BİBLİYOGRAFYA :
Hallâl. es-Sünne (nşr Atıyye ez-Zehrânî), Riyad 1410/1989, naşirin mukaddimesi, s. 31-61; a.mlf., Kitâbü'l-Vuküf ir\şr. Abdullah b. Ahmed ez-Zeyd). Riyad 1410/1989, naşirin mukaddimesi, I, 74-181; a.mlf., Ahkâmü ehli'l-milel mîne'f-Câmî* fi mesâ'İlVl-lmâm Ahmed b. Hanbel (nşr. Seyyid Kisrevî Hasan). Beyrut 1414/ 1994, s. 14-16, 23-24; Hatîb, Târîhu Bağdâd,
V, 112-113; Şîrâzî. Tabakâtü'l-fukahâ?', s. 145; İbn Ebû Ya'lâ. Tabakâtü'l-Hanâbİle. II, 12; İb-nû'1-Cevzî. Menâifnbü'l-imâm Ahmed b. Hanbel, Kahire 1349/1931 -» Beyrut 1977, s. 512; İbn Teymiyye. Der'ü tecâruii'I-'akl ue'n-nakl (nşr M. Reşâd Salim), |Riyad 1. ts. (Dârü'l-Kü-nüzf 1-edeblyye). I, 221; II, 23-25, 29-32, 66-71;
VI, 260; VIII, 390-398; a.mlf., Mecmû'u fetâuâ. XXXIV, 111-112; a.mlf., el-lmân, Beyrut 1993, s. 342, 384-388; Zehebî. A'lâmü'n-nübelâ', XIV, 297-298; a.mlf.. el-'ülüo ft'l-ıaliyyi'l-ğaf-/ar, Medine 1388/1968, s. 171, 178; İbn Kayyim el-Cevztyye, l'tâmü'l-muuakkı'in, I, 28; Safedî, el-Vâp, XIII, 99; İbn Kesîr. el-Bidâye, XI, 148; İbn Müflih el-Makdisî, ei-Makşadü'l-erşed (nşr. Abdurrahman b. Süleyman el-Useymin), Riyad 1410/1990, I, 166-167; Uleymî. ei-Menhecû't-ahmed (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1403/1983, II, 8-10; Keşfû'z-zunûn, I, 576; İbnü'I-İmâd. Şezerât, II, 261; Brockelmann. GAL Suppt., I, 311; Hediyyetü'l-'ârifîn, I, 57; Zirikiî, el-A'tâm, I, 196; Kehhâle. Mu'cemü'f-mû'eUifin, I, 166; M. Ebû Zehre, İbn Hanbel, Kahire 1981, s. 192-196;Sezgin, GAS (Ar). 1/3, s. 233-235; C. Avvâd, Akdemü't-mahtûtâü'l-'Arablyye fî mektebâti'l-'âtem, Bağdad 1982, s. 166-167; Sâlihiyye, el-Mıfcemü'ş-şâmİl, II, 292-293; Ziâuddin Ahmad, "Abü Bakr al-Khal-lal-The Compiler of the Teachings of İmâm Ahmad b. Hanbal", IS, IX (1970), s. 245-254; H. Laoust "al-JÜiallar, fl^İng), IV, 989-990.
İHI Şükrü Özen
HALLÂL, Ebû Seleme (bk. EBÛ SELEME el-HALLÂL).
HALLÜ MÜŞKİLÂTİ'l-İŞÂRÂT
(Jp- )
Nasirüddîn-i Tûsî'nİn
(ö. 672/1274}
İbn Sina'nın
el-Işârât ve 't-tenbîhât adlı
eserine yazdığı şerh
(bk. el-İŞÂRÂTvet-TENBÎHÂT;
TÛSÎ, Nasîriiddin).
HALVÂNÎ
Ebû Muhammed Şemsüleimme
Abdülazîz b. Ahmed el-Halvânî
(ö. 452/1060 [?])
Hanefî fakihi.
