Bu risale; Kur’an'ın buyruğu gereği başlarını örttükleri için mağdur edilen, zulme uğrayan, hakları gasb edilen ve fakat herşeye rağmen iffetlerini muhafaza eden, vahy-i ilahî'yi herşeyin üstünde tutup izzet ve vakarlarından taviz vermeyen



Yüklə 229,73 Kb.
səhifə4/5
tarix30.07.2018
ölçüsü229,73 Kb.
#64491
1   2   3   4   5

Demek oluyor ki kadının  örtünmesi değil!  başını örtmesi, ‘cilbâb’ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlâk ve iffet sorunu değildir. (sh. 261)

Cilbâb ‘dış giysi’ anlamına ise, saçların da mutlaka örtünmesi gereği nereden çıkıyor? (sh. 264)

Cilbâb'ın başörtüsünü de kapsadığı görüşü, takvâya ve ihtiyata daha uygun olsa bile... (sh. 265)

Hatemî'nin ifadelerindeki dikkat çekici olan husus, cilbâb'ın sınırlarıyla ilgili olarak söylediklerinde değil, mezkur ayetin, muhatabları için ifade ettiği, etmesi gerektiği değerin keyfiyetine dair yaptığı izahlardadır. Çünkü Hatemî, örtünme'nin (cilbâb'ın) kapsamına başı örtmenin de girebileceğini sözkonusu ettiği her yerde, ‘iman eden kadınlara tavsiye edilmiştir’, ‘Ahzâb Sûresinin 59. ayet-i kerimesinde kadına bir tavsiyede bulunulmaktadır’, ‘bu tavsiyeye uymayan veya uyamayan kadın...’, ‘kadının  örtünmesi değil!  başını örtmesi, “cilbâb”ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir’ şeklinde ifadeler kullanmaktadır.

Burada kendisine sorulması gereken sual şudur: “Bu tavsiye kimin tavsiyesidir? Sözü edilen standartlar, kadınlara kim tarafından tavsiye edilmektedir?”

Bir an için tavsiye olduğunu kabul etsek bile, bu tavsiye Allah Teâlâ tarafından yapılmaktadır ve  Hatemî'nin teyid ettiği ve edeceği üzere  bu tavsiye rabbimizin tavsiyesidir.

O halde sayın Hatemî'ye sormak gerekmez mi: Âlemlerin Rabbi'nin tavsiyesi, herhangi birinin tavsiyesi gibi midir? Âlemlerin Rabbi'nin tavsiyesi, insanların uyup uymamakta serbest oldukları kimselerin tavsiyesine hiç benzer mi? ‘Tavsiye etmek’ ile ‘ruhsat vermek’ arasındaki fark nedir? Tavsiye, niçin sadece hüsn-i telkin mânâsına indirgenmektedir? Meselâ Şûra/13, En‘am/144, 151-153, Nisa/131 ayetlerinde de Allah Teâlâ kullarına ‘tavsiye ettiğini’ beyan buyurmaktadır; burada ‘tavsiye’ kelimesi kullanılıyor diye, bundan insanların sözkonusu buyrukların gereğini yerine getirip getirmemede muhayyer bırakıldıkları sonucunu mu çıkarmak gerekir? Allah Teâlâ, ‘insana anne-babası hakkında güzel davranmayı tavsiye etti’ (Ankebût/8) diye, birileri çıkıp ‘bu nasılsa bir tavsiyedir ve gereğini yerine getirmek zorunluluğu bulunmamaktadır’ diyebilirler mi?

Yoksa bu tavsiye, Nûr/60 ayetinde yaşlı kadınlara verilen ruhsat gibi midir? Eğer öyleyse, yaşlı kadınlar ile genç kadınlar arasında bir fark yok mudur? Yaşlı kadınlara ruhsat verilirken, açıkça ‘kendilerine bir günah yoktur’ ifadesi kullanılmakta ve üstelik bu ruhsatın ardından kendilerine, sakınmalarının ‘daha hayırlı’ olduğu tenbihi yapılmakta iken, mezkur ayetin vücûb'a değil de ruhsat'a (tavsiye'ye) delâlet ettiğine dair bir kanaate nasıl ulaşılmaktadır?

Kaldı ki ilgili ayette, tavsiye'ye delâlet edecek böyle bir kelime de geçmemekte, açıkça Hz. Peygamber'e (s.a) zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına Rabbu'l-Âlemîn'in bir buyruğunu iletmesi emredilmektedir. Üstelik, bu emrin aslında bir tavsiye olup vücûb ifade etmediğini, dolayısıyla ayetin muhatablarının muhayyer olduklarını gösterecek herhangibir karine de ortada yoktur. Varsa bile, bu hakikati bugüne kadar kimse ayetten istinbat etmemiş/edememiş, kerameti kendinden menkul olmak üzere yüzyıllar sonra ‘evraka, evraka’ demek ancak sayın Hatemî'ye nasib olmuştur.

Filhakika Kur’an'da ‘izin’ mânâsı ifade eden emir sigaları mevcuttur ve bu tür ifadeler umumiyetle bir yasağın ardından gelir:

• Cuma/10 ayetinde, ‘namaz kılındıktan sonra yeryüzünde dağılın da Allah'ın fazlından arayın’ denilmekte ve buradaki emir sigası vücûb değil, Cuma namazı vaktindeki ticaret yapma yasağının ardından ‘namazdan sonra artık dağılıp rızkınızı arayabilirsiniz’ şeklinde bir izin ifade etmektedir.

• Mâide/2 ayetindeki ‘ihramdan çıkınca avlanın’ emri de yine vücûb değil, ihramlıyken avlanma yasağının ardından ‘avlanabilirsiniz’ mânâsında izin ifade etmektedir.

Bu misallerden de anlaşılacağı üzere Kur’an'da geçen bazı emir sigalarını, birtakım karineler yardımıyla vücûb yerine, izn'e hamletmek mümkündür. Ne var ki hiç kimse ilahî bir emri, ‘kanaatimce bu bir tavsiyedir, dolayısıyla vücûb ifade etmez; üstelik ben karine-marine de anlamam, bildiğimi okurum’ diyemez, dememelidir. Şayet diyecek olursa ne olur? Bizce bu kimse  Ebu Hanife'nin dediği gibi  tekfir edilmez, iknaya çalışılır!

4/b. Hür-Cariye Ayrımı ve İffet

‘Kadınların cilbâblarını üzerlerine almalarını’ emreden ayet-i kerime'de (Ahzâb/59), bu emrin illeti de verilmiş ve bunun, ayetin muhatabı olan kadınların ‘tanınmaları ve incitilmemeleri’ için daha uygun olduğu beyan edilmiştir. Müfessirlerin ekserisi ve cumhur-u fukaha, birtakım rivayetlere istinaden ayetin hür kadınları içerdiği ve cariyeleri kapsamadığı şeklinde bir görüş ileri sürmüşler, hatta bununla da yetinmeyip “cariyenin avretinin erkeğin avreti gibi olduğu”nu iddia etmişlerdir.

Hüseyin Hatemî ise, bu görüşlere kesinlikle karşı koymuş ve bu yaklaşımın İslâm'ın ve Kur’an'ın ne nasslarıyla ne de maksadlarıyla uyuştuğunu, böylesi hükümlerin bu hükümlere ulaşanların kendi görüşleri olmaktan başka bir değer taşımadığını açıkça ifade etmiştir. Sayın Hatemî, bu eleştirilerinde tamamen haklıdır ve doğruyu söylemektedir. Nitekim biz de bu konuda kendisiyle aynı görüşü paylaşıyor ve ayette mezkur illetin bu konuda hür-cariye ayrımına yol açacak bir mânâ taşımadığını düşünüyoruz.

İbn Hazm (el-Muhalla, III/218-219) ve Ebu Hayyan (el-Bahr'ul-Muhît, VII/250) gibi iki Endülüslü âlim dışında, çağdaş âlimlerden İranlı Ayetullah Murtaza Mutahharî (Hicab, sh. 71 ve 137-139) ile Şamlı Nasıruddin Elbânî de (Hicab, sh. 39-43) bu görüştedir ve ayette geçen “mü’minlerin kadınları” ibaresinin umum ifade ettiğini, hürlere tahsis edilemeyeceğini söylemektedirler.

Bir hadîs âlimi olan Nasıruddin Elbânî, ayrıca esbâb-ı nüzûl adına nakledilen rivayetleri de ele almakta ve bu rivayetlerin bir sıhhat taşımadığını açıkça göstererek ayetten böylesi bir ayrımı elde edenleri şiddetle tenkid etmektedir. Adı geçen bu âlimlerle birlikte Hayreddin Karaman'ın şu sözleri de bu görüşü teyid eder niteliktedir:

Bu cümleden sonra diyorum ki [cariye konusunda] nass yoktur. İkincisi ibaresiyle delâlet eden bir şey de yoktur; ne Hadîs'te, ne Kitab'da. Kitab'da ve Sünnet'te cariyenin açılabileceğine, ibaresiyle delâlet eden bir metin yoktur. Bazen nassı bu mânâda kullanırlar. Nass diye Kitab ve Sünnet'te geçen herşeye derler. Bu mânâda da bir metin mevcut değildir. Ondan sonrası te’vildir. (İslâm'da Kılık-Kıyafet ve Örtünme, Tartışmalı İlmî Toplantı, sh. 175, İstanbul, 1987)

Ayette ‘tanınmaları ve incitilmemeleri için’ şeklinde zikredilen illet, kadınların hür olup cariye olmadıklarının bilinmesi anlamına gelmiyorsa, hangi anlama gelmektedir? Hatemî'nin bu konudaki cevabı şudur:

Kadın, sokakta iki sebeple taciz edilebilir. Yüzünü de peçe ile örtmüş ise, kimliğini gizleyen bir suçlu olup olmadığını tesbit için görevliler taciz ederler. Yüzünü açması, ‘tanınması ve eza (taciz) edilmemesi için’ daha uygundur. Buna karşılık, evindeki giysisi üzerine bir dış örtü alması, sırnaşık ve lâubalî erkeklerin cür’et bulmamaları için de daha uygundur. (sh. 252)

Hatemî'nin bu izahı iki şıktan oluşuyor:

Birincisi; eğer kadın peçeliyse, peçesini (yüzünü) açmakla tanınacak, böylelikle güvenlik güçlerinin (!) tacizinden kurtulacak! Bu durumda, ‘tanınması’, peçesini açması demek oluyor.

İkincisi; üzerine bir dış örtü alırsa, sırnaşık ve lâubalî erkekler cür’et bulamayacaklar, dolayısıyla tacize yeltenmeyecekler... Kadın, üzerine dış örtü alırsa, niçin sırnaşık ve lâubalî erkekler cür’et bulmasınlar? Örtülü gördüklerinde, onun iffetli ve ahlâklı bir kadın olduğunu anlayacakları için mi?!! Doğrusu, Hatemî'nin bu konuda ne düşündüğü ya da ne söylemeye çalıştığı açıkça belli değildir:

... demek oluyor ki kadının  örtünmesi değil!  başını örtmesi, ‘cilbâb’ın kapsamına girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlâk ve iffet sorunu değildir. (sh. 261)

Biz, Hatemî'ye bu görüşlerinde kesinlikle katılmıyor ve hem cilbâb emrinin, hem de ayette ‘tanınmaları ve incitilmemeleri için’ şeklinde zikredilen illetin, iffet ve ahlâkla doğrudan doğruya alâkalı olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle ayette zikredilen ‘tanınmaları için’ ifadesini, ‘iffetli olduklarının bilinmesi’ şeklinde anlamayı ayetin maksadına daha uygun buluyoruz. Nitekim merhum Ayetullah Mutahhari de ibareyi bu şekilde izah etmektedir:

“... bu tanınmaları ve incitilmemeleri için daha iyidir”. Yani bu iş, namuslu olarak tanınmaları ve kendilerini erkeklerin isteklerine vermediklerini açıklığa kavuşturduğu için daha iyidir. Ve sonuçta onların görkemi ve uzak duruşları, basit kişilerin onları rahatsız etmelerine engel olur. (Hicab, sh. 71)

Bu ayet-i kerimeden (Ahzâb/59) çıkarılacak netice şudur: Müslüman kadın, halk arasında geliş gidişlerinde öyle hareket etmelidir ki iffet, vakar, ağırbaşlılık ve paklık sıfatları belirgin olmalı ve bu sıfatlarla tanınmalıdır. (A.g.e., sh. 138)

Örtünme konusunda hür-cariye ayrımına karşı çıkanlar arasında zikrettiğimiz bir başka âlime, muhaddis Nasıruddin Elbânî'nin görüşlerine de kısaca yer verelim:

“... bu onların tanınıp eza edilmemelerine daha uygundur”. Yani bir kadın, elbisesinini üstünde çarçaf veya îzar'a benzer bir örtüye bürünürse, iffetli ve temiz ahlâklı olduğu bilinir. Fasık kimselerin uygunsuz laflarına muhatab olmaz. (Hicab, sh. 39)

Biz de bu âlimlerin açıkça ifade ettikler gibi, meselinin ahlâk ve iffet ile doğrudan doğruya alâkalı olduğu kanaatindeyiz. Nitekim hicab lafzının Türkçe'de (Arapça'daki örtü, perde anlamından ziyade) ‘utanmak, sıkılmak, ar duymak, haya etmek’ şeklindeki mecazî kullanımlarının yaygınlık kazandığı düşünülecek olursa, örtü ile hayâ, örtü ile iffet, örtü ile ahlâk arasındaki ‘perdenin’ yırtılması için daha çok uğraşılması gerekir. (Burada ‘örtü’ derken, Türkçe bilen herkesin anlayacağı şekilde başı da içine alan bir örtüden sözediyor, izafetle kullanmaya gerek görmüyoruz.)

“Kalem aldın kaşlarını çatmaya/Hicab ettim adın sual etmeye” mısralarında görüleceği üzere, Türkçe'deki kullanımıyla hicab kelimesi, ne perdecileri ne de hukukçuları ilgilendiren bir kelimedir; bu kelimenin semantik alanı, açıkça bir ahlâk alanıdır, kelime ahlâkla, iffetle, hayâyla doğrudan alâkalıdır; ‘hicab etmek’, ‘hicab duymak’ tabirleri halkın bilincinde, örtü ile hayânın birbiriyle ne denli içiçe olduğunu, sakınmanın, çekinmenin yerine kullanıldığını gösterir güzel örneklerdir.

‘Hicab’ bizim kültürümüzde sadece kapılara, pencerelere takılan bir örtü değil, ‘duyulan’ bir şey de değil midir! ‘Hicabsız’ (=perdesiz) tabiri, Türkçe'de sadece kadının örtüsünün, başörtüsünün olmadığını mı gösterir? ‘Perde’ kelimesi, sadece evlerin pencerelerine takılan bir ‘şey’e mi ıtlak edilir? Evlere takılan perdeler, sadece ev halkını güneşten korumaya mı yarar? ‘Ar perdesi, ‘namus perdesi’ tabirlerinde, ‘perde’ ile ‘ar’ın, ‘perde’ ile ‘namus’un yanyana gelmesi tesadüf müdür?

Fakat bakınız sayın Hatemî ne diyor?

... yüzyıllar sonra, başörtüsü genel bir uygulama bulmuş ve gitgide başını açmak ‘haram’ ve başını açan kadının ‘iffetsiz’ olduğu telakkisi yerleşmiştir. (sh. 270)

el-İnsaf! Pes doğrusu! Bu telakki (!) ‘yüzyıllar sonra’ mı genel bir uygulama bulmuş? Meselâ kaç yüzyıl sonra olmuş bu? Bu telakki ne zaman yerleşmiş, niye yerleşmiş? (Şahsen, daha fazlasını söylemekten hicab ediyorum.)

Sonuç olarak, Ahzâb/59 ayetindeki (başı da içine alan) örtünme emrinin, mü’min kadınların uyup uymamakta muhayyer bırakıldıkları bir tavsiye olmayıp vücûb ifade ettiğini,  sanılanın aksine  bunun bir iffet ve ahlâk sorunu olduğunu ve fakat bununla beraber Allah'ın gafûr-rahîm sıfatlarının bütün günahkâr kullarına şâmil bulunduğunu söyleyebiliriz.

4/c. Takvâ, Verâ ve İhtiyat

Hatemî  daha önce de belirttiğimiz gibi  gerek Nûr/31, gerekse Ahzâb/59 ayeti münasebetiyle örtünme emrinin kapsamına saçların da girebileceğine işaret edip bu yorumu ‘takvâ, verâ ve ihtiyata göre verilecek bir fetva’ olarak nitelerken (sh. 264), aynı zamanda ‘ihtiyat ve takva yönünü tercih edenler’in saçlarını örtebileceklerini söylemeyi ihmal etmemekte (sh. 243), ‘Cilbâb'ın başörtüsünü de kapsadığı görüşü, takvâya ve ihtiyata daha uygun olsa bile...’ (sh. 265) gibi sözlerle geleneksel izahları her nedense belli belirsiz bir takvâ bağlamına yerleştirmektedir.

Hatemî'nin ikidebir sözünü ettiği bu ‘takvâ’ kelimesiyle ne kasdettiği tam mânâsıyla sarih olmadığından, muradını kestirebilmek için bu hususun biraz açılması gerektiği kanaatindeyiz. Kendisi bu kelimeyi ya Kur’an'daki anlamıyla ya da örfteki ‘dindarlık, ibadetlere düşkünlük, azimetlere sarılmak’ şeklindeki anlamıyla kullanmaktadır.

• Şayet Kur’an'daki anlamıyla kullanıyorsa, o zaman kendisine takva ile ilgili ayetleri hatırlamasını ve  Kur’an'ı rehber edindiğinden  kendisinin de takva'yı emredenlerden olmasını tavsiye ederiz. Çünkü Kur’an'da ‘hidayet üzere olup takva'yı emredenler’ (in kâne alâ'l-hudâ ev emera bi't-taqvâ: Alaq/11-12) övülmektedirler.

• Yok eğer bu Kur’anî kavramı örfteki anlamıyla kullanıyorsa, o zaman kendisine ‘caizin karnı geniştir’ darb-ı meselini hatırlatır ve nefsine lâyık gördüğü ruhsatları (!) “Kur’an adına” insanlara tavsiye etmekten kaçınmasını sâlık veririz. Unutulmamalı ki değil sadece ‘takvâ’, ihtiyat ve verâ dahi mü’min olmanın şiârındandır

5. Kara Çuval Türküsü

Hatemî, üçüncü baskıya yazdığı ‘Sonsöz’de, Allah Teâlâ'dan ‘bu basının iman edenler arasında hayırlı ve verimli bir fikir alışverişine vesîle olmasını’ dilemiş (sh. 256) ve fakat kitabında, bu temenniye uygun bir üslûb kullanmaya hiç ama hiç özen göstermemiştir.

Bazı îmalı ifadelerle birilerini (!) eleştirmekte,  suçlamakta, hatta haklarında ağır ithamlarda bulunmakta, dolayısıyla ‘hayırlı ve verimli bir fikir alış-verişi’ne öncelikle kendisi imkân bırakmamaktadır. Meselâ başlarını örtmeyen kadınları  iffetsizlik'le itham edip ‘cehennemlik’ olmakla suçlayanlar (!?) hakkında şöyle diyor:

Böyle diyenlerin sonra üstelik zinet yerlerini de açan ve içki ve kumar gibi ‘kebair’i de açıkça irtikab eden ekabir hanımlarına; ‘yakışır haspaya!’ yaklaşımı içinde olduklarını ibret ile temaşa etmişizdir. (sh. 244)

Nerede temaşa etmiş, nasıl temaşa etmiş? Hatemî, bu ‘fuzulî kâhyalar’ ile kimleri kastettiğini, bu kimseleri nasıl ve nerede ibret ile temaşa ettiğini belirtmiyor. Fakat buna mukabil, müşahede ettiği gerçekten de vahim birtakım sonuçlardan sözediyor:

Bu alanda da aklî yöntemin terkedilmesinin vahim sonuçları müşahede edilmektedir: Herşeyden önce, başörtüsü, İslâm'ın birinci ve en önemli buyruğu imiş gibi takdim edildikten sonra, İslâm'ın çok daha önemli ilkelerine uymamanın da örtüsü, diğer bir deyişle gizleme aracı gibi kullanılmak istenmektedir. Mesela bir ‘tefeci’, karısının başı örtülü ise, kendisini ‘sağlam ve cennetlik müslüman’ olarak görebilmekte, kendisini ve başkalarını aldatmaya çalışabilmektedir. (sh. 252-253)

Demek ki aklî yöntemi terkedince bu vahim sonuçlar husule geliyormuş! Hatemî'nin, hanımının başı örtülü olduğu için kendisini ‘sağlam ve cennetlik müslüman’ gören bu tefecilere (!) kızdığı anlaşılıyor. Fakat kim bunlar? ‘Başörtüsünü daha önemli ilkelere uymamanın örtüsü’ haline getirenler kimler? Bu soruların cevabı da belli değil! Hatemî'nin daha önceleri de buna benzer şeyler söylediği vâkidir ve ne ilginçtir ki orada da sadece îmalar vardır:

İslâm'daki örtünme, erkek zorbalığının değil, kadının saygıdeğer ve insan olarak erkeğe eş sayılmasının alametidir. Kur’an-ı Kerim'de belirtilen örtünme ölçüsü de bunu gösterir. Bu ölçünün aşılması ve ‘erkek zorbalığının alameti’ sayılması, tıpkı Paulus'un yaptığı gibi, İslâm'ın bazı diğer kurallarının ihmal edildiğini gizlemek içindir. (sh. 149)

Korintoslulara I. Mektub'da (11. bab) yer alan St. Paul'e ait vecizeler ile Kuran'ın ‘örtünmenin sınırı’na ilişkin vaz‘ettiği ilkelerden ittifakla elde edilen vecibeler arasında ne gibi bir alâka bulunmaktadır? Ayetler bunca asırdır Hatemî'nin istediği doğrultuda anlaşıl(a)madığı için mi başörtüsü ‘erkek zorbalığının alameti’ oldu? Şiisi, Sünnisi tüm mezhebler, İslâm'ın bazı kurallarının ihmal edildiğini gizlemek için mi Hatemî'nin sözünü ettiği ölçüyü aştılar?

İfadelerden bir hükme varmak ya da îmalarla kimlerin kastedildiğini anlamak açıkça mümkün olmadığından, bu sualleri sadece sual olarak değil, istifham-ı taaccüb şeklinde anlamak daha doğru olur herhalde!

“Eşleri ve kızları için çarşaf ve peçeye bürünme mecburiyetini getirdikten ve böylece kendi namuslarını akıllarınca güvenceye bağladıktan sonra, ‘cariye ve hür kadın’ ayrımını yaparak ‘çifte standart’ riyası sonucunda da kendi nefisleri için çağdaş görünümlü ‘avrat pazarı’ açılmasını caiz görenler” (sh. 253) kimler, yine belli değil? Hatemî'nin, ‘avrat pazarı’ açılmasını caiz görmekle itham ettiği riyakârların kim oldukları da açıkça söylenmeyip sadece kendilerine imâda bulunulmuş...

Biri çıkıp da mûmâ-ileyhim'i tahmin etmeye çalışsa, sonra Hatemî'nin, fıkhen hür-cariye ayrımını yapan Şii-Sünni âlimlerin topunu riyakâr-lıkla, kendi nefisleri için avrat pazarı açılmasını caiz görmekle itham ettiğini söylese, o zaman kim kimi itham etmiş olacak? Yoksa ‘yarası olan gocunur’ denip bu îma edişler önemsenmeyecek, tüm bunlar polemik gereği söylenen lâf u güzâf mı addedilecek?

‘Tarihî Materyalist Felsefe’ ahmaklığının gemisi karaya oturduktan sonra bizim kıyılara vuran bîçare kadıncağızları; karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkeklerin, ‘cariye’ hükmünde gördüklerini bilmiyor muyuz? (sh. 253)

Hayır, biz bilmiyoruz ve fakat bu anlattıklarınıza bakarak sizin ne çok şeyler bildiğinizi, bizim ise bu konularda ne kadar cahil kaldığımızı gördükçe, halimize şaşırıp kalıyoruz.

‘Karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkekler’ demekle ailesinin örtünmesini (!) isteyen ve tabiatıyla eşini ve kızını kıskanan müslümanlardan mı söz ediyorsunuz? Bu ‘gayretli’ müslümanlar mı ‘cariye’ hükmünde gördükleri kadınların (!) peşinden koşuyorlar? İnsanın eşini ve kızını kıskanmasında ne mahzur var? Müslüman kadınların örtünmeleri, çuvala mı girmeleri demek? Demek istedikleriniz bunlar değilse, sayın Hatemî, siz ne demek istiyorsunuz?

Bir yandan, Kur’an-ı Kerim'in açık hükmüne rağmen, tefecileri ve ayyaşları ‘iyi müslüman’ diye ilan edip yardakçılıklarını yapmaktan çekinmez, Yezid'i bile himayelerine alırlar, diğer yandan, Kur’an-ı Kerim'de apaçık belirtilmemiş bir hususta kendi görüşlerinden azıcık ayrılanı ‘tekfir’ ederler. (sh. 265)

Bu ‘tefeci ve ayyaş’ dostları, bu yardakçılar kimler? Kimler Yezid'i himayelerine alarak Hatemî'yi tekfir etmektedirler? Hatemî neden bunları açıklamıyor da bu tür genellemelerden medet umuyor? Niçin kendisi gibi düşünmeyen bunca müslümanı bu genellemelerin içine dahil edip onları rencide, hatta taciz ediyor?

Uğur Mumcu'dan sözederken, kendisini ‘rahmetli’ sıfatıyla anacak kadar nâzik ya da Aziz Nesin'in cehennem'de tedavi görmesini (!) istemeyecek kadar merhametli davranan Hatemî, kendisi gibi düşünmeyen müslümanlara sıra gelince niçin bu denli acımasız ve hırçın olabiliyor? Yoksa ‘onlar bunu hak ediyorlar, çünkü kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edip iffetsizlikle suçluyorlar’ diye mazeret gösterilip, o meşhur mülâzeme ilkesi, mukabele bil'misl kaidesi gereğince hayata mı geçiriliyor?

‘Kötülüğün cezası kötülüktür’ deyû bu yolu da tercih edebilirsiniz; fakat sayın Hatemî, niçin hedef gözetmeden yaylım ateşi açıyor, eşi ve kızı örtülü müslümanları, genellemeler yapmak suretiyle ‘karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkekler’ şeklinde niteliyor, sizi tekfîr edenleri, tenkîd edenlerden ayırd etmeksizin muhaliflerinizi Yezid'e yârenlik etmekle suçluyorsunuz?

Saçını açmak ahlâksızlık olsa idi, insanların bir bölümü ahlâksızlığı sineye çekmeye Devlet zoru ile zorlanır (‘cariye’ler ve kocaları), bir kısmı ahlâksız olup olmamada kendi keyiflerine bırakılır (ehl-i zimmet), müslümanlar ise sopa zoru ile ‘ahlâklı’ kılınırlar mı idi? Yoksa bu ahlaksızlığı açıklamak için, yine ‘Hukuk çokluğu ve Medine Vesikası!’ mı diyecekler?

Sayın Hatemî, galiba bu sefer kimlere îmada bulunduğunuz anlaşılıyor. Fakat inanın, ‘Medine Vesikası’ndan hareket edenler (!) dahi müslümanların sopa zoru ile ahlâklı kılınmalarından söz etmiyorlar. Anlaşılan o ki onlar başka bir şeyden, siz ise başka bir şeyden söz ediyorsunuz ve bizler ne denmek istendiği konusunda yine cahil kalıyoruz.

Kadınların bir kısmını ‘cariyeleştiren’ ve onlar karşısında erkeklere sarkıntılık hakkı tanıyan, hristiyan ve musevî kadınlara açılma özgürlüğü tanırken, müslüman kadınları ancak tek gözü açıkta kalacak şekilde kara çuvala sokan görüşe asla saygı duyulmaz. (sh. 269)

Saygı duymadığınız görüşün, saygıya layık olup olmadığı başka bir mesele! Siz nihayet anladığınızdan, anlayabildiğinizden sorumlusunuz. Fakat bu ‘kara çuval’ da neyin nesi? Biz bu nitelemeleri bir yerlerden duymuş, bu söylemin sahiplerinden bile hiç değilse kendilerinden farklı giyinen insanlara saygı göstermelerini isteyebilmiştik. Ancak bir İslâm bağlısının çarşaf'ı ‘kara çuval’ olarak niteleyebileceğini hiç ama hiç hatırımıza getirmemiştik.

Televizyon kanallarında karşılıklı birbirinize keyif bağışladığınız o modern âilelere (meselâ Cem Özer ile eşine) duyduğunuz kadar bir saygıyı, lütfen müslüman (dindar?) âilelere de gösteriniz ve çarşaf'ı ‘kara çuval’ olarak nitelemekten vazgeçiniz. Unutmayınız ki İran'da Şah'ı tarihe gömenlerin çoğu, çarşaflı kadınlardı ve inkılâb, onların çarşaf giymekteki ısrarlarında filizlenmişti. Cezayir'in bağımsızlık destanı da  Fanon'un anlatımıyla  yine o çarşaflı kızların eliyle yazılmıştı.

Erkek ‘fetvacılar’; bir yandan bu fetvalarında İslâm Hukuk Devleti'nin kurulamadığı yörelerde kadınları güzelliklerinin nüfuzlu feodal hakimler tarafından görülerek, kocalarının yahut babalarının veya kardeşlerinin bir oyuna kurban gitmesi ve kadının da nüfuzlu kişilerin ‘harem’ine kapatılması tehlikesini önleme amacı ile, ‘fitne’yi önlemek için, kadınları, tek gözleri ‘açıkta’ kalabilmek üzere çuvala sokmuşlar, okuma ve çalışma hürriyetlerini de kadınların ellerinden almışlardır. (sh. 271)

Fitneyi önlemek amacı ile kadınları, tek gözleri açıkta kalabilmek üzere çuvala sokan bu erkek fetvacılar kimlerdir? Siz de fetva veren bir erkek olduğunuza göre, sayın Hatemî, fitneyi önlemek için mi ümmet'in  tüm mezheb ve mekteblerinin ittifakıyla  uygulamış olduğu bir giyim geleneğini kınıyor ve onun nümûneleriyle alay edip duruyorsunuz? Niçin ikide bir ‘kadınları çuvala sokmaktan’ dem vuruyorsunuz? Yoksa bu insanları kendileriyle hayırlı ve verimli bir fikir-alış-verişi yapmayı dilediğiniz mü’minlerden saymıyor musunuz? Sayıyorsanız, niçin edebe riayet etmiyor da ağzınıza geleni söylüyorsunuz?

Böylece erkek kendisi için ‘cariye satın alma ve ilişki kurma’ hakkını saklı tutarken, kendi eşini ve çevresini, okuma ve çalışma hürriyetinden de yoksun kılarak çuvala sokma ve namusunu sağlama bağlamada yetkin görmüştür. Erkeklerin bu ‘imtiyaz’larından vazgeçebilmeleri kolay değildir. (sh. 271)

Siz bu konularda kendinizi ‘yetkin’ görmeyebilir ve sözkonusu imtiyazlarınızdan da kolaylıkla vazgeçebilirsiniz. Hiç değilse bu işin başkaları için kolay olmadığını teslim etmiş olmanızı takdirle anmak gerekir. Unutmayınız ki çağdaş toplumlar da ‘eşlerini ve kızlarını çuvala sokup namuslarını sağlama bağlamak’ yerine, daha kolay bir yola tevessül edip namuslarını sağlama bağlamaktan vazgeçtiler. Vazgeçtiler de ne oldu? Neticede ahlâksızlık batağına saplanıp o günleri mumla arar hale geldiler. Bugün Batı toplumlarında ensest ilişkilerin, cinsel sapkınlıkların ulaştığı boyutlar, âile kurumunu neredeyse yok etmiş, ‘gayretsizlik’ modern insanın şiârı halini alıvermiştir. Bütün bunlar da bu neticelerin doğmasına mâni olacak tedbirlerin ya kaldırılması ya da önemsenmemesi sonucunda vukû bulmuştur.

Sayın Hatemî, kitabınızı Hz. Fâtıma'ya ithaf ederek bitiriyor ve merhum Şeriatî'nin dediği gibi, ‘Fâtıma Fâtımadır’ diyorsunuz. (sh. 272)

Biz de aynı kanaate iştirak ediyor ve ‘Fâtıma Fâtımadır’ diyoruz; ama Ali Şeriatî'nin dediği gibi diyoruz; aslâ sizin dediğiniz gibi değil!

Hâsılı, sadece Sünnî değil, Şii kaynaklarda da yer alan (Usûlü Kâfî, V/528, Vâfî, XII/124, Vesâil, III/27) şu rivayetin tanıklığına itibar edip etmemekte muhayyersiniz:


Yüklə 229,73 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin