Eserleri
Örnek bir hayat yaşayan Akif, eserleri vasıtasıyla büyük bir miras bıraktı. İstiklal Marşı başlı başına büyük bir eserdir. İlk şiiri “Kur’ân’a Hitap” adını taşımakta olup 1895 yılında Mektep Mecmuası’nda yayınlandı. İki yıl aradan sonra tekrar yazmaya başladı. Ancak muhtelif konularda İkinci Meşrutiyetten önce yazdığı şiirlerini Safahat’a almadı ve neşretmedi. Yazmış bulunduğu diğer eserleri ilk eseri olan Safahat adlı kitapta topladı. Milletine armağan etmesi hasebiyle İstiklal Marşını da Safahat’a almamıştır.
Akif’in kendisine verilmek suretiyle üstlendiği görevlerden bir tanesi Kur’ân’ı Kerim’i tercüme etmekti. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kendisine verilen bu görev için adeta inzivaya çekildi. Yedi yıl boyunca bu alanda emek sarf etti. Ancak yaptığı işten, yazdıklarından memnun kalmadı. Aldığı vazifenin ağır mesuliyetin, sürekli omuzlarında hissetti. Bütün varlığını vermesine rağmen bu işin azameti karşısında eriyip gitti. Sonunda iyi yapamadığı kanaatine vararak bu işe son verdi. O ana kadar yazdıklarını da imha etti. Bilahare bu görev Elmalılı Hamdi Beye verildi.
Dipnotlar:
1.Tarihçe-i Hayat
2. Sözler
3. Emirdağ Lahikâsı
Kaynak: Yeni Asya Neşriyat/ Portreler
Feminist kadınlardan
İtiraflar
Geçtiğimiz ayki “Elmanın iki yarısı: Kadın ve erkek” başlığını taşıyan Not Defteri sayfalarımızda feminizmden bahsetmiş “Kadınları fıtrî vazifeleri olan anne ve eş olma kimliğine davet eden Batılı kadınların sayısının gittikçe arttığını” yazmış, bir sonraki çalışmamızda bunlara yer vereceğimizi söylemiştik:
Yazar: Ina Fritsch
Alman feminist yazar Ina Fritsch “Anne-Baba Boşanıyor” adlı kitabında şöyle diyor: “Kocamla üniversite sıralarında tanışıp evlenmiştik. Politik görüşlerimiz, hayat felsefemiz aynıydı. Kocam, koyu bir kadın hakları savunucusuydu. Ev işlerini ortaklaşa yapacak, geleceğe ait kararlan birlikte alacaktık. Planlarımızın içinde bir çocuk sahibi olmak da vardı. Bir kızımız olmuştu. Onu hemşirenin kollarında avaz avaz ağlar görünce içimde bir şeyler uyandı. Benden bir parça olan bu yavruyu koruma hisleri bütün benliğimi sardı. Fakat kendimi çabuk toparladım. Hissi değil, mantıklı olmalıydım, imtihanlarım, meslekî çalışmalarım ve kadın eşitliği konusundaki gayretlerim yıkılıp gitmemeliydi. Aslında gerçek buhran çocuğumuzun doğumu ile başlamış ve dört yıl boyunca devam etmişti. Evimizde anne-baba rolleri belli değildi. Çocuk bağlayıcı unsur olmaktan uzaktı. Kızım yedi yaşına geldiği halde, her sabah yatağını ıslatmış olarak uyanıyordu. Yemek yeme, uyku ve oyun alışkanlığı kazanamamıştı. Hırçın, inatçı, söz dinlemeyen bir çocuktu. Teorik, modern pedagoji bilgim, hiçbir ise yaramıyordu. Evet, bir yanlışlık yapmıştım. Hayır, hayır. Bir değil, birçok yanlışlıklar yapmıştım. Kadın eşitliği konusunda inatçı fikirlerim yıkılmaya başlamıştı. Kadın haklarını savunayım derken, kendi hayatımı bir kördüğüm haline getirmiştim. Kendisini ailesine, çocuklarına ve kocasına adayan fedakâr ev hanımına hayranlık duymaya başladım. Dinî terbiyeyi çağdışı kabul eden felsefenin taraftarıydım. Din ile modem psikolojiyi birleştiren yeni görüşleri saçma buluyordum. Ama artık buna inanmaya başladım. Çocuğum, erken yaşlarda dini konularda sorular sormaya başlamıştı. Şimdi, inançsızlık sebebiyle kaybettiğim yıllarımı tekrar kazanmak için çok okuyor, dinî konuları, tarihi ve ahlâki felsefeleri inceliyorum. Kızım da, ben de şimdi çok daha huzurluyuz.”
