Biyatı Antolojisi, İstanbul 1935; a



Yüklə 1,15 Mb.
səhifə10/27
tarix26.08.2018
ölçüsü1,15 Mb.
#75068
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   27

BİBLİYOGRAFYA :

Hallâl. es-Sünne (nşr Atıyye ez-Zehrânî), Ri­yad 1410/1989, naşirin mukaddimesi, s. 31-61; a.mlf., Kitâbü'l-Vuküf ir\şr. Abdullah b. Ahmed ez-Zeyd). Riyad 1410/1989, naşirin mukaddi­mesi, I, 74-181; a.mlf., Ahkâmü ehli'l-milel mîne'f-Câmî* fi mesâ'İlVl-lmâm Ahmed b. Han­bel (nşr. Seyyid Kisrevî Hasan). Beyrut 1414/ 1994, s. 14-16, 23-24; Hatîb, Târîhu Bağdâd,

V, 112-113; Şîrâzî. Tabakâtü'l-fukahâ?', s. 145; İbn Ebû Ya'lâ. Tabakâtü'l-Hanâbİle. II, 12; İb-nû'1-Cevzî. Menâifnbü'l-imâm Ahmed b. Han­bel, Kahire 1349/1931 -» Beyrut 1977, s. 512; İbn Teymiyye. Der'ü tecâruii'I-'akl ue'n-nakl (nşr M. Reşâd Salim), |Riyad 1. ts. (Dârü'l-Kü-nüzf 1-edeblyye). I, 221; II, 23-25, 29-32, 66-71;

VI, 260; VIII, 390-398; a.mlf., Mecmû'u fetâuâ. XXXIV, 111-112; a.mlf., el-lmân, Beyrut 1993, s. 342, 384-388; Zehebî. A'lâmü'n-nübelâ', XIV, 297-298; a.mlf.. el-'ülüo ft'l-ıaliyyi'l-ğaf-/ar, Medine 1388/1968, s. 171, 178; İbn Kayyim el-Cevztyye, l'tâmü'l-muuakkı'in, I, 28; Safedî, el-Vâp, XIII, 99; İbn Kesîr. el-Bidâye, XI, 148; İbn Müflih el-Makdisî, ei-Makşadü'l-erşed (nşr. Abdurrahman b. Süleyman el-Useymin), Riyad 1410/1990, I, 166-167; Uleymî. ei-Menhecû't-ahmed (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Bey­rut 1403/1983, II, 8-10; Keşfû'z-zunûn, I, 576; İbnü'I-İmâd. Şezerât, II, 261; Brockelmann. GAL Suppt., I, 311; Hediyyetü'l-'ârifîn, I, 57; Zirikiî, el-A'tâm, I, 196; Kehhâle. Mu'cemü'f-mû'eUifin, I, 166; M. Ebû Zehre, İbn Hanbel, Kahire 1981, s. 192-196;Sezgin, GAS (Ar). 1/3, s. 233-235; C. Avvâd, Akdemü't-mahtûtâü'l-'Arablyye fî mektebâti'l-'âtem, Bağdad 1982, s. 166-167; Sâlihiyye, el-Mıfcemü'ş-şâmİl, II, 292-293; Ziâuddin Ahmad, "Abü Bakr al-Khal-lal-The Compiler of the Teachings of İmâm Ahmad b. Hanbal", IS, IX (1970), s. 245-254; H. Laoust "al-JÜiallar, fl^İng), IV, 989-990.

İHI Şükrü Özen

HALLÂL, Ebû Seleme (bk. EBÛ SELEME el-HALLÂL).

HALLÜ MÜŞKİLÂTİ'l-İŞÂRÂT

(Jp- )


Nasirüddîn-i Tûsî'nİn

(ö. 672/1274}

İbn Sina'nın

el-Işârât ve 't-tenbîhât adlı

eserine yazdığı şerh

(bk. el-İŞÂRÂTvet-TENBÎHÂT;

TÛSÎ, Nasîriiddin).

HALVÂNÎ


Ebû Muhammed Şemsüleimme

Abdülazîz b. Ahmed el-Halvânî

(ö. 452/1060 [?])

Hanefî fakihi.

Buharalıdır. Babası helva yapıp sattığı için Halvânî (Halvâî) nisbesiyle anılır. Ebû Abdullah Guncâr el-Buhârî, Ebû Sehl Ah­med b. Muhammed el-Enmâtî ve Ebû Ali Hüseyin b. Hıdır en-Nesefî gibi âlim­lerden ders okudu. Aralarında Şemsüle­imme es-Serahsî. Ebü'l-Usr el-Pezdevî. Ebü'1-Yüsr el-Pezdevî, Ebû Bekir Muham­med b. Ali ez-Zerencerî ve oğlu Bekir b. Muhammed ez-Zerencerî, Muhammed b. Hasan en-Nesefî, Abdülazîz b. Muham­med en-Nahşebfnin bulunduğu birçok talebe yetiştirdi, özellikle fıkıh alanında derin bilgi sahibi olan Halvânî, kendi za­manında Buhara yöresinde Hanefî âlim­lerinin en Önde geleniydi. Kemalpaşazâ-de onu "meselede müctehid" âlimlerden sayar.

Halvânî'nin vefat yeri ve tarihi konu­sunda farklı rivayetler mevcuttur. Tale­besi Abdülazîz b. Muhammed en-Nahşe-bî. Şaban 4S2'de (Eylül 1060) Keşte ve­fat ettiğini söylerken Sem'ânî aynı yerde 448 (1056) veya 449 (1057) yılında öldü­ğünü ve Buhara'ya götürülerek Kelâbâz mahallesinde defnedildiğini, Zehebî ise Şaban 456'da (Ağustos 1064} Buhara'da öldüğünü kaydetmektedir.

Eserleri. 1. el-Mebsût. Fıkha dair olan eserin Süleymaniye Kütüphanesi'nde bir nüshası mevcuttur (Ayasofya, nr. 1381). Sekiz cüzden meydana gelen eserin ba­şından İki yaprak eksik olup 224. yapra­ğa kadar bir müstensih, 764. yaprağa kadar olan bölümü bir başka müstensih tarafından istinsah edilmiş ve burada el-Mebsût'un son cüzünün tamamlandığı

HALVÂNÎ


belirtilmiştir. Ancak kitaba daha sonra kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen bir cüz daha eklenmiştir. 2. Meclis min me-câlisi Şemsi'I-e'imme el-Halvânî ü şı-tati eşrâti's-sâ'a ve makâmâti'1-kıyâ-me. İki nüshası tesbit edilen eserin Sü­leymaniye Kütüphanesi'ndeki yazmada (Esad Efendi, nr. 1446/3, vr. 43a-73b) bu şekilde kaydedilen adı Bibliotheque Na-tionale'deki nüshada (nr. Arabe 2800, vr. 442b-465b) Şıfatü eşrâti's-sâh ve ma-kâmâti'l-kıyâme olarak geçer. Kitabın başında verilen bilgiden anlaşıldığına gö­re HalvânFnin imlâ ettirdiği bu eser, tale­besi Serahsî tarafından düzenlenmiştir. Bundan dolayı Kâtib Çelebi (Keşfü'z-zu-nûn, II, 1079), Brockelmann {GAL SuppL, 1,638) ve Muhammed Hamîdullah {İA,X, 503-504) eseri Serahsî'ye nisbet etmiş­lerdir. Nitekim sadece Paris nüshasını gö­ren Zeki Santoprak da kitabı Serahsî'ye nisbet ederek Şıfatü eşrâti's-sö'a adıyla yayımlamıştır (Kahire 1414/1993).

Kâtib Çelebi, Halvânî'nin Fetâvâ adlı bir eseri bulunduğunu kaydetmekte {Keş-fü'z-zunûn, M, 1224) ve Süleymaniye Kü­tüphanesi'ndeki (Serez, nr. 1166)Mıin-tahabü'î-fetâvâ adlı eser ona nisbet edil­mekteyse de Şemsüleimme es-Serahsî (ö. 483/1090), Kâdîhan (ö. 592/1196} ve Burhâneddin el-Merginânî (ö. 593/1197) gibi daha sonra yaşamış âlimlerden na­killerde bulunulması eserin Halvânfye nis-betini imkânsız kılmaktadır. Kâtib Çelebi Halvânî'nin ayrıca şu eserlerini de zikre­der: Şerhu Edebi'1-kâdî İi-Ebî Yûsuf, Şerhu'l-Câmfi'l-kebîr, Şerfyu'l-Hiyel H'1-Haşşâf, Şerhu's-Siyeri'î-kebîr, eş-Şürût, ei-FevdH Kitâbü'i-Kesb, Kitâ-bü'n-Nafaköt, el-Vâkıcât [Keşfü'z-zu-nûn, I. 46, 568,695; II, 1014, 1046, 1298, 1452, 1467, 1999).

BİBLİYOGRAFYA :

Halvâri Meclis min mecâtisi Şemsi't-e'imme el-Haluânî (nşr. Zeki Santoprak, Serahsî, Şıfatü eşrâti's-sâa adıyla), Kahire 1414/1993, naşirin önsözü; İbn Mâkûlâ. el-Ikmâl, III, 111,303; Sem'â­nî. el-Ensâb, IV, 193, 194; Zehebî, A'lamû'n-nübetâ',XV\\\, 177-178; Kureşî. el-Ceuâhirü'l-muçlıyye, II, 429-430; İbn Kutluboğa, Tâcü'f-teracim, s. 35; Kemalpaşazâde, Beyanü Taba-kâti'l-müctenidîn, Ankara Cebeci Halk Ktp., nr. 678, vr. 62b; TaŞköprizâde. Meuzûâtü't-ulûm, I, 734; Temîmî, et-fabakâtü's-seniyye, s. 345-346; Keşfü'z-zunûn, I, 46, 568, 695; II, 1014, 1046,1079,1224,1298,1452,1467,1999;Lek-nevî, el-Feoâ'idû.'1-behİyye, s. 95-96; Brockel-man, GAL SuppL, I, 638; HediyyetüVârtfin, I, 577; Zirikiî. et-A'tâm, IV, 14; Kehhâle, Mu'ce-mH'l-mü'eMfın, V, 243; Ahmet Özel, Hanefi Fı­kıh Âlimleri, Ankara 1990, s. 39; M. Hamİdul-lah. "Serahsî", İA,X, 503-504.

ffl] Kâmil Şahin 383

HALVET


F HALVET

Türk hamamlarının

en sıcak kısmında

hücreler halindeki küçük mekân

(bk. HAMAM).

L J


F HALVET ~"

Nikâh akdinden sonra ve birleşmeden önce

kadın ve erkeğin baş başa kalmasını ifade eden

fıkıh terimi.

L J

Sözlükte "bir yerin boş olması, o yerde hiç kimsenin, hiçbir şeyin bulunmaması; yalnız kalma veya biriyle baş başa kal­ma" anlamlarına gelen halvet kelimesi dinî literatürde, aralarında nikâh bağı ve devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkekle kadının baş başa kalmasını, fıkıh terimi olarak sahih bir nikâhtan sonra ka­rı kocanın, üçüncü bir kişinin izinsiz mut­tali olamayacağından emin bulundukları bir yerde cinsî birleşme olmaksızın baş başa kalmalarını ifade eder. Halvete İfdâ da denir. 1917 tarihli Hukük-ı Aile Ka-rarnâmesİ'nĞe halvet yerine içtimâ te­rimi kullanılmıştır (s. 1021; ayrıca bk. md. 83, 84).



Evli olmayan ve aralarında devamlı bir evlenme engeli de bulunmayan bir er­kekle bir kadının başkalarının giriş ve gö­rüşüne açık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalması İslâmiyet'te yasaklan­mış. İslâm âlimleri bir koruma tedbiri mahiyetindeki bu yasaklamanın kapsa­mı, derecesi ve amacı üzerinde farklı fi­kirler ileri sürmüşlerdir. Fıkıh literatürün­de ise halvet teriminin daha dar bir an­lam kazandığı ve bu terimle, kadın ve er­keğin nikâh akdi sonrasında başkalarının muttali olamayacağı kapalı bir mekânda ve cinsî münasebete bünyevî, şer"î veya tabii bir engelin bulunmaması kaydıyla baş başa kalmasının kastedildiği görülür. Böyle bir halvetin gerçekleşmiş olup ol­maması kadının sosyal itibarını, mehir, nesep, iddet gibi maddî ve manevî hak­larını ve görevlerini yakından ilgilendir­diğinden fakihler bu konuyu ayrıntılı bi-Çimde ele almış ve hangi durumlarda hal­vetin gerçekleşmiş sayılacağına dair bir­takım ölçüler getirmeye çalışmışlardır.

Halvet, hüküm doğurması açısından sahih ve fâsid kısımlarına ayrılır ve halvet

384

terimi fıkıh kitaplarında tek başına kulla­nıldığında genelde sahih halvet kastedi­lir. Halvetin sahih olması için sahih nikâh akdinden sonra vuku bulması ve eşler arasında birleşmeye engel bir durumun olmaması gerekir. İzinsiz girilemeyen ev, oda, kapıları kapalı bahçe, çadır gibi yer­ler halvete mahal teşkil edebilir. Ancak mescidler, kapıları kapalı olmayan yerler, başkalarının geçebileceği açık alanlar, yollar, etrafı açık damlar halvete mahal olamaz. Mâlikîler, Hanefîler'in sahih hal­vet adını verdikleri halvete "halvetü'l- ih­tida", eşlerin birbirlerini kendi evlerinde yahut üçüncü bir kişiyi onun evinde ziya­ret etmeleri esnasında gerçekleşen hal­vete "halvetü'z-ziyâre", kocanın evinde vuku bulana da "halvetü'l-binâ" adını ve­rirler.



Hanefî mezhebine göre sahih halvetin gerçekleşmesine engel olan haller üç kı­sımda ele alınır. 1. Hakiki (bedenî) en­geller. Bunlar münasebete mâni hasta­lıklar, bedenî kusurlar ve yetersizlikler­dir. Bu tür engellerin kadında bulun­masının halvete mâni teşkil ettiğinde it­tifak vardır. Ancak kusurların erkekte ol­ması halinde bunların engel teşkil edip etmeyeceği konusunda ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanîfe'ye ve çağdaşı bazı fakihlere göre erkekteki kusurlar halvete engel de­ğildir. Meselâ erkek iktidarsız (innıTı), iğ­diş edilmiş (hası) veya cinsî organı kesik (mecbûb) olsa da halvet sahih kabul edilir. Bu hüküm, hem nikâh akdinin menfaat mülkiyeti üzerine kurulan icâre akdine kıyas edilmesinden, hem de kadının hak­larını korumaya öncelik verilmesinden ve hakların zayi olma ihtimali bulunduğun­da ihtiyatla ameli gerekli görmelerinden kaynaklanmaktadır. Ebü Yûsuf ve Şey-bânî. mecbûb konusunda Ebû Hanîfe'-den farklı düşünerek bu durumda halve­ti gerçekleşmiş saymazlar. Eşlerden biri­nin münasebete güç yetiremeyecek de­recede yahut birleşmeden zarar görecek şekilde hasta olması da halvetin gerçek­leşmesine engel sayılır. 2. ŞerT engeller. Eşlerde münasebete mâni dinî yahut hem dinî hem tabii engellerdir. Eşlerden biri farz namaz kılıyor, ramazan orucu tutu­yor, mescidde bulunuyor, farz veya nafile hac ya da umre için ihrama girmiş bulu­nuyorsa yahut kadın hayızlı veya nifaslı ise halvet gerçekleşmez. Çünkü ihramda iken birleşme hac ve umrenin fâsid olma­sını, dolayısıyla bunların kaza edilmesini ve kurban kesmeyi, oruçlu iken birleşme de kaza ve kefareti gerektirir; farz nama-

zı bozmak ise büyük günahtır. Hayız ve nifas halinde birleşmenin günah olması­nın yanı sıra bu haller eziyet verici yönle­riyle de tabii birer engeldir. Fakat nafile, adak. kaza ve kefaret oruçları ile farz ol­mayan namazlar halvete mâni değildir. Hanefî mezhebinde nafile orucun halve­te engel olacağı rivayeti de mevcuttur. Atâ b. Ebü Rebâh. İbn Ebû Leylâ. Süfyân es-Sevrî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ka­dının hayızlı, oruçlu ya da İhramli olması halvete mâni teşkil etmez; Ahmed b. Hanbel'den gelen bir diğer rivayete göre İse halvete mânidir; üçüncü bir rivayete göre de sadece ramazan orucu engel teş­kil eder (ibnAbdülber, XVI. 131; İbn Ku-dâme, VI, 727). 3. Tabii engeller (çevre en­gelleri). Tenhadaki eşlerin yanında üçün­cü bir kişinin yer almasıdır. Bu kişi kör olsa ya da uykuda bulunsa veya ergenlik yaşına girmemiş mümeyyiz çocuk olsa bile halvete engel olur. Buna karşılık deli, baygın ve mümeyyiz olmayan çocuk hal­vete engel teşkil etmez. Ahmed b. Han-bel. başkalarının yanında da olsa şehvet­le dokunmayı ve öpmeyi sahih halvet gibi kabul eder.

Sahih halvet bazı durumlarda birleş­me gibi sonuç doğurur. Bu bakımdan sa­hih halvete hükmî birleşme de denir. Sa­hih nikâh akdinden sonra ve cinsî müna­sebetten önce gerçekleşen boşamalar­da, "Evlendiğiniz kadınları mehir tayin ettiğiniz halde temas etmeden boşarsa-nız tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların­dır" (el-Bakara 2/237) mealindeki âyet ge­reği akid esnasında kararlaştırılan meh­rin yarısının ödenmesi gerekir. Ancak bir­leşme olmamakla birlikte sahih halvetin gerçekleşmesi durumunda bu halvetin birleşme hükmünde görülüp mehrin ta­mamını vermenin zorunlu hale gelip gel­meyeceği konusu (buna fıkıh literatürün­de "mehrin teekküdü" veya "takarrürü" denir) fakihler arasında tartışmalıdır. İç­lerinde Hz. Ömer, Hz. Ali. Zeyd b. Sabit. Abdullah b. Ömer, Muâz b. Cebel, Enes b. Mâlik ve Câbir b. Abdullah gibi sahâbî-lerin; Urve b. Zübeyr b. Avvâm. Ali b. Hü­seyin. Saîd b. Müseyyeb. Süleyman b. Ye-sâr. Atâ b. Ebû Rebâh, İbn Şihâb ez-Züh-rî. İbrahim en-Nehaî gibi tabiîlerin; Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî. İbn Ebû Leylâ, Ev-zâî, Süfyân es-Sevrî. Leys b. Sa'd, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râhûye ve eski görü­şünde İmam Şâfıî gibi müctehidlerin yer aldığı çoğunluk, birleşme gerçekleşsin gerçekleşmesin halveti mehrin teekkü-

dünde etkili görmüşlerdir. Tahâvî bunu ashabın üzerinde İcmâ, Cessâs ise ittifak ettikleri bir görüş olarak verir. Bu görüş­te olanlar, Bakara sûresinin 237. âyetin­de geçen "temas" ifadesini halvet olarak yorumlarlar ve ayrıca Nisa sûresinin 20-21. âyetleriyle, "Kim bir kadının peçesini açar yahut ona bakarsa birleşme ger­çekleşsin gerçekleşmesin mehir gerekir" hadisini (Dârekutnî, III, 307; Cessâs, M, 148-149) delil olarak gösterirler.

Abdullah b. Mes'ûd (bu sahâbînin Ön­ceki grupla aynı görüşte olduğunu gös­teren rivayet de mevcuttur), Abdullah b. Abbas, KâdîŞüreyh, Şa'bî. Tâvûs b. Key-sân, İbn Şîrîn, Mekhûl, Hasan b. Salih, ye­ni görüşünde Şafiî, Ebû Sevr, Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Hazm ve Mâlikîler'den İbn Ab-dülber, âyette geçen "temas" ifadesini cinsî birleşme diye yorumlayarak halve­tin mehrin tam ödenmesinde bir etkisi-nin bulunmadığını ve halvet sebebiyle ka­dının iddet beklemesinin gerekmediğini söylemişlerdir.

İmam Mâlik'ten, halvetin mehrin tam olarak verilmesinde etkisi konusunda üç rivayet nakledilmiştir. 1. Nerede olursa ol­sun halvet gerçekleşirse mehir tam öde­nir. Z. Yalnızca birleşme etkili olup hal­vetin bir etkisi yoktur. 3. Kocanın evinde olan halvet etkilidir, başka mekânda ger­çekleşen halvetin bir tesiri olmaz. Bu ri­vayetleri kaydeden Ebû Bekir İbnü'l-Ara-bî ilkinin en sahih rivayet olduğunu, bu­nu üçüncüsünün takip ettiğini, ikinci ri­vayetin ise zayıf sayıldığını belirtir (Ah-kâmû'l-Kur'ân, I, 367).

Mâlikîler'e göre sahih halvet büsbütün hükümsüz değildir. Eşler birleşmenin ger­çekleşmediğini söyleseler bile kadın id­det beklemek zorundadır. Öte yandan bir­leşmenin vukuu konusunda eşlerin farklı beyanlarda bulunması durumunda hal­vet belirleyici rol oynar. Zira Mâlikîler'e ve Şâfiîler'den İbnü'l-Münzir'e göre hal­vet kocanın evinde gerçekleşmişse kadı­nın bu esnada birleşme vuku bulduğunu iddia etmesi halinde mehir tam olarak verilir. Çünkü birleşmenin gerçekleşme­sinde esas olan mahal kocanın evidir ve iskân görevi kocanın sorumluluğundadır. Halvet, kocanın karısını ailesinin evinde ziyareti sırasında gerçekleşmişse kadın birleşmenin olduğunu iddia etse bile ko­canın inkârı durumunda bunun sözü ge­çerlidir. Ancak öğrencisi İbn Vehb'in riva­yetine göre Mâlik daha sonra bu görü­şünden dönmüş ve halvet nerede ger­çekleşirse gerçekleşsin kadının sözünün

geçerli sayıldığını kabul etmiştir (ibn Ab-dülber, XVI, 126. 129). Nitekim mezhe­bin kaynaklarında belirtildiği üzere hal-vetü'l-ihtidâ gerçekleşir ve kadının bir­leşmenin vuku bulduğu iddiasına karşılık koca birleşmeyi inkâr ederse kadına ye­min teklif edilir, yemin ederse mehir ken­disine tam olarak ödenir. Kadının yemin­den kaçınması durumunda bu defa ko­caya yemin teklif edilir, koca yemin eder­se kadına yarım mehir, etmezse tam me­hir verilir. Çünkü halvet şahit yerine, ye­minden kaçınma bir başka şahit yerine geçer. Yine Mâlikîler'e göre bir kadın, bir­leşme olmaksızın bir yıl yahut örfte uzun sayılan bir müddet kocasının yanında ika­met ederse bu ikamet birleşme yerine geçer.

Mehrin tam olarak verilmesinde hal­veti etkili kabul edenlere göre halvetin gerçekleşmesinin ardından evlilik son bu­lacak olursa halvetten altı ay sonra doğan çocuğun nesebi o erkeğe ait sayılır. Kadı­nın iddet beklemesi gerekir ve iddetin di­ğer hükümleri geçerli olur. Dolayısıyla id­det esnasında koca onun kalacağı yeri te­min edip kendisine nafaka ödemekle mü­kelleftir. Yine koca, bu kadının iddeti de­vam ettiği sürece cem" ve taaddüd-i zev-câtla ilgili kısıtlamalara tâbi olur. Hanefî âlimlerinden nakledilen bir görüşe göre sahih halvetin iddet konusunda hüküm doğurması zahire göredir; kadının iddet beklemeden evlenmesi, birleşme gerçek­leşmediği için diyâneten caizse de huku­ken (kazaen) geçerli değildir (Aynî. el-Bi-nâye, IV, 209; İbnü'l-Hümâm, II, 447).

Öte yandan halvetin zifaf hükmünde sayılmadiğı yerler de vardır, a) Sırf hal­vetten dolayı babalığın, kadının başka ko­cadan olma kızı ile (üvey kız, rebîbe) ev­lenmesi haram sayılmaz. Bunun haram olması için annesiyle birleşme şarttır, b) Ric'î talâkta koca yeni bir nikâh akdine gerek kalmaksızın evliliğe dönebilir. Bu dönme sözle olabileceği gibi fiilen de (mü­başeret) olabilir, yani cinsî birleşme ile ve­ya hurmet-i musâhere doğurabilecek di­ğer fiillerle de gerçekleşebilir. Bu husus­ta sadece halvet mübaşeret sayılmaz ve halvet sebebiyle rec'at gerçekleşmez. Hanbetîler ise iddet içinde vuku bulan hal­vetle rec'atin gerçekleşeceğini İleri sü­rerler (İbn Kudâme. VI, 725). c) Üç defa boşanmış olan bir kadının eski kocası ile tekrar evlenebilmesi için bir başka erkek­le evlenip fiilen birleşmesi ve ondan da ay­rılması gerektiğinden (el-Bakara 2/230), ikinci evlilikte fiilen birleşme yerine sa-

HALVET

dece halvetin gerçekleşmesi eski koca ile yapılacak yeni bir evlilik için yeterli değil­dir, d) Kadın halvetten sonra boşanıp id­det beklemekte iken eşlerden biri ölse bu eşler birbirine mirasçı olamaz. Çünkü mirasın tahakkuku için fiilî birleşme şart koşulmuştur, e) Halvetten sonra boşa­nan veya kocası ölen kadın bakire hük­mündedir; evlendirileceği zaman rızâ ve icbar gibi hususlarda bakirenin tâbi ol­duğu hükümlere tâbi tutulur, meselâ susması ikrar kabul edilir, f) Sahih bir ni­kâhla evlenmeden önce zina eden kişinin cezası 100 celdedir. Bir kimse nikahlan­dıktan sonra halvette bulunsa ve daha sonra zina etse cezası yine 100 celde ola­rak uygulanır, g) Sırf halvetten sonra gu-sül gerekmez.



Nikâh akdi fâsid ise veya nikâh sahih olmakla birlikte yukarıda zikredilen en­gellerden biri mevcutsa gerçekleşen hal­vete fâsid halvet denir. Halvetin fâsid ol­ması durumunda boşama gerçekleşirse mehrin yarısı verilir, ihtiyaten (istihsana göre) iddet de gerekir. Her ne kadar cin­sî birleşmeye engel bir halin mevcut ol­ması kıyasa göre iddeti gerektirmezse de mehir kadının hakkı, iddet ise şeriatın ve çocuğun hakkı olduğundan eşlerin bu hakkı düşürme yetkileri yoktur. Ebü'l-Hasan el-Kudûrî, Şemseddin et-Timur-taşîve Kâdîhan gibi Hanefîler'e göre hal­vete mâni durum namaz, oruç gibi şerl-itibarî ise birleşmeye gerçekte İmkân bu­lunduğu için boşanma durumunda iddet vaciptir; ancak engel hastalık ve yaş kü­çüklüğü gibi hakiki ise birleşmeye ger­çekte imkân olmadığı için vacip değildir. Kâsânî ise tabii engeli de bu konuda şer'î engel gibi görür.

Hukük-ı Aile Kararnâmesi'nde Ha­nefî mezhebinin görüşü esas alınmıştır. Bu kararname ile kabul edilen maddele­re göre sahih bir nikâh akdinde mehir be­lirlenmesi durumunda sahih halvetten sonra boşama gerçekleşirse mehrin ta­mamı, sahih halvetten önce gerçekleşir­se yarısı ödenir. Mehir belirlenmemişse sahih halvetten sonra boşama gerçekleş­tiği takdirde mehr-i misi, sahih halvet­ten önce gerçekleştiği takdirde mehr-i mislin yansını geçmemek üzere örf ve âdete göre tayin edilen bir miktar (müt'a) ödenir (md. 83, 84). Sahih nikâh akdinin ardından gerçekleşen halvetten sonra bo­şama veya fesih yoluyla ayrılan kadının iddet beklemesi gerekir (md. 139-141, 143); halvet öncesi boşama veya fesihte ise iddet gerekmez (md. 146).

385

HALVET


Şia'nın halvet konusundaki anlayışı Sün­nî telakkiye benzemektedir. Bu mezhe­bin önde gelen âlimlerinden Şeyhüttâife Ebû Ca'fer et-Tûsfye göre bir kimse ka­rısı ile halvete girdikten sonra onu boşar-sa birleşme gerçekleşmediğinden kadın mehrin yarısından fazlasını alamaz [en-Nihâye, s. 471). Muhakkikel-Hiltîise hal­vetin sahih olması durumunda bile me-hir gerekmeyeceğini belirtir ve aksi gö­rüşü zayıf olarak niteler. Şeyh Sadûk'a gö­re halvet gerçekleştikten sonra eşlerin her ikisi de birleşmenin vukuunu inkâr etse sözleri doğru kabul edilmez; zira bu durumda kadın kendisinden iddet bekle­me, koca ise mehir yükümlülüğünü kal­dırmış olmaktadır; dolayısıyla halvet bir­leşme hükmündedir. İbnü'l-Cüneyd, nor­mal birleşme dışında değişik yollarla cin­sî haz almanın ve inzal vukuunun da meh-ri gerektirdiğini söyler. Şertfihı'l-İslâm şârihi Muhammed Hasan en-Necefî ise Hilirye uyarak mehrin gerekmeyeceği gö­rüşünü daha sahih kabul eder (Ceuâht-rü'l-kelâm, XXX], 76-79).

Geniş anlamda halvetin, yani evlenme­leri dinen mümkün olan, fakat araların­da evlilik bağı bulunmayan bir kadınla bir erkeğin kapalı bir mekânda yalnız kal­masının, cinsî birleşme olmadığı sürece mehir, iddet, nesep gibi hukukî bir sonuç doğurmayacağı açıktır. Ancak böyle bir beraberlik harama yol açacak durum­ların önlenmesi, tarafların iffetinin korun­ması amacıyla caiz görülmemiştir. Bu ya­saklamayı, İslâmiyet'in ırz, namus ve şe­refin korunmasına büyük önem atfetmiş ve bunun için bir dizi tedbir almış olma­sıyla açıklamak gerekir. Hz. Peygamber bir erkekle, dinen evlenilmesi meşru (nâ­mahrem) olan bir kadının arada nikâh bu­lunmaksızın baş başa kalmasını yasakla­mıştır (Buhârî, "Nikâh", 111. 1İ2; Müs­lim, "Hac", 424; "Selâm", 19). Aynı şekil­de birbirlerine karşı şehvet duyan kadın­la kadının ve erkekle erkeğin halvette kal­maları da haram sayılmıştır. Ancak yan­larında başkasının bulunması halinde hal­vet gerçekleşmez. Nişanlıların halveti de birbirlerine yabancı olanların halveti hük­mündedir. Bir kadının sahih halvet teşkil etmeyecek şekilde, meselâ girişin engel­lenmediği, insanların görebileceği, an­cak konuşulanların duyulamayacağı bir yerde güvenilir bir erkekle bir arada bu­lunup ona soru sormasının veya şikâyeti­ni arzetmesinin dinen bir sakıncası yok­tur (Aynî, (Umdetü'l-kârî, XVI, 4t8).

386

BİBLİYOGRAFYA :



Râgıb et-İsfahânî, el-Müfredât, "h.lv" md.; Zemahşerî, F.sâsü'1-belâğa, "frlv" md.; Lisâ-nû'l-'Arab, "h.lv" md.; Buhârî, "Nikâh", 111, 112; Müslim. "Hac", 424, "Selâm", 19; Dâre-kutnî. es-Sünen, Beyrut, ts. (Âlemü'l-kütüb), III, 307; Cessâs, Ahkâmü'l-Kutiân (Kamhâvî),

II, 147-150; Cezîrî. ei-Mezâhibû'l-erba'a, Kahi­re 1969, IV, 108-115; Mâverdî, et-Hâüi'l-kebîr (nşr. Ali M. Muavvez - Âdil Ahmed Abdülmev-cûd), Beyrut 1414/1994, IX, 539-545; İbn Hazm. el-Muhaüâ, IX, 482-487; Ebû Ca'fer et-TÛsî. en-Nihâye ft mücerredi'l-fıkh ue'l-fetâ-uâ, Beyrut 1400/1980, s. 471; İbn Abdülber. el-IsLizkâr (nşr. Abdülmu'tî Emîn Kal'acî), Kahire 1414/1993, XVI, 125-134; Ebû Bekir İbnü'l-Ara-bî. Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 218, 367; Kâsânî, Be-dâ'ı1, Beyrut 1402/1982, II, 291-294; V, 125; Fahreddİn er-Râzî. Mefâtîhu'l-ğayb, VI, 140-142; X, 13-16; İbn Kudâme, el-Muğnî, V], 552-553, 724-727; Nevevî, Şerhu Müslim, IV, 32; XIV, 153-157; Mevsılî. el-İhtiyâr, Beyrut 1975,

III, 103-104; Karâfî, ez-Zahlre, Beyrut 1994, IV, 375-376; Bezzazı. el-Fetâuâ, IV, 141-143; Aynî. 'ümdetü'l-kârî. Kahire Î392/1972, XVI, 416-418; a.mlf.. el-Binâye, IV, 202-209; İbnû'l-Hü-mâm, Fethu'l-kadır (Bulak). II, 444-448; Ven-şerîsî, el-Mİcyârü't-muırib, Beyrut 1401/1981, X!, 226-227, 229; Şirbînî. Muğni'i-muhtâc, II!, 224-225; İbn Âbidîn. Reddü'l-muhtâr (Kahire), III, 102-104; Sâlİh el-Ezherî. Cevâhirû't-ikt'tl, Beyrut, ts. (Dârül-Marife), I, 308; M. Hasan en-Necefî, Ceuâhirü'l-ketâm fî şerhi Şerâ'i'i'l-İslam fnşr. Mahmûdel-Küçânî), Beyrut 1397, XXXI, 76-79; Hukûk-ı Aile Kararnamesi, İstanbul 1336,s.995, 1021, ayrıca bk. md. 83, 84, 139-141, 143, 146; Bilmen, Kamus, II, 11-12, 124-128; M. Ebû Zehre. Muhâdarât fı'akdi'z-zevâc ueâşâruh. Kahire 1391/1971, s. 220-224; M. Mustafa Selebî, Ahkâmü'l-ûsre fi'l-İslâm, Bey­rut 1397/1977, s. 374-384; Zühaylî, el-Fıkhü'l-Islâmİ, II!, 567; VII, 110, 288-293, 321-326; Ab­dullah b. Abdülmuhstn et-Tarîki, "el-Halvetü ve mâ yeterettebü caleyhâ min ahkâmın fık-hiyyeün", Mecelletü'l-Buhûşİ'l-İslâmİyye, sy. 28, Riyad 1410/1990, s. 239-284; MuF, XIX, 265-275. ı—ı


Yüklə 1,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin