Boğaç YENER
TARABYA OTELİ
Yazın verdiği gevşeklikle, karışık bunaltıcı sıcak daha en üst noktasına çıkmamıştı. Halen hafif bir serinlik vardı havada. Hatta yumuşak bir esinti geniş yakalı, iki yanına doğru açılarak göğsünün yarısını açıkta bırakan çiçekli gömleğini ağır ağır dalgalandırıyordu. Elindeki ince belli bardağın içindeki demir kaşığı, seri hareketlerle bardağın içinde hızla döndürdükten sonra başparmağıyla tepesinden bastırarak özenle bardağa sabitlemişti.
Bir buçuk yıldır işlettiği dükkânın önüne hasır taburesini yerleştirip caddeden geçen genç kızlara ciğercinin önünde volta atan kedi misali bakışlar atmak bu bir buçuk yılın en büyük eğlencesiydi onun için. Ne hayalleri vardı oysaki neler denemişti. Ses Dergisine fotoğraflar yollamış, film setlerinde yönetmenlerin etrafında voltalar atmış, Unkapanı’nın merdiven boşluklarında cilalı cilalı türküler bile söylemişti. Hatta bir seferinde, arkadaşlarının üstelemesiyle gazinoda sahneye bile atmıştı kendini. Gerçi aldığı alkolün de payı büyüktü bunda ve tabi gazino kapısında yediği dayağın da… Ancak içinden bir ses hep haykırıyordu; İsmail oğlum, er geç kıracaksın şeytanın bacağını!
Almanya’daki elektronik mühendisliği tahsilini boş hayaller peşinde bir kenara atmıştı ve babasından kalma bu küçücük dükkâna kısılıp kalmıştı şimdi. Tüm bu düşünceler, bir çift sütun bacağa ve bir o kadar düzgün oldukları belli olan kalçaya sahip yirmili yaşlarda bir kumral güzelinin, dükkânının önündeki kaldırıma teşrif etmesiyle kayboldu.
Genç kız, hemen önünden geçip uzaklaşırken eli cebinden seri bir hareketle bıyıklarına uzanmış ağzından tükürükler saçarak “Of of of!“ diye arzulu bir nida yükselmişti. Genç kızın kalçalarına sabitlenen gözleri, ışıl ışıl parlamaktaydı. Genç kızın köşe başında kaybolmasıyla dünyaya geri dönüş yapmış, başını öte yana çevirmesiyle irkilivermişti. Zira karşısında dünyanın gördüğü en suratsız ihtiyarlardan biri ve hemen ardında da orta yaşlı bir afet vardı. Şaşkınlık ve biraz mahcubiyetini gizlemek için fazladan bir ilgi ve samimiyetle; “Buyurun Bey Amca, nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Yaşlı adam, durumdan pek bir rahatsız olmuştu ama yine de umursamaz bir tavırla; “Yeni merdaneli makine varmış hanıma alacağız, var mı sizde?“ diyerek dükkandan içeri baktı. Adamın çatallı tiz sesi, onun ne kadar huysuz ve aksi olduğunu ortaya koymakla kalmıyor, adeta insanın yüzüne vuruyordu.
“Tabii, Bey Amca. Hanım nerde? O da gelseydi, bakardı”
Yaşlı adam, hiddetle önce genç adama sonra arkasındaki afete dönüp; “Gülnaz, gel bak hangisiyse göster de hemen alıp gidelim uğraşmayalım buralarda!” dedi.
Arif, şaşkınlık ve hasetle bir ihtiyarı bir kadını süzüyordu, içinden; “Vay vay amcaya bak sen…” diye geçirdi. Amcayı ve eşini, buyur etikten sonra geniş paçalı pantolonunu dalgalandıran bir hareketle dönerek kapıdan içeri girdi. Kadın, fazla konuşmadan en yeni modeli işaret etmiş ve yaşlı amca Arif’e, tam tamına bin lirayı peşin sayıp makineyi almıştı. Arif, haftanın en iyi satışını yapmasına rağmen Sevinemiyordu. İçindeki eziklikle karışık haseti yenemiyordu, bir türlü. Kadının şekilli kalçalarını bir sağa bir sola savurarak kat ettiği dükkânın kapsına kadar olan yolu nefes almadan seyretmiş ve kadını tüm benliğiyle istemişti, “Ulan oğlum Arif, sen ne zaman böyle bir manita yapacaksın?” diye söylenmeyi de ihmal etmedi.
Bu hafta sattığı beşinci çamaşır makinesiyle bölgedeki bayilerin arasından sıyrılmış ve bölge birincisi olmuştu.
Bir haftayı da böyle geçirmiş, aldığı Elektrik-Elektronik Mühendisliği diplomasına bakarak iç geçirmişti. Akşam 19:00 sularında, tam dükkanın kepenklerini indirdiği sırada, arkasındaki sesle irkildi.
“Arif Bey! Arif Umut?”
“Evet, benim.”
Karşısında koyu renkli trençkotu, fötr şapkası ve yuvarlak çerçeveli gözlüğüyle dikilen adamı meraklı gözlerle süzerek;
“Kapatıyordum bey ağabeycim, bir isteğin varsa sabah baksak?”
“Yok; Arif Bey, ben alışverişe gelmedim. Bendeniz amcanız Hulusi Bey’in avukatı Muhittin Erdurmaz. Sizinle kısa bir konuşma yapacaktım.”
”Buyurun efendim.” Trençkotlu adam, dükkânı göstererek;
“İçeride konuşabilir miyiz? Size zahmet vereceğim ama…”
”Eh, tabii buyurun.”
Arif, çabucak dükkânın kepenklerini açmış ve masasının önündeki deri koltuğa adamı buyur etmişti.
“Size ne ikram edeyim? Kahve açıktır bu saatte. Çay?”
“Yok; Arif Bey, almayayım. Bakın bu havadisi size vermek istemezdim ama; amcanız Hulusi Bey hakkın rahmetine kavuştu.”
Arif üzülmüş gibi yaparak beş yaşından beri görmediği amcasının ona miras mı, borç mu bıraktığını merak ederek;
“Vah vah amcacığım. Peki, efendim bu havadisi vermek için buralara kadar neden zahmet ettiniz?”
“Arif Bey, amcanızın mirasından size düşen payı iletmek için buradayım.” Arif, amcasının ruhuna rahmet ederek ihtiyatsızca ellerini ovuşturuyordu “ Yaa, ah rahmetli beni pek severdi.”
“Severdi.” Avukat bu lafı tamamen istem dışı söylemişti.
“Peki, canım amcam ne bırakmış bana ?”
“Efendim, Avcılar’da bir köşk.”
“Avcılar mı orası neresi?” diyerek avukata baktı. “
“Şehrin dışında bir sayfiye yeri, orada zaten bir tane köşk var oda amcanızındı. Şimdi de sizin, buyurun burayı imzalayın.”
Arif, heyecanla evrakları imzaladı.
“ Bu da vekalet, tapu işlerini birkaç güne hallederim Arif bey. ” Dedikten sonra, çok beklemeden ayaklandı ve vedalaşarak ayrıldı.
Arifin tapuyu alması gerçekten de birkaç günü almış; ancak emlakçılara satış için koşturması sadece yarım saat sürmüştü. Şehrin çok uzağında ıssız harabe köşke alıcı bulmasının neredeyse imkansız olduğunu anlaması birkaç dakika, bunu sindirmesiyse yaklaşık bir ay sürmüştü. Kahvedeki arkadaşlarının bile alay konusuydu. Bir ay boyunca köşke gitmemişti. Geceleri köşkle ilgili sürekli kabuslar görüyor, sabahları amcasına küfrederek uyanıyordu. İkinci ayın sonunda kabuslarına giren köşke gitmeye kara vermişti. Köşkü gördüğünde neden hiç alıcı çıkmadığını anlamıştı; tam bir izbelikti burası, etrafında değil ev karınca yuvası bile yoktu. Köşkün içi, hayvan leşi gibi kokuyordu. Arif, harabenin içinde hırsla yarım saattir geziniyor ve ölmüş amcasına yakası açılmamış küfürler sıralıyordu. Kararmış duvarlardan birine, önündeki tuğlayı var gücüyle fırlattı. Duvarı yarıp geçen tuğla, ardında genişçe bir yarık bırakmıştı. Yarıktan kapısı olmayan ufak bir oda belli belirsiz ortaya çıkmıştı. Arif, merakla eline aldığı demir çubukla duvarın geri kalanını kırmaya başladı . En sonunda kan ter içinde, açtığı delikten içeri girmeyi başarmıştı. Bu oda diğerlerinden farklı olarak yapılmıştı; mermerden bir lahitin üzerinde demir bir kutu duruyordu. Arif heyecanla demir kutuyu incelemeye başladı. Sanki kutu kordan yapılmış da elini yakacakmış gibi temkinli ve ürkek açtı kutuyu. Arifin gözleri, kutunun içinden çıkan şemalar ve çizimlerle dolu koca bir defteri gördüğünde kocaman açılmıştı. Defter, eski dilde el yazısıyla yazılmıştı. Defterin altında ise garip bir metal parçası, birkaç milim havada duruyor ve hafifçe vızıldayarak dönüyordu. Arif, yaşadığı şoktan dona kalmıştı.
Keşfi, yıllarca hayalini kurduğu şeyleri sağlayacaktı belki de.
Keşfinin üzerinden tam 6 ay geçmiş ve defterdeki bilgilerin ne olduğunu anlamaya yeni başlamıştı. Taa , büyük büyük dedesi, Mahmudiye Kalyonu’nun yapımında da çalışmış olan Mühendis Fikret Bey’in defteriydi bu. Yüzyıl öncesinden bir robot tasarlamıştı rahmetli, inanılmaz ama evet, robot. Arif, varını yoğunu satıp savmış, dükkanını devretmiş ve tam 2 yıl boyunca atölye haline getirdiği eski konakta Fikret Bey’in tasarımını geliştirmişti. Onun kitabından aldığı isimle Şemsettin’i yapmıştı en sonunda. Şemsettin’i çalışır hale getirmekle iş bitmemişti. Aylar süren testler ve cansız makineye hayat ve anlam verecek hareketler yüklemek için çok çalışmalıydı. En önemlisi bilinç evet, Şemsettin’ i bir çamaşır makinesinden ayıran şey insana benzemesi değil, buydu. Şemsettin, verilen komutları yapıyor ve önceden belirlenmiş bazı tepkileri veriyordu; ama en önemlisi kısıtlıda olsa karar veriyordu. Zira onu insanlaştırmak ancak böyle olabilirdi. Bu, Arifin eserini büyük büyük dedesi Fikret Bey’inkinden ayıran en önemli özellikti.
Şemsettin’in son cıvatasının sıkılıp ilk hareket edişinin üzerinden, tam 1 yıl geçmişti.
Arif, hep bu günün hayalini kurarak canla başla çalışmıştı. Çamaşır makinası bayiliği yaptığı şirketin kapısından bu sefer arkasında dev bir kutu ve elinde kocaman bir evrak çantasıyla muzaffer bir mucit olarak giriyordu. Yine böyle; fakat zengin olarak çıkmayı planlıyordu.
Şirket yönetim kurulu, oldukça büyük bir toplantı odasında elips şeklinde ahşap bir masanın etrafına kurulmuş Arif’in kapıdan girişini seyrediyordu. Arif, dev buzdolabı kutusuna benzer ahşap kutuyu odanın köşesine özenle yerleştirtmişti. İlk büyük patron söze başladı.
”Arif Bey, bahsettiğiniz icat burada mı?”
”Evet, efendim”
“Arif Bey’in icadından bir miktar haberim var, bizim üretim müdürümüz Hüsnü Bey, bizzat görmüş ve bana bahsetmişti.”
”Arif Bey’in icadını, şirketimizle paylaşmayı teklif etmesi bence bizim için büyük şans.”
”Vehbi Bey, çok teşekkür ederim efendim ben sözü fazla uzatmayı seven biri değilim; bu icat, dünyayı kökünden değiştirecek bir şeydir. Gündelik hayatımıza tamamen itaatkar, korkusuz, yorulmayan dur durak bilmeyen bir uşak girmektedir. Bu uşağı, her alanda kullanabiliriz. Efendiler, size Şemsettin’i takdim ediyorum.”
Arif, elini dev kutuya doğru uzattığında kutudan tuhaf bir vınlama sesi gelmiş ve kutu iki yana devrilirken içinde koca cüsseli metal bir adam belirmişti.
Arif, metal adama dönerek;
”Şemsettin yanıma gel ve kendini tanıt. ” koca cüssesinden hiçte beklenmeyecek bir çeviklikle koca metal, yanına gelmiş ve; ”bendeniz Şemsettin efendim.” Diyerek, metalik bir sesle odadakileri selamlamıştı. Odadaki kelli felli adamların ağızları, hayretten öyle bir açılmıştı ki neredeyse çeneleri çıkacaktı.
“Şemsettin bana bir bardak su verir misin?”
Şemsettin, birkaç dakika öylece kalmış sonra en yakında bulunan sürahiden yanındaki bardağa su doldurup Arife uzatmıştı. Arif, odadakilere mağrur bir bakış attıktan sonra; “işte efendiler an itibariyle insanoğlunun geleceği bir daha dönülmemek üzere değişmektedir. Bizi bekleyen geleceğe içiyorum.”
Tam bir ayda Şemsettin’e bir Yeşilçam jönü görünümü kazandıracak rötuşlar, makyaj yapılmış temel hareketler ve mekanizmaları biraz daha düzeltilmişti. Kocaeli’nde koca bir robot fabrikası kurulmuştu. Ve 6 ay içinde günde 500 robot üretebilecek hale getirilecekti. Arif, Büyük Tarabya Oteli’nin önündeki inanılmaz kalabalığı izlerken bir yandan da sekreterinden son gelişmeleri öğreniyordu. Büyük bir teknisyen ordusu otelin arka kapsından Şemsettin’le beraber içeri girmiş son hazırlıklar için deli gibi koşturuyorlardı. Vehbi Bey, kendinden emin bir biçimde kalabalığın arasından geçip otele giriyordu, hemen arkasın dada Arif. Gerçi, Arif onun kadar soğukkanlı değildi nerdeyse vücudunun her yeri titriyordu ama belli etmemekte usta olmuştu. Otelin giriş kapısında art arda patlayan flaşların, röportaj için birbirini çiğneyen gazetecilerin arasından zar zor sıyrılıp içeri girebilmişlerdi. Dışarıdaki izdihama inat içerisi daha sessizdi. Ancak içeri girer girmez bir fısıltı dalgası ve meraklı gözler onları adeta yiyip bitirmişti. Vehbi Bey, kısa bir konuşmayla bu buluşun öneminden ve insanlığın geleceğinden söz etmiş, en sonunda Arif’i de sahneye davet etmişti. Gösteriyi beraber başlatmışlardı. İlk önce mayolu mankenler müzik eşliğinde sahnede belirmiş,
sahnenin iki yanında yerlerini almış ve koreografi gereği sahne çıkışını işaret eder şekilde durmuşlardı. O günün en hit şarkılarından Çilli bom şarkısı çalmaya başladığında ise Arif’in yüreği, yerinden fırlayacak gibiydi; artık Şemsettin’in sırasının geldiğinin habercisiydi bu. Heyecanlı gözlerle ellerini kızartmak pahasına alkışlayarak sahneye dönmüştü. Üzerindeki metal iskeleti, oldukça şık uçuk mavi fırfırlı bir takıma benzetilmiş olan koca metal adam, iki elinden metalden yapılma mayo giymiş mankeni tutarak kıvrak hareketlerle sahneden içeri girmişti. Daha önceden belirlenmiş birkaç basit dans figürünün ardından sahnenin en önünde durmuş, metalik bir sesle kalabalığa; “Merhaba ben yeni yardımcınız Çelik“ diyerek onları selamlamıştı. İşte tüm dünya basınında yer alan o meşhur fotoğrafta tam bu anda çekilmişti. Arif, Şemsettin’in adının “Çelik” olarak söylemesinden hafifçe rahatsız olsa da en nihayetinde şirketle yaptığı anlaşma da yer aldığı ve bu anlaşma sayesinde kazandığı milyonların verdiği ferahlıkla bu hissi, kolayca atlatmıştı. Bundan iki sene önce, hayalleri olan cüzdanı boş bir adamken şimdi ülkenin sayılı zenginlerindendi ve robotun satışları arttıkça dünyanın sayılı zenginleri arasına girecekti.
Gazeteler artık çamaşır makinesi yerine kuponla çekilişle Çelik’in 72 modelini veriyordu. haftada 10 robota kadar dağıtan gazeteler vardı. İnsanlar, çılgınca sipariş veriyordu; fabrika daha ilk robotu tamamlamadan 3 yıllık satışı yapmıştı bile. Arabasını satıp robot alan insanlar vardı. Magazin dergilerinde, ünlülerin Şemsettin ile çekilmiş fotoğrafları boy boy manşet oluyordu. Yurtdışından da müthiş bir talep vardı. Şemsettin’in kraliçeyle çekilmiş fotoğrafı uzun süre manşetlerden inmemişti. Şemsettin dünyanın en ünlüsüydü artık. Dünyanın merkeziydi adeta. Halihazırda çalışan tek robot oydu; seri üretim başlayana kadar reklam kampanyasının yüzüydü. Radikal gruplar onun kıyamet habercisi olduğunu söylüyor, karşıt görüşlüler de tekerlekten sonraki en önemli icat olduğunu vurguluyordu.
Arif, sonunda hayallerine kavuşmuş, kelimenin tam anlamıyla para ve şöhret içinde yüzüyordu. Arif; bir gün bir süper modelle, ertesi gün çok ünlü bir oyuncuyla, sonraki gün başka bir afetle, görüntüleniyor yanından Şemsettin’i de eksik etmiyordu. Hatta bu yüzden robotun da hızlı bir çapkın olduğu yönünde iddialar çıkmış kolay yoldan şöhret olmak isteyen bazı kadınlar Şemsettin’le beraber olduklarını bile iddia etmişlerdi. İleride bu söylentiler bazı istenmeyen kazalara sebebiyet verecekti. En sonunda tüm dünyanın merakla beklediği gün gelmiş ilk on bin robot sahiplerine teslim edilmişti.
Sonra, ilk yüz bin robot da. Bir dizi promosyon ve hediyeler dağıtılmış çılgınlık daha da körüklenmişti. Üretimi yapan şirkete, kapasite ve teknolojide yardım etmek için Japon ve Alman ortaklar bulunmuş artık senede birkaç milyon robot yapabilecek kapasiteye ulaşılmıştı. Tüm bunlar Şemsettin’in popülerliğinden bir şey götürmemiş, halen üretilen tüm robotlar onun kopyası olarak üretilmeye devam etmişti. Ta ki, insanlar artık geniş İspanyol paçalı pantolonlar ve üstlerine yapışan geniş yakalı ipek gömlekler yerine yamalı kot pantolonlar ve vatkalı kot gömlekler giyininceye kadar. Şirket, yeniçağa yeni bir yüz ve yeni bir kahraman gerektiğini düşünüyordu. İlk üretimden bu yana geçen sürede teknoloji, her yıl biraz daha gelişilmiş ve her yıl robota eklenen yeni özellikleriyle yeni bir model çıkarılmıştı. Ama bunlar Şemsettin’i gölgede bırakmaya yetmemişti. Ancak şirketin lanse ettiği yeni model, tamamen farklı bir tasarımdı. Titanyum 1984 inanılmaz estetikti ve pek çok ek özelliğiyle durgunlaşan piyasayı yeniden canlandırmıştı. İnsanlar ellerindeki eski modelleri getirip yeni modeli alabiliyorlardı. Artık,heryerde Titanyumun resimleri vardı.Televizyonlarda Titanyum reklamları, nerdeyse her programın arasına dağıtılmıştı. Şemsettin’in şöhretli yüzü manşetlerden yavaş yavaş nostalji programlarındaki soluk karelere doğru düşüyordu. O şaşalı günler yerini daha mütevazi ve durgun zamanlara bırakıyordu yerini. Arif, halen her yere yanında Şemsettin’le gidiyordu.
Şemsettin artık yardım balolarının ve hatırlı insanların partilerinde, doğum günlerinde hatta sünnet düğünlerinde yer alıyordu.
Arif’in hayatı daha da hızlanmıştı; yarını yokmuş gibi gününü gün etmeyedevam ediyordu.Onun manşetlerden iniş Şemsettin’inkinden daha yavaştı. Bir gece, Boğaz’daki yalısından tek başına çıkmış, son model spor arabasıyla sahil yolundan hızla ilerliyordu. Kendini hiç bu kadar yalnız hissetmemişti. Çok garip bir acıma hissi kaplamıştı içini, kendine acıyordu; o kadar ki gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Oysaki, istediği her şeye sahipti, her şeye? İçini yakıp kavuran bu his, gaza daha bir öfkeyle basmasına neden oldu. Hırsını yoldan almak ister gibiydi; son viraja geldiğinde bir an, her şey dondu. Üstüne doğru uçtuğu deniz, arabasıyla beraber sardı onu ve uzun zamandır onu bekleyen bir dost gibi çekti içine. Arif’in, manşetlere taşınan son haberi bu olmuştu. Rahmi Bey, toplantı salonunun ortasında doğrulmuş iki elini arkadan kavuşturmuş düşünceli düşünceli camdan dışarı bakıyordu. Toplantı salonunu terk eden adamlardan bir tanesi, onun bu düşünceli halini dağıtmaktan çekinerek ardından seslendi ; “Efendim, peki onu ne yapacağız” odanın bir köşesinde sessizce duran Şemsettin’e hafifçe bir bakış attı ve gözleri onda bir şeyler görmek ister gibi hızla süzdü koca makineyi. ”Hayalimdeki müzeyi açana kadar bir görevde kullanalım sonra, müzeye layık olduğu bir şekilde kaldırırız.” Sesinde gizlemeye çalıştığı bir hüzün vardı. Görevliler Şemsettin’i büyükçe bir çekçeğe koyup götürürlerken hava bir anda patlamış ve yağmur binanın camlarını dövmeye başlamıştı.
-68- Boğaç YENER
KÖY İŞLERİ
“Sayın bakanım, Milenyum Köyü projemiz için bakanlığımızın envanterini baştan sona taradım. Kullanabileceğimiz bazı araç gereçler buldum efendim. 2009 model traktörlerden tutun da 1987 model biçerdöverlere kadar daha neler neler var. Efendim, bakın arz edeyim rapor burada.”
“Yahu çocuklar, ben başbakana bu önemli proje için kalkıp da 30 yıllık traktör mü önereceğim? Zaten kabineye yeni girdim, girdiğim gibi çıkayım mı? Adı üstünde “Milenyum Köyü” etki yaratacak bir şey bulmamız lazım medyayı zıplatacak hoplatacak bir şey.”
“Öhöm, sayın bakanım, sanırım envanterimizin içerisinde böyle bir etki yaratacak bir şey var. Hem maliyeti çok düşük hem de pek çok hedefi gerçekleştirebilecek bir şey. Bakın efendim burada İÇR1977.
“Neymiş o, Selami? Köy yollarının kapanmasına karşın önerdiğin teleferik sistemi gibi bir şey olmasın da…”
“Ehem, yok efendim bu zaten hazır, sadece bir iki küçük ekleme yapmamız gerekiyor bakın."
“Selami bu ne?”
“Bıyıklı robot mu olur, Selami? Dalga mı geçirteceksin beni el aleme!
“Yok, efendim bu bizim envantere ilk girdiğinde çekilen resmi efendim. Şu anda düzgün, jilet gibi bakın şu an meclis bahçesinde çalışıyor. Hem de protokol robotu bakanlığa gelen yabancı misafirlerin araçlarını falan park ediyor.”
“Eee, nasıl Milenyum Köyü Projesinde kullanacağız bunu, Selami?”
“Efendim, buna zaten bahçıvanlık programı yüklü bizim çoğu ziraat mühendisinden daha bilgili. Araç falan da kullanabiliyor. Bir de ilköğretim müfredatını yükledik mi inek de doğurtur, traktörde kullanır, çocuk da okutur hem de nerdeyse bedavaya.”
”Yahu Selami, aslında akla yatkın gibi de bu seri biraz arıza değil mi? İnsana benzeteceğiz diye abuk sabuk özellikler eklemişlerdi bunlara sonra toplattılar falan.”
“Yok, efendim yok! Bakın nasıl da çalışıyor güzel güzel, efendi efendi. Çimleri biçmiyor okşuyor mübarek, çiçekleri sulamıyor sevgi tohumları serpiyor o derece yani.”
“Abartma lan! Selami, Yılmaz Morgül mü robot mu bu? Dur bakiyim pencereden görünüyor mu şimdi?”
“Evet, efendim bakın şurada köşede hemen.”
“Baya adam gibi lan bu Selami. Tamam, bir deneyelim bakalım. Gönderin şunu bir köye ben de komisyon toplantısına gidiyorum şimdi. Hanım ararsa memleket meseleleriyle ilgileneceğim.”
“Tabi efendim, ben gerekli hazırlıkları yaptırayım efendim.”
Bozkırlar, tepeler ve dağlar, çorak ama bir o kadar da bereketli topraklar, kanla, özveriyle, aşkla, sevgiyle, sevdiğine kavuşamamanın verdiği azapla yoğrulmuş bu topraklar ve onun mütevazi, aza talim, kadere mahkum ve bir o kadar da isyankar insanları… İşte Ankara’dan yola çıkan teknik ekip tam da bu toprakların kalbine doğru ilerliyordu; aslında hiç ayrılmadıkları evlerine doğru.
“Eee, birader şimdi biz bu tenekeyi kurup köyün ortasına bırakacak mıyız?”
“Evet, kullanma kılavuzunu da muhtara veririz.”
“Veririz.”
Şoför koltuğunda oturan sivri suratlı adam, yanındaki kara saçları alnının ortasından başlayıp nerdeyse kaşlarıyla birleşecekmiş gibi duran adamın söylediği her söze, böyle kısa cevaplar veriyordu.
“Şu işi bitirelim de dönüşte bir Kanatçı Hayri’ye uğrayalım yahu, acıktım.”
“Uğrarız.”
Resmi plakalı araç, son üç yüz kilometredir bozuk yollardan ilerliyordu. Gidecekleri köye yaklaştıkça yollar, daha da bozuluyordu.
“Bu sarsıntıdan bizim teneke dağılmaz inşallah.”
“İnşallah!”
Akşam olmuş, güneş elini yüzünü dünyadan çekmişti iyice. Eski model kamyonetin emektar farları, artık yol olduğu zar zor anlaşılan çukurlarla ve toz toprakla dolu önlerinde ani kıvrımlarla uzanan yeri, aydınlatıyordu.
“Kayıp mı olduk dersin, burada ne in var ne cin?”
“Olmadık!”
Uzakta ışıkları gördüklerinde, bütün yol tek kelimelik cevaplarıyla, soğukkanlılık ve hoş sohbet haliyle insana yolu beş kat daha uzatan şoför de bile bir rahatlama belirmişti. Adam, ilk defa bir cümle kurmuştu.
“Aha da geldik, haçan.”
Köyün meydanına kadar gelmeleri yine de bir saati bulmuştu. Köy, ufak ve tek katlı harap halde kerpiçten yapılma evlerden oluşuyordu. Gece onları çoban köpekleri karşılamıştı, bir de sert ılık bir rüzgar. Karanlık içinde ilerlerken kilometrelerini onlara doğru göz kırpan cılız ışıklı bir binaya doğru sürdüler. Diğerlerinden biraz daha iyi durumda, en azından duvarlarında boya olan bir binaydı bu. Kamyoneti, hemen bahçe kapısında durdurmuşlar ve temkinli bir biçimde inmişlerdi. Tahta kapıyı üç kere yumruklayan şoför, sivri burnunun hemen dibinde beliren yaşlı, yüzü kurak topraklar kadar derin çukurlar ve çizgilerle dolu ihtiyarı, görünce bir an duraladı. İhtiyar;
“Hoş gelmişsiniz!” derken sesi, davetkar ve şefkatliydi.
“Dayı, biz bakanlıktan geliyoruz; bize muhtar Osman’ı bulmamız söylendi. Sen muhtar Osman’ı tanıyor musun?”
“Benim benim, hele buyurun gelin bir çay için. Yok, dayı bizim yolumuz uzun Ankara’ya geri döneceğiz köye bir paket getirdik.”
Adam, bu son söylediğini hafif bir tebessümle söylemişti, alaycı değildi bu tebessüm.
“Paket mi evladım, biz Hoca bekliyorduk, ne paketi?”
“He dayı, sizin öğretmeni paketledik, son model öğretmen bu.”
Şoförün arkasında dikilen tıknaz adam ilk defa söze karışmıştı. Sesinde hafif bir alay vardı onun.
“Şimdi dayı, biz bunu kuracağız nereye bırakalım?”
“Neyi Kuracaksınız evladım?”
“Öğretmeni işte, dayı.”
“Okul nerede, okul?”
“Okul yok bizde, yani benim evin yanında eski ahır var içi geniş, eski öğretmen orayı kullanırdı.”
“He, tamam şurası mı?”
“Evet.”
“Tamam, dayı biz oraya bırakıyoruz. Zaten sabah kendisi çalışmaya başlar programı falan yüklü bunun.”
“Yüklü mü, Kadın öğretmen mi?”
“Yok, dayı kadın değil, hatta adam da değil.”
İhtiyarın yüzü, söylenenlerin hiç birine anlam veremediğinden öylesine acayip bir hale girmişti ki iki adamda yüzlerindeki gülümsemeyi saklayamadılar.
“Neyse dayı, biz bırakıyoruz oraya. Bir sorun falan olursa bu bakanlığın numarası, buda destek hattı. Haydi hayırlı geceler!”
İki adam, kamyonetin arkasından bir adam boyunda kocaman dikdörtgen şeklindeki mukavva kutuyu sırtlanıp ihtiyarın şaşkın bakışları arasında gösterdiği binaya taşıdılar.
“Tamam, dayı sen geç evine rahatına bak, sizin bebeler artık modern öğretmen Şemsettin’e emanet! Programı belli yarın sabah 05:40’ta çalışmaya başlayacak.”
“İyi, siz öyle diyorsanız...”
İhtiyar, titrek elleriyle kapıyı kilitlerken adamlara sesleniyordu hala.
“Bari bir çay içseydiniz!”
Oysaki adamlar çoktan kamyonete binmişlerdi bile. İhtiyara bakıp bir korna çaldılar. İhtiyar, titreyen ellerini havaya kaldırıp el salladı onlara ve hızla karanlıkta kaybolmalarını seyretti. Devletin şefkatli eli böyle bir anda gelip olmadık zamanda ve yerde belirip alacağını alır vereceği varsa ki nadirdir verir ve aniden kaybolur giderdi; seksen küsur senedir bu hep böyleydi.
Hava daha aydınlanmamıştı tam. Güneş uyuşuk uyuşuk yükselmeye başlıyordu. Yeryüzüne savurduğu belli belirsiz ışıltılar tam da bu coğrafyaya özgü gölge oyunları yapıyordu. Naz, omuzlarının üzerinden uzanan örgü saçlarını savura savura evin avlusundan koşarak çıkıp taşlı köy yoluna vardığında zar zor seçiyordu etrafı. Küçücük kalbi, ayrı bir heyecanla atıyordu, son bir aydır.
Ankara’dan gelen heyetin bir gece yarısı ansızın gelip yeni öğretmenini köy muhtarına emanet etmesinin üzerinden tam bir ay geçmişti. O günden beri Naz, her sabah öğretmeni Şemsettin’in koca kutusundan çıkıp okulu hazırlamasını kaçırmamak için erkenden kalkıp eski ahır yeni okulun kapısına koşuyordu. Şemsettin’in ilk günü bütün köy neye uğradığını şaşırmıştı. İnsansı robotları televizyonda görmüşlerdi hatta şehre giden bazı köylüler yakından bile görmüştü; ama ilk defa hayatlarına dahil olmuştu bir tanesi. Şemsettin, o zamandan beri köyün her işine koşuyor ve hava kararana kadar dur durak bilmeden çalışıyordu. Köylüler, bu duruma git gide alışmışlardı. Hatta yolda gördüklerinde bazen onu selamlıyorlardı.
“Selam un aleyküm.” metalik bir ses ve “Aleyküm selam!” diye yanıt verdiğinde içlerinden bir tanesi hemen tövbe tövbe diyerek bu garip metal ucubeden uzaklaşıyordu. Onu, en çok çocuklar sevmişti.
Programında olmamasına rağmen, internet bağlantısı sayesinde çocukların oynadığı bazı oyunların kurallarını öğrenmiş onlara katılıyordu. Çocuklar, aniden küçücük hayatlarına giren bu metal adamın her tür muzipliklerine ses çıkarmaması ve dur durak bilmeyen ilgisi karşısında ona hem bir saygı hem de derin bir sevgi büyütmüşlerdi. Naz, için Şemsettin’in yeri apayrıydı. Babasının, onun okula gitmesine karşı koyuşları, bu metal adamın çıkıp gelmesiyle kesilmişti. Babası, biraz korkudan biraz da önceki erkek öğretmen gibi olmayışından yani hiçbir cinsiyete ait olmamasından Şemsettin’in Naz’a, bir şeyler öğretmesine ses etmiyordu. Sırf bu bile ona deli gibi bağlanmasına yetiyordu. Kız, köyün en çalışkan öğrencisiydi. Şemsettin’in programı, bu kadar başarılı ve zeki çocuklarla özellikle ilgilenmesini emrediyordu ona. Böylece, birbirlerine daha da bağlanmışlardı.
”Öğretmenim, öğretmenim günaydın!”
“Günaydın Naz. Dersin başlamasına üç saat yirmi beş dakika var. Hazırlık yapman için oldukça fazla vaktin var.”
Metalik ses de hiç duygu yoktu; ama Naz, belki öyle olmasını istediğinden Şemsettin’in konuşmasını hep sevecen buluyordu. Şemsettin, metal gövdesini oldukça kıvrak bir biçimde kullanarak ders hazırlıklarına devam ediyor. Minik esmer kız da ona yardım ediyordu. Beraber sıraları diziyor, elektronik tahtayı hazırlıyor, jeneratörü çalıştırıyorlardı. Diğer çocuklar da yavaş yavaş toplanmaya başlamışlardı. Ders saati yaklaşmıştı iyice. Eski ahırın içi, çocuk sesleriyle çınlıyordu.
“Hocam, bu kul elinden çıkma icadın çocuklara ders vermesi caiz mi?
“Buna karşı bir hadis yok.”
“Peki hocam, bu nesne namaz kıldırsa kabul olur mu?”
“Tövbe tövbe; sümme haşa, caiz olmasını bırak, namaz kıldırsa bile kabul olmaz.”
Okulun karşısındaki taş kahvede, bu sohbetler son bir aydır çok sık tekrarlanır olmuştu. Köylüler bir yandan sorguladıkları bu aletin insan ahlakı için yanlış olduğunu düşünüyor bir yandan da her işe koşan bu icattan faydalanmanın türlü türlü yollarını buluyorlardı. Şemsettin, sadece okulda değil, tarlada, tıkanan su kanallarında, her yerde harikalar yaratıyordu. Bu yüzden herkes ona saygı duymaya başlamıştı.
Okul bitiminde Naz’ı, büyük abisi karşılamış ve eve misafir geleceğini haber vermişti. On altı yaşlarındaki delikanlı minik kardeşinin eve sağ salim vardığından emin olduktan sonra yine köy meydanın yolunu tutmuştu.
Babasıyla misafirleri karşılamaya gidecekti. Naz, evde annesinin, evi misafirlere uygun şekilde hazırlamasına yardım ediyordu. Ev de her zamankinden farklı bir telaş vardı. Annesi Naz’ın yüzüne pek bakmıyor hatta bakışlarını ondan kaçırıyordu. Babası evin avlusunda bir aşağı bir yukarı heyecanla volta atıyordu. Sonunda, bir otomobilin evin kapısına yanaşıp durmasıyla heyecanlı bekleyiş doruğa ulaşmış ve tüm ev ahalisi kapıya hücum etmişti. Arabadan iki erkek ve üç kadın inmişlerdi. Kadınların kolları ve boyunları altın takılarla doluydu. Pazende kıyafetleri, dolgun vücutlarını tamamen saran ve onları olduklarından daha şişman gösteren bir bollukta ve oldukça zevksiz seçilmişlerdi. Kadınların yüzleri ifadesiz hatta mutsuz gibiydi. Erkeklerden yaşlı olanı bastonuna dayanmıştı, uzun ve zorlu yıllar geçirdiği belli olan yüzü, çok sert duruyordu. Yaşına göre oldukça çevik bir hareketle koluna girmeye yeltenen daha genç adamı savuşturmuş ve Naz’ın babasının yanına doğru ilerlemeye başlamıştı. Naz’ın babası, kapıda onları karşılamış, hepsine tek tek sarılmış ve ihtiyarın elini öpmüştü. Adam, avludan içeri girer girmez tüm ev ahalisini gözleriyle süzmüş ve Naz’ı, gördüğünde oğlu olduğu anlaşılan adama dönerek;
"Bu mu a oğlum?" diye sormuştu. Genç adam da çekinerek;
"Evet baba."
Sesinde garip bir heyecanla; "Pek de küçükmüş, pek de güzelmiş amma…"
”Gel bakalım a güzel kız gel.” diyerek Naz’ı yanına çağırdığında; Naz, ona öğretilen saygıyla kendinden oldukça büyük adamın elini öpmüş ve gözlerini yere dikerek önünde sabit kalıp beklemişti. Adam, cebinden çıkarttığı kocaman altın bir kolyeyi Nazın boynuna takmış ve hep beraber eve doğru yol almışlardı.
Ertesi gün, Şemsettin rutin görevlerini yapmak için yine aynı şekilde gün doğumuyla harekete geçmiş, öğlene doğru ise daha önce karşılaşmadığı bir manzarayla karşılaşmıştı. Köy meydanının ortasında kurulan sofralar ve çalan davullar eşliğinde kalabalığın arasından sessizce geçip giderken Naz’ı görmüştü. Naz, her zamankinden farklı giyinmiş bembeyaz gelinliği ve duvağıyl kendinden oldukça yaşlı bir adamın yanında suspus oturuyordu Hava kararmış ve köydeki eğlence iyice artmıştı. Halaylar çekiliyor, davullar durmadan çalıyordu. Naz ve yaşlı adam, kendilerine tahsis edilen eve doğru köylülerin neşe dolu haykırışları eşliğinde ilerlemeye başlamışlardı. Naz, sert suratlı ihtiyarla evin yatak odasında yalnız kalmıştı şimdi. Adam, küçük kızdan gözlerini ayırmadan soyunmaya başlamıştı. Kızın küçücük bedeni, korkudan tir tir titrerken adamın ona iyice yaklaşması gerilimi doruğa çıkarmış; kızcağız acı bir çığlık atıvermişti. Çığlığı suratına inen tokatla kesilmiş ve küçücük bedeni yatağa savrulmuştu. Korkudan kaskatı kesilmişti. Hiçbir şey yapamıyor, haykıra haykıra ağlıyordu. Adam, tüm gücüyle kızın üzerindekileri parçalayıp bir kenara atmış, arada ağlamasını durdurmak için masum yüzüne tokatlar indirmişti. Naz, çok debelenmiş ama korkudan ve şoktan kaskatı kesilmiş yatıyordu. Adamın, küçücük bedeninden içeri girmesiyle son bir çığlık atmış, yediği yumruğun şiddetiyle sesi kesilivermişti. Ruhunun ve vücudunun her zerresinin kirlendiğini hissediyor; ancak hiçbir şey yapamıyordu. Sadece bu gecenin bir an önce bitmesi için yalvarıyordu Yaradan’a Küçük kızın, kabusuna inat çalan davul zurna sesleri en sonunda kesilmiş geceye sessizlik çökmüştü. Tan yeri ağardığında Şemsettin, tekrar faaliyete geçmiş, günlerdir okula gelmeyen en iyi öğrencisini kontrol etmek için Naz’ın evine gitmişti. Onu karşılayan acı dolu haykırışlar olmuştu. Kapıdan içeriye baktığında minik kızın cansız bedeninin tavanda sallandığını gördü. Kısa bir süre, veri alış verişi yapmak için öylece kalan Şemsettin küçük kızı indirip kucaklamış. Etrafındakilerin hayret dolu bakışları arasından köyün mezarlığına doğru ilerlemeye başlamıştı.
Ortalık sessizleşip herkes köşesine çekilmeye başladığı sıralarda Şemsettin’in hala etrafta olmadığını fark eden köylüler onu, kazdığı mezarın başında hareketsiz buldular. Bir makinenin, imansız bir makinenin, duasız gömdüğü küçük kızı, mezarından çıkartıp köy imamının düzenlediği bir cenaze töreniyle gömmek için camiye taşıdılar. Hareketsiz duran Şemsettin’e ise kinle öfkeyle saldırıp ona, parça parça olana kadar vurdular. Jandarmalar geldiğinde ise hep bir ağızdan Şemsettin’i suçladılar. İşte böylece sonlandı Milenyum Köyü Projesi, katil robotun acımasızca kıydığı gencecik kızın hikayesiyle. İnsanoğlu namerttir; çoğu zaman ben yaptım demez, diyemez.
Dostları ilə paylaş: |