Tam ona yarım altını uzatıyordum ki, bir şey pencereye doğru sıçradı ve Bay Bilder'ın yüzü şaşkınlıkla sanki iki kat uzadı.
-270-
"Eğer ihtiyar Bersicker kendiliğinden geri dönmediyse," dedi, 'Tanrı beni kutsasm!"
Gidip kapıya açtı; bu bana son derece gereksiz bir hareketmiş gibi geldi. Eğer arada sağlam bir engel yoksa vahşi hayvanın o kadar da güzel görünmediğini düşünmüşümdür. Kişisel bir deneyim bu fikri zayıflatmak yerine daha da güçlendirdi.
Bununla birlikte, alışkanlık gibisi yoktur; çünkü ne Bilder ne de karısı kurdu bir köpekten farklı görmüyorlardı. Hayvanın kendisi de, Kırmızı Başlıklı Kız'ın eski dostu kurdun, kılık değiştirmiş halde küçükhanımın güvenini kazanmaya çalıştığı zamanki kadar barışçıl ve iyi huylu görünüyordu.
Bütün sahne anlatılamaz ölçüde komik ve acıklıydı. Yarım gün boyunca Londra'yı felç eden ve şehirdeki bütün çocukları tir tir titreten kötü kurt bir tür pişmanlık içindeydi ve kurnaz, hayırsız bir evlat gibi içeri kabul edilip okşandı. İhtiyar Bilder onu şefkat dolu bir özenle baştan aşağı muayene etti ve tövbekâ-rıyla işini bitirdiği zaman şöyle dedi:
"İşte, zavallı ihtiyarın bir şekilde başını belaya sokacağını biliyordum, bunu baştan beri söylemedim mi? İşte kafası, kesikler ve kırık cam parçalarıyla dolu. Kör olasıca bir duvarın üzerinden atlamaya çalışmış. Duvarların üstüne kırık şişe saplamalarına izin verilmesi ne utanç verici. İşte sonu böyle oluyor. Gel hadi, Bersicker."
Kurdu aldı ve neredeyse şişman bir buzağı kadar büyük bir parça et verip karnını doyurduktan sonra bir kafese kapattı ve rapor vermeye gitti.
-271-
Ben de hayvanat bahçesinden kaçan kurdun sıradışı hikâyesini size aktarmak üzere geri döndüm.
DR. SEWARDIN GÜNLÜĞÜ
17 Eylül - Akşam yemeğinden sonra, çalışma odamda, diğer işlerin yoğunluğu ve Lucy'ye yaptığım pek çok ziyaret dolayısıyla epeyce geride kalan defterlerimi tamamlamakla uğraşıyordum. Birdenbire kapı hızla açıldı ve yüzü tutkuyla çarpılmış hastam içeri daldı. Yıldırım çarpmışa döndüm; çünkü bir hastanın cam istediğinde yöneticinin odasına girmesi neredeyse görülmedik bir şeydi. Bir an bile duraksamadan üzerime atıldı. Elinde bir yemek bıçağı vardı ve adamın tehlikeli olduğunu anladığımdan masayı aramızda tutmaya çalıştım. Ama bana göre fazlasıyla hızlı ve güçlüydü; çünkü ben dengemi sağlamaya fırsat bulamadan bıçağı bana doğru savurdu ve sol bileğimi feci şekilde kesti. Bununla birlikte, tekrar saldırmasına fırsat vermeden sağ elimle ona bir yumruk indirdim ve sırtüstü yere serildi. Bileğim fena halde kanıyordu ve damlayan kanlardan halının üzerinde bir gölcük oluşmuştu. Dostumun daha fazla çaba sarf etmek gibi bir niyeti olmadığını gördüm ve bileğimi sarmaya koyuldum; bir yandan da tedbiri elden bırakmayıp yerde boylu boyunca yatmakta olan adamı gözlüyordum. Görevliler koşarak içeri daldığında ve bakışlarımızı ona çevirdiğimizde, ne yaptığını görmek
-272-
gerçekten de midemi bulandırdı. Karınüstü yerde yatmış, bir köpek gibi yaralı bileğimden akan kanlan yalıyordu. Kolayca yakalandı ve bakıcılarla birlikte sakin sakin giderken sürekli tekrarladığı söz beni hayrete düşürdü: "Kan hayattır! Kan hayattır!"*
Şu anda kan kaybetme riskini göze alamam: Son zamanlarda fiziksel açıdan sağlıklı olamayacak kadar fazlasıyla kan kaybettim zaten. Aynı zamanda, Lucy'nin hastalığının uzaması ve bu hastalığın korkunç aşamalarının gerginliği üzerimdeki etkisini göstermeye başladı. Aşın sinirli ve bitkinim; dinlenmeye, dinlenmeye, dinlenmeye ihtiyacım var. Bereket versin ki, Van Helsing beni çağırmadı, dolayısıyla uykumdan vazgeçmeme gerek yok; bu gece uyumadan yapamazdım.
Telgraf, Van Helsing, Antwerp'ten Seward, Carfax'a.
(Sussex Carfax'a gönderilmiş, ilçe belirtilmediği için yirmi iki saat geç teslim edilmiştir.)
17 Eylül - Bu gece Hillingham'da bulunmayı ihmal etme. Bütün gece boyunca nöbet tutmasan bile Lucy'yi sık sık ziyaret et ve çiçeklerin yerine konduğundan emin ol; çok önemli; ihmal etme. Varır varmaz, yanına geleceğim.
* Büyük ihtimalle Yasanın Tekran'na Deuteronomy'ye gönderme yapılıyor. "Yalnız kan yemediğinizden emin olun; çünkü kan hayattır ve etle birlikte kan yiyemezsiniz." Ayrıca bkz. Yasanın Tekrarı 12:16; Yaradılış 9:4; Levililer: 17:12.
-273-
DR. SEWARDIN GÜNLÜĞÜ
18 Eylül - Londra trenine binmek üzere daha yeni çıktım. Van Helsing'in telgrafının gelişi içimi dehşetle doldurdu. Bütün bir geceyi kaybettik ve ben önceki acı tecrübelerimden bir gecede neler olabileceğini biliyorum. Elbette ki, her şeyin yolunda gitmiş olması da mümkün, ama neler olmuş olabilir? Kesinlikle başımızda korkunç bir uğursuzluk dolaşıyor ve yapmaya çalıştığımız her şeyde önümüze olabilecek tüm aksilikleri çıkarıyor. Bu silindiri de yanıma alacağım, böylelikle Lucy'nin fonograf kaydını tamamlayabilirim.
LUCY WESTENRANIN BIRAKTIĞI NOT
17 Eylül. Gece - Bunu yazıp görülebilecek bir yere bırakıyorum, böylece kimsenin başı benim yüzümden belaya girmeyecektir. Bu, bu gece burada olanlar olarak kaydedilmiştir. Zayıflıktan öldüğümü hissediyorum ve zar zor yazabiliyorum, ama yazarken ölsem bile yazmalıyım.
Dr. Van Helsing'in talimat verdiği gibi çiçeklerin yerleştirilip yerleştirilmediğine baktıktan sonra her zamanki gibi yatağa gittim ve kısa bir süre sonra uykuya daldım.
Pencereden gelen kanat çırpma sesleriyle uyandım. Bu sesler Mina'nın beni kurtardığı gün, uykumda Whitby'deki uçuruma gitmemden sonra başlamıştı ve artık bu sesleri çok iyi tanıyorum. Korkmadım, ama keşke Dr. Se-ward yan odada olsaydı diye düşündüm. Dr.
-274-
Van Helsing olacağını söylemişti, o zaman onu çağırabilirdim. Uyumaya çalıştım, ama uyuyamadım. Sonra yine o eski uyuma korkusu içimi doldurdu ve uyanık kalmaya karar verdim. Aksi gibi, ben istemezken uykum geliyordu; bu yüzden yalnız kalmaktan korktuğum için kapıyı açtım ve dışarıya seslendim: "Orada kimse var mı?" Cevap yoktu. Annemi uyandırmaktan korkuyordum, bu yüzden kapıyı tekrar kapattım. Sonra dışarıdan, çalılığın içinden köpek uluması gibi bir ses geldi, ama ses daha vahşi ve derindendi. Pencereye gidip dışarı baktım, ama kanatlarını pencereye çarpan büyük bir yarasa dışında hiçbir şey göremedim. Böylece yatağa döndüm, uyumamaya kararlıydım. Biraz sonra kapı açıldı ve annem içeri baktı; kıpırdanmamdan uyumadığımı anlayarak içeri girdi ve yanıma oturdu. Bana her zamankinden daha tatlı ve yumuşak bir şekilde şöyle dedi:
"Senin için huzursuz oldum tatlım, iyi olup olmadığına bakmaya geldim."
Orada otururken üşütmesinden korktum ve yatağa girip benimle uyumasını istedim, böylece yatağa girdi ve yanıma uzandı; sabahlığını çıkarmadı; sadece bir süre kalıp kendi yatağına döneceğini söyledi. Orada birbirimize sarılmış yatarken penceredeki kanat çırpma sesleri yine duyuldu. Annem irkildi ve biraz korkarak haykırdı: "Bu da ne?" Onu yatıştırmaya çalıştım ve sonunda başardım; sessizce yattı, ama zavallı kalbinin hâlâ korkunç bir hızla çarptığını duyabiliyordum. Bir süre sonra çalılıktaki o derinden uluma yine
-275-
duyuldu, biraz sonra da pencereden bir şangırtı geldi ve kınk cam parçalan içeriye saçıldı. Pencere perdesi içeri giren rüzgârla havalandı ve kınk camın boşluğunda büyük, cılız, gri bir kurdun kafası belirdi. Annem korkuyla çığlık attı, doğrulup oturmaya çabaladı ve yardım umarak çevresine deli gibi bakınırken Dr. Van Helsing'in boynuma takmam konusunda ısrar ettiği kolyeyi de yakaladı ve boynumdan kopardı. Bir iki saniye kurdu işaret ederek oturdu; boğazında garip ve korkunç bir hırıltı vardı; sonra yıldınm çarpmış gibi düştü ve düşerken başı alnıma çarparak başımın bir iki saniye dönmesine sebep oldu. Oda dönmeye başladı sanki. Gözlerimi pencereye diktim, ama kurt başını geri çekti ve kınk pencereden içeri sayısız küçük noktacık akmaya başladı, gezginlerin çöllerde gördüklerini anlattıklan, samyeli çıktığında olduğu gibi tozdan bir sütun halinde dönüp duruyorlardı. Yerimden kıpırdamaya çalıştım, ama üzerimde sanki bir büyü vardı ve annemin daha şimdiden soğumaya başlayan zavallı bedeni -çünkü sevgili kalbi artık atmıyordu- üzerimde ağırlık yapıyordu ve sonrasını hatırlamıyorum.
Tekrar ayılana kadar geçen zaman, bu sefer o kadar uzun gelmedi, ama çok, çok korkunçtu. Yakınlarda bir yerlerden bir çan sesi duyuluyor, çevredeki köpekler uluyor ve bizim çalılıkta, tam dışanda, bir bülbül ötüyordu. Acıdan, korkudan ve halsizlikten şaşkına dönmüş, sersemlemiştim; ama bülbülün sesi, beni rahatlatmak için geri dönen, ölmüş
-276-
annemin sesi gibi geldi. Anlaşılan, sesler hizmetçileri de uyandırmıştı, çünkü kapımın dışında çıplak ayaklannın sesini duyuyordum. Onlara seslendim ve içeri girdiler; yatakta üzerimde yatan annemi görünce bir çığlık kopardılar. Kınk pencereden içeri bir rüzgâr esti ve kapı çarparak kapandı. Sevgili annemin bedenini kaldırdılar ve ben kalktıktan sonra onu yatağa uzattılar, üzerini bir çarşafla örttüler. O kadar korkmuş ve o kadar gergindiler ki, onlara yemek odasına gidip birer bardak şarap içmelerini söyledim. Kapı bir an için açıldı ve sonra yine kapandı. Hizmetçiler çığlık attılar ve sonra birbirlerinden aynlma-dan yemek odasına gittiler. Ben de üzerimde ne kadar çiçek varsa, hepsini annemin göğsüne yerleştirdim. İşim bittikten sonra Dr. Van Helsing'in bana söylediklerini hatırladım, ama çiçekleri oradan almak istemedim, aynca, bu gece hizmetçilerden birkaçı artık benimle oturabilirdi. Hizmetçiler geri dönmeyince şaşırdım. Onlara seslendim, ama cevap veren olmadı, bu yüzden onlan aramak için yemek odasına gittim.
Ne olduğunu görünce yüreğim duracak gibi oldu. Dördü birden yere yığılmış, güçlükle nefes alıyorlardı. Şarap sürahisi yan dolu olarak, masanın üzerindeydi, ama tuhaf, keskin bir koku yayıyordu. Kuşkulandım ve sürahiyi inceledim. Afyonruhu kokuyordu ve büfenin üzerine baktığımda, o hayattayken annemin doktorunun onun için kullandığı şişenin boş olduğunu gördüm. Ne yapacağım? Ne yapmam gerekiyor? Odaya, annemin yanı-
-277-
na döndüm. Onun yanından ayrılamam ve birisinin uyuşturduğu hizmetçiler sayılmazsa yalnızım. Ölüyle birlikte, tek başıma! Dışarı çıkmaya cesaret edemiyorum, çünkü kırık pencereden başını uzatan kurdun ulumasını hâlâ duyabiliyorum.
Hava, pencereden gelen cereyanın içinde süzülüp dönen noktacıklarla dolu sanki ve ışıklar maviye dönüyor. Ne yapacağım? Tanrım, bu gece beni kötülüklerden koru! Bu kâğıdı göğsümde saklayacağım, böylece beni gömmeye geldiklerinde bulabilecekler. Sevgili annem gitti! Şimdi de sıra bende. Eğer bu gece hayatta kalamazsam, hoşça kal sevgili Arthur. Tanrı seni korusun, canım; Tanrım, bana yardım et!
-278-
ON İKİNCİ BÖLÜM
DR. SEWARDIN GÜNLÜĞÜ
18 Eylül - Zaman kaybetmeden Hilling-ham'a doğru yola çıktım ve erkenden vardım. Arabamı bahçe kapısında bekleterek eve giden yolu tek başıma yürüdüm. Hafifçe kapıyı vurdum. Zili elimden geldiği kadar sessizce çaldım, çünkü Lucy ya da annesini uyandırmaktan korkuyordum ve kapıya bir hizmetkârın gelmesini umuyordum. Bir süre sonra, kimse açmayınca, kapıyı ve zili tekrar çaldım; hâlâ kimse cevap vermedi. Bu saate kadar uyuyan hizmetkârların tembelliğine lanet ettim. Çünkü saat ona gelmişti ve tekrar, ama bu sefer daha büyük bir sabırsızlıkla zili çalıp kapıya vurdum, yine açan olmadı. O âna dek yalnızca hizmetkârları suçluyordum, ama şimdi içimi müthiş bir korku sarmaya başlamıştı. Bu sessizlik, çevremizi sıkı sıkıya kuşatan uğursuz zincirin yeni bir halkası mıydı? Burası aslında çok geciktiğim bir ölüm evi miydi? Yine o korkunç kötüye dönüşlerden birini yaşıyorsa, gecikilmiş dakikalar, hatta saniyelerin bile Lucy için tehlike saatleri demek olduğunu biliyordum ve şans eseri içeri girmenin bir yolunu bulmak için evin çevresini dolandım.
İçeri girebileceğim bir yer bulamadım. Bü-
-279-
tün kapı ve pencereler kapalı ve kilitliydi; çaresiz bir şekilde ön tarafa döndüm. Bu sırada, hızla sürülen bir atın nal seslerinin patırtısını duydum. Bahçe kapısında durdular ve birkaç saniye sonra eve giden yolda koşan Van Helsing ile karşılaştım. Beni görünce nefes nefese şöyle dedi:
"Demek sendin ve yeni geldin. O nasıl? Çok mu geç kaldık? Telgrafımı almadın mı?"
Elimden geldiğince çabuk ve anlaşılır bir şekilde telgrafı daha bu sabah aldığımı, buraya gelmek için bir dakika bile kaybetmediğimi, ama evdekilere sesimi duyuramadığımı söyledim. Duraksadı ve üzüntüyle şunları söylerken şapkasını kaldırdı:
"Öyleyse, korkarım, çok geç kaldık. Tan-n'nm buyruğu yerine geldi!" Her zaman kendini yenileyen enerjisiyle devam etti: "Gel. İçeri girmenin bir yolu yoksa, biz bir yol açmak zorundayız. Zaman artık bizim için her şey demek."
Evin arkasına, mutfak penceresinin bulunduğu yere dolandık. Profesör çantasından ufak bir ameliyat testeresi çıkardı ve bana uzatarak pencereyi koruyan demir parmaklıkları işaret etti. Hemen işe koyuldum ve kısa sürede üçünü de kesmeyi başardım. Sonra uzun, ince bir bıçakla pencerenin çengelini ittirip açtık. Profesörün içeri girmesine yardım ettim ve arkasından da ben girdim. Ne mutfakta ne de yakınındaki hizmetçiler odasında kimseyi görmedik. Geçtiğimiz yerlerde bütün kapılan denedik ve panjurların arasından sızan ışıkla hafifçe
-280-
aydınlanan yemek odasına girdiğimizde yerde yatan dört hizmetçi kadını bulduk. Ölmüş olduklarını hiç düşünmedik bile, çünkü horultulu soluk alıp verişleri ve odadaki keskin afyonruhu kokusu durumlarının ne olduğunu açıkça gösteriyordu. Van Helsing ile ben birbirimize baktık ve oradan çıkarken doktor, "Onlarla daha sonra ilgilenebiliriz," dedi. Sonra Lucy'nin odasına çıktık. Bir iki saniye kadar içeriyi dinlemek için kapıda durduk, ama hiç ses gelmiyordu. Bembeyaz kesilen yüzler ve titreyen ellerle yavaşça kapıyı açıp odaya girdik.
Gördüklerimizi nasıl anlatabilirim ki? Yatakta iki kadın yatıyordu; Lucy ve annesi. Annesi iç taraftaydı ve beyaz bir çarşafla örtülmüştü; kırık pencereden gelen esintiyle çarşafın ucu kalkmış, dehşet içinde donakalmış, süzülmüş, beyaz yüzü açığa çıkarmıştı. Yanında Lucy yatıyordu, onun da yüzü beyazdı, ama daha çok süzülmüştü. Boynunda asılı olması gereken çiçekleri annesinin göğsü üzerinde bulduk; Lucy'nin boğazı çıplaktı ve önceden fark etmiş olduğumuz iki küçük yara açıktaydı, ama bu sefer korkunç derecede beyaz ve parçalanmış görünüyorlardı. Profesör hiçbir şey söylemeden yatağın üzerine eğildi, başını neredeyse zavallı Lucy'nin göğsüne değdirdi; sonra dinleyen biri gibi hızla başını çevirdi ve ayağa fırlayarak bana haykırdı:
"Henüz çok geç değil! Çabuk! Çabuk! Konyak getir!"
Koşarak aşağı indim ve konyakla geri döndüm; bunun da içine masanın üzerinde bul-
-281-
duğum şarap sürahisi gibi uyuşturucu katılmış olmasın diye koklayıp tadına bakmayı ihmal etmedim. Hizmetçiler hâlâ horluyorlardı, ama horultu sesleri artık daha huzursuz çıkıyordu; uyuşturucunun etkisini kaybetmeye başladıklarını düşündüm. Orada bundan emin olacak kadar uzun süre kalmayıp Van Helsing'in yanına geri döndüm. Daha önce de yaptığı gibi konyakla Lucy'nin dudaklarını, dişetlerini, bileklerini ve avuç içlerini ovdu. Bana şöyle dedi:
"Bunu ben hallederim; şu anda yapabileceğimiz tek şey bu. Sen gidip şu hizmetçileri uyandır. Yüzlerine ıslak bir havluyla sık bir şekilde vur. Ateş yakıp sıcak bir banyo hazırlasınlar. Bu zavallı şey neredeyse yanındaki kadar soğumuş. Bir şey yapmadan önce ısıtılması gerekecek."
Hemen gittim ve kadınların üçünü uyandırmakta pek zorlanmadım. Dördüncüsü genç bir kızdı ve belli ki, uyuşturucu onu daha fazla etkilemişti, bu yüzden onu kanepeye geçirdim ve uyumasına izin verdim. Diğerleri ilk başta sersem gibiydiler, ama olanları hatırladıklarında ağlamaya, isterik bir şekilde hıçkırmaya başladılar. Ama benim tavırlarım sertti ve konuşmalarına izin vermedim. Onlara bir hayatı kaybetmenin zaten yeterince kötü olduğunu ve ellerini çabuk tutmazlarsa, Bayan Lucy'yi de feda edeceklerini söyledim. Böylece, ağlaşarak buyurduğum işe koyuldular ve yan giyinik bir halde ateş ve su hazırladılar. Neyse ki, mutfak ve kazan ateşleri hâlâ yanıyordu ve sıcak su vardı. Bir banyo ha-
-282-
I
zırladık ve Lucy'yi olduğu gibi taşıyıp küvetin içine yerleştirdik. Biz kollarını ve bacaklarını ovalamakla meşgulken kapı çalındı. Hizmetçilerden biri koşarak dışarı çıktı, üzerine bir iki parça daha giysi alarak kapıyı açmaya gitti. Sonra geri döndü ve bize Bay Holmwo-od'dan haber getiren bir beyefendinin geldiğini söyledi. O an hiç kimseyle uğraşamayaca-ğımız için, adama beklemek zorunda olduğunu bildirmesini söyledim. Hizmetçi bunu iletmek üzere gitti ve kendimizi tamamen işimize vermiş olduğumuzdan adamı unuttum.
Onu tanıdığım tüm süre boyunca profesörün bu kadar büyük bir gayretle çalıştığını hiç görmemiştim. Ölüme kafa tuttuğumuzu o da ben de biliyorduk ve ara verdiğinde bunu ona da söyledim. Bana anlamadığım bir şekilde, ama yüzünde çok sert bir ifadeyle yanıt verdi:
"Bu kadarla kalsaydı, hemen burada durur ve onun huzura kavuşmasına izin verirdim, çünkü ufukta hayat ışığı göremiyor olurdum." İşine, sanki yenilenmiş ve daha çılgınca bir enerjiyle devam etti.
Biraz sonra ikimiz de sıcaklığın etkisini göstermeye başladığını fark ettik. Lucy'nin kalbi, stetoskopun altında biraz daha duyulur bir şekilde atmaya başladı ve ciğerlerinde gözle görülür bir hareketlenme oldu. Van Helsing'in yüzü sevinçten ışıl ısıldı ve Lucy'yi banyodan çıkarıp kurulamak için sıcak bir çarşafa sardığımız sırada şunları söyledi:
"Hamle sırası bizde! Şah!"
Lucy'yi o zamana kadar hazırlanmış olan başka bir odaya götürdük, yatağa yatırıp bo-
-283-
gazından aşağı birkaç damla konyak akıtmaya çalıştık. Van Helsing'in, Lucy'nin boynuna yumuşak, ipek bir mendil doladığını fark ettim. Hâlâ baygındı ve daha kötü olmasa da, en az ilk gördüğümüz kadar kötüydü.
Van Helsing kadınlardan birini çağırdı ve Lucy'yle kalmasını, biz geri dönene kadar gözünü ondan ayırmamasını söyledi; sonra beni odadan dışanya çağırdı.
Merdivenlerden aşağı inerken, "Ne yapılması gerektiğini konuşmalıyız," dedi. Koridorda yemek odasının kapısını açtı ve içeri girip kapıyı dikkatlice arkasından kapattı. Panjurlar açılmıştı, ama perdeler, alt sınıftan İngiliz kadınlarının her zaman mutlaka yaptıkları gibi, ölüme gösterilen saygı ile indirilmişti. Bu yüzden oda yan karanlıktı. Ama bize yetecek kadar ışık vardı. Van Helsing'in sert ifadesi şaşkınlığa dönüştü. Besbelli, kafasını kurcalayan bir şeyler vardı, bu yüzden bir an susup bekledikten sonra dönerek konuştu:
"Şimdi ne yapacağız? Kimden yardım isteyeceğiz? Yeni bir kan nakli yapmamız gerekiyor, hem de çok kısa bir süre içinde; yoksa zavallı kız bir saat bile yaşamayacak. Sen zaten bitkinsin; ben de bitkinim. Kan verecek cesaretleri olsa bile o kadınlara güvenmeye korkarım. Onun için kan verecek birini nereden bulacağız?"
"Ben veremez miyim?" Bu ses odanın diğer ucundaki kanepeden gelmiş ve yüreğimi ferahlatıp içimi sevinçle doldurmuştu, çünkü Quincey Mor-ris'in sesiydi. Van Helsing ilk başta bu sese
-284-
karşı öfkeyle döndü, ama ben, "Quincey Morris!" diye haykınp ellerimi uzatarak ona doğru koşunca, yüzü yumuşadı ve gözleri sevinçten parladı.
Ellerimiz buluşurken, "Seni buraya getiren ne?" diye haykırdım.
"Sanırım, sebep Art."
Bana bir telgraf uzattı.
"Üç gündür Seward'dan haber alamıyorum ve çok endişeliyim. Buradan ayrılamıyorum. Babam hâlâ aynı durumda. Bana Lucy'nin durumunu bildir. Geciktirme. -HOLMWOOD."
"Sanırım, tam zamanında geldim. Biliyorsun, bana sadece ne yapmam gerektiğini söylemen yeterli."
Van Helsing ileri doğru adım atıp Quincey Morris'in elini tuttu ve doğruca gözlerinin içine bakarak şunları söyledi:
"Bir kadının başı dertteyken dünya yüzünde bulunacak en iyi şey cesur bir erkeğin kanıdır. Sen bir erkeksin, buna şüphe yok. Eh, şeytan bize karşı elinden geleni ardına koymayabilir, ama Tanrı erkeğe ihtiyacımız olduğunda bize hep bir tane gönderiyor."
Bir kez daha o korkunç operasyonu yaptık. Ayrıntılarını anlatmayı yüreğim kaldırmıyor. Lucy korkunç bir şok yaşamıştı ve bu onu öncekilerden daha kötü etkilemiş olmalıydı, çünkü damarlarına verilen oluk oluk kana rağmen tedaviye öbür operasyonlardaki kadar olumlu yanıt vermedi. Hayata dönme mücadelesini görmek ve duymak korkunç bir şeydi. Bununla birlikte, hem kalbinin hem de
-285-
ciğerlerinin durumu iyileşti, Van Helsing daha önceki gibi deri altına morfin enjekte etti ve bu işe yaradı. Lucy'nin baygınlığı derin bir uykuya dönüştü. Ben Quincey Morris ile birlikte aşağı inip kapıda bekleyen arabacılara ödeme yapması için hizmetçilerden biriyle para yollarken, profesör, Lucy'nin başında bekledi. Bir bardak şarap içirdikten sonra Quincey'yi uzanır halde bıraktım ve aşçıya sıkı bir kahvaltı hazırlamasını söyledim. Sonra aklıma bir şey geldi ve Lucy'nin bulunduğu odaya geri döndüm. Yavaşça içeri girdiğimde Van Helsing'in elinde bir iki not kâğıdı olduğunu gördüm. Belli ki, bunları okumuştu ve eli alnında, oturmuş düşünüyordu. Yüzünde sert bir tatmin ifadesi vardı, şüphesi doğrulanmış gibi görünüyordu. Yalnızca şunu söyleyerek bana kâğıdı uzattı. "Lucy'yi banyoya taşırken bu göğsünden düştü."
Kâğıdı okuduktan sonra olduğum yerde profesöre bakakaldım ve bir an bekledikten sonra sordum: 'Tanrı aşkına, bütün bunlar ne demek oluyor? Lucy deli mi, delirdi mi? Ya da ne gibi korkunç bir tehlike altında?" O kadar afallamıştım ki, söyleyecek başka bir şey bulamadım. Van Helsing elini uzattı ve kâğıdı alarak şöyle dedi:
"Artık bununla canını sıkma. Şimdilik unut. Zamanı gelince her şeyi öğrenecek ve anlayacaksın; ama daha buna zaman var. Peki, sen ne söylemeye gelmiştin?" Bu beni gerçeklere döndürdü ve kendime geldim.
"Ölüm sertifikası hakkında konuşmaya gelmiştim. Yerinde ve akıllıca davranmaz-
-286-
sak, bir soruşturma açılabilir ve o belge sorulabilir. Bir soruşturmaya gerek kalmayacağını umuyorum, çünkü başka bir şey olmasa bile böyle bir şey zavallı Lucy'yi kesinlikle öldürür. Bayan Westenra'nin kalp rahatsızlığı olduğunu ben biliyorum, siz biliyorsunuz ve onunla ilgilenen diğer doktor biliyor; dolayısıyla onun bu hastalıktan ötürü öldüğünü belgeleyebiliriz. Hemen belgeyi hazırlayalım, onu nüfus memuruna ben kendim götüreceğim ve oradan da cenaze le-vazımatçısma giderim."
"Güzel, dostum John! İyi düşünmüşsün! Gerçekten de etrafını kuşatan düşmanlar Bayan Lucy'yi üzüyor olsa bile en azından onu seven dostları arasında mutludur. Bir, iki, üç kişi; hepsi de onun için kanlarını verdiler, ayrıca bir de yaşlı adam. Ah, evet, biliyorum, dostum John; kör değilim! Seni bunun için daha fazla seviyorum! Şimdi git."
Koridorda Quincey Morris ile karşılaştım, elinde Arthur'a yazdığı bir telgrafla bekliyordu; Bayan Westenra'nin öldüğünü, Lucy'nin de hasta olduğunu, ama durumunun şimdi daha iyiye gittiğini; Van Helsing'le benim yanında olduğumuzu yazmıştı. Ona nereye gittiğimi söyledim, ama ben giderken şöyle dedi: "Geri döndüğünde, Jack, seninle baş başa bir iki kelime konuşabilir miyim?" Evet, anlamında başımı salladım ve dışan çıktım. Kayıt konusunda hiç zorluk yaşamadım ve bölgenin cenaze levazımatçısmın tabut ölçüsü alıp hazırlıkları yapmak için akşam eve gelmesini ayarladım.
-287-
Geri döndüğümde Quincey beni bekliyordu. Lucy'nin nasıl olduğuna bakar bakmaz, onunla görüşeceğimi söyleyip Lucy'nin odasına çıktım. Hâlâ uyuyordu ve anlaşılan, profesör yanı başındaki sandalyeden hiç kıpırdamamıştı. Parmağını dudaklarına götürmesine bakarak, Lucy'nin yakında uyanmasını beklediğini ve kendi kendine uyanmasına engel olmaktan korktuğunu anladım. Bu yüzden Quincey'nin yanına indim ve onu kahvaltı odasına götürdüm; burası, perdeler indiril-mediğinden diğer odalardan biraz daha neşeli ya da biraz daha az kasvetliydi. Yalnız kaldığımızda bana şunları söyledi:
"Jack Seward, haddimi aşmak istemem, ama bu olağandışı bir durum. O kızı sevdiğimi ve onunla evlenmek istediğimi biliyorsun; bütün bunlar geçmişte kalmış olsa da, onun için endişelenmekten kendimi alamıyorum. Onun nesi var? İkiniz odaya girdiğinizde Hollandalı adam -iyi bir ihtiyar, bunu görebiliyorum- yeni bir kan nakli yapmak zorunda olduğunuzu ve ikinizin de bitkin olduğunu söyledi. Siz tıp adamlarının konuştuklarının gizli olduğunu ve kendi aralarında geçenlerin başka birisi tarafından bilinmemesi gerektiğini biliyorum. Ama bu sıradan bir durum değil ve her ne olursa olsun, ben üzerime düşeni yaptım. Öyle değil mi?"
Dostları ilə paylaş: |