Sheryl Sandberg ve Anne Marie Slaugter
Geçtiğimiz günlerde dünya çapında ünlü kadınlarla ilgili bir belgeselde feminizm akımının kadın fıtratı üzerindeki etkileri anlatılıyordu.
Bunlardan biri, Sheryl Sandberg’di. Sosyal medyanın önde gelen markalarından Facebook’ta Mark Zuckerberg’den sonraki en güçlü yönetici konumunda olan bir hanım. Çalışan kadınlarla ilgili yaptığı bir programda kadınlara iç seslerini dinlememeleri gerektiğini, en önemli şeyin kariyerleri olduğunu söylüyordu. Sabah çalışmak üzere evden ayrılırken 3 yaşındaki küçük kızının arkasından ağlamalarını duymamak için yaptıklarını anlatıyor ve kadınlara erkeklerin egemenliği altındaki ortamlarda hakimiyet kurmanın yöntemlerini sıralıyordu. Doğrusu ya söyledikleri adeta insanın içini donduruyordu.
Diğer bir isimse feministlerin büyük eleştiri yağmuruna tuttukları Anne Marie Slaugter idi. ABD’de Dışişleri Bakanlığında üst düzey danışmanlardan biriyken çok istediği ve severek çalıştığı işinden ayrılmıştı. Sebeb çocuklarıydı. Yoğun çalışma hayatı, ders başarıları gittikçe düşen oğullarıyla iletişim yollarını kapatınca, eşinin elinden gelen tüm desteğini vermesine rağmen bu kararı almıştı.
Feminist arkadaşları da aynı problemi yaşamalarına rağmen, ailesi için işinden ayrılan Slaugter’in kararını acı verici bulmuşlardı. Hele onun “Süper kadın yoktur! Kadınlar her şeye sahip olamaz” başlıklı bir makale yazacağını öğrenince çileden çıkmışlardı. Üst düzey bir danışmanın böyle bir girişimde bulunmasının kadın özgürlüğü hareketini kötü etkileyeceğini belirten feminist arkadaşlarıyla fikrî tartışmalar yapan Slaugter, ailesinin ve çocuklarının çalışma hayatından da feminist inançlardan da çok daha önemli olduğunu fark etmiş, sevdiği işinden ayrılmıştı.
“Aslında işimden tamamen ayrılmış değilim. Dış politika üzerine yazılar yazıyor, internette paylaşıyorum. Yılda 40-50 programa katılıyorum. Televizyon ve radyoda programlar yapıyorum. Yeni kitaplar üzerinde çalışıyorum. Yine de feminist arkadaşlarımın ‘Bizi hayal kırıklığına uğrattın!’ küçümsemelerine engel olamıyorum” diyor.
Hülasa
Kadını ve erkeği türlü his ve latifelerle donatıp bu dünyaya gönderen Fatır-ı Hakim’in kadın ve erkeğin fıtratına vurduğu mühürler din, dil, ırk gibi sınırlar tanımıyor.
Eğer ayarlarıyla oynanıp bozulmamışsa fıtrat hiçbir zaman yalan söylemiyor!
Haydi boykota!
Telefonumuza sıkça gelen mesajlardan biri de Yahudi mallarını boykot mesajlarıdır. Bazen de isimleri ve resimleriyle zararlı içerikli gıdaların listesi gelir. Bunlara dikkat etmek, yediğimizin içtiğimizin temiz ve helal olması hususunda hassasiyet göstermek çok önemlidir elbet. Ama keşke bu hassasiyeti, çoğu Batı menşeli olan ahlâkî bünyemize zarar veren programlara, dizilere, kliplere, şarkılara, reklamlara karşı da gösterebilseydik.
Müslüman olarak, yediğimiz içtiğimiz gıdalarda domuz yağı, alkol gibi maddelerin olmamasına gösterdiğimiz hassasiyeti, manevi bünyemizi zehirleyen; akıl, kalp, vicdan gibi sayısız hislere zarar veren unsurlara da göstermeliyiz. Yani bu boykot sadece bir millete karşı, ya da gıdaların zararlı içeriğine karşı değil de, topyekün tüm tahripkârlara karşı olmalıdır.
Tıpkı, Divan- Harbi Örfî’de, “Sizler yalnız Avusturya’ya harb-i iktisâdî açıyorsunuz, oysa ben bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum!”1 diyen Bediüzzaman Said Nursî gibi. Yıl 1908, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarıdır. Halkımız “boykot” ile ilk kez tanışmıştır. Avusturya’nın Bosna Hersek’i sınırlarına ilhak etmiş olması büyük tepkilere ve protestolara yol açmıştır. Savaşlardan yorgun düşen halk için en iyi çözüm Avusturya’dan ithal edilen malların sınırlarımıza sokulmamasıdır. Bu iktisâdî savaşta Bediüzzaman Said Nursi çok mühim bir rol oynamıştır. Sayıları yirmi bine yakın olan Kürt hamalların bulunduğu kahvehane ve hanları dolaşarak meşrutiyet ve hürriyet derslerinin yanında o zamanın gündemi olan Avusturya boykotunun önemi ve gerekliliğini anlatmıştır. Böylece limanlardan, garlardan hamallar sayesinde Avusturya malları taşınmamış, sınırlarımıza alınmamıştır.
“Ben bütün Avrupa’ya karşı boykot yapıyorum” diyen Bediüzzaman gerek geleneksel kıyafetini asla terk etmeyişiyle, gerekse Avrupa’nın günahlarını, kötülüklerini kabul etmemekle hâkikâten bu boykotun sınırlarını genişletmiştir.
Haydi biz de “boykot”un sınırlarını genişletelim. Dinimize, örf ve adetlerimize, ahlâkî bünyemize zarar veren her şeyi sınırlarımızdan içeri almayalım. Seçici olalım, toplum yapısını bozmaya çalışan her türlü film, reklam, program, internet sitesi ne varsa takip etmeyerek, ilgilenmeyerek boykot edelim. Allah namına çalışanı, Allah namına hizmet vereni destekleyelim. Allah hesabına çalışmayan gafillerden almayarak onları boykot edelim!
Dipnot: 1. Tarihçe-i Hayat
Tebessümün formülü
Hayatın koşturmasından yorulmuştu. Sakinleşmek ve dinlenmek istiyordu. Bunun için hafta sonu tatilini fırsat bilip, deniz kenarında yürüyüşe çıktı. Denizin dalgaları kâh kıyıya vuruyor, kâh ötelere doğru kaçıyordu. Güneşin ışıkları denize yansıyarak tatlı parıltılar saçıyordu. Bu güzel manzarayı oturup, seyre dalmak istedi. Az ilerideki banka oturmak için adımlarını sıklaştırdı. Tam oturacaktı ki, bankta biri olduğunu fark etti. Usulca selam verip denize yüzünü çevirmeyi düşünürken, bankta oturanın aylardır görüşmediği arkadaşı olduğunu fark etti. Sevinç ve hasret karışımı bir duygu ile kucaklaştılar.
Uzun süredir görüşmedikleri için sohbetleri hızlı başladı, çabuk koyulaştı. İkisinin de hâli aynı idi aslında. Koşturma, hız, yorulmuşluk... Meslekleri ve oturdukları semtler farklı olsa da yaşadıkları hayatlar benzerdi. Ve hayattan kaçışları da benzer olmalı ki Pazar sabahı yolları bu deniz kenarında kesişmişti.
Martı çığlıkları ve bir geminin sireni sohbetlerini duraklattı. İkisinin de gözleri denize daldı. Bedenleri değil ama sanki fikirleri, hayalleri yüzüyordu denizde. Fakat bu yüzme sırasında boğulacak gibi hissediyor olmalılar ki ikisi de derin derin nefes alarak oflamaya başladılar.
- Sahi, dedi biri... Biz rahatlamaya ve dinlenmeye gelmemiş miydik buraya?
- Evet, diyerek tasdik etti arkadaşı. Ben dinleneceğime kendimi daha yorgun hissetmeye başladım. Bu işte bir terslik olmalı.
Sessizlik kapladı ikisini de. Dinlenmek için geldikleri bu deniz kenarında dahi yorulmuş olmak canlarını iyice sıkmıştı. Çözüm bulamamanın verdiği sıkıntı ile çevrelerine bakınmaya başladılar. Oturdukları bankın biraz ilerisinde yaşlı bir amca gördüler. Sakince oturmuş, etrafında koşup, zıplayan küçük çocuğa tebessüm ile karşılık veriyordu.
“Ne kadar da içten gülüyor amca...”
“Haklısın. Sanki hiç gamı, kederi yok. Yoksa o bizim yaşadığımız bu dünyadaki hayatı yaşamıyor mu?” dedi arkadaşı.
Gülüştüler.
“Bence amca bir formül bulmuş... Hayatta tebessüm edebilme formülü... Belki de hayata rağmen tebessüm edebilme... Ne dersin?”
“Ben bir şey diyemem, ama amcaya sorarsak o bize bir şeyler söyler mutlaka...” dedi arkadaşı.
Oturdukları banktan kalkıp amcanın yanına doğru yürüdüler. Oynayan küçük çocuğun başını okşayıp, amcaya selam verdiler.
“Selamünaleyküm beyamca. Müsaaden varsa biraz sohbet edebilir miyiz?”
“Ve aleykümselam... Tabî... Tabî... Buyurun.”
Yaşlı amcayı ortalarına alıp yanlarına oturdular. Kendilerini tanıtmakla başladılar sohbete, bugünkü gezilerinden ve karşılaşmalarından bahsettiler. Konuşma sırası yaşlı amcadaydı.
“Benim adım Hayri” dedi yaşlı amca yüzünden düşürmediği tebessümle. Eskiden gemilerde çalışırdım. Emekli olup, gemilerde çalışamaz hâle gelince tüm vaktimi torunuma ayırdım. Onunla sürekli bu deniz kıyısına geliriz. O oyunlar oynar, ben de onu seyrederim. Oynamaktan yorulunca yanıma oturur, birlikte simit yeriz. Ben de ona eskiden yaşadığım olayları, hatıralarımı anlatırım.
Yaşlı amcanın sözü bitmişti ki küçük çocuk zıplaya zıplaya dedesinin yanına geldi.
“Anlaşılan simit vakti geldi” dedi arkadaşlarından biri.
“O hâlde simitler bugün bizden” diyerek karşılık verdi diğer arkadaş.
“Simitçiii... Dört simit ver bize...”
Simitlerin muhteşem kokusu ve gevrekliği ile susamlarının harika tadı onları mest ederken, sohbete devam etmek için Hayri Amcaya dönerek asıl sormak istedikleri soruyu sordular.
“Hayri Amca... Biz bir şeyi merak ettik. Sen sürekli tebessüm ediyorsun. Sâhi, nasıl başarıyorsun bunu? Biz hayatın koşturmasından sıkıldık buraya, deniz kenarında dinlenmeye geldik. Yine de rahatlayamadık. Aksine, birbirimizin sıkıntısını duyunca daha da daraldık... Yaşadığımız bu hayata rağmen tebessüm edebilmenin formülünü bize öğretebilir misin?
Hayri amca iki elini iki arkadaşın dizine koyarak;
“Gençler, siz hayatın yükünü sırtlamış öyle geziyorsunuz belli. Sırtında yük olan kişinin tabî yüzü gülmez. İlk başta gülse de o yük ağırlaştıkça yüzünden tebessümü uçar, lisânından ‘of..off’ kelâmı çıkar” dedi.
“Öyle Hayri Amca, aynen öyle bizim hâletimiz de” dedi arkadaştan biri.
Hayri Amca sözüne devam etti.
“Ben gemilerde yıllarımı geçirdim. Hayata karşı nasıl tebessüm edebildiğimi size gemiyle ilgili bir hikâye ile anlatayım.”
Hayri Amca ellerini önüne kavuşturdu. Gözünü denizin ufkuna dikti. Tane tane anlatmaya başladı.
“Vaktiyle iki adam hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi’ olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni tardedecek. Ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünki ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor.” denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh!.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum.” dedi.*
“İşte hikâye burada bitti. Ben ömrüm boyunca bu sefinemiz olan dünyadaki işlerimde Rabbime dayandım. Yani tevekkül ettim. Fakat yanlış anlaşılmasın tevekkül, vazifeleri yapmamak anlamında değildir. Ben vazifemi yapar geri çekilirim. Netice Rabbimden. Bu sırada bana düşen hâl ise pencerelerden seyrederek tebessüm etmektir.”
Arkadaşlardan biri atıldı.
“Hayri Amca... Sen hâdiselerin cefâsını değil, bu fikrin sayesinde sefâsını çekiyorsun desene, ne güzel...”
Hayri Amca başını sallayarak; “Evet, hamdolsun öyle... Yetmiş yıllık bir ömrü geride bıraktım. Kimine göre cefâ olan hâller yaşadım. Ama ben hep sefâsını çektim. Zira yüküm gemide ve ben de o yükün üstüne oturup, denizi seyretmekteydim. Hâlâ da öyle seyrederim. Şimdi söyleyin gençler... Bu hâlde denizi seyrederken tebessüm etmemek elde mi?”
İki arkadaş aynı anda
“Elde değil Hayri Amca” dediler.
Güneş yavaş yavaş batmaya başlamış, ufku kızıllık bürümüştü. İki arkadaş ve Hayri Amca sohbetin ardından vedalaşırken yüzlerinde tatlı bir tebessüm, kalplerinde ise ferahlık vardı. Zirâ şimdiden yüklerini gemiye bırakmaya başlamışlardı.
*Bediüzzaman Said Nursî, Sözler
Sevmeyi bilmek!
Bir küçük kız. Şirin mi şirin. Çok güzel bir bebeği var. Küçük küçük çay takımları, tabak takımları, bebeğinin yorganı, yatağı, daha başka bir sürü oyuncakları var. Kendi âlemine dalmış oyun oynuyor. Bebeğiyle konuşuyor, ona çay yapıyor, yemek yapıyor, küçücük oyuncak kaşıklarıyla yemek yedirmeye çalışıyor. Onun naz ettiğini düşünerek, ikna etmeye çalışıyor. Kendi âlemine dalmış ve çok mutlu görünüyor.
Onun da hayalleri var. Kendi dünyasını şekillendiren renkli, ferah, mutlu sebepleri var. Bir kere çok güzel bir odası var. Her şeyi ile tamam, hiçbir eksiği yok. Burada özel bir âlem kurmuş kendisine. Bazen de bir arkadaşını çağırıyor, beraber oynuyorlar. Renkli, çok güzel resimlerle bezenmiş kitapları var. Ne var ki, bütün bu bolluğa, güzelliğe rağmen içinde anlayamadığı ve doyurulmamış bir eksikliği hissediyor. Küçük olduğu için, bunun ne olduğunu anlayamadan yine oyunlarına dalıyor. Oyun, onun için her şey, onun dünyasını oyunları şenlendiriyor.
Bebeğini uyutmak için ninni söylüyor şu anda. Annesinin onu uyutmak için söylediği ninniyi. Hafızasında tümüyle yer tutmuş. Onu söylediğinde bebeğinin huzura kavuşacağını ve mutlaka uyuyacağını düşünüyor. Zira kendisi de bu ninniye dayanamayıp uykuya teslim oluyordu. Uyku, yeni bir dünyaya, yeni bir mutluluğa uyanmak için bir bebeğin en lüzumlu gıdası!
Birden, anne ve babasının odasından şiddetli sesler duydu. Müthiş bir kavgaya girişmişlerdi ve sesleri gittikçe yükseliyordu. Bu gürültüde bebeğinin uyumasına imkan yoktu. Bir duvarın yavaş yavaş yıkılıp gitmesi gibi, içinde bir şeyler kırılıp dökülmeye başladı akabinde. Umutla ve sıkıca sarıldığı huzurlu mutluluğu, o kırılıp dökülen yıkıntıların altında kalıp, yetim bir çocuk gibi, derin bir yalnızlık hissetti birden. Onu seven kişilerin sevgi kucağına koşabilecek miydi acaba, bundan sonra?
Elleri gevşedi ve uyutmaya çalıştığı bebeği yere düştü. Onu yerden kaldırmak için takati yoktu. Zira o da yere düşmüş bir bebekti artık. Onu ne zaman akıl edip yerden kaldıracaklardı acaba? Yere düşüp, feci bir şekilde yaralandığından haberleri olacak mıydı? Yoksa onu tamamen unutup, bu yıkıntıların içinde, mutsuzluğun en derin girdaplarında unutacaklar mıydı?
Elinden hiç bir şey gelmiyordu. Onlara ne diyebilir, halinden nasıl haberdar edebilirdi ki? Kimseyi duymak niyetinde değilmiş gibi görünüyorlardı.Gözleri yaş doldu ve birden ağlamaya başladı. Ağladığını duysunlar istemiyordu. Zira onlara çok kırılmıştı. Bu kavganın sebebinin kendisi olduğunu düşündü bir an. İyi de, o, onlara ne yapmıştı ki? Çok uslu, sessiz bir çocuktu o. Onları üzmemek için elinden geleni yapıyordu.Ne kadar zaman ağladığını bilmiyordu. Oturduğu yerde donmuş bir vaziyette kalakalmıştı.
Neden sonra sesler kesildi ama onun gözyaşları kesilmedi. Birazdan annesinin odaya sessizce girdiğini hissetti. Onun yanına yaklaştı, kucakladı ve şiddetlice sıktı. Bu onun kırgınlığını almaya yetmemişti. Gözyaşları akmaya devam ediyordu. Annesi yanındaydı ama sanki annesiz kalmış gibiydi. Onun dünyaları bütünüyle yıkılana kadar neden beklemişti? Nerede kalmıştı? Anne her ihtiyaç duyduğunda yanında olan varlık değil miydi? Neden? Neden? diye yinelenen bir sorular yumağı vardı ki içinde, asla cevap bulacağa benzemiyordu. Bu büyükler en evvel bebeklerini hatırlaması gerekirken, onları en arkaya bırakıyorlardı.
“Siz beni sevmiyorsunuz!” dedi içini çekerek. “Beni sevseydiniz, ben bu kadar üzülüyorken yalnız bırakmazdınız. Ben size koşup, sarılmak isterken, siz kavga ediyordunuz. Ben sizin aranıza nasıl girebilirim ki? Belki de benim yüzümden kavga ediyordunuz” “Hiç öyle şey olur mu bebeğim. Sen bizim bir tanemizsin. Evimizin neşesisin.”
“Bir tanenizsem neden beni hiç düşünmüyorsunuz? Ben burada yapayalnızım, kimsesizim. Siz beni unuttunuz. Neden kavga ediyorsunuz?”
“Seninle ilgili değil bir tanem. Bazen büyüklerin arasında problemler olabiliyor işte.”
“Mutsuzsanız ben size yardım edebilirim belki.”
“Canım benim, senin anlayacağın meseleler değil bunlar.”
“O zaman neden anlayana sormuyorsunuz? Ben sizin üzülmenizi istemiyorum.”
“Bu çocuk da amma akıllı ha!” diye düşündü annesi. Onun üzüntüsüyle dağlanmış olarak odadan çıktı. Babasına gidip çocuğun durumunu ve derin bir üzüntü geçirmekte olduğunu anlattı. Babası da yavrusu için, her şeyini feda edecek kadar, onu çok seviyordu. Hemen onun odasına koşturdu, kucakladı minik kızını. Bunun üzerine kız daha çok ağlamaya başladı ve dedi ki;
“Siz kavga ettiğiniz zaman ben çok üzülüyorum. Kendimi, anne babasız hissediyorum. yapayalnız hissediyorum. Beni sevmediğinizi düşünüyorum. Benim için hazırladığınız bu odayı da sevmiyorum. Oyuncaklarımı da sevmiyorum. Bebeğimi seviyorum ama onu da nasıl seveceğimi bilmiyorum.” Sonra sordu,”Siz sevmeyi biliyor musunuz?”
Şaşırdı anne, baba. Sevmeyi bilmek? Bu nasıl soru böyle? Şok olmuşlardı. Bir yandan düşünürken, önce annesi sonra babası kucakladı, küçük kızı. “Olmadıııı” dedi küçük kız. İkiniz birlikte kucaklamalısınız. Ben sizin bir ve beraber olduğunuzu ve benim de aranızda güvende olduğumu hissetmek istiyorum. Ben sizin kavganızı dinlerken, oyuncak bebeğim üzüntüyle elimden düştü ve onu ne yapacağımı bilemedim. Siz de beni yere atmak mı istiyorsunuz? Sonra ben nasıl kalkarım yerden?”
“Biz seni nasıl yere atarız yavrum?” dedi, anne baba birlikte. “Ama attınız!” dedi küçük kız.
“Olur mu yavrum. Biz bir tanemizi yere atar mıyız hiç? Seni yalnız bırakır mıyız?”
“O zaman bir daha kavga etmek yok tamam mı?”
“Tamam canım. Tamam yavrum.”
“Size güvenebilir miyim?
“ Elbette...”
Küçük kız kuşku ile baktı onlara. Güven vermek için tekrar tekrar kucakladılar. Nihayet tatmin olmuş ki, yerden bebeğini aldı ve kucakladı. “Seni asla yere atmayacağım. Seni üzmeyeceğim.” diye güvence verdi, ona. “Şimdi çıkabilirsiniz...” dedi anne babasına. “Bebeğimi uyutacağım. Çok üzüldü. Uykusuz kaldı da. Şimdi onun bana çok ihtiyacı var.” Sessizce çıktı ana baba. Çok büyük bir ders almışlardı ve bu dersi veren de minik kızlarıydı. Bu akıllı minik kızları ile ne kadar iftihar etseler azdı...
“Bizler hep doğru insanı arıyoruz, doğru insanı bulmaya çalışıyoruz ama önce doğru insan olmalıyız”
Uzm. Psikolojik Danışman, Çift ve Aile Terapisti Şenol Baygül ile, günümüzdeki aile ve toplum psikolojisi, Suriyelilerin aile yapımıza etkilerini ve daha birçok şeyi konuştuk.
Aileler tarafından size aktarılan problemlerle sürekli karşılaşıyorsunuzdur. Onlara neler söylüyorsunuz?
Aile ve çift danışmanına evet ilk başta problemli aileler, sorunlu aileler geliyor gibi görünse de, temel amaç ailelerin daha güçlenmesi, kendi aralarındaki iletişimin sağlıklı hale gelebilmesi, daha uyumlu olabilmeleri noktasında psikolojik destek hizmeti vermek. Diğer taraftan tabi ki aileler güçsüz hissettikleri zamanlarda destek almak için bize geliyorlar ve ailenin temelini oluşturanlar da genelde çiftler. Ben evlilik danışmanlığı alanında çiftler üzerinden çalışıyorum. Bu anlamda evliliklerde de sadece problemli olan çiftlerle karşılaşmıyoruz. Evliliğini daha güçlendirmek, geliştirmek isteyen insanlar da bizlerden destek almak isteyebiliyor. Bir sorun yokken birçok şey yolundayken, yani bir şey başına geldikten, kriz ortaya çıktıktan sonra değil de öncesinde destek alan insanlar var ve sağlıklı olan da bu. Genel olarak boşanmadan öncesinde gidelim de, bunu da denemiş olalım kısmıyla gelen insanlar da var. Ancak, normalde sağlıklı ve ideal olanı sadece problemli olan ve sorunlu olan insanlar değil, bütün aileler var olan hayatlarını daha güçlendirmek geliştirmek, yaşamlarına farklı bakış açısı kazandırmak açısından bir psikolojik destek hizmeti almalarıdır. Bu aile danışmanlığı olarak bütün aile üyelerini kapsayan bir hizmet de olabilir, bütün ailenin birlikte katıldığı bir hizmet de olabilir.
Sizce mutlu bir ailenin anahtarı nedir?
Ünlü Rus yazar Leo Tolstoy Anna Karenina adlı romanına giriş yaparken diyor ki; “Mutlu aileler birbirlerine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgübir mutsuzluğu vardır.” Ben bu düşünceye katılmakla birlikte, mutlu aileleri de oluşturan bazı dinamikler var olduğunu düşünüyorum. Ortak özellikler anlamında şöyle sıralayabiliriz, mutlu ailelerde ilk ortak özellik, ailenin mutlu olmuş olmasıdır. Yani o ailedeki en mutsuz birey kimse ailenin toplam mutluluğu ona eşittir. Çünkü aile kendi içerisinde birbirinden etkilenen, dinamik bir bütündür. Bir sistem olarak düşünürsek, ailedeki bir çocuk mutsuzken anne babanın mutlu olma şansı yoktur. Karı kocadan bir tanesi mutsuzken diğerinin tek başına ondan bağımsız olarak mutlu olma şansı yok. Birbirini etkiliyor. O halde ailenin her bireyinin diğer bireylerinin mutluluğunu da gözetmesi gerekiyor. Bu anlamda da mutlu bir ailenin formülünü şöyle özetleyebiliriz. Önce kişiler mutluluğu ailede veya evlilikte değil, kendilerinde görmeleri, yani evli oldukları için mutlu olmamaları gerekir. Birey olarak önce mutlu olmalı, birey olarak tek başlarına mutlu olabilecekleri bir sistem kurmalıdır. Herkes zaten kendi mutluluğunu sağladığında ilişkilerin toplam mutluluğu yüksek olacaktır. Diğer taraftan da aile olarak her bireyin birbirinin gelişimini desteklediği ve birbirinin aynı zamanda sınırlarına saygı duyduğu bir yapının olmuş olması gerekiyor. Bu anne ve baba karı-koca için de geçerli. Eşlerin karı-koca olmuş olması her şeyi birlikte yapmaları anlamına gelmiyor. İlk başta, evlenmeden önceki birey olabilmelerini sağlamaları gerekiyor. Birey olmalarına izin vermelerinin yanında da, biz olabilmeleri yani birlikte de keyifli zaman geçirebildikleri ve birbirlerinin hayatlarında olduklarını hissedebildikleri yaşam alanları oluşturmaları ve birbirlerine saygı, sevgi, güven anlamında gerekli zamanı ayırıp “bizi” de güçlendirmeleri gerekiyor. Birbirlerinin müdahaleci ve kontrolcü olmak yerine birbirlerine karşı saygı ve destekleyici, gelişimini sağlayıcı bir yaklaşım benimsemiş olmaları o ailedeki her bireyin daha mutlu olabileceği birlikteliğini oluşturmak açısından önemlidir.
Dostları ilə paylaş: |