BENİM ÜNİVERSİTELERİM
Böyle bir başlık altında yazı yazmağı çok öncelerden düşlerdim.
Düşüncenin özünde, öğrencinin organize eğitimi yanında, bazen onu da geçen aile içi toplumla yakından ilişkin, zorunlu imecelerini, katılımlarını, katkılarını, bunun gerekliliğini, eğitimdeki gücünü ve iş içinde eğitimin sevgi bazında besleyiciliğini, yaklaştırıcılığını, bağlayıcılığını konu edecektim. Ancak geçen 17Nisan’da, köy enstitüleri için konuşmak için hazırladığım, hazırlık yazım dosyada elime geçti. Üniversite çevresince desteklenen bir dergiye yazacağım yazının bir de bilimsel tabanı bulunsun düşüncesiyle yazıma ordan başlamağı uygun gördüm.
Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber eğitim alanında yenilenme çalışmaları; bu çapta, bu yerindelikle, nasıl plan ve programa alınmış, uygulayacak olan isimsiz kahramanlar nerede nasıl idealize olmuşlar, anlayamadığım bir şey...!
Bir taraftan düşman bir taraftan saray, kapitilasyonlar, anlaşmalar, Latin abc’si, medreselerin kapatılması, iktisat kongreleri, bankacılık, demiryolları, karayolları, tarım her şey sıfır noktasındaydı start verildiğinde.
Bu çok yerindelikli ideal karar, hazırlık uygulama alanı buldu ve ulaştı. Bu uygulayıcılar, nerde nasıl bu denli bezenmiş bilenmişlerdi? Anlayamıyorum? Kesin kez uzaydan gelmemişlerdi.
Araştırıyorum. Saffet Arıkan, asker. Ordu komutanlıkları, ataşelikler yapmış, Atatürk’ün yakın arkadaşı, eğitim bakanı. Hakkı Tonguç İskeçe’de doğmuş, yatılı öğretmen okullarına girmiş, Almanya’ya eğitime gitmiş, dönmüş, kuruluşta görev almış. Hasan Ali Yücel asker kökenli, sonraları Milli Eğitim bakanı. Kendilerini yetiştirmiş kişiler.
Bildiğimiz gibi Osmanlı’da eğitim yetersiz, yok denecek seviyede idi. Asırlar boyu savaşlar sürmüş, tarım yapılamamış, sanayi yok, okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eskiyeni. Kuzular bize söyler yılların geçtiğini. 1925 yılında, Amerika’dan Jon Dewey çağrılıyor, uzun ve titiz programlar hazırlanıyor. İçtenlikli ilgimiz çok hoşuna gidiyor. İçtenlikle kutluyor.
Nasıl mevsimler döner, yağmurlar yağar, ağaçlar uyur uyanır, işte sanıyorum bizim uyanma zamanımızın mevsimiydi. Bütün şartlar yan yana, peş peşe gelmişti. 1940 larda Türkiye haritası üzerinde en ücra köşelerde peş peşe köy enstitüleri papatyalar gibi açıldı. Sayısı yirmi bire vardı. Çadırlarla, barakalarla başlandı. İş içinde eğitimin gizil gücüyle, kendi yağlarıyla kavrularak geliştiler binalar yaptılar, pencere kapılarını koydular, betonu döktüler, geniş tarlalarda ekim yaptılar, hayvan yetiştirdiler ve okudular.
E. Aydın
ABUKSABUK DÜŞÜNCELER
Doğrular eğri olarak doğar. Bu hep böyledir; Çünkü doğrular, aklın ürünüdür. “Eğri” diye adlandırdıklarımız; henüz çözemediğimiz ama duyumsadığımız oluşumun: kendince koruyucu, kollayıcı, süregenliğinin gizi, bir garip sigortası gibi vardır, sipiritüeldir. EĞRİ: doğanın temel doğrusudur. Kaosa bakarsanız, adından anlaşıldığı üzere, karmaşa, belirsizliktir.
Bulgular ise, zıtlıkların ürünüdür.
Düşünce, aklın eşliğinde kendi doğrularını yaratır.
Bu doğrularsa, uzam ve zamanda değişkendirler. Bazen günün doğrusu, yarının eğrisiyle çeliştiği gibi örtüşür de.!
Bazen, her ikiside doğrudur ama uyumlu değildir.
Sayın Balbay, bir özdeyiş vermiş: Savaşta, babalar çocuklarını gömerler, barışta da çocuklar babalarını.!
İkisi de doğru ama uyumsuz. İnsan ve insanlık ideosuna ters.
Ben derim ki: Osmanlı, çağının en doğrusunu yapmış, fiziğin, fizyolojinin, pedagojinin, biyolojinin, psikolojinin, sosyolojinin evrensel verilerini duyumsamış. (ama bilincinde olmayarak)..
E. Aydın
PALALIM, BELALIM BENİM
Trafik kazaları ölümlerinde bir şok tedavi vardır. Çoğunlukla değil ama yarar sağladığını birçok kez gördüm.
Biraz önce Cumhuriyet bitti, şezlonkta miskinliğe geçmiştim. Chow’un bir lafı vardır, yapılacak iş çoksa, sakın başlamayınder. Ben de çeşitlemeler arasında öncül bir seçim yapamadığım bunaltı içindeyken, postacı selamınızı getirdi. Tutmayın Ethem Aydın’ı – cinlerim, perilerim, bildiklerim, bilmediklerim silah başına!
Her insan, şöyle veya böyle dünyaya gelir. Bu bir varlıktır, sıradan, milyarlarca insanın bir kopyasıdır. Yavaş yavaş, öz oluşmaya başlar. Varlık, özün yaşam kaynağıdır, o kadar. Öz oluştukça, varlık diğerlerinden farklılaşmaya da başlar, bir dem gelir ki, parmak izi kadar orijinal, seçkin olur. Sanıma göre insan dediğimiz, geleceğin oluşumuna katkıda bulunan, bu öz ve özün sıfatlandırdığı kişidir.
Öz nasıl gelişir? Düşünerek, duyarak, çevresine duyarlı olarak gelişir. Sen de, Doğan da, Sıtkı da, ben de, oluşumun doğrudan veya duyumsal bilincindeyiz. Bugünün şablon insanı, düşünmeye, duymaya zaman ayıramıyor, bunu kazanç hanesinde arıyor, böylece öz benine yolları tıkalı oluyor. İşte bu çizgide bizler, parkurumuzda, diğerlerini solluyor, fark atıyoruz. – Aslında farkımız yok birbirimizden, ama biz Osmanlı Bankasıyız!
Bizden önce de dedeler, nineler dünyaya gelip gittiler. Doğaldır ki, biz de gelip gideceğiz. Öyleyse, başlı başına uzun yaşamak hüner değil. Eğer bu acımasız başlangıcı ve sonu özümseyebilir, bilincinde olabilir, ölüm gerçeğine bir başka salt felsefeyle karşı durabilecek görüntüde, hiçlik, boşluk gibi gözüken yaşamın kendisini ciddiye alabilecek kadar yürekli isek; zamanı tespih çekerek doldurmayı yeğleyen kaderci kişilerin, burnundan kıl aldırmayan, havalarından yanına varılamayan zavallıların yanılgısını, gelecekte evrensel insanın mutluluğu bazında bir şeyler ( bu herhangi bir şey olabilir) yapabiliyorsak; okuyabiliyor, araştırabiliyor, yazabiliyor, çizebiliyorsak, sanıyorum farklı ve faydalı yaşıyoruz demektir. Ethem Aydın, ne seviyede bu dediklerine uyuyor? Bilemem; ama karınca kararınca önemli, çok özel ve güzel bir şeyler yaptığım inancında ve bilincindeyim. Doğaldır, inanmasam yapamam.
İnanmazsanız yapamazsınız, inanmasalar yapamazlar!
Aydınlanma Dönemi’nde Volter sıradan biri gibi gözükür ama Fıransız İnkilabı içinde bakılınca, o kadar büyüktür ki, yazmakla bitiremezler. Türkiye Aydınlanma Dönemi’ni yaşıyor. Muzaffer Kılıç gibi mayası sağlam bir dost göreve soyunmuşsa övünülesi, övülesi bir seçkidir derim. Mut’un şansı derim. Müderris Mustafa Efendi, Mut’ta ilk Türkçe ezanı okuduğunda ki, o geceyi hatırlarım, Müftü Nadir Efendi, Hakim Rıza Bey, bir de galiba kaymakam, bizim evde sabahladılar, ezanın okunuşundan sonra sabahleyin yerleşik Mut’lular babamı tebrikte yarıştılar (Tanrı uludur, Haydin namaza, Namaz uykudan hayırlıdır, Haydin felaha, Haydin namaza ), sözcüklerini beş yaştan yetmiş yaşa ilk defa duymanın, anlamanın mutluluğu içindeydiler.
Müftü Zade Hüseyin Efendi, öğleyin camide babama sataşmış, onu dine aykırı işler yapmakla suçlamıştı, ama coşkunun gücüne karşı çıkışı bir benek olarak sürüklenip gitmişti... İşte Muzaffer, burası o eski aydın Mut’tur. Olanlara bakarak çelişkiye düşmeyesin. Ezanınızı rahat okuyunuz, o benim bildiğim Mut’lu, sizi anlayacaktır. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. Siz orada çok faydalı ve gereklisiniz. Göz kendini görmez, Karslı’nın dediği.
Büyük kenttir diye bir yerlere gidip yitmeyiniz. Sıtkı, Mut’a niye döndü dersiniz???!
Geçen bir fırsatta Karacaoğlan’la karşılaştık, Zodyak açıklarında. Üzgündü, beni tedirgin ettiler, yurdumdan yuvamdan ettiler, her göçerin her obanın tanıdığı, çadırlarında baş konuk olarak ağırladığı, dizelerim ezbere içten okuduğu, güzel günler, gelecekler konuşan, söyleyen Karacaoğlan, böyle yoksun mu olacaktı bu yaşlılıkta, nerede benim pınarlarım, beş çınarlarım dedi, ağladı, Muzaffer..Dayanamadım, ben de ağladım, Muzaffer.
Dağların çocuğu, dağlar gibi Karacaoğlan’ın göz pınarlarında biriken billursu yaşlar öyle bol, öyle arınmış bir akışla önce saka, sonra sazının göbeğine ulaştı. Muzaffer, kulağına söyleyeceğim, Eski Kale Pınarı, kara ekşi suları serinliğinde, arınmışlığında, dinlendiriciliğinde idi.
Artık konuşmak istemiyorum, söyleyen kadar ve daha fazla okuyan, dinleyenin de arif olması gerek. Öperim. Benden bu kadar.
E. Aydın, 3Kasım1995
İLKELER VE EDİM
Kars’ta bir küçük gezegen, üzerinde cansızlar, canlılar ve biz; ayakta durmak için çabalıyoruz. Her an yok olabileceğimizin bilinci ve bilinçsizliği içinde, yaşana gelmiş, yaşana gidiliyor.
İnsanoğlu bu umarsız yalnızlığı, milyonlarca olumsuzluğu, bir doğru orantıda birleştirmeyi başardı. Tanrıyı yarattı.
Yaratana çevirmenler, peygamberler, sözcüler, (imam, papaz, keşiş), yorumcular atadı. Çevirmenler ve sözcüler, kaosa kendilerine görece ağırlıklı anlamlar getirdiler. Acımasız kurallarla, düşünce bastırıldı.
Orantı bozulmazdı, çünkü din tek doğruydu. Sığınmacılığın kaderciliğe uyumu için ön koşuldu.
Böylece ön asırlar, on asırları kovalarken; akıl ve düşünce, uyanmaya ve sorgulamaya başladı. Dünya yuvarlaktır dedi, dönüyor dedi, çekim kanunu dedi. Din savunucuları karşı çıktı, engizisyon mahkemeleri çalıştı, giyotinler indi çıktı, ölümler ölümleri kovaladı.... Dünyamız yörüngesel dönüyordu, bilim de yavaş yavaş da olsa ilerliyordu, baskıya karşın.
Bugün, nasılsa ilerde dünyamızın dengesi bozulacağı bilinciyle, başkaca dünyalar, gezegenler, ilenekler arıyoruz.
Yirminci yüz yılda, Adana'da bir camide, çok üstün konuşmacı, ünlü bir vaiz, kadınlarını okutanlar günahkardır Kolları omuzlarına kadar açık gezen kadınlar or........., onlara göz yuman erkekler pez.........tir gibi konuşmalar yapıyordu. Cami hıncahınç doluydu.
Bir öğretmen el kaldırıyor, söz istiyor vaizden, veriliyor.
Hocam, bu tür yazıları gazetelerde bol bol görüyor okuyoruz, bize biraz Kuran'dan bahset diyor. O an da bir yerlere bomba düşmüş gibi cemaat hep birden ayağa kalkıyor, öğretmeni linç etmelerine ramak kalıyor.
Durumun farkına varan vaız, namaz çağrısı yapıyor, saflar tutulmaya başlıyorken, Öğretmen Ethem oradan canlı olarak sıvışıyor.
(Editörün Notu: Babam bu olayı AdanaÇifteminare camisinde yaşamıştı)
Bilim ilerliyor, mehter adımlarıyla da olsa ilerliyor. Biraz duyarlı olmak da, sanırım biz, Cumhuriyet Çocukları'na düşer.
Biz özgürlüğü kolay elde etmedik, bedeli vardır ödemek gerektir diye düşünüyorum.
E. Aydın
Dostları ilə paylaş: |