İM Orhan Çeker
F HALVET n
Günahtan korunmak
ve daha iyi ibadet etmek için
ıssız yerlerde yaşamayı tercih etmek
anlamında bir tasavvuf terimi.
Zâhid ve mutasavvıfların en belirgin özelliklerinden biri yalnız yaşamayı tercih etmeleri ve Hak'la olmak için halktan ayrı kalmaya Önem vermeleridir. Başlangıçta, toplum hayatını terkedip evinin bir köşesinde inzivaya çekilen veya ıssız yerlerde yaşamayı tercih eden zâ-hidler daha sonraki dönemlerde de bu âdetlerini sürdürmüşler, bazı mutasavvıflar ve tarikat mensupları bu yolda onları takip ederek halveti tasavvufî hayatın bir unsuru haline getirmişlerdir.
Mutasavvıflar, halvetin dinî hayat açısından önemini göstermek için Hz. Pey-gamber'in halvetten ve yalnızlıktan hoşlandığını, zaman zaman Mekke yakınındaki Hira mağarasına çekilip burada inziva hayatı yaşadığını ve itikâfa girdiğini ifade ederler (Buhârî, "Bed/ti'l-vahy", 3; Müslîm, "îmân", 252); ıssız bir yerde Allah'ı zikredip gözü yaşaran kimsenin âhi-rette imtiyaz sahipleri arasında bulunacağına dikkat çekerler (Buhârî, "Ezan", 36; Müslim, "Zekât", 91).
Resûl-i Ekrem'in bu sünnetine uymanın yanı sıra toplumun bozulması, din ve ahlâk dışı davranışların yaygınlaşması, zulüm ve haksızlıkların artması gibi olumsuz gelişmelere karşı verdikleri mücadelenin başarıya ulaşamayacağı kanaatine varan bazı zâhid ve sûfîler, hiç değilse kendilerini kurtarmak ve daha fazla günaha girmemek için bir köşeye çekilmeyi, zorunluluk bulunmadıkça toplum arasına girmemeyi tercih etmişlerdir. Bir kısım zâhid ve sûfîler daha da ileri giderek evlerini terketmişler, mezarlıklarda, viranelerde, harabelerde, hatta bazıları mağaralarda yaşamaya başlamışlar, bu yüzden "şikeftiyye" diye tanınmışlardır {et-Lüma*, s. 527; et-Ta'arruf, s. 21). Bunların bir kısmı son derece basit barınaklarda yaşar, bazıları da yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde veya evlerinin bir köşesinde tek başlarına hayat sürecekleri ve ibadet edecekleri küçük birer ibadethane yapardı. Savmaa. mihrap, zaviye ve mescid gibi adlar verilen bu tür yerlerde tek başlarına yaşayan münzevîler sadece cuma ve cenaze namazları için yerleşim bölgelerine giderlerdi. İçlerinde toplum hayatına hiç karışmayanlar da vardı.
Kahire'de Mukattam dağı, Suriye'de Lükâm dağı. Beyrut'ta Lübnan dağları, Filistin'de Beytülmakdis dağı, Sînâ çölünde Tür dağı, âbid ve zâhidlerin inziva hayatı yaşadıkları meşhur yerlerdir. Diğer bölgelerde de bu tür yerler vardı (İb-nü'1-Cevzî, IV, 344-345). Zünnûn el-Mısrî gibi büyük sûfîler bile buralarda yaşayan erkek ve kadın münzevilerin yanına gider, onlardan öğüt alırlardı (Kelâbâzî, s. 26). Toplum hayatını tamamıyla terkedip kendilerini İbadete veren, bundan dolayı "târik-i dünyâ" denilen bu münzevilerin yanı sıra bütün âbidler, zâhidler ve sûfîler halvetin lüzumuna inanırlar. Ancak bunlar halvetin şekli konusunda farklı kanaatlere sahiptir. II. {VIII.) yüzyılda zâhidler insanlar arasında bulunmayı pek hoş karşılamaz, "İhtilât, muhâleta, hilta" dedikleri bu halden sakınır, fakat mutlak anlamda inzivaya çekilme ve dün-
yayı terketme cihetine de gitmezlerdi. Onlara göre zâhid ve sâlik bedeniyle toplum içinde, gönlüyle Allah yanında olmalıdır. "Zahirde halk ile, bâtında Hak ile olmak" şeklinde ifade edilen bu anlayışa göre insanın Hak İle bulunması için halktan ve toplumdan kopması gerekmez. İnsan halk içinde bulunurken de halvette olabilir. Bu anlayış, sonraki dönemlerde Nakşİbendîler'ce "halvet der-encümen" şeklinde ifade edilmiştir.
IV. (X.) yüzyıldan sonra bir şeyhin gözetiminde çilehâne veya halvethâneye girip erbaîn çıkarmaya da halvet denilmiştir (bk. ÇİLE; ERBAİN). Gazzâlî bu tür halveti şöyle tasvir eder: Sâlik. dış dünyaya ait bilgilerin göz ve kulak gibi duyu organlarından zihne gelmesini önlemek için tek başına karanlık bir odaya girer. Böyle bir yer bulamazsa bir örtüyle başını örterek dış dünya ile olan temasını keser. O zaman Hakk'ın hitabını işitir ve ilâhî tecellileri temaşa eder. Hz. Peygamber'e, "Ey örtünen" (el-Müzzemmil 73/!)-, "Ey bürünen" (el-Müddessir 74/1) şeklinde hitap edilmiş olması marifetin bu yolla elde edilebileceğini gösterir (İhya1,111, 74). Bu tür halvetin gayesi ruhu arındırmak suretiyle marifet ve keşfe hazırlanmaktır. Gazzâlî, halvete ve inzivaya çekilmenin faydalarını anlatırken bu durumda insanın daha çok ve daha ihlâslı ibadet edeceğini, riya, gıybet ve yalan gibi günahlardan korunabileceğini, fitne ve fesattan uzak kalabileceğini, halkın eza ve cefasından kurtulabileceğini, halktan bir beklentisinin olmayacağını söyler. Daha sonra da halvet hayatındaki sakıncalara dikkat çeker (a.g.e., 11, 223-235).
Tasavvufta halvet kadar sohbet ve hizmet de önemlidir. Sohbet ve hizmet için insanların arasında ve toplumun içinde bulunmak gerekir. Bundan dolayı İbrahim b. Edhem, Dâvûd et-Tâî ve Fudayl b. İyâz gibi zâhidlerin halvet hayatını tercih etmelerine karşılık Saîd b. Müseyyeb, Abdullah b. Mübarek ve Şa'bî gibi zâhid-ler sohbetin daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Bazı mutasavvıflar da hayatlarının bir bölümünü halvette geçirmişler, bir bölümünü de sohbet ve hizmete ayırmışlardır. Tekke mensuplarından kimi halvet, kimi sohbet, kimi hizmet ehlidir. Bu zümreler aynı tekkede aynı zamanda birlikte yaşar. Böylece halvetten, sohbetten ve hizmetten beklenen fayda hâsıl olur (İzzeddin el-Kâşî, s. 157).
Zâhid ve sûfîlerin halvet hayatı ve bu konudaki fikirleri Ebü'l-Ferec İbnü'1-Cev-zî, Takıyyüddin İbn Teymiyye ve İbn Kay-
yim gibi âlimler tarafından eleştirilmiştir. İbnü'l-Cevzî. Gazzâlî'nin. "Halvette Allah'ın hitabı işitilir ve tecellileri temaşa edilir" demesinin büyük bir hata olduğunu, böyle şeyler işitilse ve görülse bile bunların zihin bozukluğu sonucunda ortaya çıkan birtakım vesvese ve hayaller kabul edileceğini İleri sürer (Telbîsü İbtîs, s. 279). Halveti sünnet ve bid'at olmak üzere ikiye ayıran İbn Teymiyye halvetle ilgili hadislerin çoğunun zayıf, bir kısmının da uydurma olduğunu söyler. Ona göre Ebû Tâlib el-Mekkî ve Muhyiddin İb-nü'1-Arabî gibi mutasavvıfların tasvir ettikleri yeme, uyuma ve konuşmayı en aza indirme esasına dayanan halvet bid'at olup birtakım şeytanî hallerin doğmasına yol açar. Halvette ezansız ve mescidsiz yerlerin seçilmesi de yanlıştır. Cemaatten ayrılma anlamına gelen halvet bid'at-tır, sünnete uygun halvet ise faydalıdır (Mecmû'u fetâuâ, X, 403-407. 425; a.mlf.. et-Furkân, s. 83). Halvetin bid'at olan şekillerinin hıristiyan ruhbanlığı ve Hint münzevileriyle benzerliği söz konusu edilerek bu tür âdetlerin dışarıdan kaynaklandığını ileri sürenler de vardır (Nichol-son, s. 47, 48, 59}.
BİBLİYOGRAFYA :
Tehânevî. Keşşaf, i, 503; Buharı". "BecfıTl-vahy", 3, "Ezan", 36; Müslim, "îmân", 252, "Zekât", 91; Serrâc. et-Lüma1, s. 277, 527; Ke-lâbâzî, et-Ta'arruf, s. 21, 26; Ebû Tâlib el-Mekkî. Kütü'l-kulüb, Kahire 1961, I, 199, 203; S0-lemî. Tabakât, s. 21, 199, 526; Ebû Nuaym, Hitye, II, 208, 243, 245, 247, 295; Kuşeyrî, er-Rİsâte, s. 239, 266, 271, 739; Herevî. Tabakât, s. 226; Gazzâlî, İhya', II, 221-243; lil, 56-74; IV, 323, 330, 331; Ebû Mansûr el-Abbâdî. Şûfînâ-me (nşr Guiâm Hüseyn-i Yûsufî). Tahran 1347 hş., s. 107; Attâr. Tezkiretü'l-euliyâ3, s. 149, 227, 581, 785; İbnü'l-Cevzî,Şt/atü'ş-şa/oe, 11,8, 278; III, 136, 144; IV, 344-345; a.mlf.. Telbisü İblis, s. 278, 279; Sühreverdî. 'Auârifü'l-ma'â-rif, Beyrut 1966, s. 207, 542; Necmeddîn-i Dâ-ye, Mirşâdü'l-'ibâd, Tahran 1366 hş., s. 155, 160; İbnü'l-Arabî. et-Fütûhât, II, 198; III, 198, 207; a.mlf., er-Risâletü'l-envâr: Nurlar Risalesi (trc. Mahmut Kanık). İstanbul 1991, s. 22; a.mlf.. Halvetü't-muttaka, Kahire, Cs.; İbn Teymiyye. Mecmû'atü'r-resâ'il, II, 85; a.mlf.. Mec-mûhı fetâuâ, X, 403-407, 425; XXVI, 194; a.mlf.. el-Furkân, Kahire 1387, s. 83; İzzeddin el-Kâşî, Mişbâhu'l-hidâye, Tahran Î367 hş., s. 157-171; İbnü'l-Hatîb, Raüzatü't-te'rif (nşr. Abdülkğdir Ah-med Atâ), Kahire 1387/1968, s. 654; Zerrûk. Kauâ'idû't-taşaüüuf, Kahire 1388/1968, s. 67; Münâvî. el-Keuâkib, I, 15; Ankaravî. Minhâ-cü'l-fukarâ, Bulak 1256, s. 157; Ebü'l-Alâ el-Afifî, et-Taşavouf: şevretün rûhiyye fi'l-İslâm, Kahire 1963, s. 145; Nureddin İsferâyînî. Risale der Dervişi Sülük ü halvet-nişini. Tahran 1356 hş., s. 17; R. A. Nicholson, Fi't-Tasauuu.fi'l-İs-lâmî ve târihin (trc. Ebü'l-Alâ Afîfî), Kahire 1969, s. 47, 48. 59; H. Landolt. "Khalwa", El2 (İng.). IV, 990-991. ı—ı
IAI Süleyman Uludağ
HALVET DER-ENCÜMEN HALVET DER-ENCÜMEN "*
Hâcegân silsilesi
ve Nakşibendiyye tarikatının
temel prensiplerinden biri.
Zâhid ve sûfîlerin sürekli biçimde veya belirli aralıklarla toplumdan ayrı yaşamalarına "halvet, uzlet, vahdet, inziva" gibi isimler verilir. Tasavvufta genellikle halk ile beraber olan bir kimsenin Hak'tan uzak kalacağına inanılır. Ancak zâhid ve sûfîler. gerçek halvetin kalben ve zihnen halktan ayrı kalarak kendini Allah ile birlikte hissetmekle yaşanabileceğini, bu durumda toplum içinde yaşamanın kalben Hak ile birlikte olmaya engel teşkil etmediğini belirtirler. Nitekim bedenen halktan ayrı olan bir kimse zihnen onlarla birlikte olabilir.
İlk sûfî müelliflerden Abdülkerîm el-Kuşeyrî arifi "kâin ve bâin" (halk içinde İken onlardan ayrı olan kişi} diye tarif eder {er-Risâle, s. 608). Tevhid ehli, bedenleriyle eşyada (dünyada) bulunur, ancak ruhlarıyla dünyadan ayrı olurlar" diyen Cüneyd-i Bağdadî fbk. Serrâc, s. 432), "Bedenimle halk içindeyim, fakat ruhumla dostum olan Hak ile birlikteyim" diyen Râbia el-Adeviyye aynı düşünceyi ifade etmişlerdir. Şöhretten kaçınan ve sıradan insanlar gibi yaşamaya önem veren melâmet ehli de bu anlayışa bağlıdır. Nitekim ilk Melâmîler'den Hamdûn el-Kas-sâr, çalışmayı bırakıp kendini ibadete vermek isteyen Abdullah el-Haccâm'ı bundan menederek ona, "Hacamatçı Abdullah diye tanınman zâhid veya arif Abdullah diye tanınmandan daha iyidir" demişti. Melâmet ehlinin büyüklerinden Bâye-zîd-i Bistâmî, arifin halkla ilişkilerini sıradan bir insan olarak sürdürürken gönlünün kutsiyet âleminde bulunmasını en açık marifet alâmeti saymıştır (Sülemî, s. 156). Hücvîrî de zahirde halkla iken bâtında Hak'la olmanın gerekliliğini önemle vurgular {Keşfü't-mahcûb, s. 101, 140).
Tarikatların ortaya çıktığı, halvethâne ve çilehânelerin yaygınlaştığı dönemlerde sûfîler zahirde halk ile, bâtında Hak ile olmanın önemi üzerinde ısrarla durmuşlardır. İbnü'l-Arabî, maddî ilişkilerden sıyrılıp Hak ile birlikte olma mertebesine ulaşmış bir sâlikin artık bedenî halvete ihtiyacı olmadığını söyler. Çünkü halk ile olma hali de (celvet) artık halvete dönüşmüştür. Bu mertebedeki sâlik. yaratılmışlardan gelen bütün sesleri ve sözleri ilâhî hitaplar şeklinde algılar. Şu
387
HALVET DER-ENCÜMEN
halde celvet halvetten daha üstün bir haldir {el-Fütûhât, II, 484).
Sohbeti ve hizmeti bir tarikat esası olarak kabul eden Hâcegân silsilesinin kurucusu Abdülhâlik-i Gucdüvânî, toplumla ilişkiyi kesmeden manen Hak ile birlikte olmaya büyük önem vermiş ve bu düşünceyi "halvet der-encümen" tabiriyle ifade etmiştir. Gucdüvânfnin halifesi Hâce Evliyâ-yı Kebîr'e göre bu şekilde kendini tam anlamıyla zikre veren bir sâlik öyle bir mertebeye ulaşır ki çarşı pazarda dolaşırken bile kendi zikrinden başka bir ses işitmez {Reşehât Tercümesi, s. 36). Bahâeddin Nakşibend, "Sizin tarikatınız hangi esasa dayanır?" sorusuna "halvet der-encümen" diye cevap vermiştir. Câmî. "Öyle adamlar vardır ki ticaret ve alışveriş onları Allah'ı zikretmekten alıkoymaz" (en-Nûr 24/37) mealindeki âyetin bu prensibe işaret ettiğini söyler (Lâmiî, s. 419). Nakşibendiyye tarikatının temeli sohbettir. Buna göre halvette şöhret, şöhrette âfet. toplum içinde yaşamakta hayır vardır. Gönül huzuru halvetten çok sohbette bulunur (Reşe-hât Tercümesi, s. 36-37).
Tasavvuf literatüründe "el kârda, gönül yarda"; "kalbin halktan gâib, Hak ile hâzır olması" gibi özdeyişlerle de ifade edilen halvet der-encümen, murakabe veya zikir halindeki kişinin bir istiğrak içinde hiçbir ses işitmeyecek derecede kendinden geçmesi şeklinde açıklanır; ayrıca "nîsbet-i aliyye" terkibi de bu anlamda kullanılır. Nakşibendiyye tarikatında halvet maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılır. Gerçek halvet, halvet der-encümen denilen halden ibarettir.
BİBLİYOGRAFYA :
Tehânevî. Keşşaf, I, 459; Serrâc. ef-Lümâc, s. 432; Sülemî. Üşûlü'l-Melâmiyye ve ğalatâ-tü'ş-şûfıyye, Kahire 1985, s. 156; Kuşeyrî. er-Risale, Kahire 1966, s. 154, 608; Hücvîrî. Keş-/ü7-mahcûö(|ukovski),s. 101, 140; İbnü'l-Ara-bî. el-Fütûhât, II, 484; III, 491; Reşehât Tercümesi, s. 36-37; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 345, 419; Mutıammed b. Abdullah el-Hânî. et-Behcetü'S'Seniyye, İstanbul 1989, s. 56.
İMİ Süleyman Uludağ F HALVETHÂNE ""
Safîlerin halvete çekildikleri
ufak boyutlu,
genellikte dış dünyaya
kapalı mekân.
L J
"Halvet, halvetgâh, çilehâne" gibi adlarla da anılan halvethâneler İslâm dünyasında önce zâhidlerin, VIII. yüzyıldan itibaren bunların zühd, mücâhede ve ri-
388
yâzet geleneklerine vâris olan sûfîlerin, nefislerini terbiye etmek ve seyrü sülüklerinde mesafe almak amacıyla ibadet ve tefekküre daldıkları, manevî lezzetleri tatmalarına imkân tanıyan halvet (çile) dönemleri süresince kullandıkları mekânlardır. Mimari açıdan, tasavvuf! hayatın her safhasını ve her dönemini kapsayacak prototip bir halvethâne tanımı yapmak imkânsızdır. Nitekim tasavvufı hayatın tarikatlar şeklinde henüz kurum-laşmamış olduğu devirlerde yaşayan sû-fîlerin oldukça farklı mekânlarda halvete girdikleri anlaşılmaktadır. Halvet mahalli bazan tenha bir mevkide yer alan bir mağara veya Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr'ın hayatında bir örneği görüldüğü üzere halvet-nişinin kendini baş aşağı astırdığı bir kuyu da olabilmektedir. Ancak XI. yüzyılın ortalarından itibaren tarikatların âdâb ve erkânlarını kesin kurallara bağlamalarına paralel olarak halvetin ne şekilde uygulanacağı tesbit edilmiş ve halvethâne-lerin sahip olması gereken özellikler belirlenmiştir. Nitekim Şehâbeddin es-Süh-reverdTnin 'Avânfü '1-mctârifİnde halvet bütün ayrıntıları ile anlatılmıştır. Bu bilgilere göre halvethâneyi, bir dervişin içinde tek başına namaz kılabileceği boyutlarda, halvete girenin dikkatini dış dünyaya dair birtakım ayrıntılarla dağıtmasına imkân tanımayan, tercihen karanlık bir hücre olarak tanımlamak mümkündür. Bu arada halvete giren dervişin, hiç kimse ile konuşmamak şartıyla ancak abdest bozmak, yeniden abdest almak ve cemaatle kılınan namazlara iştirak etmek için halvethâneden çıkması söz konusu olduğundan bu mekânların, tarikat yapılarının büyük çoğunluğunda aynı zamanda cami veya mescid olarak da kullanılan tevhidhâne bölümleriyle doğrudan bağlantılı biçimde tasarlandığı dikkati çekmektedir. Günümüze kadar gelebilen örneklerin çoğunda halvethâ-nelerin yalnızca bu bölümlere açılan kapılar ve pencerelere sahip olduğu, bazı örneklerde de bir miktar ışık ve hava alabilecek dışarıya açılan birer küçük pencere İle donatıldığı görülmektedir. Bu arada bazı sûfîler, başka amaçlar için tasarlanmış olan birtakım mekânları halvethâne olarak kullanma geleneğini de sürdürmüşlerdir.
Halvethânelere, adını halvet uygulamasından alan Halvetiyye tarikatına ve bu tarikatın çok sayıdaki kollarına ait olanlar başta gelmek üzere seyrü sülûkünde halvete yer veren bütün tarikatların yapılarında rastlanmaktadır. Günümüze ka-
dar gelebilmiş en eski halvethânelerden biri Batı Türkistan'ın Yesi şehrinde, Türk İslâm tarihinin ilk büyük sûfîsi olan Hâce Ahmed Yesevfnin külliyesinde yer almaktadır. Orta Asya'nın en önemli ziyaretgâ-hı ve Yeseviyye tarikatının merkezi olan bu külliye XIV. yüzyılın sonlarında Timur tarafından bütünüyle yenilenmiş, sadece Ahmed Yesevî'nin hayatta iken yaptırdığı haivethâne değişikliğe uğramamıştır. Ahmed Yesevî'nin, Hz. Muhammed'in vefat ettiği altmış üç yaşında iken bu halvethâneye girdiği ve hayatının sonuna kadar burada devamlı olarak ibadet ve tefekkürle meşgul olduğu kabul edilmektedir. Yerin altında bulunan bu halvethâneye eni 50-60 cm. arasında değişen, beşik tonozlu, kıvrımlı bir dehlizle ulaşılmakta, dehlizden önce "yurt" denilen çadırları andıran, yuvarlak planlı ve kubbeli bir mescide girilmekte, mescid-den de kare planlı (175 x 175 cm.) ve kubbeli asıl halvethâneye geçilmektedir (geniş bilgi için bk. DM,11, 160-161).
Horasan'ın, günümüzde Afganistan'ın kuzeybatısında kalan Herat şehri yakınlarında Ziyaretgâh mevkiinde, XV. yüzyıla ait Timurlu yapılan olan Mescid-i Çihİl Sütün ile Mescid-i Kümbed'de, camilerin zemini altında bulunan halvethâne birimleri Ahmed Yesevî Külliyesi'ndeki tah-tanî halvethâne geleneğine bağlanabilir. Daha sonraki yüzyıllarda da tarikat ehli arasında, Ahmed Yesevî'nin bir mezar odasını andıran ve "ölmeden önce ölmek" sırrından mülhem olan halvethâ-nesinin hâtırasını yaşatan uygulamalara rastlanmaktadır. Son döneme ait bir örnek olarak, İstanbul Karagümrük'te Halvetiyye-Cerrâhiyye Âsitânesi olan Nûred-din Cerrahî Tekkesi'nin son postnişinle-rinden Şeyh Fahreddin Efendi'nin (ö. 1966) hayatta iken inşa ettirdiği ve "cennet oda" tabir ettiği türbesini bir tür halvethâne gibi kullanarak burada ibadet ve zikirle meşgul olması verilebilir.
Anadolu'da ilk şekliyle günümüze intikal eden en eski halvethâneler arasında, Elbistan Afşin yakınlarında bulunan 612 (1215) tarihli Ashâb-ı Kehf Ribâtı'nda yer alanlar, zâhidlerin ve erken dönem sûfî-lerinin mağaraları halvethâne olarak kullanma geleneğini hatırlatan ilginç tasarımları ile dikkati çekerler. Ribâtın kayaya oyulmuş olan batı kesiminde ufak boyutlu, dikdörtgen planlı, beşik tonozlu, gün ışığından tamamen mahrum beş adet haivethâne tesbit edilmektedir. Bunlardan biri mescide saplanan beşik tonozlu eyvana, dördü de mescidin güney yö-
nünde yer alan ve taçkapının açıldığı beşik tonozlu sahna saplanan aynı türdeki eyvana açılmaktadır. Ayrıca güney yönündeki taçkapının sağından merdivenle inilen ve dört adet mazgalla donatılmış olan bir mağara -halvethâne daha mevcuttur. Söz konusu mekânlarda Hacı Bek-tâş-ı Velînin halvete girdiği yolundaki rivayet dikkate alınırsa, sonradan Kâdiriy-ye'ye intikal ettiği bilinen bu ribâtın başlangıçta Hacı Bektâş-i Velî'nin mürşidi Baba İlyâs-ı Horasânî vasıtasıyla mensubu bulunduğu Vefâiyye ya da Yeseviyye tarikatlarından birine bağlı olduğu tahmin edilebilir.
Ahmed EflâkTnin Menâkıbü 'l~*ârifîri-de bildirdiğine göre Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Konya ile Sille arasında bir dağın eteğinde bulunan Bizans manastırına gelerek burada içinde soğuk su çıkan mağaranın dibine kadar inmiş, yedi gün yedi gece burada halvete çekilmiş, daha sonra kendinden geçmiş bir vaziyette dışarı çıkıp geri dönmüştür. Mevlânâ'nın içinde itikâfa girdiği bu ayazma-halvethâne, Selçuklu döneminde müslümanlar tarafından ziyaret yeri haline getirildiğinden manastırın içinde bir de mescid yapılmış ve buraya vakıflar bağışlanmıştır. Manastır 1923 yılına kadar Konya-Sille Rumları tarafından yaşatılmış, bu tarihten sonra önündeki ek binaları yıkılıp ortadan kaldırılmış, sadece kaya içine oyulmuş kilisesi, bir şapeli ve bazı hücreleriyle içinde su bulunan kuyusu günümüze ulaşmıştır.
Ashâb-ı Kehf Ribâtı'nın yanı sıra. yolculukları sırasında ziyaret ettiği birçok şehirde (Medine. Necef, Kudüs, Şam'da Emeviyye Camii) halvete girdiği söylenen Hacı Bektâş-ı Velfnin Kırşehir yakınlarında Sulucakarahöyük'teki (bugünkü Hacıbektaş) tekkesinde de bizzat kullanmış olduğu bir halvethâne bulunmaktadır. Bu halvethânenin Hacı Bektâş-ı Velî'nin türbesine kıble yönünde bitişik olmasından, bu iki birimin, XX. yüzyılın başlarına kadar birçok onarım ve tadilât geçiren, çeşitli ek binalarla donatılan ve sonuçta tam teşekküllü bir tarikat külliyesi haline gelen tekkenin çekirdeğini meydana getirdiği anlaşılmaktadır. Hacı Bektâş-ı Velî tarafından, mürşidi Baba İlyâs-ı Horasânfnin vefatından sonra 1240-1271 yıllan arasında yaptırılmış olması gereken bu mekân Bektaşîler arasında Kızılca Halvet olarak adlandırılmaktadır. Kızılca Halvet, Hacı Bektâş-ı Velî Külliyesi'-nin en önemli birimlerini (Kırklar Meydanı, Hacı Bektâş-ı Velî Türbesi, Güvenç Abdal Türbesi) bünyesinde toplayan ya-
pının girişinde ikinci kapı ile üçüncü kapının arasındaki bölüme açılır. Kareye yakın dikdörtgen bir alanı {2,50 x 2,25 m.) kaplayan bu halvethâne beşik tonozla örtülmüş, küçük bir mazgal ve şamdan (çerağ) nişiyle donatılmıştır. Dikdörtgen bir çerçeve içine alınmış olan kapısının basık kemeri üzengi hizalarında takozlarla donatılmıştır. Kilit taşı yerinden oynamış ve aşağıya doğru sarkmış olan kemerin üzerinde yer alan beş köşeli ve sekiz köşeli yıldız kabartmalarının birtakım ta-savvufî remizler oldukları düşünülebilir.
Beyhan Karamağaralı, Konya Ereğli-si'nde kalıntılarını tesbit ettiği Şeyh Şe-hâbeddin Sühreverdî Külliyesi'nin, Evha-düddîn-i Kirmânînin halifelerinden Ereğ-lili Şeyh Şehâbeddin tarafından kurulduğunu kabul eder. Bu durumda söz konusu külliyenin XIII. yüzyılın ikinci yarısına veya XIV. yüzyılın başlarına ait olduğu söylenebilir. Külliyenin bünyesinde yer aldığı teşhis edilen yirmi dört civarında halvethânenin büyük çoğunluğu kare planlı olup yaklaşık 1,20 x 1,20 m. boyutfanndadır. İki grup halinde düzenlenmiş olan hal-vethânelerin bir kısmı kare planlı (6,50 x 6,50 m.) bir avlunun etrafını kuşatmakta, bir kısmı da koridor niteliğinde ince uzun dikdörtgen planlı bir mekânın iki yanında sıralanmaktadır. Halvethânele-rin duvarlarında Kızılca Halvet'te olduğu gibi şamdan koymaya mahsus nişler tesbit edilmiştir.
Anadolu'da Halvetiyye'nin ilk faaliyet merkezlerinden olan Amasya'da XV. yüzyılın başlarında tesis edilen ve vakfiyesi 815 Zilkadesinde (Şubat 1413) düzenlenen Yâkub Paşa Tekkesi'nde, yapının hizmet ettiği tarikatın bünyesinde çok önemli bir yer tutan halvet olgusunu mimariye somut biçimde yansıtan halvet-
hâneler teşhis edilmektedir. Yapıyı doğu -batı doğrultusunda kesen koridorun kıble yönünde tevhidhânenin karşısında bulunan mescid iki yandan üçer adet halvethâne ile kuşatılmıştır. Kare planlı küçük birimler (yaklaşık 1,90 x 1,90 m.) olan halvethânelerin ikişer kapısı bulunmakta, bunlardan biri mescidin harimine. diğeri kıble doğrultusunda uzanan ve yapının eksenindeki koridora bağlanan tâli koridorlara açılmaktadır. Bu koridorların diğer yakasında da gerektiğinde halvethâne olarak kullanılması mümkün görünen, birer pencere ile dışarı açılan üçer adet derviş hücresi sıralanmaktadır. Söz konusu hücreler gibi mescide komşu olan halvethâneler de birer ocak ve dolap nişiyle donatılmış, mihrap duvarına bitişik olanlarda birer pencere açılmış, geri kalan dört halvethâne penceresiz olarak tasarlanmıştır.
Ankara'da 831 (1428) yılında inşa edilen, XVIII. yüzyıl başlarındaki onarımlarda son halini aldığı anlaşılan Hacı Bayram Camii'nin altında yer alan halvethâneler de XV. yüzyılın ilk çeyreğine tarihlenebi-len ilginç örneklerdir. Cami, kuruluşunu takip eden yüzyıllarda belirli ölçüde değişime uğramışsa da bu birimlerin Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından, mürşidi Hamî-düddin AksarâyTnin vefatının ardından Ankara'da irşad faaliyetine başlamasından sonra büyük bir ihtimalle camiyle birlikte yaptırılmıştır. Bayramiyye tarikatının merkezi olan Hacı Bayrâm-ı Velî Kül-liyesi'nde aynı zamanda tevhidhâne olarak da kullanılan caminin altında son cemaat yerinden basamaklarla inilen bir tür sofa bulunmaktadır. Bu mekâna, bir helâ-abdestlik biriminin yanı sıra yak-
389
HALVETHÂNE
laşık 60 cm. eninde bir koridor açılmakta, koridorun sol yakasında ise kare planlı (1,20 x 1,20 m), yüksekliği de ancak 1,50 m. kadar olan dört adet halvethâne sıralanmaktadır. Hacı Bayrâm-ı Velî Külli-yesi'ndeki halvethânelerle Ahmed Yesevî Külliyesi'nde ve Konya Ereğlisi'nde bulunan Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî Külliyesi'nde yer alan halvethâneler arasında konum ve boyutlandırma açısından gözlenen yakınlıklar, en azından Ahmed Ye-sevî'den itibaren Türk kültürünün hâkim olduğu sûfî çevrelerinde halvethâne tasarımında bazı ölçülerin gelenekleştiğini göstermektedir. Diğer taraftan Hacı Bay-râm-ı Velî Kül üyesi 'ndeki halvethânelerin günümüzde bile zaman zaman asıl amacına uygun biçimde kullanıldığı bilinmekte ve halvet geleneğinin tamamen ortadan kalkmadığı anlaşılmaktadır.
XV. yüzyılda yaşayan Osmanlı mutasavvıflarından Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan ile ağabeyi Mehmed'in Gelibolu'da Namazgah denilen mahaldeki halvethâneleri kaya içine oyulmuş iki küçük hücre halindedir. Daha önce üstünde üçüncü bir hücre daha bulunduğu söylenirse de böyle bir mekân tesbit edilememiştir. Yazıcıoğlu Mehmed'in burada inzivaya çekildiğini kendi mısralanndan anlamak mümkündür: "Meğer günlerde bir gün emr-i takdir / Oturmuştum Gelibolu'da sırra / Elimi çekmiş idim cümle halktan / Dilimde zikr İdi kalbimde zikrâ" {Muhammediye, I, 16).
Dostları ilə paylaş: |