Buharalıdır. Babası helva yapıp sattığı için Halvânî (Halvâî) nisbesiyle anılır. Ebû Abdullah Guncâr el-Buhârî, Ebû Sehl Ahmed b. Muhammed el-Enmâtî ve Ebû Ali Hüseyin b. Hıdır en-Nesefî gibi âlimlerden ders okudu. Aralarında Şemsüleimme es-Serahsî. Ebü'l-Usr el-Pezdevî. Ebü'1-Yüsr el-Pezdevî, Ebû Bekir Muhammed b. Ali ez-Zerencerî ve oğlu Bekir b. Muhammed ez-Zerencerî, Muhammed b. Hasan en-Nesefî, Abdülazîz b. Muhammed en-Nahşebfnin bulunduğu birçok talebe yetiştirdi, özellikle fıkıh alanında derin bilgi sahibi olan Halvânî, kendi zamanında Buhara yöresinde Hanefî âlimlerinin en Önde geleniydi. Kemalpaşazâ-de onu "meselede müctehid" âlimlerden sayar.
Halvânî'nin vefat yeri ve tarihi konusunda farklı rivayetler mevcuttur. Talebesi Abdülazîz b. Muhammed en-Nahşe-bî. Şaban 4S2'de (Eylül 1060) Keşte vefat ettiğini söylerken Sem'ânî aynı yerde 448 (1056) veya 449 (1057) yılında öldüğünü ve Buhara'ya götürülerek Kelâbâz mahallesinde defnedildiğini, Zehebî ise Şaban 456'da (Ağustos 1064} Buhara'da öldüğünü kaydetmektedir.
Eserleri. 1. el-Mebsût. Fıkha dair olan eserin Süleymaniye Kütüphanesi'nde bir nüshası mevcuttur (Ayasofya, nr. 1381). Sekiz cüzden meydana gelen eserin başından İki yaprak eksik olup 224. yaprağa kadar bir müstensih, 764. yaprağa kadar olan bölümü bir başka müstensih tarafından istinsah edilmiş ve burada el-Mebsût'un son cüzünün tamamlandığı
HALVÂNÎ
belirtilmiştir. Ancak kitaba daha sonra kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen bir cüz daha eklenmiştir. 2. Meclis min me-câlisi Şemsi'I-e'imme el-Halvânî ü şı-tati eşrâti's-sâ'a ve makâmâti'1-kıyâ-me. İki nüshası tesbit edilen eserin Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki yazmada (Esad Efendi, nr. 1446/3, vr. 43a-73b) bu şekilde kaydedilen adı Bibliotheque Na-tionale'deki nüshada (nr. Arabe 2800, vr. 442b-465b) Şıfatü eşrâti's-sâh ve ma-kâmâti'l-kıyâme olarak geçer. Kitabın başında verilen bilgiden anlaşıldığına göre HalvânFnin imlâ ettirdiği bu eser, talebesi Serahsî tarafından düzenlenmiştir. Bundan dolayı Kâtib Çelebi (Keşfü'z-zu-nûn, II, 1079), Brockelmann {GAL SuppL, 1,638) ve Muhammed Hamîdullah {İA,X, 503-504) eseri Serahsî'ye nisbet etmişlerdir. Nitekim sadece Paris nüshasını gören Zeki Santoprak da kitabı Serahsî'ye nisbet ederek Şıfatü eşrâti's-sö'a adıyla yayımlamıştır (Kahire 1414/1993).
Kâtib Çelebi, Halvânî'nin Fetâvâ adlı bir eseri bulunduğunu kaydetmekte {Keş-fü'z-zunûn, M, 1224) ve Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki (Serez, nr. 1166)Mıin-tahabü'î-fetâvâ adlı eser ona nisbet edilmekteyse de Şemsüleimme es-Serahsî (ö. 483/1090), Kâdîhan (ö. 592/1196} ve Burhâneddin el-Merginânî (ö. 593/1197) gibi daha sonra yaşamış âlimlerden nakillerde bulunulması eserin Halvânfye nis-betini imkânsız kılmaktadır. Kâtib Çelebi Halvânî'nin ayrıca şu eserlerini de zikreder: Şerhu Edebi'1-kâdî İi-Ebî Yûsuf, Şerhu'l-Câmfi'l-kebîr, Şerfyu'l-Hiyel H'1-Haşşâf, Şerhu's-Siyeri'î-kebîr, eş-Şürût, ei-FevdH Kitâbü'i-Kesb, Kitâ-bü'n-Nafaköt, el-Vâkıcât [Keşfü'z-zu-nûn, I. 46, 568,695; II, 1014, 1046, 1298, 1452, 1467, 1999).
BİBLİYOGRAFYA :
Halvâri Meclis min mecâtisi Şemsi't-e'imme el-Haluânî (nşr. Zeki Santoprak, Serahsî, Şıfatü eşrâti's-sâa adıyla), Kahire 1414/1993, naşirin önsözü; İbn Mâkûlâ. el-Ikmâl, III, 111,303; Sem'ânî. el-Ensâb, IV, 193, 194; Zehebî, A'lamû'n-nübetâ',XV\\\, 177-178; Kureşî. el-Ceuâhirü'l-muçlıyye, II, 429-430; İbn Kutluboğa, Tâcü'f-teracim, s. 35; Kemalpaşazâde, Beyanü Taba-kâti'l-müctenidîn, Ankara Cebeci Halk Ktp., nr. 678, vr. 62b; TaŞköprizâde. Meuzûâtü't-ulûm, I, 734; Temîmî, et-fabakâtü's-seniyye, s. 345-346; Keşfü'z-zunûn, I, 46, 568, 695; II, 1014, 1046,1079,1224,1298,1452,1467,1999;Lek-nevî, el-Feoâ'idû.'1-behİyye, s. 95-96; Brockel-man, GAL SuppL, I, 638; HediyyetüVârtfin, I, 577; Zirikiî. et-A'tâm, IV, 14; Kehhâle, Mu'ce-mH'l-mü'eMfın, V, 243; Ahmet Özel, Hanefi Fıkıh Âlimleri, Ankara 1990, s. 39; M. Hamİdul-lah. "Serahsî", İA,X, 503-504.
ffl] Kâmil Şahin 383
HALVET
F HALVET
Türk hamamlarının
en sıcak kısmında
hücreler halindeki küçük mekân
(bk. HAMAM).
L J
F HALVET ~"
Nikâh akdinden sonra ve birleşmeden önce
kadın ve erkeğin baş başa kalmasını ifade eden
fıkıh terimi.
L J
Sözlükte "bir yerin boş olması, o yerde hiç kimsenin, hiçbir şeyin bulunmaması; yalnız kalma veya biriyle baş başa kalma" anlamlarına gelen halvet kelimesi dinî literatürde, aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle kadının baş başa kalmasını, fıkıh terimi olarak sahih bir nikâhtan sonra karı kocanın, üçüncü bir kişinin izinsiz muttali olamayacağından emin bulundukları bir yerde cinsî birleşme olmaksızın baş başa kalmalarını ifade eder. Halvete İfdâ da denir. 1917 tarihli Hukük-ı Aile Ka-rarnâmesİ'nĞe halvet yerine içtimâ terimi kullanılmıştır (s. 1021; ayrıca bk. md. 83, 84).
Evli olmayan ve aralarında devamlı bir evlenme engeli de bulunmayan bir erkekle bir kadının başkalarının giriş ve görüşüne açık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalması İslâmiyet'te yasaklanmış. İslâm âlimleri bir koruma tedbiri mahiyetindeki bu yasaklamanın kapsamı, derecesi ve amacı üzerinde farklı fikirler ileri sürmüşlerdir. Fıkıh literatüründe ise halvet teriminin daha dar bir anlam kazandığı ve bu terimle, kadın ve erkeğin nikâh akdi sonrasında başkalarının muttali olamayacağı kapalı bir mekânda ve cinsî münasebete bünyevî, şer"î veya tabii bir engelin bulunmaması kaydıyla baş başa kalmasının kastedildiği görülür. Böyle bir halvetin gerçekleşmiş olup olmaması kadının sosyal itibarını, mehir, nesep, iddet gibi maddî ve manevî haklarını ve görevlerini yakından ilgilendirdiğinden fakihler bu konuyu ayrıntılı bi-Çimde ele almış ve hangi durumlarda halvetin gerçekleşmiş sayılacağına dair birtakım ölçüler getirmeye çalışmışlardır.
Halvet, hüküm doğurması açısından sahih ve fâsid kısımlarına ayrılır ve halvet
384
terimi fıkıh kitaplarında tek başına kullanıldığında genelde sahih halvet kastedilir. Halvetin sahih olması için sahih nikâh akdinden sonra vuku bulması ve eşler arasında birleşmeye engel bir durumun olmaması gerekir. İzinsiz girilemeyen ev, oda, kapıları kapalı bahçe, çadır gibi yerler halvete mahal teşkil edebilir. Ancak mescidler, kapıları kapalı olmayan yerler, başkalarının geçebileceği açık alanlar, yollar, etrafı açık damlar halvete mahal olamaz. Mâlikîler, Hanefîler'in sahih halvet adını verdikleri halvete "halvetü'l- ihtida", eşlerin birbirlerini kendi evlerinde yahut üçüncü bir kişiyi onun evinde ziyaret etmeleri esnasında gerçekleşen halvete "halvetü'z-ziyâre", kocanın evinde vuku bulana da "halvetü'l-binâ" adını verirler.
