyordum. Fakat gelişim ve gidişim çocukların alay konusu oluyordu. Bilhassa da ayakkabıma takılıyorlar ve “çocuk mezarı”, “çocuk beşiği” diyerek gülüşüyorlardı.
Çocuklar haklıydı. Ayağımda çok büyük ve ağır bir ayakkabı eskisi vardı. Sanki onları zor taşıyordum. O kışın soğuğunda yalınayak gidemezdim. Bu yüzden ağanın eski ayakkabılarıyla idare ediyordum.
Kısa bir süre sonra her şeye alıştım. Çocukların alay etmesine de aldırmıyordum. Çünkü, artık kesin bir amacım vardı.
Bundan böyle çok tedbirli hareket ediyordum. Bu yüzden hiç kimseden defter, kitap istemiyordum. Fakat her şeye çok ihtiyacım vardı. Bu yüzden kara kara düşünüyordum. Bir umut olarak köydeki abimi düşündüm. Acaba elimden tutar mıydı?
Bizim köylüler, bulunduğum yöreye sık sık geliyor, bazen kaçak ağaç satıyorlar, bazen de portakal satmaya götürüyorlardı. Onlara abimi ve köyün yolunu sordum. Sonra da korkarak ağanın yanına vardım.
“Abi bana iki gün izin verir misin, köye gidip geleceğim?”
“Olur oğlum, git ve tez geri gel.” dedi.
Ağadan izin aldıktan sonra doğruca köye gittim. Köyde hiç aklıma gelmeyen bir durumla karşılaştım. Yıllarca çobanlık yapan ve köye hiç uğramayan Şakir Abim, gelip bir bakkal dükkanı açmış. Uzun zamandır görmediğim abimin elini öptüm. O da beni sevdi, okşadı. Ben ona:
“Hayırlı olsun abi. Bu dükkanı nasıl açtın?” dedim.
“Yıllarca uğraşıp, hak ettiğim malları sattım. Ayrıca yumurta alıp satıyor, güzel güzel tesbihler yapıp satıyordum. Böylece biriktirdiğim parayı alıp geldim. Bu dükkanı açtım.” dedi.
Bu duruma çok sevindim. O yüzden tekrar tekrar hayırlı olmasını diledim. Sonra da ona durumumu anlatım.
Abim benim isteklerimi kabul edip, “Buna çok sevinim. Sen yeter ki oku. Senin her isteğini alırım. Bak ayakkabın yok. Önce şurdan kendine bir ayakkabı seç” deyip rafları gösterdi. Raflarda pek çok ayakkabı vardı. Fakat hepsi de lastik ayakkabıydı. Ayakkabıların lastik olmasına çok sevindim. Bunun üzerine abimin elini öpüp teşekkür ettim.
İkinci gün abim beni yolcu etti ve “Sen hiç kaygı etme. Çok yakında yanına gelir, istediğin her şeyi alırım.” dedi. Onunla vedalaşıp köyden ayrıldım.
Abimden ayrıldıktan sonra çok mutlu olarak yoluma devam ediyordum. Arada bir parlayan ayakkabıma bakıyor ve seviniyordum. Bazen de suları tepeliyor, suların ayaklarımı ıslatmadığını görünce ayrı bir haz alıyordum.
Abimin verdiği güvenceden ötürü ağanın köyüne vaktinden önce geldim. Ve hemen günlük işlerime baktım. Okuluma da güvenli ve daha çok çalışarak gidiyordum.
Aradan üç-dört gün geçmişti. Uzakta bir atlı göründü. Ta uzaktaki adamı abime benzettim. Beklemeye başladım. Tanrım. Yanılmamışım. Gelen Şakir abimdi. Yanıma kadar geldi ve attan indi. “Abi attan inme, ağa görürse belki huylanır” dedim. O atın üzerindeyken biraz konuştuk. Bunun üzerine, Derendeli Hacı’nın dükkanında buluşmak üzere ayrıldık.
O dükkana doğru giderken, ben de hayvanları ahıra koyup eve geldim. Ağanın ya da hanımının haberi olur diye çok korkuyordum. Bu yüzden hiç vakit geçirmeden, kitap çantamı alıp evden çıktım. Heyecandan, açlık, susuzluk aklıma gelmiyordu. Doğruca okulun yolunu tuttum. Okula geldiğim vakit saate baktım. Öğleden sonra ders yapacaklar için daha epeyce zaman vardı. Bu zamandan gereği gibi yararlanmak istiyordum. Hemen Darendeli Hacı Emmi’nin dükkanına yöneldim. Zaten çok uzak değildi. Hızlı hızlı yürüyerek kısa zamanda oraya vardım. Abim orada bekliyordu. Ben gelince biraz tahin helvası aldı. Köyden getirdiği ekmekle yedik. Karnımızı doyurduktan sonra da:
“Hadi gel bakalım, neler alacaksın? Göster de alalım.” dedi.
Benim alacağım şeyler belliydi. Defter ve kalem. Dükkanda kitap zaten yoktu. Bu yüzden gereği kadar defter, kalem ve silgi aldım. Abim de Derendeli, Hacı’ya parasını ödedi. Ders kitabı alabilmem için de biraz para verdi. Ona çok çok teşekkür ettim.
İşi bitince abim köyüne döndü, ben de okuluma döndüm.
Yeni defterler, kalemler ve silgiler sanki bana yeni bir güç veriyordu. Artık hiç kimseden kalem, defter istemiyordum.
Bu durum sınıf arkadaşlarımın dikkatini çekmeye başladı. Her biri delikanlı kız ve erkekti. Bu büyüklerden biri de Ahmet Çürük adlı bir abiydi.
Dostları ilə paylaş: |