DÜNYAYA GELİNMİŞ BİR KERE
Soluk almak marifet, üzülecek şeyler dizi dizi. Seç seç üzül.
Sevinecek şeyler boy boy, belleğin sınırlarına kadar sevin sevinebilirsen. Hava güzel, toprak verimli, yeşiller ton ton, çiçekler, böcekler buram buram iyi örnek, yarınsız yarın düşüncesiz çalışıyorlar.
İnsanlar bundan farklı değil. Son nefesinde bile mal diyor, mülk diyor, para diyor. Kürt, Kürtler diyor, Türk, Türkler diyor. Ermeni bir başka alem. Hepsinin kendine göre bir mantığı, bir felsefesi var.
O halde dünyaya gelişin amacı nedir? Niçin akılca, insanca, insanlık için bir sav üretilemiyor? Yaşam bu kadar tatlı iken, bir soluk bu kadar muhteremken, her gün binlerce insan ölüme koşuyor, ölüyor.
James Joyce sanatçı portresini şöyle çizmiş: “Ey yaşam, hoş geldin.! Milyonlarca kez gidiyorum karşılamağa, deneyimin gerçeklerini ve dövmeye ruhumun örsünde, soyumun yaratılmamış vicdanını”
Ocakta ak kor kolmuş demiri, kendi vicdanımızın örsünde dövmek şekillendirmek.! Ne büyük cesaret, ne büyük sorumluluk.!
Bence yaşayan insan, yaşamın anlamı bu tümcede gizli.
İnsan bunu bilebilse, duyumsaya, özümseyebilse, yaşam kendi soyut ve gerçekçi anlamına yüklemine ulaşır. İlk insan, yeri gördü, göğü gördü, güneşi tanıdı, her birine anlaşılır deneylere dayalı bir yüklem getirdi. Ateşi buldu, pişirdi, yenilebilecek nesneleri denedi. Deneyimler arasındaki farklılıklar ve benzerlikleri anımsadı, gelecek soylara anımsattı. Milyonlarca sene sonra gelecek soylara bir iz bıraktı. İzde yürüyenler, tekerleği buldu, buharı tanıdı, elektriği, sesi, görüntüyü araştırdı, bizlere bazı kıymetleri kazandırdı. Onlara binlerce teşekkür ve minnet. Bizler de kendi yolumuzda, kendi düşün gücümüzü zorlayarak, gelecek insanlık için ortaya yeni ve denenmiş, doğaya parelel bulguları araştıralım. Yarışın bize özgü etabını onlara layık bir yüceltide bitirelim. Milyonlarca yıllar boyu, örsçekiçateş önünde soyumuzun yüksek güzelliğini ve özelliğini sürdürelim.
İnsan ölür ama insanlık yaşayacaktır. Sonsuza dek.
E. Aydın
EL ÖPTÜRMEK
Bayram gazetesinde, Sayın Melih Cevdet Anday'ın el öptürmek diye bir yazısını okudum. 26Temmuz1988 Salı günü.
Ölümden korkarız, yaşlanmak ölüme yaklaşım gibi gelir bir çoğumuza. Halbuki insan her an ölüp, yeniden dünyaya gelmektedir, farkında değiliz. Ünlü Latin ozanı Lucreties şiirinde: “zaman değiştirir özünü her şeyin, bir halden bir hale çıkar hep, doğa zorlar her şeyi başkalaşmaya”.
Montaigne de şöyle demiş: İhtiyarlık gelince, olgun yaş ölür. Gençlik olgun yaşta biter. Çocukluk gençlikte, ilk yaş çocuklukta, kaldı ki dünkü gün bugün ölmüştür. Dünkü gün de bugün ölmüş olacaktır. Bugün de yarın ölmüş olacaktır.
Görülüyor ki, insan ölümle hep içiçedir. Yaşam bir avantür, bir maceradır, bizler macera severleriz. Rizikosuz bir yaşam, yaşam mıdır sizce? Su içersiniz ölünebilir, sokağa çıkarsınız, otobüse binersiniz, merdiven iner, merdiven çıkar ölebilirsiniz.
Kıymet verdiğiniz bir şeyler yıkılır, ölebilirsiniz, acılardan, dışardan gelen etkilerle, hastalıklarla binlerce kez ölebiliriz.
Buna değin yaşamak güzel şeydir. Uzun yaşamak, sağlıklı yaşamak, sevilmek, yeniliklere açık olarak yaşamak.
Hatıralar bizi, yaşlandıkça durağan bölgelere iter, durağan bölge ise yaşlılığın özlediği ortamdır. Geleceğin mutluluklarını düşlemek, onlarla iç içe olmak bence yaşamaktır.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Hinterlant ve debi, bozuk plak gibi deyimini yansıtır.
İnsan insanda çoğalıyor. Sana yazarsam yaşıyorum. Shaw insanı, onu seven ve tanıyan bir arkadaşı yaratır der. Seven, sayan, yaratanlara şükran!
Büyüklüğün büyüsü; beyinde ve düşüncede oluşmasındadır. Genelde urbalar, rütbeler, hamı olgun göstermeye yardım ederler.
Urbasız, rütbesiz de büyük olanlara Şükran!
Mutluluk adalarına, sıradanlık denizlerinden gidilir. Özdeki pırıltıların yaydığı kozmik ışınlar, besleyiciliğini sürdürdükçe, insan ve insanlık büyüyecektir.
Pırıltılara bin Şükran!
E. Aydın
YAŞAM KAYNAĞI
(SU), HEM DE...
Yaşamın müzveddesi yoktur, hepsi orijinal olarak yaşanır. Kaderciler, radikaller günlük sıradan uğraşlar dışında ibadet edip, tespih çekerek cennet düşlerini zenginleştirirler. Diğer bir bölümü ise, iş içinden iş üretir, neden, niçin, varlık nedir, neye hayattayız gibi sorulara yanıt ararlar. İleneği zayıf olsa bile anlam arar ve kendilerince bir ilinti bulup inanırlar, bu yarı bilinçli konumda zamanı küçük dilimlerinde kollayarak “doğduyaşadıöldü” üçlüsünün girdabından kurtulmağa, yaşanmışlığı kanıtlamağa çaba verirler. İncelerler, araştırırlar, okurlar, yazarlar, sanat yaparlar, dahası geçmişteki benzerlerinin belleğini taşırlar.
Birincisi bilinçsiz kaderci, ikincisi ise yarı bilinçli avuntuludur, dahası çalışanlar isimsiz kalmazlar. Bu yüzdendir ki, asırlar ve asırlar ortaya yaşanmışlığın kanıtlarını bırakmışlardır.
Nerden geliyoruz, nereye gidiyoruz, yaşamın kendisi nedir, neye yarar? sorgulamasına erken başlamamak gerekir. Siz erken başladınız. Aynalar henüz sizlerle dost. Aynalara rağmen yaşamak, yaşamdan zevk almak bir felsefe ister, o bir ilenek balantıdır. Yoksa istenmeyen yokluk kapıdan gözükür.
Yaşamda bazı değişmezler vardır. Onlardan bir tanesi yer çekimidir. Tutunmamızı, ayakta durmamızı, devinmemizi ona borçluyuz.
Bir ikincisi de sevgidir. Sevmenin dokunmak olduğunu biz insanlar bir türlü anlayamadık, dokunmaktan ebencet çekiniriz, nedeni de ne ise...? Halbuki bu güç toplumu oluşturan yapıyı sağlamlaştıran gizil güçtür.
Öğretiler içimize fena oturmuş, tortulaşmış. Sevmek dokunmak ki bireyin yegane varlık nedeni olan, onu bütünleştiren, sevmeyi dokunmayı dışladığımız için; Tanrı devreye girip evlilik yasasını getirmiş. Dokunsunlar sevsinler diye! Gerçi o da çıkarcı, çünkü bu akılsız insanlar olmasa tanrı yalnızlıktan, konusuzluktan can sıkıntısına kalırdı. Üremeyi hedeflemiş olsa gerek.
Aslında üremek yaşamın ilk koşulu değil, onsuz da mükemmel yaşanır, bilinçli severek dokunarak. Dahası, objeleri,doğayı yaratmayı severek.
Sevgiyi bana betimlerken, çok alçak gönüllü davranmışsın. O hanımların en akıllısı, neyi nasıl yaratacağını yaratan, bu işi sağ duyusu ile gerçekleştiren, (aklıyla değil) seçkin bir örnek. Neyi nasıl yapacağını arar, arar, bulamazsa oturur kendi yaratır. Sağduyu ve özveri sahibi benzersiz bir kişiliği taşıyor. Bernard Show derki, insanlar üstün insanlar üzerine:
Dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir.
Ahırda doğmak, at olmayı gerektirmez. Antenlerini istediğin kadar çoğalt, çok ve değişik yaşanmanın değerli olduğuna dair sesler alırsın.
Yaptığın resim denemesini çok güzel buldum, aslından da güzel, daha değişik fonlarda deneyemez misin?
Lütfen kondoktöre söyle treni biraz yavaşlatsın.
Sanatçılar için hız zaten hep vardır. Ama hızlı trende değil.
E. Aydın, 30Ocak1996
BAŞLIKSIZ
Gün geçtikçe, özlü düşünmeye kendimi zorlarken, bir adım daha ileri attığımı sanırken, bilinmeyen bir noktayı geçmek üzere olduğumu sanırken, birden bire kendimi boşlukta, özden çok uzaklarda, hiç bir dayanaktan yoksun hissediyorum.
Her varlık hemen hemen aynı nesnelerin bir başka türevi, bir kök beraberliği içindeyken, bu denli ayrılık, bu denli farklılık neden?
Bu çıkmazı bir kenara kor, insanları düşünebildikleri için öncelikle ele alırsak, evet düşünüyorlar ama hepsi de kendi doğrularının izinde. Bu doğrular neden bu kadar çok? Doğrular bu denli sonsuz olunca genel anlaşma, toplum olma, beraber yaşama, kaderde, kıvançta birlik nasıl sağlanacak? Canlılar zaten kendiliğinden kendi içlerinde ve kendi dışlarında bir çıkar çatışmasını sürdürüyorlar mı? Bu çıkar çatışması nasıl oluyor da, tüm özü yok edemiyor? Etoburlar sürekli et, ot oburlar sürekli ot buluyorlar, yaratılıştan beri bula gelmişler! Kurt, kuzu, keklik, tilki, yılan, çayan, aslan, kaplan hep varlar. Hem de kendi geleceklerini koruyarak. Kuşku duyuyorum, acaba bütün bu gerçekler bilimsel midir?
Eğer bilimsel olsa, bu denli zıtlık nasıl bir arada ve hep var olurlardı? Düşüncenin henüz var olmadığı günlerde, bütün bu oran vardı, kendi iç kuramları içinde akıl günlerine ulaştı. Akıl neyi değiştirmiş oluyor ki? Belki kendi iç düzeni, iç ritmi içinde oluşup geçen sıradanlıklar bizce bir olay kaynağı olarak var sayıldı. Medeniyet tarihi öyle de olduğunu düşündürüyor. İnanma gereksinimi, totemler, putlar, dinler, buna benzer sonsuz var sayımlar. İnsan ruhundaki bitmez çelişkiyi, belli bir çizgide tutmak için, yine insanlar eliyle ortaya konulmuş, bir takım tabular, varsayımlar aklı nasıl bağlamıştır? Hala akıl onun gölgesinde dinleniyor. Yanıtını bulamadığı nedenler zincirinde, isteseniz de, istemeseniz de Tanrı inancı karşımızdadır. Hayat zinciri o denli sarmal, o denli karmaşık, karmaşık ve sarmal giriftlikte olduğu kadar baside indirgenmeye yatkın anlaşılırlılık ve anlaşılmazlık içinde ki, bir yerde gördüğünüzü sandığınız, tanıdığınıza tamamen inandığınız, elinizdeki verelerle kanıtlamaya eğildiğiniz, madde veya element, biraz ilerde bir başka, bir değişik görev ve işlerlik içinde karşınıza çıkıyor. Cırcır böceği vardır, siz ona yaklaşınca, sesinin yönünü, tonunu değiştirir, yerini bulmanızı imkansız kılar. Evet bir böcek sesi duyuyorsunuz, tipi tonu belli, ama sesin kaynağı, sesi üreten şu anda nerede?
Kültür tarihi, geçmişin bir takım deneyimlerini gelecek nesillere taşıyorlar, bu bir gerçek. Onlara yenilerini ilave ettiğimiz de bir gerçek ama kalıcılığı, insanın daha mutlu yaşamasına ne denli katkıda bulunduğu zaman içinde anlaşılacak. İnsanlık tarihi çok eski, ama insan gençtir.
Aklın insanlarda var oluşundan beri, olumsuz etkileri de, sayılamayacak kadar çok olmuştur. Yararları ise birçok bulgunun henüz tartışmaya açık yönleri vardır.
Yaradılışın bir uzun gelişimle, ortaya koyduğu doğal yapı, onun içinde yaşam biçimleri vardır. Bunların her biri, bir ve binlerce diğerleriyle bağımlı kılınmışlardır. Bağıntıyı herhangi bir deney için bozmaya yöneldiğimizde, uzak yakın tepkimeler kendini göstermekte, çoğu zaman da öze dönmek zorlaşmakta, belki de imkansız olmakta genel denge bozuklukları, genel ve mutlu olacağını var saydığımız yarınları tehdit etmektedir. Yoksa dinlerin telkin ettiği gibi, ne yaratılmışsa, o en mükemmeldir, daha mükemmeli olmaz tezini mi savunacağız?
Bu tezi savunmamız için ortada binlerce neden var. Bulduklarımızla öz olan insana hangi mutluluğu getirdik? Hızlı yaşıyoruz, neye göre hızlı? Zaten insanın algılama hızı bellidir, bu hızı aşmak mümkün müdür?
Görme olayını örnek olarak alırsak, biyolojik olarak eşyaya çarpan ışık ışınlarının yönümüzde uyandırdığı duyumların her birine renk diyoruz. Bunların yoğunluğu bizde haz veya tepki uyandırıyor. Bu olay saniyenin belli bir süresinde ve belli oranda beynimize ulaşıyor, onları algılıyorum ve tepkimeye geçiyorum. Sonrası için, düşünmek istiyorum. Bunları yapamazsam ben görmüş olamam. Bu durum bütün canlılarda, belli sürelerde oluşur, hızlandırılamaz. Her değişkenin bu varsayım üzerine kurulması gerekmez mi mutluluk için. ?
Benim hazmetme süremi hesap etmeden bana en zengin çeşnide yiyecekleri verseniz neye yarar, neyi değiştirir? Mayalanma olayına bir süre tanıyor, bir virüsün çoğalma süresini kabul ediyor, ama insana gelince büyük yanılgıya düşüyoruz. Veya zaman kazanmak için ister istemez uyum sağlıyoruz bu çelişkiye.
Futbol sahalarında kullanılan çimlerin, bir yaşam amacından ne kadar saptırılmış ve de kabul görmüş olması, yeşilin varoluş nedenine ters düşmüyor mu? Kentleşme, sanayileşme hep aynı entegre problemin kısır sonuçlarını getirmiyor mu? Öyleyse düşünceyi egemen kılmak, saygılı olmak, varsayımları tekrar tekrar elden geçirerek uygulanabiliri bulmak, böylece doğayı manda girmiş lahana tarlasına çevirmemek olanaksız mıdır? Akıl için! Dünyada hiç bir şey yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz.
Bireyler önce yaşam savaşı verirler. Bu savaşın çabası içinde, soyunun devamını da güvenceye almak için iç şartlanmaya uyarlar, sanki ölümlülük iradesi öz benlerine yerleşmiş gibi. Cinsellik aslında küçük bir ayrıntı, gel gör ki, ne kadar ulaşılmaz bir ayrıntı. Dişi olmak, doğurgan olmak, erkek olmak, etken olmak. Kendi içinde, kendi sarmalığı, kendi karmaşıklığı, anlaşılırlığı ve anlaşılmazlığı. Biz insanlara gelince, bu karmaşa, sevi, aşk, sanat soyutlamalarıyla daha da bir çözülmeze ulaşıyor.
Normal bir yapıda hiç de önemli bir görev üstlenmeyen duygular, bütün yapıyı yıkacak veya yapacak güce ulaşıyorlar. Tek başlarına en büyük neden olabiliyorlar. İşte altmış senenin bilgi birikimi, üç aşağı beş yukarı, çağımız insanının sorunlarını ve de sorumsuzluklarını bu netlikte ortaya koyabiliyor.
E. Aydın, 30Ocak1990
BAŞLIKSIZ
Bir canlı diğer canlıya, belli ölçülerde tahammüllü, hatta varlığından memnundur. Kargaşa sınırların paylaşılmasında ortaya çıkar. Et obur, ot obur ne tür olursa olsun, bu olaya önem verir. Kendine tanıdığı sınırlar içinde, egemen olmak ister.
Kedi, köpek, kuş, at, şu, bu hepsi bu olayı benimser.
Doğanın yapısında da belki bu böyledir. Sınırı dışında gezinen bir köpek, başı yerde, kuyruğu inik, bakışları endişeli kararsızdır. Saldırgan değildir.
İnsan beyni ne harika olaylarla veya olay malzemesiyle dolu. Bakıyorsunuz, sıradan bir yapı, hepsi birbirine benzeşiyor. İhtiyaçları, gereksinimleri de aynı. Ama yansımaya başlayınca, neler oluyor neler. 29 harften dünyanın, kainatın, kaosun sınırlarını zorlayan, şiirler, dizeler, fikirler. Doğayı yakından izlemeye başlayınca, kurallar, kuraklar, uçmak için, yürümek için, yüzmek ve yüzdürmek için, yakmak için, yapmak için.
Ben bir ressamım, sıradanlık karekterim, tuval önüne oturuyorum, bembeyaz, bomboş, fırçayı boyayı alıyorum, ilk lekeyi koyuyorum. Bazen doğa, karşınızda bir şema veriyor. Ama her yerde, her şey iç içe özümlüyor, seçiyor, beğeninizi ekliyor, beğenmezliğinizi koyuyor, istemlerinizi, kuramları, kuramları zorluyor, tuvali doldurmaya giriyorsunuz. Artık poşette bir hayat, hep yeni bir dünya başlıyor. Benzetiyorsunuz olmuyor, benzetmezseniz olmuyor, olanı kaldırıyor, olmayanı koyuyor, bir anıtsal dize ortaya koyuyorsunuz. Yorumluyor, düşlüyor, soyutluyor onları da koyuyorsunuz, her defasında, sanki önünüzden akan bir ırmaktan, bir tas su alıyorsunuz, ama hiç bir tas bir önceki tasın içeriğini taşımaz.
Düşünebildiğin, yapabildiğin her şey bir iz, geçmişe ait bir belge. Sıradan malzeme, fırsat verilirse kestane fişeği gibi boşlukta bin bir nüans, bin bir renk ve tonları içinde, simetrinin, yörüngenin, renk ve renkler cıvıltısını, izlenimini anlar içinde sunuyor. Bin bir değişik nüans ve değişik imkan. İster ki birileri çıkıp bu kestane fişeğini ateşleye.
Sanıyorum ki ve de umuyorum ki, yaşam bu kestane fişeklerinin anlık nüanslarıyla varlığını koruyor, görkemliliğinin sırrını veriyor. Öyleyse eğitim bir bunalım içinde, denenmiş verelerin tekrarı, onun yaratının zevkine varmamıza mani oluyor. Yaşamı alalade yapıyor, belki de bundan çocuklarımız iyi okumuyorlar.
E. Aydın
BAŞLIKSIZ
Zaman oku giderek artan düzensizlikle belirlendiği düzende kaosa doğru giderken, genel bir akışın içerisinde bu hareketin tersine çevrildiği süreçler, ortamlar vardır.
Termodinamiğin ikinci yasası düzenden düzensizliğe geçiş yönü entropi denir. Çevresiyle enerji alış verişinde bulunamayan kapalı sistemlerde entropi'nin sürekli arttığı görülür.
Çevresinden enerji aktarımı yapabilen sistemler (özellikle öz çoğalma entropiye ters düşen yaşamın kendisi böyledir.)
Ağaçlar el uzattı çekingen, dans başlıyor rüzgarın müziğinde yapraklar gel gel. Beklerim selemın seher zamanı
Ilgıt ılgıt yel ile gönder
E. Aydın
Dostları ilə paylaş: |