Hanefî mezhebine göre sahih halvetin gerçekleşmesine engel olan haller üç kısımda ele alınır. 1. Hakiki (bedenî) engeller. Bunlar münasebete mâni hastalıklar, bedenî kusurlar ve yetersizliklerdir. Bu tür engellerin kadında bulunmasının halvete mâni teşkil ettiğinde ittifak vardır. Ancak kusurların erkekte olması halinde bunların engel teşkil edip etmeyeceği konusunda ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanîfe'ye ve çağdaşı bazı fakihlere göre erkekteki kusurlar halvete engel değildir. Meselâ erkek iktidarsız (innıTı), iğdiş edilmiş (hası) veya cinsî organı kesik (mecbûb) olsa da halvet sahih kabul edilir. Bu hüküm, hem nikâh akdinin menfaat mülkiyeti üzerine kurulan icâre akdine kıyas edilmesinden, hem de kadının haklarını korumaya öncelik verilmesinden ve hakların zayi olma ihtimali bulunduğunda ihtiyatla ameli gerekli görmelerinden kaynaklanmaktadır. Ebü Yûsuf ve Şey-bânî. mecbûb konusunda Ebû Hanîfe'-den farklı düşünerek bu durumda halveti gerçekleşmiş saymazlar. Eşlerden birinin münasebete güç yetiremeyecek derecede yahut birleşmeden zarar görecek şekilde hasta olması da halvetin gerçekleşmesine engel sayılır. 2. ŞerT engeller. Eşlerde münasebete mâni dinî yahut hem dinî hem tabii engellerdir. Eşlerden biri farz namaz kılıyor, ramazan orucu tutuyor, mescidde bulunuyor, farz veya nafile hac ya da umre için ihrama girmiş bulunuyorsa yahut kadın hayızlı veya nifaslı ise halvet gerçekleşmez. Çünkü ihramda iken birleşme hac ve umrenin fâsid olmasını, dolayısıyla bunların kaza edilmesini ve kurban kesmeyi, oruçlu iken birleşme de kaza ve kefareti gerektirir; farz nama-
zı bozmak ise büyük günahtır. Hayız ve nifas halinde birleşmenin günah olmasının yanı sıra bu haller eziyet verici yönleriyle de tabii birer engeldir. Fakat nafile, adak. kaza ve kefaret oruçları ile farz olmayan namazlar halvete mâni değildir. Hanefî mezhebinde nafile orucun halvete engel olacağı rivayeti de mevcuttur. Atâ b. Ebü Rebâh. İbn Ebû Leylâ. Süfyân es-Sevrî ve Ahmed b. Hanbel'e göre kadının hayızlı, oruçlu ya da İhramli olması halvete mâni teşkil etmez; Ahmed b. Hanbel'den gelen bir diğer rivayete göre İse halvete mânidir; üçüncü bir rivayete göre de sadece ramazan orucu engel teşkil eder (ibnAbdülber, XVI. 131; İbn Ku-dâme, VI, 727). 3. Tabii engeller (çevre engelleri). Tenhadaki eşlerin yanında üçüncü bir kişinin yer almasıdır. Bu kişi kör olsa ya da uykuda bulunsa veya ergenlik yaşına girmemiş mümeyyiz çocuk olsa bile halvete engel olur. Buna karşılık deli, baygın ve mümeyyiz olmayan çocuk halvete engel teşkil etmez. Ahmed b. Han-bel. başkalarının yanında da olsa şehvetle dokunmayı ve öpmeyi sahih halvet gibi kabul eder.
Sahih halvet bazı durumlarda birleşme gibi sonuç doğurur. Bu bakımdan sahih halvete hükmî birleşme de denir. Sahih nikâh akdinden sonra ve cinsî münasebetten önce gerçekleşen boşamalarda, "Evlendiğiniz kadınları mehir tayin ettiğiniz halde temas etmeden boşarsa-nız tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara 2/237) mealindeki âyet gereği akid esnasında kararlaştırılan mehrin yarısının ödenmesi gerekir. Ancak birleşme olmamakla birlikte sahih halvetin gerçekleşmesi durumunda bu halvetin birleşme hükmünde görülüp mehrin tamamını vermenin zorunlu hale gelip gelmeyeceği konusu (buna fıkıh literatüründe "mehrin teekküdü" veya "takarrürü" denir) fakihler arasında tartışmalıdır. İçlerinde Hz. Ömer, Hz. Ali. Zeyd b. Sabit. Abdullah b. Ömer, Muâz b. Cebel, Enes b. Mâlik ve Câbir b. Abdullah gibi sahâbî-lerin; Urve b. Zübeyr b. Avvâm. Ali b. Hüseyin. Saîd b. Müseyyeb. Süleyman b. Ye-sâr. Atâ b. Ebû Rebâh, İbn Şihâb ez-Züh-rî. İbrahim en-Nehaî gibi tabiîlerin; Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî. İbn Ebû Leylâ, Ev-zâî, Süfyân es-Sevrî. Leys b. Sa'd, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râhûye ve eski görüşünde İmam Şâfıî gibi müctehidlerin yer aldığı çoğunluk, birleşme gerçekleşsin gerçekleşmesin halveti mehrin teekkü-
dünde etkili görmüşlerdir. Tahâvî bunu ashabın üzerinde İcmâ, Cessâs ise ittifak ettikleri bir görüş olarak verir. Bu görüşte olanlar, Bakara sûresinin 237. âyetinde geçen "temas" ifadesini halvet olarak yorumlarlar ve ayrıca Nisa sûresinin 20-21. âyetleriyle, "Kim bir kadının peçesini açar yahut ona bakarsa birleşme gerçekleşsin gerçekleşmesin mehir gerekir" hadisini (Dârekutnî, III, 307; Cessâs, M, 148-149) delil olarak gösterirler.
Abdullah b. Mes'ûd (bu sahâbînin Önceki grupla aynı görüşte olduğunu gösteren rivayet de mevcuttur), Abdullah b. Abbas, KâdîŞüreyh, Şa'bî. Tâvûs b. Key-sân, İbn Şîrîn, Mekhûl, Hasan b. Salih, yeni görüşünde Şafiî, Ebû Sevr, Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Hazm ve Mâlikîler'den İbn Ab-dülber, âyette geçen "temas" ifadesini cinsî birleşme diye yorumlayarak halvetin mehrin tam ödenmesinde bir etkisi-nin bulunmadığını ve halvet sebebiyle kadının iddet beklemesinin gerekmediğini söylemişlerdir.
İmam Mâlik'ten, halvetin mehrin tam olarak verilmesinde etkisi konusunda üç rivayet nakledilmiştir. 1. Nerede olursa olsun halvet gerçekleşirse mehir tam ödenir. Z. Yalnızca birleşme etkili olup halvetin bir etkisi yoktur. 3. Kocanın evinde olan halvet etkilidir, başka mekânda gerçekleşen halvetin bir tesiri olmaz. Bu rivayetleri kaydeden Ebû Bekir İbnü'l-Ara-bî ilkinin en sahih rivayet olduğunu, bunu üçüncüsünün takip ettiğini, ikinci rivayetin ise zayıf sayıldığını belirtir (Ah-kâmû'l-Kur'ân, I, 367).
