Bir yıl daha biterken…


Dikkat eksikliği ve hiperaktivite



Yüklə 244,43 Kb.
səhifə2/4
tarix09.01.2019
ölçüsü244,43 Kb.
#94137
1   2   3   4

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite

bozukluğu nedir?

DEHB; çocuğun olması gereken düzeyden daha fazla hareketli olma, dürtüsellik, dikkat eksikliği durumları yaşaması halidir. Bireyin sahip olduğu potansiyelini kullanabilmesi ve gelişimini sağlık­lı bir şekilde sürdürebilmesi için ilaç kullanımının ve bunun yanında terapötik destek veya dışarıdan eğitim desteği alınmasının gerekebileceği, teda­vi edilmesi gereken nöronal bazlı bir bozukluktur. DEHB her çocukta farklı düzey ve şekillerde görülür, dolayısıyla her çocuk tıbbi, eğitsel ve psikososyal yönden bireysel olarak değerlendirilmelidir. Bazı çocuklarda yalnızca hiperaktivite, bazı çocuklar da yalnızca dikkat eksikliği görülürken kimi çocuklarda her ikisi birden görülebilir. Bunun yanı sıra yoğunluk derecesi de çocuktan çocuğa farklılık gösterebilir. DEHB belirtileri çocuklukta başlar ve yetişkinliğe doğru bir miktar azalma göstererek devam eder. En önemlisi; Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozuklu­ğu bir zekâ problemi değildir! Dahi çocuklarda dahi görülebilen bir rahatsızlıktır.



Çocuğumun ilaç kullanmasını

istemiyorum, şart mı?

DEHB konusunda önyargıya sebep olan temel noktalardan biri ilaç kullanımıdır. Her DEHB olan ço­cukta ilaç tedavisi kullanılmayabilir. DEHB nörolojik bir rahatsızlıktır, çocuğun durumuna göre ilaç kulla­nımı gerektirebilir. DEHB belirtileri çocuklukta baş­lar ve tedavi edilmez ise kişinin çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerini psikososyal ve akademik açıdan olumsuz yönde etkileyebilir.



Hareketliliğe neden olan diğer etmenler

Erken çocuklukta görülen hareketlilik normal bir durumdur. Çocuklar doğarlar, büyürler ve yürümeye başlarlar. Dolayısıyla sahip oldukları keşif duygu­suyla etrafı kolaçan etmeye, her yeri karıştırmaya başlarlar. Enerjileri yüksektir. Hiç durmadan altı saat boyunca hareket etme potansiyeline sahiptir­ler. Gerekli enerji salınımını yapamayan ve yaşamı­nın büyük çoğunluğunu dört duvar arasında geçiren çocuklar hareket ihtiyacını dar alanlarda normalden fazla hareketlilik göstererek gidermeye çalışırlar. Bir diğer etken olarak kurallar; çocuk gelişiminde önemli bir yer taşır. Çocuklar 3 yaş itibariyle kural almaya başlayabilirler. Yaşa uygun ve gerekli kural­ları almayan, her istediğini elde edebilen çocuklarda fazla hareketlilik görebilmekteyiz. Aşırı rahat anne baba tutumları da yine normalden fazla hareket­

li davranışlara neden olabilmektedir. Aşırı baskıcı anne baba tarafından büyütülen çocuk, anne ba­basının olmadığı ortamlarda evde gösteremediği hareket etme ihtiyacını fazlasıyla gösterme eğilimi taşıyabiliyor. Aşırı rahat anne baba tutumu da az önce bahsettiğimiz üzere kural koyma noktasında etkin performans göstermedikleri için yine bu tür anne baba tutumu gören çocuklarda da fazla ha­reketli davranışlar gözlemleyebiliyoruz. Özetle bu etkenlerden dolayı fazla hareketlilik gösteren ço­cuklar hiperaktif olarak değerlendirilmemelidirler.

DEHB olan çocuklarda hangi davranışlar

görülür?

Bu tanıya sahip olan çocuklarda sınıf içerisinde ve ders sırasında sık sık dikkat dağılması, uzun sü­reli odaklanamama, ders sırasında kalkıp dolaşma ihtiyacı, uzun süreli oturmakta zorlanma, uyum sorunları, fazla konuşma ve bunların akabinde aka­demik problemler yaşadığı görülür. Buna ek olarak sınıfın düzeninin sıkça bozulmasına sebep olması, okullarda yaşanan en büyük problemlerden biridir.



DEHB belirtileri nelerdir?

Unutkanlık, sürekli hayal kurma hali, dağınıklık, odaklanamama, başladığı işi bitirememe, basit so­rumlulukları yerine getirememe, boş vermiş tavrı sergileme, zevk aldığı işler dışındaki işlere duyu­lan ilgisizlik, bir yere geç kalma sürekliliği, zamanı kullanamama, fazla hareketlilik, durdurulamayan davranışlar.



DEHB’in tedavi edilmediği durumlarda

ortaya çıkabilecek olası olumsuz durumlar

Çocukta Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bo­zukluğu tedavi edilmediğinde gözlemlenen prob­lemler yaş ilerledikçe artmaya başlayabilir. Yalnız­ca % 10-20 gibi bir dilimin hiçbir sorun yaşamadan yetişkinliğe eriştiği görülmektedir. Bu da demek oluyor ki, % 80-90 gibi büyük bir dilim risk altında­dır ve riske atılmaması gerekir.

Yaş ilerledikçe tedavi edilmemeye devam edi­len kişide sorunlar olumsuz yönde değişim göste­rerek kişinin yaşam kalitesinin gittikçe düşmesine sebep olabilir. Örneğin potansiyeli olduğu halde DEHB tedavisi görmeyen öğrenci akademik başa­rısızlık yaşayabilir ve eğitim öğretim hayatı sek­teye uğrayabilir. Akabinde çocukta başarısızlıktan dolayı özgüven problemleri oluşabilir, bu da kişinin sosyal ilişkilerine yansıyabilir.

Bunun yanı sıra yine DEHB olan çocuklarda kendilerine ve başkalarına zarar verme davranış­ları gözlemlenebilir. Adrenalin miktarı fazla oldu­ğundan riskli ve tehlikeli davranışlarda bulunma ihtimalleri artar. Çoğu zaman hiperaktivitesi olan çocuklar koşarken arkadaşına hızlıca çarpıp can yaktığının farkında bile olmayabilir. Ergenliğe doğ­ru çocuk, mizacına göre, okullarda çeteleşme süre­cine girebilir, sosyal açıdan onaylanmayan gruplar kurabilirler. Buna ek olarak alkol, madde ve sigara kullanımı yine DEHB olan kişilerde daha çok görül­mektedir. Yine akademik açıdan başarı göstere­meyen çocuklar, kendilerini gösterebilme amacıy­la güç gösterisine girme davranışı gösterebilirler. Yetişkinlikte ise problemler kendisini iş hayatında tutunamama, evliliği sürdürememe gibi sorunlara yol açabilir. DEHB’ye ek olarak başka psikiyatrik bozuklukların eklendiği de görülebilir.

Özetle; tedavi edilmeyen DEHB kişinin tüm ha­yatını ve evrelerini olumsuz yönde etkileyebilir ve kişinin yaşam kalitesini önemli ölçüde düşürebilir. Ve en önemlisi, araştırmalar, tedavi edilmeyen DEHB’nin kişilerin yaşam süresini kısalttığını gös­termektedir.

DEHB olan çocuklarda anne-baba

tutumları nasıl olmalıdır?

Öncelikle anne babanın sabırlı ve anlayışlı ol­ması DEHB olan çocuklar açısından büyük önem arz etmektedir. Baskıcı, zorlayıcı tutum hiçbir ço­cukta işe yaramadığı gibi DEHB olan çocuklarda da işe yaramayacak, aksine durumun daha da kötü­leşmesine sebep olacaktır.

Davranışsal problemler yaşayan çocuklar, doğ­ru desteklenmediğinde öğrenme problemi de ek­lenir. Hâlâ desteklenmez ise bu iki etmene bir de duygusal problemler eklenir.

Eğer siz de çocuğunuzda bunlara benzer davranışlar görüyor ve bunların çocuğunuzu akademik, duygu­sal ve sosyal açıdan etkilediğini düşünüyorsanız mutlaka Dikkat Eksikliği ve Hi­peraktivite Bozukluğu konusunda bir uzmana danışmalı ve çocu­ğunuzun gelişimi için geç olmadan destek almalısınız.

Senin için hastalık

bir sıhhattir


İslâm hükemasının Eflâtun’u ve hekimlerin şey­hi ve filozofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıp noktasında, “Yiyin, için, fakat israf et­meyin” âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş: Yani, ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığın­dadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolay­ca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir. (Haşiye: Yani, vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvi ye­mekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.)

(Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar)

İkinci adam ve meselesi: Risale-i Nur talebelerin­den bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüt ediyor, ne yapayım?”

Ben de dedim: “Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var: İmam-ı Şâfiî’nin (ra) dediği gibi, Haram-ı nazar, nisyan verir.”

Evet, ehl-i İslam’da, nazar-ı haram ziyadeleştik­çe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudun­da su-i istimalâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.

Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, husu­san bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i isti­malât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice ver­meye başlıyor. Herkes, cüz’î, küllî o şekvâdadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhir zamanda, hâfızların göğ­sünden Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor”. Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’an’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin te­vilini gösterecek.

(Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası)

Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, küre-i arz olan eczahane-i kübrâsında, her derde bir devâ istif etmiş. O devâ­lar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan bil­mek gerektir. Derdi O verdiği gibi, şifayı da O veriyor. Hâzık, mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünkü ekser hastalıklar sû-i istimâlâttan, perhizsizlikten ve israftan ve hatîattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedey­yin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesâyâda bulunur. Sû-i istimâlâttan, israfattan men eder, teselli verir. Hasta o vesâyâ ve o teselliye itimad edip hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir ferahlık verir.



(Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar)

Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, has­talar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar, eğer iman-ı âhiret onların imdadına yetişmezse, her vakit has­talığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm ve intika­mını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadı­ğı zâlimin mağrurâne ihaneti ve büyük musibetler­de boşu boşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelen elîm meyusiyeti ve bir-iki dakika veya bir iki saat keyif yüzünden beş on sene böyle bir hapis azabı­nı çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o biça­relere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer âhirete iman imdatlarına yetişse, bir­den onlar nefes alırlar; sıkıntıları, meyusiyetleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri, derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâil olur. Hattâ di­yebilirim ki, benim ve bir kısım kardeşlerimin bu se­bepsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde, eğer iman-ı âhiret yardım etmeseydi, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk edecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve be­nim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyaları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kal­dıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki, iman-ı bil’âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, belki mücahi­dâne, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâ­fatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede bili­yorum. Arasıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve ra­hat-ı kalb ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiyle saded harici girdi; kusura bakılmasın.



(Bediüzzaman Said Nursî, Asa-yı Musa)

Yirmi Beş Devâdır

Hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçe­te, bir iyâdetü’l-marîz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.

Beşinci devâ: Ey maraza müptelâ hasta! Bu za­manda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki, hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir, bir hediye-i Rahmânîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gör­düm; sair gençlere nispeten âhiretini düşünmeye baş­lıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de ba­kıyordum, onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki:

“Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde deği­lim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımı­yorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırın­caya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdik­ten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir.”

Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belâ­sıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünme­yip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zâhirî keyfiyle hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir hastalıktır.”

(Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar)

Lugatçe

Tezayüt: Ziyadeleşme, artma.

Nisyan: Unutma.

Memalik-i harre:Sıcak memleketler.

Mücahidâne: Mücahid bir kimseye yakışır suret ve şekilde

Dua etme adabı

Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir.”

Bediüzzaman Said Nursi

Resul-i Ekrem (asm) bir gün bir Sahabenin çok hasta olduğunu duydu ve hemen ziyarete gitti. Sa­habeyi gördüğünde şaşırdı çünkü hastalıktan yata­ğa düşmüş, saçları dökülmüştü ve zaman geçtikçe daha kötü bir hal alıyordu. Resulullah Efendimiz (asm) Sahabeye sordu: “Sen Allah’ın (cc) emrettik­lerine uymadın mı?”

Sahabe cevap verdi: “Ben Rabbimin emirlerinin tamamını yerine getirdim.”

“Peki Allah’a isyan mı ettin?”

Sahabe:“Hayır ya Resullallah!”

Peygamber Efendimiz (asm): “Sen Cenab-ı Allah’tan herhangi bir şey istemiş miydin?” Bunun üzerine Sahabe: “Ben Allah’a dua ettim. Dedim ki “Allah’ım, eğer bana ahirette ceza vereceksen, verme. O cezayı bana dünyada ver” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) bu cevaptan sonra durumu anlar ve “Sen niçin ‘Allah’ım, bize ahirette de dünyada da iyilik ver ve bizi cehennem azabın­dan koru’ diye dua etmedin?”der.

Yaptığı hatayı anlayan Sahabe, Efendimizin (asm) öğrettiği gibi dua eder ve çok zaman geçme­den şifa bulur.


Şifâ âyetleri ve şifâ duâları

Soru: Peygamber Efendimiz (asm) hastalara ne gibi duâlar yapmıştır?

İnsanın hastalandığında şifâ için sebeplere müracaat etmesi, bu çerçevede doktora gitmesi, doktorun tavsiyelerine uyması, verdiği ilâçları kul­lanması, hastalığın hikmetlerini kavrayarak sab­retmesi ve şifâyı yalnız Allah’tan beklemesi; sağ­lıklı günlerinde ise sıhhat ve âfiyetini gözetmesi ve sıhhatini bozmamaya dikkat göstermesi hiç şüphesiz şifâ için önemli birer fiilî duâ niteliği ta­şır. Şifâ için olsun, devâ için olsun, derde derman için olsun, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, duâyı fiilî olarak yapmak, bununla berâber kavlî duâyı da ihmal etmemek gerekir.1

Peygamber Efendimiz (asm) bir insana te­veccüh buyurdu mu, o insanın maddî-mânevî ne hastalığı varsa şifâ bulur, ne derdi varsa kaybo­lur giderdi. Onun yönelişi şifâ demekti, nazarı şifâ demekti, sözleri şifâ demekti, ilgisi şifâ demekti, gülümseyişi şifâ demekti. Onun getirdiği Kur’ân da şifâ hükmündedir.

* Resûl-i Ekrem (asm), Ebû Katâde’nin genç kalması için şöyle duâ lütfetti: “Efleha’llahü vec­heke Allahümme bârik lehû fî şa’rihî ve beşerihî” (Allah yüzünün güzelliğini arttırsın. Allah’ım sa­çını ve vücudunu kendisi için mübârek kıl.) Ebû Katâde (ra) bu duânın bereketiyle yetmiş yaşında vefât ettiği zaman on beş yaşında bir genç gibi gösteriyordu.2

* Yine bir gazvede Ebû Katâde’nin (ra) yüzü­ne ok isâbet etmiş ve yırtılmıştı. Resûl-i Ekrem (asm) mübârek eliyle meshetti. Ebû Katâde (ra) der ki: “Kat’iyyen ve asla ne acısını ve ne de cera­hatini görmedim.”3

* Bir gün İmam Ebû Kâsım Kuşeyrî Hazretle­rinin çocuğu hastalanmıştı. Çok üzüntü çektiği günlerde Resûl-i Ekrem’i (asm) rüyasında gördü. Ve Efendimiz’den (asm) şifâ talep etti. Peygam­ber Efendimiz (as): “Oğluna şifâ âyetlerini oku” buyurdu. Hazret-i İmam da oğluna şifâ âyetlerini okudu ve Allah’ın izniyle oğlu şifâ buldu.



Şifâ âyetleri şunlardır:

1- “Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.” (Allah mü’minler toplu­luğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)4

2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ıza­tun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.” (Ey İnsanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)5

3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muh­telifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.” (Onların karın­larından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)6

4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.” (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiri­yoruz.)7

5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.” (Hastalan­dığımda bana şifâ veren Allah’tır.”8

6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.” (De ki: Kur’ân, inananlar için hidâyet ve şifâdır.)9

Resûl-i Ekrem (asm) hastalara şöyle duâ et­miştir:

1-“Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’l-be’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yen­ke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.” (Al­lah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifâ ver! Şifâ veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifâ ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazan­mak için namaz kılmak üzere yürüsün.)10

2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.” (Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifâ dilerim. Allah sana şifâ versin. Allah’ın adıyla sana şifâ dilerim.)11

Dipnot:

1- Sözler, 287, 288;

2- Mektûbât, s. 145;

3- a.g.e., 139;

4- Tevbe Sûresi: 14-15;

5- Yûnus Sûresi: 57;

6- Nahl Sûresi: 69;

7- İsrâ Sûresi: 82;

8- Şuarâ Sûresi: 80;

9- Fussilet Sûresi: 44;

10- Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107;

11- Tirmizî, Cenâiz, 9720,


Mehmed Akif Ersoy

(1873-1936)


Merhum Mehmed Akif’in ‘Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı/ Asrın idra­kine söyletmeliyiz İslâm’ı’ beytiyle ifade ettiği idealini tahakkuk ettirmek, Bediüzza­man’a müyesser olmuştur.”1
İstiklal marşının yazarı olmasından dolayı “Milli Şairimiz” olarak tanıdığımız Mehmed Akif, İstanbul başta olmak üzere, vatanın dört bir yanının işgal edildiği bir zamanda yazdığı şiiriyle ümitsizliğe yer olmadığını haykırdı. Dârülhikmeti’l- İslâmiye’de Be­diüzzaman ve diğer ünlü din alimleriyle beraber ça­lıştı. İstiklal Savaşı boyunca insanlarımızı heyecana getiren yazı, şiir ve hutbeleriyle önemli katkılarda bulundu. Hayatı boyunca izzet ve şerefinden ödün vermeyerek örnek bir hayat yaşadı.

Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul’un Fatih ilçesi Sarıgüzel mahallesinde doğdu. Babası Fatih Medresesi müderrislerinden Temiz lakaplı Meh­med Tahir Efendidir. Annesi Buharalı Mehmed Efendinin kızı Emine Şerife Hanımdır. Takva sahibi ebeveynlerin evladı olarak dünyaya gözlerini açan çocuğa babası tarafından eb­cet hesabı düşünülerek Ragif ismi verildi. Ancak gerek ev halkı, gerekse mahalleli, bu ismi anlayamadıklarından, babası hariç herkes tarafından Akif olarak çağrıldı.

Eğitimine dört yaşında Fatih Emir Buhari mahalle mektebine giderek başladı. İki yıl sonra Eğitim Bakanlığına bağlı İbtidaî mektebine gitti. Bu arada babasından Arapça derslerini aldı. Buradaki üç yıllık eğitimin sonunda Fatih Merkez Rüştiyesine girdi. Bu okula devam ederken aynı za­manda, ikindiden sonra Fatih Camiine giderek burada Esad Dede’den; Hafız Divanı, Gü­listan ve Mesnevi derslerini aldı. Bu eğitimi sırasında Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca dillerini öğrendi, bu alanda sınıf birincisiydi. Şiiri çok severdi. İlk oku­duğu şiir kitabı, Fuzulî’nin Leyla ile Mecnun’udur.

İdadîyi bitirdikten sonra Mülkiye mektebine girdi. Bir süre sonra bu okuldan ayrılarak yeni açılmış bu­lunan Baytar (veterinerlik) mektebine başladı. Şiire olan merakı burada da devam etti. Okulunu birinci­likle bitirdi. Eğitiminin devam ettiği sırada iki acı olay yaşadı. Önce babası vefat etti, bir süre sonra da evleri yandı. Babası vefat ettiği zaman on dört yaşındaydı. Okulunu bitirdikten sonra Ziraat Bakanlığı’nda iş ha­yatına başladı. Memurluk merkezi bakanlık olmakla birlikte Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da birçok yeri dolaşarak hayvanlardaki bulaşıcı hastalıklar konu­sunda insanları bilgilendirmeye çalıştı.

İş hayatına atıldıktan sonra Tophane-i Amire vez­nedar Mehmet Emin Beyin kızı İsmet hanımla evlen­di. Akif’in vefatına kadar devam eden bu evlilikten altı çocuk dünyaya geldi. Başladığı memurluk hayatı da istifa edip ayrıldığı 1923 yılına kadar devam etti. Ancak, resmi görevler almaya devam etti. Mektep ve medreselerde öğretmenlik yaptı. 25 Ağustos 1918 tarihinde kurulan Dârülhikmeti’l- İslâmiye Cemiyeti­nin başkatipliğine atandı.

Bu cemiyet, bir tür İslâm Akademisi mahiyetinde idi. Üyeleri arasında Bediüzzaman Said Nursi, Ahmed Cevdet, Hafız İsmail Hakkı, Muhammed Hamdi gibi dönemin meşhur ilim ve fikir adamları yer aldı. Cemi­yetin gayesi; Osmanlı ve İslâm aleminde ortaya çıkan dinî meseleleri halletmek ve İslâm’a yapılan hücum ve saldırılara cevap vermekti. Gerek vatandaşlar ge­rekse yabancılar tarafından sorulan sorular komisyonlarda görüşülerek resmen cevap verilmekteydi. Özellikle basın yoluyla yapılan hücumlara ce­vap verilmeye çalışıldı. Diğer taraftan üyeler muhtelif gazetelerde makaleler yayınlayarak, ferdi olarak da İslâm’a et­meye çalışıyorlardı.

Cemiyetin faaliyetlerinden bi­risi de özellikle insanları ikaz et­mek maksadıyla neşredilen be­yannamelerdir. Haya ve namus hakkında neşredilen beyannamede; ahlâk kanunlarına, en ince noktalarına varıncaya ka­dar mutlak itaat etmenin, insanların en önemli vazi­fesi olduğuna işaret edildi. Ahlâk kanunları içinde yer alan en önemli hasletlerden birinin haya olduğu, bu ve benzeri hasletlerden uzaklaşmanın, insanı insanlığın­dan uzaklaştıracağına vurgu yapıldı. Çocuk düşürme ile ilgili olarak yayınlanan beyannamede, bu hareketin şeriat nazarında cinayet olduğu belirtildi. Bu cinayetin hafife alınması, hiçbir günahı olmayan bir masumun kendi eliyle boğmasının şefkatli bir anneye asla yakış­madığı belirtildi. Bunların dışında memleket gençliği ve ahlâksızlık konularında da beyanname neşredildi.

Gerek Akif’in gerekse Bediüzzaman’ın birbirleri hakkındaki ifadelerinden aralarında sıcak bir ilgi ve muhabbetin olduğu anlaşılmaktadır. Akif değer­li ediplerin bulunduğu bir mecliste, “Victor Hugolar, Shakespearler, Descartesler, edebiyatta ve felsefe­de Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilir.”2 sözleriyle takdirlerini bildirmektedir. Buna karşılık, Risale-i Nur muhtelif yerlerinde de büyük şairin adı ve şiirlerinden alıntılar yer alır. Bediüzzaman “Hem merhum Fetva Emini Ali Rıza ve merhum Ahmed Şiranî ve merhum Şevket Efendi ve merhum Mehmed Akif gibi insaflı, Risale-i Nur’u fevkalade takdir ve tahsin eden o muh­terem ve merhum zatların hatırı için, biz İstanbul ho­calarına dostuz, onlardan gücenmeyiz.”3 ifadelerine yer vermektedir. Akif’in “O nuru gönder İlahi, asırlar oldu yeter/ Bunaldı milletin afakı, bir sabah ister.” “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı/ Asrın id­rakine söyletmeliyiz İslâm’ı” şeklindeki niyaz ve arzu­ları Risale-i Nur’la hayat buldu. Akif’in arzusu, ilhamını direk Kur’ân’dan alan Risale-i Nur’la gerçekleşti.

İkinci Meşrutiyet Akif’in hayatında bir dönüm teşkil etmektedir. 1908 tarihinden itibaren şiirlerini Sırat-ı Müstakim dergisinde ya­yınlamaya başladı. Mondros Mü­tarekesi’nden sonra Milli Mücade­leyi teşvik edici hitabelerde bulundu. BMM’ne mebus olarak katıldı. İstiklal şi­irini yazdı. Meclisin taahhüt ettiği 500 lirayı orduya hediye ederek almadı. 1923’te Mısır’a gitti. Orada hasta­lanınca İstanbul’a döndü ve 27 Aralık 1936’da hayata gözlerini yumdu.


Yüklə 244,43 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin