بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلهِ اَلْحَمْدُ
MİZAH ve ŞAKA ANLAYIŞI
Şaka ve mizah, güldürme, eğlendirme ve düşündürme amacı taşıyan söz veya davranışlar için kullanılan bir deyimdir.
İslâmî kaynaklarda şaka anlamında "hezl", "mizah" (aslı müzâh), "lâtife" ve "nükte" kelimeleri geçmektedir. Kur'ân'ın bir ayetinde 1 hezl kelimesi şaka (boş söz) anlamında kullanılmıştır. Hadislerde de aynı anlamda hezl ve mizah kelimeleri geçmektedir.
İslâm beşerî ihtiyaçları yok sayan bir din değil.
Belli ölçüler içinde şakaya da mizaha da gülmeye de kapı aralıyor. Fakat bunların meslek haline getirilmesine ve sürekliliğine cevaz vermiyor.
Mutluluğun kahkaha atmaya irca edildiği, gülmenin amaç haline getirildiği; insan haysiyetini ve mukaddesatı hiçe saymanın, yalanın, hayâsızlığın, bayağılığın mizah sanıldığı şu son zamanlarda “ölçü”yü hatırlayalım istedik.
Bu mesele öyle “Canım bundan ne çıkar?” dedirten, gülüp geçilecek, ayrıntı kabilinden bir şey değil.
Neredeyse tamamı müslüman olan bir ülkede son derece seviyesiz bir mizah anlayışı devasa bir sektöre dönüşmüşse, sorumluluğumuz büyük.
Gurbet hüzünlendirir insanı. Zira sizin aslî vatanınız değildir. Bağlılıktan, muhabbetten, kıymet veriyor olmaktan değil, bir zaruretten dolayı gurbettesinizdir; sıla burnunuzda tüter her daim. Nerden geldiğinizi biliyorsanız, ahdinize sadıksanız, bu böyledir.
Bazıları unutmuş görünse de dünya bütün insanların gurbetidir. Bu sebeple dünya gurbetinin farkında olan yahut farkında olması gereken müslümanın şiarıdır hüzün. Asil bir duygudur; çünkü fark etme şuurunun, dolayısıyla asl’ı hatırlamanın bir nişanesidir.
Kahkaha ile gülmekse unutmanın, gafletin, kaybolmuşluğun işareti olduğu için hoş karşılanmamış, bayağılık sayılmıştır müslüman terbiyesinde.
İstanbul’lar feth eylediğimiz zamanlarda çocukların terbiyesi için el kitabı hükmünde yazılmış “Ta’lim-i Edeb” kitapları vardı. Bu kitaplarda,
“Gülerek konuşmak, çok gülmek ayıptır; namazda gülmenin namazı fasit eylediğini bildiğin halde, yeryüzünün mescit kılındığını, her an Allah’ın huzurunda bulunduğunu unutup, olura olmaza niye gülersin?” ikazları yer alırdı.
18. asırda “Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan.” mısralarını mırıldandığımız sıralar Osmanlı Devleti çatırdamaya başlamıştı.
Bugün, artık mutluluğu gülmenin neticesi kabul ediyoruz. Mutlu olmak için de bol bol gülüyor, kahkahalar atıyor, güle güle “ölüyoruz”.
Kimyamız Bozulunca
“Helâk olmak” manasına “ölüm”, ecelle dünya hayatımızın son bulması demek değildir. Allah’ın hidayetiyle diriltilenler hariç, yeryüzünde yaşayan herkesin ölü olduğunu işaret eden ifadeler yer alır Kur’an’da. 2 Onların kalpleri kararmış, karanlıklar içinde bırakılmışlardır ama yaptıkları “kendilerine süslü gösterildiği” için öldüklerinin farkında değildirler.
Müslüman böyle bir ölümden, yani “kalbin ölümünden” korkmalıdır. Kalbin ölümüne, mutlak manada helâke yol açan illetlerden biri de çok gülmektir. Onun için Hz. Peygamber s.a.v., “Çok gülmeyin, zira gülmenin çoğu kalbi öldürür.” buyurmuştur.
Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ‘’Gülmesi çok olanın heybeti azalır. Mizah yapan kıymetini kaybeder. Kim bir şeyi fazla yaparsa onunla tanınır. Konuşması fazla olanın hatası çoğalır. Hatası çok olanın hayâsı azalır. Hayâsı azalanın takvası azalır. Takvası azalanın da kalbi ölür.’’ 3
Bu açık ve net ikaza rağmen nasıl oldu da “güle güle ölme”ye imrenen, gülüp eğlenmeyi, şamatayı, maskaralığı benimseyen bir topluluk haline geldik? Hayatı boyunca hiç yüksek sesle gülmemiş bir peygamberin ümmeti, bu ölçüsüzlüğü nasıl ve nereden peyda etti?
Farkında değiliz belki ama ölçülerimiz kaybolmuş, tasavvurlarımız değişmiş. En çok bilineni İmâm-ı Gazalî rh.a.’e ait olan “Kimyâ-yı Saadet”ler, adından da anlaşılacağı gibi “mutluluğun formülünü” tarif ediyor müslümanlara. Oradaki ilk fasıl “insanın kendi hakikatini tanıması”dır. Mutlaka bir “âfet” olarak “gülmek”ten bahsedilir.
Menkıbe
Biri kardeşinin (güldüğünü görünce) şöyle sordu:
- Ey kardeşim! Cehenneme varacağın, Kur'an'da sana haber verildi mi?
‘’İçinizden hiçbir kimse istisna edilmemek üzere mutlaka cehenneme varacaktır. Bu, Allah Teâlâ’nın katında kesinleşmiş bir hükümdür.’’4
- Evet, haber verildi.
- Senin ateşten çıkacağına dair sana herhangi bir haber geldi mi?
- Hayır, gelmedi.
- O halde neden gülüyorsun?
Deniliyor ki: Bu adamcağızın ölünceye kadar güldüğü görülmedi.5
Böyleyken, bugün gülmeyi âfet olmaktan çıkarıp saadet tahtına oturtmuşsak, başka, yabanıl ve yanlış formüllere kapılmışız demektir. Müslümanın mutluluk anlayışının kimyasında “gülmek” yoktur.
Gülmenin itidali: Tebessüm
Miraç hadisesinden sonraki günlerde mahzunlaşan Rasul-i Ekrem s.a.v., bu halinden sual edildiğinde, “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştu.
Tasavvuf uluları da “Cennette duran bir adamın ağlaması ne kadar garip ise, dünyada bulunan bir kimsenin gülmesi, o nispette şaşılacak şeydir.” demişlerdir.
Buna rağmen, ciddiyet ve ağırbaşlılık esas olmakla birlikte, gülmek beşerî bir tepki, hatta bazen bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla gülmenin büsbütün yasaklanması söz konusu değildir.
Mizah ve şakanın yemekteki tuz gibi olması gerekir. Lüzumundan fazla yapılan veya dozu kaçırılan mizah, insanın vakar ve mürüvvetini zedeler. Eskilerin deyimiyle latife (şaka) latif olmalıdır. Mizah ve şakanın tamamen terk edilmesi, sertlik ve asık suratlılık ise sünnete ve Siret-i Nebeviyye'ye aykırıdır.6 Mizah yapmak veya mizah sever olmak kişiyi, kaba ve sert mizaçlı insanlardan ayırır.7 Araplar bir kişiyi övecekleri zaman, "güler yüzlü", yereceklerinde de "asık suratlı" diye tavsif ederlerdi.8
Diğer beşerî ihtiyaçlar gibi maksat haline getirilmemesi, ölçüsünün yahut haddinin aşılmaması gerekmektedir. Gülmekle alakalı bütün ikaz ve yasaklar aslında bir ifratı, aşırılığı önlemeye, edep çizgisini muhafazaya yöneliktir. Edep, hadde riayettir. Gülmenin haddi de tebessümdür. Hz. Peygamber s.a.v. tebessüm eder, nadiren mübarek dişleri görünecek şekilde gülerdi.
Türkçede “gülümseme” diye karşılansa da “tebessüm”, gülme kategorisine girmez. Mesela hüzne mani değildir. Yahut mahzun olmak tebessümü engellemez. “Gülmek”ten, ahireti unutmuş olma halinin tezahürünü, bir ölçüsüzlüğü anlamak gerekir. Dolayısıyla meseleyi “Gülmeyelim de somurtalım mı?” gibi bir ifrat tefrit ekseninde polemiğe mahkûm etmek doğru değildir.
Nitekim müslümanların birbirlerine karşı mütebessim, yani güler yüzlü olması istenmiştir. Yüksek sesle ve çok gülmek nasıl nezaketsizlikse, asık suratlı olmak da nezaketsizliktir.
Şamata Cahiliye Âdetidir
Gülmenin şekli kadar sebebi de bir ölçü veya itidale dayanmalı, bu itidal noktası da çok iyi bilinmelidir. İnsan bir sürur halinin, bir ferahlığın, bir memnuniyetin ifadesi olarak tebessüm edebilir. Çocukları sevindirmek için onların maskaralıklarına gülmek caizdir. Muhatabı tahkir amacı yoksa bir kimseye taaccüp ettiğimizde de gülümseyebiliriz. Rasulullah s.a.v torunlarıyla oynamış, kefaret için kolaylık arayan bir bedevinin herkesi şaşırtan tavrına tebessüm etmiştir.
Uhut’ta müslümanlara çok zayiat verdiren zorlu bir kâfirin, Sa’d b. Ebî Vakkas r.a.’ın okuyla vurulduğunda avret yerinin açılarak düşmesi, Peygamber s.a.v.’i güldürmüştür.
Yine Müzdelife’de ümmetinin affedilmesi niyazı müstecab olunca Efendimiz s.a.v.’in mübarek yüzüne belirgin bir gülümseme yayılmış, sebebi sorulduğunda, “şeytanın dövünmesini gördüğünü” ifade buyurmuşlardır.
Şu halde şeytanın, kâfirin, zalimin zelil olmasına, komik duruma düşmesine sevinip gülmek, şamata etmemek kaydıyla mübahtır.
Bugün Türkçede yaygara yaparak, bağırıp çağırarak eğlenmek; ölçüsüzce gülüp oynamak manasına gelen “şamata” bir cahiliyye âdetidir ve hasım yahut rakip kabul edilen kişi ya da topluluğun maruz kaldığı zarar, felaket veya mağlubiyete sevinmek demektir. Arapların “şemâte” dediği bu sevinç törenlerinde karşı tarafı küçük düşürecek şekilde gülüp eğlenmek, onlarla alay etmek esastır. Avama mahsustur.
Peygamberimiz s.a.v., aradaki ihtilaf veya rekabet ne kadar derin olursa olsun, müslümanların birbiri aleyhine şamata yapmasını katiyetle men etmiştir. Son zamanlarda özellikle sportif bir başarıdan sonra neredeyse usul haline gelen şamatacılık, bir küçüklük kompleksinin ifadesi olmakla da müslüman vakarına uygun düşmemektedir.
Bazen insanların kendilerine zarar veren sakarlıkları, beceriksizlikleri olur. İstemeden gülünç duruma düşebilirler. Böyle durumlara şahit olunduğunda, tebessüm şeklinde de olsa gülmemek gerekir. Zira bu en hafifinden “Gülme komşuna, gelir başına” tehlikesinden salim olabilmenin icabıdır.
Menkıbe
Bedevinin biri huysuz bir deve üzerinde iken Rasul-i Ekrem s.a.v.’e dönerek selam verir, bir şey sormak için Efendimiz s.a.v.’e yaklaşmak ister.
Selam için döndüğünde dengesini kaybetmiş, düşeyazmıştır. Hayvan, sert davranılınca iyice huysuzlanmış, bedevinin her yaklaşma denemesinde onu uzaklaştırmıştır.
Bu sırada bir grup müslüman manzarayı kendi aralarında gülüşerek seyretmektedirler. Nihayet bedevi uzaklaşır, gider. Kısa bir zaman sonra devenin adamı üzerinden attığı ve boynunu ısırarak öldürdüğü haberi kendisine ulaştırılınca, Peygamber s.a.v. demin manzaraya gülenlere döner;
“Evet, sizin ağzınız da onun kanıyla doldu.” der.
Böyle hallerde insanın kendini tutması, gülmemesi, gülme hissini bastırması elbette bir ağırbaşlılık işaretidir. Fakat sadece “işaretidir”
Bundan daha iyisi, gülme hissine hiç kapılmayacak şekilde vakar sahibi olmaktır.
Dolayısıyla tebessüm etmek gibi, çok gülmemek gibi, ağırbaşlı olmak gibi davranışlar ilahî ölçünün, manevî donanımın tezahürü ise birer fazilettir. Bunlar geçici süreliğine dışarıdan alınmış rol kabilinden davranışlar ise eğer, ne kadar ustaca oynanırsa oynansın, bir fayda ve kıymet ifade etmez.
Bazen birisine yapılan bir şaka, anlatılan mizahi bir hikâye, bir espri, bir taklit de güldürür insanı. Madem gülmenin şekli kadar sebebi de mühimdir, her şaka veya espriye tebessüm ederek de olsa gülmek doğru mudur?
Meseleyi dağıtmadan şunu söyleyelim: İslâm’da nezih şaka ve mizaha ruhsat vardır. Peki, bu nezahetin ölçüsü nedir? Hangi durumlarda mizah yasaklanmakta, kerih görülmektedir?
Şaka ve Mizahın Ölçü ve Sınırları
Müslümanların birbirleriyle “istihza” maksadı taşıyan şakalar yapması haramdır. İstihza, alay etmek demektir. Kur’an dilinde “suhriyye” diye de adlandırılıyor. Suhriyye, “insanları güldürecek şekilde, birinin kusur ve noksanlarına dokunmaktır.’’
O kişinin işini, sözünü, hikâye ve taklit suretiyle de olur, bunlara işaret ve ima suretiyle de. Hucûrât Suresinin 11. ayetinde müminlerin bu şekilde birbirlerini alaya almaması emredilmiştir.
Mizah yoluyla istihza manasına gelen suhriyye kavramında “öfkeye sevkedecek tarzda tahrik” manası da vardır. Bu sebeple Peygamberimiz s.a.v., “(Mümin) kardeşinle münakaşa ve şaka etme.” buyurmuştur. Hadis-i şerifte şakanın münakaşa ile birlikte zikredilmesi, ikisinin de nifak ve düşmanlığa yol açması sebebiyledir denilmiş, buradaki şaka (mizah) ile kastedilenin “suhriyye” olduğu yorumu yapılmıştır. Kaldı ki bu tür bir şaka veya mizah, müşriklerin tarzıdır.
Kibrin ve şeytanlaşmanın işareti olmakla “istihfaf”, yani hafife alma, önemsiz ve değersiz bulma, küçümseme de, istihfaf maksatlı mizah ve şaka da reddedilmiştir.
Şaka ve mizah kapsamına giren bir başka kavram “hezl”dir ki en belirgin özelliği “uydurma” olmasıdır. Hezeliyat, “aslı astarı olmayan, boş ve saçma söz” demektir. “Hezel”deki “uydurma”nın yalan olması, hakikati ifade etmemesi esastır. Vuku bulmasa da mümkün olanı anlatması ve bunun bir terbiye maksadıyla yapılması, adına yine “hezel” dense de mübah görülmüştür.
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
‘’Başkalarını güldürmek için yalan söyleyene yazıklar olsun.’’ 9
‘’Kul şaka da olsa yalan söylemeyi, doğru da olsa münakaşa etmeyi bırakmadıkça iyi bir mü'min olamaz.’’ 10
‘’Şaka da dâhil, yalan söylemeyene cennette bir köşk garanti ederim.’’ 11
Nitekim birer “tip” olarak cimrileri, ahmakları, tufeylileri (asalakları) anlatan mizahi hikâyeler ve kitaplar bu cümledendir. Musa a.s.’ın “hezl” ile itham edilmesi üzerine, “Cahiller gibi olmaktan Allah’a sığınırım” 12 demesi, “palavra atmak, dalga geçmek” manasına “hezl”in bir cahiliyye alameti olduğuna delildir.
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz silâhını (ortaya çıkarıp) din kardeşine işaret etmesin. Çünkü o bilmez, belki şeytan silâhı elinden çıkarır da, bu yüzden cehennemin bir çukuruna yuvarlanır." 13
Bir başka rivayet ise şöyledir: "Bir kimse kardeşine bir demirle işaret ederse, elinden onu bırakıncaya kadar melekler ona lânet eder. Ana baba bir kardeşine olsa bile." 14
Müslümanları korkutmak, telaşlandırmak, onları tehdit etmek, eza ve cefa vermek, endişelendirmek gibi haller dinimizde yasaklanmıştır. Bir müslüman kardeşimize ciddî veya şaka olarak silâh çevirmek, her şeyden önce onda bu olumsuz hislerin uyanmasına sebep olur. İnsanlar, böyle durumlarda hemen tepki gösterdikleri için aralarında birtakım huzursuzluklar çıkar.
Bir kimseye çevrilen silâh aniden ateşlenebilir veya ok yaydan fırlayabilir ve neticede sonu ölümle biten bir kaza meydana gelebilir. İstemeyerek ortaya çıkan bu durumun sebebi olarak hadisimizde şeytan gösterilmiştir. Bu gerçeği toplumumuzda sıkça yaşadığımız düşünülürse hadisteki yasaklamanın ne kadar büyük hikmetler taşıdığı daha iyi anlaşılır. Bundan dolayıdır ki, silah boş bile olsa insanlara çevrilmesi halk arasında asla doğru bulunmaz ve "şeytan doldurur" denilir. "Silâhla şaka olmaz" atasözümüz de bu konuda ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini gösterir. Silâhla din kardeşini korkutan kimseye meleklerin lânet edeceğinin belirtilmesi bu çeşit hareketlerin haram olduğunun bir delili kabul edilir. Kişinin bu yüzden cehennemde bir çukura düşebileceğinin hatırlatılması da işlenen bu haramın uhrevî boyutunu gözlerimiz önüne sermektedir. Nesâî'nin Ebû Bekre'den (r.a) rivayet ettiği bir hadise göre, Peygamber Efendimiz, bir müslümanın müslüman kardeşine silâhını işaret etmesi halinde her ikisinin cehennem uçurumu üzerinde bulunacakları, neticede öldürme ve ölme gibi bir sonuç doğarsa, her ikisinin birlikte cehenneme yuvarlanacakları tehdidinde bulunmuştur.15-16
İman şaka kabul etmez; iman edilen esaslarla alay edilmez. Yalan ve şakadan da olsa, Allah ve Rasûlü inkar edilemez, dinin esasları yalanlanamaz; dinin mübarek kıldığı şahıslar, yerler ve değerler karalanamaz.
Nikâh ve boşama konusu da şaka kabul etmez. Bu konu din ve iman gibi kutsal, kıymetli ve nazik bir iştir. Bir mümin şakadan, "Ben dinden çıktım!" diyemeyeceği gibi şakadan da olsa mukaddes hiçbir şeye dil uzatmaz, alaya almaz. Bunlardan her zaman sakınması gerektiği gibi; hanımına karşı kullanacağı boşama sözlerine de dikkat etmelidir. Dikkat etmezse sonucun ciddî olduğunu bilmelidir.
Yukarıdaki hadiste, bu işin önemi ortaya konmuştur. Demek ki bir koca, şakadan da olsa hanımına boşama sözlerini kullanmamalıdır. Bir kadını kocasının, "Seni boşadım veya boşamak istiyorum" sözü kadar inciten bir söz ve davranış yoktur.
Koca ailesini bu şekilde şakadan da olsa incitmesin diye boşamanın şakası da ciddî kabul edilmiştir.
Bir de erkek hanımını gerçekten boşadığı halde, sonradan, “Ben şakadan boşadım” diyerek bunu kötüye kullanmasın diye, şakadan boşama sözleri geçerli kabul edilmiştir. 17
Kur’an, müminleri “...dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin” 18 diye uyarıyor çünkü. Ayetlerin inkâr edildiği, hafife alındığı ortamlardan uzak durmamızı istiyor. Dinin ciddiye aldığı konuları hafife alarak bu konularda istenmeyen sözler söylemek veya tavırlar sergilemek şaka değil haramdır. Bu tip söz ve tavırlara rıza göstererek gülmekte haramdır. İnsanı iman dairesi dışına iter.
Latife Latif Gerek
Alaydan, küçümsemeden, yalandan beri olması, şaka yahut mizahın nezahetine yetmiyor. Devamlı olmaması, tadında bırakılması da gerekiyor.
Şakanın meşruiyetini göstermek adına “Rasulullah s.a.v.’in şaka yaptığını” söylemek, sürekli şaka yapacağımıza değil; arada, münasip düştüğünde şaka da yapabileceğimize hüccet olmalıdır.
İbn-i Uyeyne buyurdu ki: "Şakalaşmak sünnettir. Lâkin şaka yapmasını bilen ve yerinde yapan içindir."
Nitekim gayr-i meşru bir sistemi veya küfrü sabit bir topluluğu, tamamen haklı gerekçelerle sürekli mizah malzemesi yapmak, çoğu zaman bir aczin, tembelliğin ve kaçışın ifadesidir. Günümüz gençliğinde giderek yaygınlaşan “her meseleyi espriye boğma” saplantısını böyle değerlendirmek, bunun arkasında psikolojik saikler aramak gerekiyor.
Ölçülerimize uygun mizahın sadece ve özellikle “güldürmek” gibi bir hedefi de yoktur. Her şeyde olduğu gibi bunda da ulvî bir fayda gözetilmelidir. Gergin bir ortamı yumuşatmak, muhatabı rahatlatmak, mesajı bir nükteyle daha tesirli vermek, söylenmesi gereken ama söylenmesinden çekinilen bir hakikati şakaya vurarak ifade etmek, zulme karşı bir direnişi canlı tutmak.. Asıl gayedir. Gülümseme, mizahtaki “letâfet”in tabii neticesidir.
Menkıbe
Şeyh Tâcüddin b. Zekeriyya hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatır.
“Bir defâsında hocamızla bir yerde oturuyorduk. O, feyz saçılan ağızlarından sanki inci ve mercan dökülüyor, tasavvufa ait ince marifetlerden, yüksek hakikatlerden anlatıyordu.
Bazen da, talebelerin dikkatlerinin dağılmaması ve usanmamaları için, arada bir latife ve şaka yapıyordu. Talebelerden birinin gönlüne geldi ki: “Böyle yüksek bir zatın, böyle latife ve şaka ile de meşgul olması münasip değildir.”
Allah Teâlâ’nın izni ile keramet olarak o talebenin kalbinden geçenleri anlayan Tâcüddîn (k.s) buyurdu ki: “Mizah (latife, şaka yapma) Resûlullah (s.a.v) Efendimizin sünnetlerindendir. Çünkü O (s.a.v), aşırı olmamak ve yalan olmamak şartı ile Eshâb-ı Kiram ile şakalaşırdı.” Bunun üzerine, kalbine öyle düşünceler gelen talebe, düşüncelerinde hatalı olduğunu, hocasının yaptığının uygunsuz olmadığını anlayarak, o hâline tövbe etti. 19
Büyüklerimiz bu inceliği, bu hassas ölçüyü anlatmak üzere bizim gibi laf kalabalığına tevessül etmemiş; mizah, şaka, espri, nükte yerine “latife” diyerek meseleyi tek kelime ile çözmüştür. Arkasından da belki bu kavram kargaşası içinde latifenin de ölçüsünü kaçırabiliriz endişesiyle şu hükmü koymuşlardır:
Latife latif gerek. Yani yaptığımız şaka, mizah, espri.. ince ve derinlikli olmalı. Bir güzelliği ve hoşluğu yansıtmalı. Bayağılığın, kabalığın, hayâsızlığın, müstehcenliğin yakınından bile geçmemeli. Muhatabı kırıp incitmemeli, bilakis bir “lütuf” taşımalı ona. Ve mutlaka gönülden kopup gelmeli.
Menkıbe
Göçebelerden bir kişinin ismi Zahir (r.a) idi. Bu zat zaman zaman Hz. Peygamber (s.a.v)’e çölden hediyeler getirir ve Peygamber de gideceği zaman kendisine gerekli olan nesneleri verirdi. Hz. Peygamber
“Zahir bizim göçebemizdir. Biz de onun şehirde oturan adamlarıyız” derdi. Hz. Peygamber (s.a.v) onu çok severdi. Kendisi şekil bakımından güzel görünüşlü olmayan bir kişiydi. Bir gün pazarda eşyasını satarken Hz. Peygamber (s.a.v) gidip arkadan onu kucakladı. Zahir, Hz. Peygamber’i göremiyordu.
“Bu kimdir? Beni bırak!” dedi ve yüzünü çevirince baktı ki Rasûlullah! Sırtını onun göğsüne iyice yasladı. Hz. Peygamber (s.a.v)’de
“Bu köleyi satıyorum. Alan yok mu?” diye takıldı. Zahir (r.a)
“Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer ben köle olsaydım ve beni satsaydın hiç para etmediğimi görecektin” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v),
“Fakat Allah’ın katında senin değerin yüksektir” dedi.20
İslâm, beşerî tutumlarda hep bir dengeyi, itidali arar. Kabul etmek gerekir ki mizah gibi ince ve hassas meselelerde itidal noktasını bulmak hayli zordur. Yaptığınız şaka ve mizahın dozunu, zamanını, zeminini iyi ayarlayamaz, gerekli ustalık, titizlik ve hassasiyeti gösteremezseniz, yaptığınız şey “latife” değil “densizlik” olur. Zira bütün densizlikler bir denksizliğin, denk düşürememenin, itidal ölçüsünü kaçırmanın neticesidir.
Nihayet mizah, büyük oranda bir meşrep veya tabiat meselesidir. Meşrep ve maharetimiz el vermiyorsa bu yükün altına girmemek evlâdır.
Hz. Peygamber s.a.v.’in bütün şakaları tam bir “latife” örneğidir. Efendimiz s.a.v.’den rivayet edilen “Muhakkak ki ben de şaka ederim; fakat sadece doğruyu söylerim’’ buyurmuştur.
Rasul-i Ekrem s.a.v.’in latifelerinin pek çoğu eskilerin “tahsîlü’l-hâsıl” dediği bir tarz üzerinedir. Herkesçe bilinen bir gerçeğin, ilk anda farklı anlaşılacak şekilde ifade edilmesine dayanır.
Menkıbe
İhtiyar bir kadın Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelerek
“Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’a yalvar da beni cennete göndersin!” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v)
“Ey filanın annesi! Cennete ihtiyar kadınlar girmez” dedi. Kadın, Peygamber’in yanından ağlayarak ayrıldı. Hz. Peygamber (s.a.v)
“Bu hanıma söyleyiniz: Kadın ihtiyar olduğu halde cennete girmeyecektir. Genç olarak girecektir. Çünkü Allah “Biz (oradaki) kadınları da yeniden bir güzel inşâ etmişiz. Onları bakireler yapmışızdır” 21 buyuruyor” dedi.22
Efendimiz s.a.v.’in daha çok yaşlı kadınlara, çocuklara ve kölelere yaptığı bu tür şakalar, onlara merhametinin, onların gönlünü alma arzusunun ifadesidir. Özel bir ilgiyi, bir sevgiyi yansıtır; böylece onları “sıradanlık” duygusundan kurtarır.
Hz. Peygamber s.a.v. böyle zarif latifeler yapmak yanında, hazırcevaplığıyla, mizaha yatkınlığıyla maruf Sahabilere de zaman zaman takılarak onların şakalarına zemin hazırlar, hatta bazen kendisine şaka yapılmasına müsaade ederdi.
Efendimiz s.a.v.’in “takılmaları” daha ziyade muhatabı kırmadan uyarmaya, bir yanlışı imaya matuf olurdu ki, terbiye sistemimizde böyle bir metodun kullanılabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Aşağıda nakledeceğimiz hadise latife yollu bir uyarıyı örneklediği kadar, büyüklerin nüktelerine şaka ile mukabele etmemek gerektiğini, mesajı aldıktan sonra sükût ile kendimizi düzeltmeye koyulmamızın daha güzel olduğunu da anlatır.
Menkıbe
Ensardan Havvat b. Cübeyr r.a., müslüman olmadan önce kadınlarla sohbet etmeyi, kadın meclislerinde bulunmayı seven biridir. Müslüman olduktan sonra da bu temayülünü terk edemez. İslâm ordusuyla fetih için Mekke’ye ilerlerken, yolda rastladığı Ka’b kabilesinden kadınların içine karışıp onlarla sohbete koyulur.
Gizlenmek istemesine rağmen Rasul-i Ekrem s.a.v. onu görür ve “Ne yapıyorsun bu kadınlarla burada?” diye sual yoluyla ikaz eder.
Havvat boş bulunmuş ve “Devem kaçtı, onu yakalamak için bu kadınların saçlarından ip ördürüyorum..” gibi esprili bir cevap vermiştir. Rasulullah tebessüm edip geçer fakat uzunca bir süre sonra döndüğünde Havvat’ı yine kadınlarla görünce, “Ne oldu, senin deve hâlâ kaçıyor mu?” diye takılır.
Bu hadiseden sonra Hz. Peygamber s.a.v. ne zaman karşılaşsa Havvat’a “kaçan devesini” sormaktadır gülümseyerek. Havvat, hatasını anlamış ve utanmıştır. Nerde görse Efendimiz s.a.v.’den kaçmaktadır.
Bir gün mescitte namaz kılarken yakalanır. Peygamberimiz s.a.v.’in imasına muhatap olmamak için namazı uzattıkça uzatır ama O’nun “Namazı uzatma artık, ben seni bekliyorum.” buyurması üzerine selam verir.
Hz. Peygamber s.a.v. “Nasıl, deve artık kaçmıyor değil mi?” diye sorar yine.
Havvat da “Seni hak peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki deve ondan sonra bir daha kaçmamıştır.” der.
Rasul-i Ekrem de “Allahü ekber” diye tekbir aldıktan sonra “Allahım sen Ebu Abdullah (Havvat)’ı hidayet eyle!” diye dua buyurur.23
Sonuç olarak şöyle diyebiliriz; islamın şaka anlayışı doğruları insanların düşüneceği ve tebessüm edeceği şekilde ifade etmektir. Bununla beraber bir insanı incitecek, korkutacak veya ona zarar verecek şekilde yapılan şeyleri İslam şaka olarak kabul etmez. Hatta bunları bizzat yasaklamıştır. Bir köşe başında saklanıp bir kişi geldiğinde önüne aniden çıkıp onu korkutmak bir şaka olarak kabul görmez. Bundan daha tehlikelisi dinin şiarından olan şeyleri hafife alarak yapılan işlerdir. Bunlar dinen yasaklanmış haram işlerdendir. Hatta istihza derecesinde olursa insanı iman dairesi dışına iter.
Dostları ilə paylaş: |