Mâlikîler'e göre sahih halvet büsbütün hükümsüz değildir. Eşler birleşmenin gerçekleşmediğini söyleseler bile kadın iddet beklemek zorundadır. Öte yandan birleşmenin vukuu konusunda eşlerin farklı beyanlarda bulunması durumunda halvet belirleyici rol oynar. Zira Mâlikîler'e ve Şâfiîler'den İbnü'l-Münzir'e göre halvet kocanın evinde gerçekleşmişse kadının bu esnada birleşme vuku bulduğunu iddia etmesi halinde mehir tam olarak verilir. Çünkü birleşmenin gerçekleşmesinde esas olan mahal kocanın evidir ve iskân görevi kocanın sorumluluğundadır. Halvet, kocanın karısını ailesinin evinde ziyareti sırasında gerçekleşmişse kadın birleşmenin olduğunu iddia etse bile kocanın inkârı durumunda bunun sözü geçerlidir. Ancak öğrencisi İbn Vehb'in rivayetine göre Mâlik daha sonra bu görüşünden dönmüş ve halvet nerede gerçekleşirse gerçekleşsin kadının sözünün
geçerli sayıldığını kabul etmiştir (ibn Ab-dülber, XVI, 126. 129). Nitekim mezhebin kaynaklarında belirtildiği üzere hal-vetü'l-ihtidâ gerçekleşir ve kadının birleşmenin vuku bulduğu iddiasına karşılık koca birleşmeyi inkâr ederse kadına yemin teklif edilir, yemin ederse mehir kendisine tam olarak ödenir. Kadının yeminden kaçınması durumunda bu defa kocaya yemin teklif edilir, koca yemin ederse kadına yarım mehir, etmezse tam mehir verilir. Çünkü halvet şahit yerine, yeminden kaçınma bir başka şahit yerine geçer. Yine Mâlikîler'e göre bir kadın, birleşme olmaksızın bir yıl yahut örfte uzun sayılan bir müddet kocasının yanında ikamet ederse bu ikamet birleşme yerine geçer.
Mehrin tam olarak verilmesinde halveti etkili kabul edenlere göre halvetin gerçekleşmesinin ardından evlilik son bulacak olursa halvetten altı ay sonra doğan çocuğun nesebi o erkeğe ait sayılır. Kadının iddet beklemesi gerekir ve iddetin diğer hükümleri geçerli olur. Dolayısıyla iddet esnasında koca onun kalacağı yeri temin edip kendisine nafaka ödemekle mükelleftir. Yine koca, bu kadının iddeti devam ettiği sürece cem" ve taaddüd-i zev-câtla ilgili kısıtlamalara tâbi olur. Hanefî âlimlerinden nakledilen bir görüşe göre sahih halvetin iddet konusunda hüküm doğurması zahire göredir; kadının iddet beklemeden evlenmesi, birleşme gerçekleşmediği için diyâneten caizse de hukuken (kazaen) geçerli değildir (Aynî. el-Bi-nâye, IV, 209; İbnü'l-Hümâm, II, 447).
Öte yandan halvetin zifaf hükmünde sayılmadiğı yerler de vardır, a) Sırf halvetten dolayı babalığın, kadının başka kocadan olma kızı ile (üvey kız, rebîbe) evlenmesi haram sayılmaz. Bunun haram olması için annesiyle birleşme şarttır, b) Ric'î talâkta koca yeni bir nikâh akdine gerek kalmaksızın evliliğe dönebilir. Bu dönme sözle olabileceği gibi fiilen de (mübaşeret) olabilir, yani cinsî birleşme ile veya hurmet-i musâhere doğurabilecek diğer fiillerle de gerçekleşebilir. Bu hususta sadece halvet mübaşeret sayılmaz ve halvet sebebiyle rec'at gerçekleşmez. Hanbetîler ise iddet içinde vuku bulan halvetle rec'atin gerçekleşeceğini İleri sürerler (İbn Kudâme. VI, 725). c) Üç defa boşanmış olan bir kadının eski kocası ile tekrar evlenebilmesi için bir başka erkekle evlenip fiilen birleşmesi ve ondan da ayrılması gerektiğinden (el-Bakara 2/230), ikinci evlilikte fiilen birleşme yerine sa-
HALVET
dece halvetin gerçekleşmesi eski koca ile yapılacak yeni bir evlilik için yeterli değildir, d) Kadın halvetten sonra boşanıp iddet beklemekte iken eşlerden biri ölse bu eşler birbirine mirasçı olamaz. Çünkü mirasın tahakkuku için fiilî birleşme şart koşulmuştur, e) Halvetten sonra boşanan veya kocası ölen kadın bakire hükmündedir; evlendirileceği zaman rızâ ve icbar gibi hususlarda bakirenin tâbi olduğu hükümlere tâbi tutulur, meselâ susması ikrar kabul edilir, f) Sahih bir nikâhla evlenmeden önce zina eden kişinin cezası 100 celdedir. Bir kimse nikahlandıktan sonra halvette bulunsa ve daha sonra zina etse cezası yine 100 celde olarak uygulanır, g) Sırf halvetten sonra gu-sül gerekmez.
Nikâh akdi fâsid ise veya nikâh sahih olmakla birlikte yukarıda zikredilen engellerden biri mevcutsa gerçekleşen halvete fâsid halvet denir. Halvetin fâsid olması durumunda boşama gerçekleşirse mehrin yarısı verilir, ihtiyaten (istihsana göre) iddet de gerekir. Her ne kadar cinsî birleşmeye engel bir halin mevcut olması kıyasa göre iddeti gerektirmezse de mehir kadının hakkı, iddet ise şeriatın ve çocuğun hakkı olduğundan eşlerin bu hakkı düşürme yetkileri yoktur. Ebü'l-Hasan el-Kudûrî, Şemseddin et-Timur-taşîve Kâdîhan gibi Hanefîler'e göre halvete mâni durum namaz, oruç gibi şerl-itibarî ise birleşmeye gerçekte İmkân bulunduğu için boşanma durumunda iddet vaciptir; ancak engel hastalık ve yaş küçüklüğü gibi hakiki ise birleşmeye gerçekte imkân olmadığı için vacip değildir. Kâsânî ise tabii engeli de bu konuda şer'î engel gibi görür.
Hukük-ı Aile Kararnâmesi'nde Hanefî mezhebinin görüşü esas alınmıştır. Bu kararname ile kabul edilen maddelere göre sahih bir nikâh akdinde mehir belirlenmesi durumunda sahih halvetten sonra boşama gerçekleşirse mehrin tamamı, sahih halvetten önce gerçekleşirse yarısı ödenir. Mehir belirlenmemişse sahih halvetten sonra boşama gerçekleştiği takdirde mehr-i misi, sahih halvetten önce gerçekleştiği takdirde mehr-i mislin yansını geçmemek üzere örf ve âdete göre tayin edilen bir miktar (müt'a) ödenir (md. 83, 84). Sahih nikâh akdinin ardından gerçekleşen halvetten sonra boşama veya fesih yoluyla ayrılan kadının iddet beklemesi gerekir (md. 139-141, 143); halvet öncesi boşama veya fesihte ise iddet gerekmez (md. 146).
385
HALVET
Şia'nın halvet konusundaki anlayışı Sünnî telakkiye benzemektedir. Bu mezhebin önde gelen âlimlerinden Şeyhüttâife Ebû Ca'fer et-Tûsfye göre bir kimse karısı ile halvete girdikten sonra onu boşar-sa birleşme gerçekleşmediğinden kadın mehrin yarısından fazlasını alamaz [en-Nihâye, s. 471). Muhakkikel-Hiltîise halvetin sahih olması durumunda bile me-hir gerekmeyeceğini belirtir ve aksi görüşü zayıf olarak niteler. Şeyh Sadûk'a göre halvet gerçekleştikten sonra eşlerin her ikisi de birleşmenin vukuunu inkâr etse sözleri doğru kabul edilmez; zira bu durumda kadın kendisinden iddet bekleme, koca ise mehir yükümlülüğünü kaldırmış olmaktadır; dolayısıyla halvet birleşme hükmündedir. İbnü'l-Cüneyd, normal birleşme dışında değişik yollarla cinsî haz almanın ve inzal vukuunun da meh-ri gerektirdiğini söyler. Şertfihı'l-İslâm şârihi Muhammed Hasan en-Necefî ise Hilirye uyarak mehrin gerekmeyeceği görüşünü daha sahih kabul eder (Ceuâht-rü'l-kelâm, XXX], 76-79).
Geniş anlamda halvetin, yani evlenmeleri dinen mümkün olan, fakat aralarında evlilik bağı bulunmayan bir kadınla bir erkeğin kapalı bir mekânda yalnız kalmasının, cinsî birleşme olmadığı sürece mehir, iddet, nesep gibi hukukî bir sonuç doğurmayacağı açıktır. Ancak böyle bir beraberlik harama yol açacak durumların önlenmesi, tarafların iffetinin korunması amacıyla caiz görülmemiştir. Bu yasaklamayı, İslâmiyet'in ırz, namus ve şerefin korunmasına büyük önem atfetmiş ve bunun için bir dizi tedbir almış olmasıyla açıklamak gerekir. Hz. Peygamber bir erkekle, dinen evlenilmesi meşru (nâmahrem) olan bir kadının arada nikâh bulunmaksızın baş başa kalmasını yasaklamıştır (Buhârî, "Nikâh", 111. 1İ2; Müslim, "Hac", 424; "Selâm", 19). Aynı şekilde birbirlerine karşı şehvet duyan kadınla kadının ve erkekle erkeğin halvette kalmaları da haram sayılmıştır. Ancak yanlarında başkasının bulunması halinde halvet gerçekleşmez. Nişanlıların halveti de birbirlerine yabancı olanların halveti hükmündedir. Bir kadının sahih halvet teşkil etmeyecek şekilde, meselâ girişin engellenmediği, insanların görebileceği, ancak konuşulanların duyulamayacağı bir yerde güvenilir bir erkekle bir arada bulunup ona soru sormasının veya şikâyetini arzetmesinin dinen bir sakıncası yoktur (Aynî, (Umdetü'l-kârî, XVI, 4t8).
386
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb et-İsfahânî, el-Müfredât, "h.lv" md.; Zemahşerî, F.sâsü'1-belâğa, "frlv" md.; Lisâ-nû'l-'Arab, "h.lv" md.; Buhârî, "Nikâh", 111, 112; Müslim. "Hac", 424, "Selâm", 19; Dâre-kutnî. es-Sünen, Beyrut, ts. (Âlemü'l-kütüb), III, 307; Cessâs, Ahkâmü'l-Kutiân (Kamhâvî),
II, 147-150; Cezîrî. ei-Mezâhibû'l-erba'a, Kahire 1969, IV, 108-115; Mâverdî, et-Hâüi'l-kebîr (nşr. Ali M. Muavvez - Âdil Ahmed Abdülmev-cûd), Beyrut 1414/1994, IX, 539-545; İbn Hazm. el-Muhaüâ, IX, 482-487; Ebû Ca'fer et-TÛsî. en-Nihâye ft mücerredi'l-fıkh ue'l-fetâ-uâ, Beyrut 1400/1980, s. 471; İbn Abdülber. el-IsLizkâr (nşr. Abdülmu'tî Emîn Kal'acî), Kahire 1414/1993, XVI, 125-134; Ebû Bekir İbnü'l-Ara-bî. Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 218, 367; Kâsânî, Be-dâ'ı1, Beyrut 1402/1982, II, 291-294; V, 125; Fahreddİn er-Râzî. Mefâtîhu'l-ğayb, VI, 140-142; X, 13-16; İbn Kudâme, el-Muğnî, V], 552-553, 724-727; Nevevî, Şerhu Müslim, IV, 32; XIV, 153-157; Mevsılî. el-İhtiyâr, Beyrut 1975,
III, 103-104; Karâfî, ez-Zahlre, Beyrut 1994, IV, 375-376; Bezzazı. el-Fetâuâ, IV, 141-143; Aynî. 'ümdetü'l-kârî. Kahire Î392/1972, XVI, 416-418; a.mlf.. el-Binâye, IV, 202-209; İbnû'l-Hü-mâm, Fethu'l-kadır (Bulak). II, 444-448; Ven-şerîsî, el-Mİcyârü't-muırib, Beyrut 1401/1981, X!, 226-227, 229; Şirbînî. Muğni'i-muhtâc, II!, 224-225; İbn Âbidîn. Reddü'l-muhtâr (Kahire), III, 102-104; Sâlİh el-Ezherî. Cevâhirû't-ikt'tl, Beyrut, ts. (Dârül-Marife), I, 308; M. Hasan en-Necefî, Ceuâhirü'l-ketâm fî şerhi Şerâ'i'i'l-İslam fnşr. Mahmûdel-Küçânî), Beyrut 1397, XXXI, 76-79; Hukûk-ı Aile Kararnamesi, İstanbul 1336,s.995, 1021, ayrıca bk. md. 83, 84, 139-141, 143, 146; Bilmen, Kamus, II, 11-12, 124-128; M. Ebû Zehre. Muhâdarât fı'akdi'z-zevâc ueâşâruh. Kahire 1391/1971, s. 220-224; M. Mustafa Selebî, Ahkâmü'l-ûsre fi'l-İslâm, Beyrut 1397/1977, s. 374-384; Zühaylî, el-Fıkhü'l-Islâmİ, II!, 567; VII, 110, 288-293, 321-326; Abdullah b. Abdülmuhstn et-Tarîki, "el-Halvetü ve mâ yeterettebü caleyhâ min ahkâmın fık-hiyyeün", Mecelletü'l-Buhûşİ'l-İslâmİyye, sy. 28, Riyad 1410/1990, s. 239-284; MuF, XIX, 265-275. ı—ı
Dostları ilə paylaş: |