Başörtüsü Risalesi
Bu risale; Kur’an'ın buyruğu gereği başlarını örttükleri için mağdur edilen, zulme uğrayan, hakları gasb edilen ve fakat herşeye rağmen iffetlerini muhafaza eden, vahy-i ilahî'yi herşeyin üstünde tutup izzet ve vakarlarından taviz vermeyen, Kur’an'a yâr olup Ümmet-i Muhammed'i utandırmayan o güzide insanlara, tarihi yazan değil, tarihi yapan ve böylelikle iman etmiş olmanın izzet sahibi olmak demek olduğunu cümle âleme gösteren o değerli kardeşlerimize ithaf edilmiştir.
Dücane Cündioğlu
Önsöz
‘Fermez le Coran, Ouvrir les Femmes!’
(Kur’an'ı Kapa, Kadınları Aç!)
Osmanlı'nın son dönem aydınlarından Abdullah Cevdet, İctihad dergisini Cenevre'de çıkardığı yıllarda, Avrupa kamuoyuna, Avrupa'nın ileri gelen fikir adamlarına, “müslüman halkın terakkî edebilmesi için gerekli çarelerin neler olabileceği”ne dair bazı sualler sorar:
«...
-
Âlem-i İslâm'ın inhitatını mucib olan es- bab u ahvâl nelerdir?
-
Müslümanlara bir hayât-ı taze vererekâlem-i İslâm'ı inkiraz-ı küllîden kurtar- mak içün en müessir tedbir nedir?...»
(Şükrü Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dö- nemi, sh. 137; “İctihad, no: 1, 1/Eylül/1904, sh. 16”ya atfen)
Bu suallere cevap verenler arasında bulunan bir Fransız edebiyatçı, nihayet bir İslâm ülkesinin aydını olan bu zâta, Abdullah Cevdet'e müz-tehzî bir ifadeyle ve fakat kendinden emin bir tavırla şöyle der: ‘Fermez le Coran, ouvrir les femmes!’ (Kur’an'ı Kapa, Kadınları Aç!)
Abdullah Cevdet ise güyâ bu sözün altında kalmaz ve kendisine söylenilen bu sözü şu şekilde değiştirerek mukabelede bulunur: ‘Hem Kur’an'ı, hem kadınları aç!’
O, böyle demekle terakkî'ye mâni olan engellerin Kur’an'da bulunmadığını, kadınların açılması gerektiğini ama bunun yanısıra Kur’an'ın da açık durması lazım geldiğini ifade etmeye çalışmaktadır. O Kur’an'ı karşısına almayacak kadar zekidir. Düşüncelerini ve ortaya koyduğu projeleri Kur’an'ı dışlayarak, Kur’an'a rağmen hayata geçirmeyi hiçbir surette düşünmemiş, bilakis Kur’an'ın müslüman toplum üzerindeki etkisini de hesaba katarak bu toplumu ikna etmenin ancak böylesi bir siyasetle mümkün olacağını anlamıştı. Nitekim kendisinin ‘İslâm'ın gelişmeyi önleyen bir din olduğu’ şeklindeki görüşlere bu açıdan verdiği cevap, bu iddiaların “... saf ibtidasındaki Müslümanlık içün gayr-i muhikk olduğu, [buna karşılık] mütereddî Müslümanlık, daha doğrusu sahte Müslümanlık için doğru...” olduğu şeklindedir. (A.g.e., sh. 137)
O güyâ, gerçek İslâm'a değil, sahte İslâm'a karşıydı ve bu nedenle de hiç çekinmeden ‘hem Kur’an'ı, hem kadınları aç!’ diyebiliyordu. Nitekim böylelikle “müslümanlara bir hayât-ı taze vererek âlem-i İslâm'ı inkiraz-ı küllîden kurtarmak içün en müessir tedbir nedir?” suali muvacehesinde en müessir tedbir, Abdullah Cevdet'in o Fransız edebiyatçının teklifinin değiştirdiği kısmında değil, değiştirmediği kısmında aranıp bulunmuştu: ‘Her halukârda kadınları açmak!’
Bu trajik bir hikayedir! Evet, hem de iki arada bir derede çırpınanların, ne Kur’an'dan, ne de Kur’an'ın tel‘in ettiği bir zihniyet ve bu zihniyetin gereği olan hayat tarzından bigâne kalanların, kalabilenlerin hikayesidir bu!
Şimdi bu hikayeyi bir de Niyazi Berkes'ten dinleyelim:
1908 Devriminin açtığı tartışma döneminin sorunlarından biri de aile müessesesi olmuştur. İlk önce Batıcılar, Devrimin getirdiği söz özgürlüğü sayesinde, kadınların toplumdaki durumu, peçe ve çarşaf sorunlarını, kadınların eğitimi ve toplumsal hayatta rol almaları sorunlarını açıkça ve alabildiğine eleştiri konusu yapmışlardı. Bu konu üzerinde tartışmalı o kadar yazı yayınlandı ki bunların hepsini burada yazmaya imkân yoktur.
Bu yayınlarda rastlanan başlıca yargılar şunlardı: ‘Türkiye'nin geriliğinin başlıca nedeni kadınların durumunun aşağılığıdır; bunun sorumlusu da dindir. Bu durumun sürüp gitmesini sağlayan da din adamlardır.’
Abdullah Cevdet, 1908'den önce İctihad dergisini Cenevre'de yayınladığı yıllarda müslüman halkın kalkınması için gerekli çarelerin neler olacağı üzerine Müslüman ve Avruplı tanınmış kişiler arasında bir anket açmıştı. Esprili bir Fransız edebiyatçısı buna şu kısa cümle ile cevap verdi: ‘Fermez le Coran, ouvrir les femmes!’ (Kur’an'ı Kapa, Kadınları Aç!)
Abdullah Cevdet bir değişiklik yaparak, bu cevabı şu biçime soktu: ‘Hem Kur’an'ı, hem kadınları aç!’ ve bunu aile reformu sorununun sloganı olarak ele aldı. 1908 Devriminden sonra peçe ve çarşafa karşı ilk savaşı açan o oldu. (Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, sh. 435-436; “İctihad, sy. 4, sy. 29, Cenevre, 1907, 1911”e atfen)
Kur‘an'ın bir emri, Kur’an'a rağmen tatbik edilmiyor, hatta bununla da kalınmayıp o mümtaz Kelâm'ın şu ya da bu hususu emretmediği, emrettiyse bile bağlayıcı olmadığı söyleniyorsa, Kur’an sayfaları açılsa ne olurdu, açılmasa ne olurdu? Kur’an'a ittiba edilmedikten sonra, Kur’an'ın el üstünde, baş üstünde tutulmasının ne anlamı vardı?
Bu sorunlar, nasıl son dönem Osmanlı aydınları arasında yaşanmışsa, günümüz Cumhuriyet Türkiyesi aydınları arasında da yaşanmaktadır. Bugün de kimileri başörtüsünü ya da çarşafı, çağdaşlığa mâni addetmekte, örtünmeyi gericiliğin, buna karşın açılıp saçılmayı çağdaşlığın esbab-ı mucibesi saymakta ve bu nedenle kadınların kapanmasını emreden Kur’an'ın sayfalarının da kapanmasını arzu etmektedirler. Yine bugün de kimileri -tıpkı Abdullah Cevdet gibi- hem müslüman kadınların ve kızların hem de Kur’an'ın açılması gerektiğini söyleyerek güya bu müfritlere mukabelede bulunmakta, mukabelede bulunduklarını sanmaktadırlar.
Sorun işte buradadır! Sıfatları, ünvanları ne olursa olsun bu tür aydınlar, modern hayatın onları konumlandırdığı yere ve koşullara alışmış olduklarından, vaziyet-alışlarını Kur’an'dan hareketle değil, içinde bulundukları, alıştıkları hayat tarzından hareketle belirlemektedirler. Bu zaaftan dolayı da Kur’an'ın modern yaşama biçimine uygun gelmeyen, onunla uyuşmayan, modern zihniyetle ve bu zihniyetin kaynaklık ettiği yaşantıyla çatışan ayetlerini ya görmezlikten gelmekte ya da te’vil cihetine gitmektedirler. Kur’an ayetlerinin ne dediği umurlarında değildir onların; zira onlar Kur’an'a uygun bir hayat tarzına talip değillerdir, Kur’an'ın emirlerine kayıtsız-şartsız boyun eğmeyi, Kur’an'ın çizdiği sınırları aşmamayı, Kur’an dairesinde bir tarz-ı hayatı idame ettirmeyi gerçekte arzu etmemekte, ediyorlarsa bile bunu hiçbir surette söyleyebilecek cesareti kendilerinde bulamamaktadırlar.
Evet, bu tür aydınlar Kur’an'ın da açılmasını istiyorlar; Kur’an'ın da okunmasını, Kur’an'a da hürmet edilmesini, Kur’an'a da saygı duyulmasını arzu ediyorlar. Ne ki iş Kur’an ahkâmına gelip dayanınca, Kur’an'ın siyasî eleştiri ve talepleri sözkonusu olunca, aynı insanlar bu sefer ağız değiştirmekte, ya Kur’an'da birilerinin (!) söylediği gibi böyle bir emrin olmadığını, ayetlerin yanlış yorumlandığını, cevazın, ruhsatın, şartların, ibarelerin ama mutlaka bir ‘şey’in dikkate alınmadığını iddia etmekteler ya da Kur’an'ın ahlâkî çerçevesinin asıl olup zamanın değişmesiyle ahkâmın da değişebileceği ilkesinin ardına sığınarak binbir türlü gerekçe uydurmaktalar.
Ne hikmetse, Kur’an'la, Kur’an'a hürmetle başlayan o tumturaklı sözlerin ardından Kur’anî bir hakikatin ispatı, Kur’anî bir ilkenin müdafaası gelmiyor da ya o Kur’anî emri yobaz din adamlarının, kara cübbelilerin, radikallerin, fundemantalistlerin (!) çarpıttığı, dolayısıyla işin esasının böyle olmadığı söyleniyor ya da Kur’an'ın barışı, kardeşliği, sevgiyi, insanlık sevgisini, Allah sevgisini öğrettiğinden bahisle ahkâm, siyaset, muamelât, kısaca Kur’an'da insan hayatına yönelik emirler mecmuası tamamen veya kısmen es geçiliyor. Çok ilginçtir ki her ne zaman bu nutuklar Kur’an'la başlasa, en nihayet Kur’an'ın tebliğini iptal ya da ihmal eden birtakım görüşlerle son buluyor.
Evet doğrudur, İslâm'ın toplumsal ahlâkı düzenleyici emsâlsiz ilkeler vaz‘ettiği; insanı sevmeyi, insan hakkına saygı duymayı öğrettiği...
Evet doğrudur, Kur’an'ın savaşı a‘rızî, barışı asıl ittihaz ettiği, kendisini barışın, özgürlüğün hükümfermâ olduğu ortamlarda daha iyi dile getirdiği...
Evet doğrudur, Kur’an'ın bağlılarına da karşıtlarına da özgürlük ve barışı va‘dettiği, sadece çatışmanın değil, konuşmanın da yollarını gösterdiği...
Ama şurası da doğrudur ki Kur’an, haksızlığı, hırsızlığı, zulmü, katli, içkiyi, zinayı, faizi, açılıp saçılmayı yasaklar; bu yasakları çiğneyenleri sadece ilâhî cezayla değil, dünyevî cezayla da tehdid eder. Bu yasakları çiğneyenlerin Şeytan'ın adımlarını takip ettiklerini, Şeytan'ın adımlarını takip edenlerin ise ne dünyada ne de ahirette felah bulacaklarını bildirir.
Kur’an barıştan, özgürlükten rahatsız olmaz! Ne var ki Allah'ın emirlerinin yerine getirilmediği, nehiylerinin çiğnendiği toplumların özgür değil, köle olduklarını, binaenaleyh insanların ilahî emirlere uydukları takdirde özgürlüklerine kavuşacaklarını, bundan kaçındıkları takdirde ise köleliğe düçar kalacaklarını söyler.
Kur’an, kendisine iman edenlerden bu hakikatleri saklamamalarını, insanlara doğruları söylemelerini, kınayanların kınamalarına aldırmamalarını emreder. Niçin, Rabbimiz bize uymamız gereken emirleri, kaçınmamız gereken yasakları bildirmişken, onları saklayalım? O'na ve Kitabı'na iman etmiş kimseler olarak, niçin O'nun buyruklarını insanlara tebliğ etmekten kaçınalım? Niçin, O'nun dininin söylediklerini söylediğimiz için kınanmaktan korkacağız? Niçin, O'nun yasaklarını, O'nun ayetlerini eğip bükmeden insanlara aktarmaktan çekineceğiz? Niçin bütün bunları insanlara söylemekten utanacağız?
Müslüman, Rabbinin sözlerini eğip büker mi? Müslüman, kendisine hak gelmişken hakkı gizler mi? Müslüman, kendisine ilim geldikten sonra çekişmeye düşer mi? Müslüman, dünya ziynetlerinin ardından koşup Rabbinin buyruklarını unutur mu? Bükerse, gizlerse, düşerse, unutursa, hâlâ sadece Rabbine mû‘ti olduğunu, sadece O'na kulluk ettiğini söyleyebilir mi? Söylerse kimse kendisine inanır mı?
Hepimiz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz. Bizi yaratan, bize rızkımızı veren, bizi koruyup gözeten O'dur! Bizler, O'na kullukla emrolunduk. Âlemlerin Rabbi'ne hamd edip O'nun buyruklarına teslim olduğumuzda bize va‘dedilen cennet'e kavuşacağımıza, O'ndan gayrı ilahlar edinip O'na itaatten kaçındığımızda ise bizi ateşin beklediğine inanıyoruz. Mahzun olmamalı, gevşememeli, eğer mü’min isek izzet ve şerefin mü’minlere ait bulunduğunu asla ve kat‘â unutmamalıyız. Öyle ise niçin biz sadece, bizi yaratan Rabbimize kulluk etmeyelim?
Dücane Cündioğlu
Üsküdar/1995
Tersem ne-resî be-Kâ‘be ey A‘rabî!
İn reh ke to mî-revî be-Türkistân-est.
* * *
Korkarım ki Kâ‘be'ye varamayacaksın ey A‘rabî!
Tuttuğun yol Türkistan'a giden yoldur.
Bu beyit, bir amaca varmak için yanlış yöntem ve yol seçenler için söylenir. [M. Mutahharî, Adl-i İlahî, sh. 168, (Çev. Hüseyin Hatemî), İstanbul, 1988]
I- Tarihsel Arkaplan
1980'li yıllar, bu topraklarda yaşayanların bilhassa müslümanların belleklerinde derin izler bırakacak hâdiselerin yaşandığı yıllardı... Bu yılların başlangıcında bu ülkede bir askerî ihtilalle birlikte sadece Rejim değişime uğramakla kalmadı, değişen birçok şeyle beraber hâdiselerin istikameti de değişti. 12 Eylül öncesinde öğrenciler arası çatışmalara sahne olan Üniversiteler, bu sefer başka bir çatışmaya sahne oldular: bir tarafta Üniversite yönetimlerinin (Sistem'in), diğer tarafta ise okumak isteyen müslüman kız öğrencilerin yer aldığı çatışmalara... Müslüman kız öğrenciler, ‘başlarını örttükleri’, dolayısıyla okul yönetmeliğine aykırı davrandıkları gerekçesiyle okullara alınmadılar, sırf ‘Rabbimiz Allah'tır’ deyip istikamet üzere olmayı tercih ettiklerinden dolayı cezalandırıldılar ve her türlü ‘özgürlük’ teranesine rağmen okuma hakları gasbedildi. Gelişen bu olaylar muvacehesinde içlerinden büyük bir çoğunluk direndi, yılmadı, mücadele etti; kimileri okuldan atıldı, kimileri okullarını kendileri bırakmak zorunda kaldı, kimileri de dışarıda başını kapayıp okulda açarak öğrenimini sürdürdü. Birçoğunun aileleri ile araları açıldı ve bu nedenle bazıları okullarını terketti, bazıları da ailelerini... İçlerinden bunalıma girenler de oldu, mahkeme kapılarında haklarını aramak için çile çekenler de... Bütün bu olanlar ülke sathına yayıldı, imzalar toplandı, gösteriler düzenlendi, protesto mitingleri yapıldı, hâsılı bu yıllarda ve bu ülkede, bu ülkenin insanlarının belleklerinde oldukça derin izler bırakacak bir ‘başörtüsü dramı’ yaşandı. Netice itibariyle tüm bu hâdiseler, aynı zamanda başörtüsüyle ilgili (sadece sosyal ve siyasî değil, fikrî) tartışmaların yapılmasına da yol açtı. Paneller, açık-oturumlar, konferanslar düzenlendi, makaleler, kitaplar yazıldı ve bugüne değin başörtüsü ile ilgili meseleler her halukârda gündemde kaldı.
Bu bağlamda önemine binaen altının çizilmesi gereken bir husus da şudur: Başörtüsü ile ilgili tartışmalar başladığında, münakaşalar önceleri ‘başörtülü kız öğrencilerin böylesi bir kıyafetle okullara girip giremeyecekleri’ meselesi etrafında dönerken, bir süre sonra ‘İslâm'da (Kur’an'da) başörtüsü'nün olup olmadığı’ şeklindeki münakaşalara dönüştü ve nihayet televizyon kanallarının çoğalmasıyla beraber bu tartışmalar hem de bazı medyatik ‘din adamları’nın marifetiyle halkın her kesimine yayıldı. Bu yarayı kanatanların, meselenin bu raddeye geleceğini hesap edip etmediklerini bilemeyiz ama neticede tartışmalar mahiyet değiştirmiş ve oldukça ilginç bir hâl almıştı. Rejim'in zorla ve yasaları kullanarak açtıramadığı başlar, bu sefer bazı din adamlarının ya da bağlılarının marifetiyle açtırılmak isteniyordu. Öyle ki işin başında, bu yarayı kanatanlara, laik yasaların daha toleranslı yorumlarından dahi istimdad edilerek ‘müslüman kız öğrencilerin örtülerini açmayabilecekleri’ söylenirken (tartışmalar, İslâmî değerlerin savunucularıyla bu değerlerin karşıtları arasında iken), tartışmanın seyri ve tarafları değişmiş; bu defa müslümanlar kendi aralarında baş örtme emrinin İslâm'da (Kur’an'da) olup olmadığını (ya da ‘emrin vücûb ifade edip etmediğini’) münakaşa etmeye başlamışlardı.
Hâdiselerin en yoğun olarak yaşandığı bir zamanda, televizyon'da yapılan ilk açık-oturumlardan birinde İlahiyatçı ve fakat modern giyimli bir hanım (Bahriye Üçok), bilhassa İlahiyatçı kimliğini öne sürmek suretiyle Kur’an'da başörtüsüne ilişkin ayetlerin yanlış yorumlandığı, İslâm'da böyle bir vecibenin bulunmadığı, dolayısıyla müslüman kızların pekâlâ başlarını açarak okullarına devam edebilecekleri fetvasını verdi. Bahriye Üçok'un bu fetvasının kimilerince ‘fikir verici, aydınlatıcı bir yaklaşım’ olarak hüsn-ü kabul gördüğüne şüphe yoksa da bu fetva müslümanlar tarafından pek öyle ciddiye alınmadı. Ne var ki bir süre sonra bu fetva'ya iltifat eden başkaları da çıktı ve bu başkaları da aynı fetva'yı dillendirmeye başladılar. Laik kesimler tarafından çıkarılan dergilerde aleyhte yazılar çıkıyor, başörtüsü'nü alaya alan karikatürler çiziliyordu. Başörtülü kız öğrenciler, özellikle çarşaflı müslüman hanımlar için kullanılan ‘kara kargalar’, ‘kara fatmalar’, ‘mor patlıcanlar’ ‘öcü kılıklılar’ gibi tabirler, işte o dönemin müşevveş zihinleri, haysiyetsiz kalemleri tarafından ortaya atıldı. Israrla sürdürülen kampanyalar öylesine etkili olmuştu ki değil Cumhuriyet yönetimlerince itici hale getirilmiş olan ‘çarçaf’ kavramı, başörtüsü kelimesi dahi telaffuz edilmek istenmiyordu. Çözüm bulunmuş, hem gazetelerin hem de birtakım muhafazakâr siyasetçi eşlerinin katkılarıyla ‘türban’ kelimesi eski şöhretine yeniden kavuşmuştu.
‘Çarşaf’ veya ‘Başörtüsü’ sadece Laiklerin, Sosyal Demokratların, Kemalist geçinenlerin karaladığı bir kavram olarak kalmadı ve İslâm adına konuşan, yazıp çizen bazı zevat da bu kampanyaya katıldı: Bazıları, Cuma namazı çıkışında başörtülü kız öğrencilere destek için protesto gösterileri yapan müslüman gençlere karşı aynı anda otuzbeş câmide yayınlanan vaazlar vererek Hafiyesi Mahmut misali ‘çarşaf giyen erkekler’den dem vurdular ve böylelikle hem bu eylemleri mahkum etmek suretiyle kendilerinin fundemantalistlerden (!) beri olduklarını âleme göstermek fırsatını buldular, hem de çarşaf giymiş bir kadının güvenlik güçlerince aranabileceğinin gerekçesini hazırlayarak kendilerine Konut'un merdivenlerine tırmanabilmenin yollarını açtılar. Bazıları da hangi saflarda yer aldıklarını unutup bu malum koroya katıldılar ve belki de aynı koroda yer almanın kaçınılmaz bir sonucu olarak onlar da diğerleri gibi çarşaf'ı ‘kara çuval’ olarak nitelemekten geri durmadılar, duramadılar. Aynı güfte yeni bestelerle çalınıyordu. Meselâ kendisi yaşlı bir İslâm âliminin oğlu olan (Reşad Halife'nin peygamberliğine ve Tevbe Sûresi'nin son iki ayetinin Kur’an'dan olmadığına iman ettiğini açıklayan) Edip Yüksel, Kur’an'ın müslüman kadınlara başlarını örtmelerini emretmediğini iddia etti, hatta iddia etmekle kalmayıp o da çarşaf'ı ‘simsiyah bir çuval’ olarak niteledi (Türkçe Kur’an Çevirilerindeki Hatalar, sh. 21, İstanbul, 1992). Edip Yüksel'in tavrında, Bahriye Üçok'un tavrından farklı addedilebilecek bir yön vardı; zira o böşörtülü kızların okullara sokulmasına değil, başörtüsü'nün Kur’an'a sokulmasına karşıydı:
Başörtüsünü Kur’an'a sokmak isteyenleri onaylamadığımız gibi, Üniversite'deki kızların giyim kuşamlarına karışan şekilci ve despot tavırları da onaylamıyoruz. (A.g.e., sh. 22)
Görüldüğü üzere hâdiselerin seyri ve tarafların durumu gerçekten de ilginç bir hâl almış, belki ancak dipnotta zikredilebilecek bir orana tekabül eden demokrat ve eyyamcı fısıltılar müstesna, bu konudaki tavır-alışlar garip bir biçimde farklılaşmıştı: Bir tarafta, başlarını Kur’an'ın bir emri gereğince örttüklerini, örtülü olarak da okumak istediklerini söyleyen kız öğrenciler ve bu yaklaşımı savunup destekleyen İslâmcılar ile muhafaza-kâr kesimler vardı, diğer tarafta ise, başörtüsü takmanın dinî bir davranış olmayıp bir ‘siyasî simge’ olarak kullanıldığını, dolayısıyla ‘çağdaş bir kıyafet’ sayılması mümkün olmayan (!) başörtüsü ile okullara girilemeyeceğini iddia eden Laik, Kemalist ve Sosyal Demokrat çevreler bulunuyordu. Buraya kadar garip bir taraf yoktu ve tuhaflık da işte tam bu noktada başgösteriyordu; zira her iki tarafın safında da yer almayan, almak istemeyen üçüncü bir söylem daha zuhur etmişti. Bu nev-zuhur söylemin sözcüleri, başörtüsü'nün dinî (Kur’anî) bir vecibe olmadığını iddia ettilerse de başını örtmek isteyenlerin okullara girmelerinin engellenmemesi gerektiğini söylemeyi de ihmal etmediler. Buna rağmen taraflarca ‘işbirlikçi’ muamelesine layık görüldüler; zira başörtülü öğrencilerin okullara girmeleri gerektiğini söylemekle bir tarafa, baş örtmenin dinî bir vecibe olmadığını söylemekle de diğer tarafa hizmet etmiş oluyorlardı. Ortada bir ‘fitne’ (!) vardı ve tahrikler neredeyse bir ‘Başörtüsü Meydan Savaşı’na (!) yol açmak üzereydi. İşte onlar, güya bu savaşı önlemeye çalışıyorlardı ve fakat savaş bir yandan yine de devam ediyordu. Neticede, hakemliğe soyunanlar ne o tarafa, ne de bu tarafa yaranabildiler.
İşbu rivayet evvelce yoğ idi ve 12 Eylül'le birlikte çıkmıştı. Ne ki çıkmakla da kalmadı ve şuyûu vukûundan beter bir hâl alarak hem sosyeteye tebliği vazife edinmiş bir hoca ve müridânın- ca, hem de onlara akıl hocalığı yapanlarca “Kur’anî analizlerin sonuçları” şeklinde piyasaya arzedildi; ancak bu görüşler sadece dindar burjuvazinin ‘takıldığı’ mekânlarda seslendirilmedi, gün geldi, o mekânlara mahsus bir söylem olmaktan çıktı ve en nihayet, Kur’an adına, İslâm adına, hem de İslâm'a bağlılıklarını beyan eden kimi aydınlarca gazete ve dergilerde, televizyon kanallarında maâ'l-âile sürekli tekrar edildi, halen de edilmekte...
Gelinen nokta açısından bugün artık başörtüsü maalesef müslümanların kendi aralarında tartıştıkları bir konu haline gelmiştir ve bazı müslümanlar ne dediklerini, hatta kime hizmet ettiklerini bilip bilmeden bu görüşlerini sadece televizyon kanallarında değil, kendi kitaplarında da fütursuzca sergilemekte, kimi çıkarcılar da bu söylemin yayılmasına çanak tutmaktadırlar. Ne yazık ki olan olmuş, televizyon kanallarında dinamitin fitili ateşlenip (!) halkın gözü önünde müslümanlar birbirlerine düşürülmüştü... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, fitili tutuşturanlar amaçlarına ulaşmanın verdiği keyifle müslümanların yüzüne bakıp sırıta sırıta ‘Görüyorsunuz başörtüsü zaten Kur’an'da da yokmuş’ diyebilmişlerdi. Sözün özü, bir yangın başlamıştı bu ülkede...
II-Kur’an Yorumlarının Avâmileşmesi
Böylesi bir tarihsel arkaplanın ortaya konmasındaki amaç, başörtüsü ile ilgili tartışmaların Türkiye'deki son on küsur yıllık serencâmını tahkiye etmekten ibaret değildir elbette. Bu yolu tercih etmemizin iki temel amacı vardı:
Birincisi, bu tartışmaların ardında fikrî âmillerin değil, bilakis sosyal ve siyasî sâiklerin bulunduğunu göstermek, yani ‘söz uçar yazı kalır’ darb-ı meselince kitaplara geçerek ‘içeriden’ seslendirilen bu görüşlerin kökeninde yatan zaafın, esas itibariyle fikrî mahiyette olmayıp sosyal ve siyasî bir tavır-alışla yakından alâkalı olduğunu vurgulamak.
İkincisi, Kur’an'dan yapılan sözkonusu istinbatların İslâm'ın bunca asırlık geleneği içerisinde hiçbir mektebin ya da mezhebin öne sürmediği, hatta aklına bile getirmediği bir biçimde ‘modern’ olduğunu, ‘şimdi’ye ait bulunduğunu hatırlatmak ve böylelikle, eşlerinin ya da kızlarının başlarından başörtüsü'nü çıkaranlar ile başörtülü kızları podyumlara çıkaranlar arasında temelde bir fark bulunmayıp her iki tavrın da sosyal ve siyasî değişim dalgalarının bir sonucu olduğunu ortaya koymak...
Eleştiri'nin kalkış noktası, yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı yaşayanların ufkunu nasıl belirlediğini ve Kur’an ayetleri ile yaşanan hayat arasındaki ilişkinin Kur’an metnini anlamadaki rolünü (bir anlamda, ‘yaşadığın gibi inanırsın’ darb-ı meselinin ifade ettiği hakikati) ortaya koymak olduğundan, Kur’an'a yapılan atıflar kadar, bu atıflara yol açan sosyal ve siyasî arkaplanın da tartışılması gerekmektedir.
‘Yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı yaşayanların ufkunu nasıl belirlediği’ ile ilgili olarak, yakın tarihimizden yaşanmış, tecrübe edilmiş bir misal verelim: Kendisi Meşrutiyet-Cumhuriyet devri mütefekkirlerinden... Fıkıh ilmiyle, özellikle Usûl-i Fıkıh'la meşgul oldu ve bu konuda gerçekten de kıymetli eserler verdi. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra kurulan Meclis-i Mebusan'a iki dönem İzmir mebusu olarak katıldı, daha sonra Ayan Meclisi üyeliğine seçildi. Cumhuriyet'in ilanından sonra da İzmir Mebusu olarak TBMM'nde görev aldı. I. İsmet İnönü Kabinesi'nde Adliye Vekili oldu (1924). Mecliste hilafet'in kaldırılması tartışılırken, bu âlimimiz ‘Adliye Vekili’ sıfatıyla hilafe'tin mahiyet-i şer‘iyyesine dair meşhur bir konuşma yaptı; meclisteki muhalefeti kıran bu konuşması hilafet'in kaldırılmasında büyük bir rol oynadı. Herhalde kimden bahsettiğimiz anlaşılmış olmalı... Seyyid Bey'den söz ediyoruz; fakihliğinden ziyade, hatibliğiyle tanınan Seyyid Bey'den... İsmail Kara'nın ifadeleriyle: Bugün aramızda çok Seyyid beyler yaşıyor: İşe koşulan, bazı doğruların söylenmesi kendisine bırakılan, zeki fakat saf, zamanı gelince de “kumda oynamaya müheyya”lar... (Garı, Ganun ve Şapka, Dergah Dergisi, I/V, Temmuz, 1990)
Seyyid Bey'le ilgili olarak aktaracağımız anektod, Dergi'nin mezkur sayısında yer almaktadır ve ‘yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı yaşayanların ufkunu nasıl belirlediği’ ile ilgili önemli ipuçları vermektedir:
... Umumî Harb içinde idi; Alman mebuslarının ziyaretini iade için Almanya'ya bir heyet halinde gittiğimiz zaman aramızda Seyit Bey de vardı. Cenuptan başlayarak Almanya'nın küçük payitahtlarından bir haylisini dolaştıktan sonra, nihayet Berlin'e gelmiştik. Birgün, Adlon otelinin hususî salonunda, öteden beriden konuşuyorduk. Birdenbire, başını kesik kesik bir hayli salladı, gözlerini evirdi, çevirdi. Kaşlarını kaldırarak ‘olmayacak bu iş!’ dedi. Ben harpten, sulhtan, Almanlarla münasebetlerimizden bahsedecek zannediyordum. ‘Hayrola’ dedim; ‘nedir olmayacak olan iş?’ Seyit Bey, bir uzun mahkeme kararını tefhim eder gibi, ciddi bir tavır ile, “Bizim garının” dedi; “başına şapkayı giydirip sokağa çıkarmalı. Başka çare yok!”
O, ‘k’ harfini telâffuz edemezdi. ‘kanun’ derken Meclis'te ‘ganun’ diye bağırırdı. Şimdi karısının başına şapka giydirerek sokağa çıkarmak lüzumundan bahsetmesi, bizdeki tesettürün mânâsızlığını ve zararını tasdik etmesi demekti. Konuştuğumuz lakırdılarla hiç alâkası olmayan bu bahis, Avrupa seyahatine çıkalıberi onun zihninde yavaş yavaş vücut bulan, nihayet tebellür eden bir kanaatin birdenbire kalbinde feveran etmiş bir ifadesi idi. (Hüseyin Cahit Yalçın, “Tanıdıklarım-Seyit Bey”, Yedigün, nu. 183, 9 Eylül 1936)
Daha sonra H. C. Yalçın'ın, aynı yazısında Chateau Iquem şarabını da yudumladığını söylediği Seyyid Bey'in fikirlerindeki bu değişim (kimilerine göre ‘gelişim’) kolay olmamış ve fakat en nihayet memleketin kurtuluşunu ‘garısının başına şapka giydirip sokağa çıkarmak’ta görecek noktalara kadar gelmişti. İşin trajik tarafı, insanoğlunun fikirlerinin değişmesi değil, bu fikirlerin değişmesine yol açan âmillerin gözden kaçması ve meselâ Meclis'te hilafet'in mahiyet-i şer‘iyyesi tartışılırken, tarafların gerçekten de şer‘î bir mahiyet'in tartışıldığını düşünmesidir. Okudukları, okuttukları Seyyid Bey'in yaşamakta olduğu hayatı ne denli etkilemişti? Bu sualin cevabını tam olarak verecek durumda değiliz. Ancak yaşamakta olduğu tarz-ı hayatın, Seyyid Bey'in okuduklarını, okuttuklarını ne denli etkilediğini, galiba çok iyi biliyoruz!
Bizler, umumiyetle metinde mündemiç anlamın ona muhatap olanları etkilediğini ve tabiatıyla metnin, muhataplarının hayatlarını değiştirip biçimlendirdiğini düşünürüz. Bu doğrudur ve metinlerin, özellikle kutsal metinlerin, bidayetten beri insan hayatını değiştirip biçimlendirdikleri reddedilemez bir vâkıadır. Fakat unutulmamalıdır ki metinde mündemiç anlamın muhataplarını etkilemesi, biçimlendirmesi kadar, muhatapları da çoğu zaman o metne kendilerinden, kendiliklerinden birtakım anlamlar katarlar, âdeta metnin anlamını yeniden tayin edip metni, ‘kendi bulundukları doğrultuda’ konuştururlar. Muhatabın, metni ‘kendi bulunduğu doğrultuda konuşturması’, bütünüyle, metni ‘kendi istediği gibi konuşturması’ demek değildir.
İlkinde; muhatabın metne anlam verirken anlam'ı, bulunduğu yere bağlı olarak (vaziyet-alışına uygun bir biçimde) saptayabileceği, yani bulunduğu yer ile metin arasındaki doğrudan ilişki sebebiyle ve farkında olmaksızın konumuna uygun düşecek şekilde anlam'ı oluşturabileceği kastedilmektedir.
İkincisinde ise, muhatabın kendi bulunduğu yerin önemi olmaksızın metne dilediği gibi (=keyfe mâ yeşâ) anlam verip metnin anlamını dilediğince tayin etmesi (saptırması) sözkonusudur. Kısaca, ilkinde gayr-ı iradî (bilinçsizce) olan tasarruflar, ikincisinde iradî (bilinçli) bir mahiyet kazanmaktadır. Bu yapılamadığı takdirde; yani muhatab, metnin verdiği anlama doğrudan müdahale edemediği durumlarda, bu sefer metnin kendisine müdahele etmeyi dener ve malum olduğu üzere tahrif denilen olgu da böylesi durumlarda başgösterir. Tahrif sanılanın aksine muhatabın sadece metnin kendisine yönelik tasarruflarında değil, metinde mündemiç anlama yönelik müdahalelerinde de ortaya çıkar. Lafız değiştirildiğinde (=tahrif lafzen vukû bulduğunda), anlamın aslına ircâ edilme imkânı kalmayacağından, Söz'ün sahibi tarafından lafzın yeniden vaz‘edilmesi gerekir ki vahy-i ilahî'nin tarih sahnesinde fâsılalarla tecelli etmesinin bir sebebi de burada aranmalıdır. Lafız değil de lafzın delâleti değiştirildiğinde (=tahrif mânen vukû bulduğunda) ise, anlamın herşeye rağmen aslına ircâ imkânı var demektir; zira lafız değişmemiş, değiştirilmemiştir. Nitekim vahiy zincirinin son halkası olan Kur’an'ın insanlığa rehberlik yapabilme kudreti üzerinde düşünüldüğünde, bu kudretin sadece Kur’an'ın muhtevasında değil, bu muhtevayı bugüne taşıyan lafzında da saklı olduğu görülecektir.
Kutsal metinlerin tefsir tarihlerine genel olarak bakıldığında, tahrif olgusu her iki şekliyle de gözlemlenebilir. Çünkü mevcut kutsal metinlerin değil sadece kendileri, önemli ölçüde anlamları da o metinlerin asıl sahibine izafe edilecek durumda değildir. Meselâ eldeki İnciller, hem metinlerin mevsukiyeti bakımından, hem de hristiyanlar tarafından bu metinlere yüklenen anlam içerikleri bakımından hiçbir otantik kıymet taşımazlar. Kutsal metinler içerisinde bunun bir tek istisnası vardır, o da Kur’an-ı Kerim'dir. Tahkî-ken söyleyebiliriz ki insanoğlunun elinde bugün Kur’an dışında mevsuk herhangibir kutsal metin bulunmamaktadır ve eldeki mevcut metinlerin hiçbiri, tarihsel eleştiri'nin soruşturmalarına mukavemet edecek ölçüde bir sıhhati haiz değildir.
Kur’an'ın yorumları sözkonusu olduğunda ise, maalesef bu denli iddialı konuşmak mümkün olmamakta, olamamaktadır. Nitekim Tefsir tarihimize şöyle bir bakıldığında bile görülecektir ki vahy-i ilahî hiç de lâyık olmadığı bir biçimde birtakım lafazanlıkların, hurafe ve bid‘atların, gereksiz felsefî ve kelâmî zorlamaların, mezhebî ve siyâsî taassub gösterilerinin, hâsılı binbir türlü gayretkeşliklerin konusu yapılmış, tüm bunlar olurken murad-ı ilahî âdeta görmezlikten gelinerek ayetler hakkında akla gelen herşey söylenivermiştir. Vahy-i ilahî'nin anlamını saptırmaya yönelik bu tür teşebbüslerin çetelesini tutmak isteyecekler, eldeki Kur’an tefsirlerine bakıp oradaki tartışmaları izleyebilir ve kendilerine kâfi miktarda örnek de bulabilirler.
Günümüze gelindiğinde ise, Kur’an yorumlarındaki değişim sadece çağdaşlaşmak ile ifade ya da izah edilebilecek bir düzeyde kalmamış, Demokrasi rüzgârlarının İslâm dünyasının üzerinde esmesiyle birlikte, bu yorumlar avâmileşmişti de. Kur’an yorumlarının avâmileşmesi iki şekilde oldu:
Birincisi, ulemâ ve aydınlar Kur’an'ı avâma göre, avâmın isteklerine, beklentilerine göre yorumlamaya ve sosyal gelişmelerin baskısı altında demogoji (kelimenin asıl karşılığıyla: halk avcılığı, halka dalkavukluk) yapmaya başladılar. Nitekim çağdaş yorumların kısm-ı a‘zamı bu niteliktedir. [Burada, hatiblerle muhatabların aynı düzlemde yer aldıklarına bilhassa dikkat edilmelidir.]
İkincisi, bu işe avâm (=demos) da el attı ve ‘bilenlerle bilmeyenlerin bir ve eşit’ sayıldığı demokratik platformlarda her kafadan ayrı bir ses çıktı ve fakat işin garibi bu keşmekeş karşısında kimse sesini çıkarmadı, çıkaramadı. Herkesin biliyormuş, düşünüyormuş gibi yapıp aklına geleni söylediği, canı sıkılan herkesin bir Kur’an meâli veya “Kur’an'da...”, “Kur’an'a Göre...” başlıklı yazılar yazıp neşrettiği, üstelik bütün bu olup bitenlerin de ‘zenginlik’ (!) olarak görüldüğü bir toplumda avâmileşme kaçınılmazdı ve bütün bu olup bitenlere ‘demokrasi’ aşkına katlanıldı, halen de katlanılmakta...
Günümüz müslümanının karşı karşıya (hatta ‘içinde’) bulunduğu gerçek tehlike, tâbi olmakla emrolunduğu vahy-i ilahî'ye tâbi olmamasından/olamamasından, ‘kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı’ Kitab'ın rehberliğinden istifade etmeyip hevâ ve hevesine uymasından ya da ma‘rufu emr, münkeri nehy etmek yerine, bunun tam tersini yapmasından ziyade, tâbi olacağı Kitab'ı, istediği gibi yorumlayabileceği bir hâle getirip onun kelime ve kavramlarıyla oynaması, bu Kitab'ın emirlerine uyacak yerde, bu Kitab'daki vâcibleri, mendub ve mübahlara indirgeyip emirlerin içeriğini, kendi fiilî yaşantısını her halukârda meşrû kılan beyanlar haline getirmesi, içinde yaşadığı zamanı, mekânı Allah'ın muradına uygun bir biçimde değiştirip dönüştüreceğine, Tahtakale esnafı gibi ‘zaman sana uymuyorsa sen zamana uy’ yollu ucuz vecizelere sarılarak aklısıra Kur’an'ı asrın idrakine sunduğunu iddia etmesidir.
Evet, Kur’an asrın idrakine sunulmalı, asrın insanlarının bu Kitab'ın yüce rehberliğinden istifade etmeleri için her türlü cehd u gayret gösterilmelidir. Ancak bu, onun kelimelerini eğip bükmeden ve onun emirlerini hile-yi şer‘iyye ile nesh ve iptal etmeden yapılmalı, ne ‘biz hakikati söylüyoruz’ lafazanlığıyla birtakım uydurma rivayetleri, bâtıl görüşleri, ictihad adına yapılmış gayretkeşlikleri dinî esaslarmış gibi piyasaya sürmeyi âlimlik sanmalı, ne de ‘insanlara dinimizi sevdirelim’ gibi masum ve belki de samimi gerekçelerle genç evlatlarımızı St. Antoine Kilise'sinin papazının elinden kurtarmak adına akla eseni söylemelidir. Bu yol, İslâm âlimlerinin (diğer bir tabirle ‘bağlılarının’) yolu değildir, olmamalıdır; zira bu yol, olsa olsa Hristiyanlığı yaymak bahanesiyle Meryem oğlu İsa'nın tebliğ ettiği dini, pagan inançlarının bahçesi haline getiren St. Paul'un yoludur. Hristiyanlık bugün ve hem de St. Paul'ün marifetiyle hâlâ kendisine milyonlarca ‘bağlı’ bulabiliyorsa da bu çokluğu elde etmenin bedeli olarak Tevhid'i fedâ ettiği, neticede de bir Şirk dinine dönüştüğü gözden ırak tutulmamalıdır. Bu hastalık bugün de devam etmekte ve bilhassa Protestanlar tarafından neşredilen İnciller, ‘sevgi’ adına, ‘İncil'i tebliğ’ adına hemen her defasında sürekli değiştirilip dururken, ‘tıpkı basım’ yapmak, âdeta sema'nın melekûtu'na girmeye mâni addedilmektedir.
Bu maraz maalesef büyük ölçüde müslümanlara da sirayet etmiştir ve nitekim günümüzde ‘tebliğ yapmak’ deyince, taraftar sayısını çoğaltmak için her türlü lâf u güzâfı sarfetmek, sonra bu lâf u güzâfı ‘kişisel ya da aklî yorum’ olarak takdim edip o güzelim kelimenin, Te’vil kelimesinin ‘iftiranın kardeşi’ mânâsına dönüşmesine çanak tutmak anlaşılmaktadır. Tebliğ, tebliğ edilecek sözü, o sözün sahibinin muradına uygun olarak başkalarına aktarmak veya o murada uygun bir hatt-ı hareket takip etmek demektir; yoksa ‘Ben aklî yönteme göre anladığımı söylerim, kullandığım yöntem ‘aklî’ olduğu için ‘(benim gibi) akıllı’ olanlardan da bu yorumumu kabul etmelerini isterim’ demek yahut Kur’an'ı tebliğ etmek; İslâm'ı insanlara sevdirmek ya da hak bir sözle bâtılı kastederek ‘İslâm'ı asrın idrakine söyletmek’ gibi esasen sahih niyetlerle yola çıkıp sonra adına konuşulan o Mübarek Kelâm'ı heva ve hevese ‘oyuncak’ etmek değildir.
Herkesin Kur’an adına konuşmayı marifet saydığı günümüzde, Kur’an adına söylenenleri hatırlamaya çalışın, sonra da bir bakın aklınızda o Mübarek Kelâm'dan neler kalmış!? Hiç düşünülüyor mu ki geçen asrın sonlarından itibaren başlayan Kur’an'da bilimsel keşiflerin şifresini bulmak çabası, bugün Kur’an'ın tebliğini ne hâle getirdi; Kur’an'daki bilimsel, matematiksel mu‘cizeleri bulup çıkaralım derken, o mübarek Kelâm-dan neler neler çıkarıldı? Televizyon komikleri bile bu işe el attılar ve onlar da tabii ki elleri boş dönmeyip Kur’an'dan Mustafa Kemal'i çıkardılar. Üstelik bütün bunlar, hamiyet-i diniye adına, İslâmiyet'e hizmet adına ortaya konuldu. Öyle oldu ki sonunda gaflet ile samimiyeti, gayret ile ihaneti birbirinden ayıramaz hale geldik.
‘Tüm bunların hamiyet-i diniye ile ne alâkası var?’ denilmemeli; zira bu gayretler, insanlara Kur’an'ı, İslâm'ı sevdirmek için ortaya konulmakta, böyle olunca da İslâm'a bağlananların sayısının artacağı ümidiyle her türlü yol denenmektedir. Kimileri Kur’an'da ‘Parlemento Sûresi’nin (Şûra Sûresi), kimileri Ağır Sanayi Sûresi’nin (Hadid Sûresi) olduğunu söylediler, kimileri ‘hâzâ'l-beled'il-emîn’ ibaresinden, Kur’an'da tâ bindörtyüz küsur sene öncesinden ihbar edildiğini düşündükleri Belediyeciliğe ait esasları istinbata yöneldiler, kimileri Kur’an'da geçen ‘hizb’ kelimesinin, bazı meâl sahiplerince ‘parti’ kelimesiyle çevirilmesinden yüz alarak fer‘î olanı, esas olanın yerine geçirme fırsatını yakaladıklarını sandılar ve kimileri de demokrasi'nin, sosyalizm'in, kapitalizm'in, reenkarnasyon'un, atom'un, Big-Bang teorisinin ya da Kara Deliklerin veya uçağın, artezyen kuyusunun, telsiz ya da telefonun, hâsılı ‘yeni’ olan, galiblerin elinde bulunan ne varsa hepsinin menşe’ini Kur’an'da bularak cahil kitleleri hayretlere salabilmiş olmanın keyfini yaşadılar; işin garibi böyle yapmakla da İslâm'ı asrın idrakine sunduklarını düşündüler. Ne acıdır ki mübarek kitabımız Kur’an-ı Kerim, sadece bugün değil, asırlar boyu böylesi gayretkeşliklerin ‘alet’i haline dönüştürülmek istenmiş, bir tek kelimesinden, hatta bir tek harfinden yola çıkılarak nice ‘fantaziler’ üretilmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi, bu fanteziler ‘akide’ haline getirilerek insanlar icad edilen bu inanç esaslarını kabule zorlanmıştır.
Yorumların avâmileşmesinin bir neticesi olarak Kur’an'ın bu toplumun hayat tarzını etkilemesi, biçimlendirmesi güçleşmiş, Söz'ün anlamı genişleyince anlam buharlaşmış, kısacası insanlar neredeyse Kur’an'ın rehberliğinden istifade etme imkânlarını yitirmekle karşı karşıya gelmişlerdir. Kur’an-ı Kerim ‘Allah'tan gayrısına kulluk edilmez’ diyor ama insanlar âdeta Allah-'tan gayrı herşeye tapınıyorlar, Kur’an insanları, ‘herkesin yaptıklarının karşılığını göreceği gün’ ile uyarıyor ama insanlar dünyanın ahiretin mezrası olduğunu, dünya işlerini daha iyi bildiklerini, dinin ahiret kadar dünyaya da hitab ettiğini bilgiç bir tavırla tekrar edip ‘dünyada mekân, ahirette iman’ deyû Söz'ü tersine çeviriyorlar, Kur’an faiz alıp vermeyi, hırsızlığı, zinayı yasaklıyor ama insanlar yasaklara uyulabilecek beldeleri ikiye ayırıp ‘burası dâr'ul-harb'dir’ ictihadıyla bu yasakları yine din adına deliyorlar, Kur’an ‘yalan söylemeyin’ diyor ama insanlar siyaset yaptıklarını söylüyorlar, Kur’an ‘hakkı söyleyin’ diyor ama insanlar bu sefer dini güzel göstermeye çalıştıklarından, Kur’an'a hizmet ettiklerinden dem vuruyorlar; sonuçta da biz tıpkı İmam Gazâlî'nin dediği gibi değirmenin gürültüsünü işitiyoruz ama ortada un göremiyoruz
III-Bir Örnek ve Bir Eleştiri
Bu yazıda eleştiri konusu yapacağımız metne gelince, bu metin, yukarıda kendisine ‘başörtüsü’ ile ilgili atıf yapılan çağdaş söylem'in temsilcilerinden ve hatta sözcülerinden Medenî Hukuk profesörü Hüseyin Hatemî'nin İlahî Hikmet'de Kadın (İstanbul, 1995) adlı eseri, özellikle bu eserin son üç bölümüdür. Hüseyin Hatemî görüşlerini, sözü geçen eserinin ‘Ahlâk ve Giysi’ (sh. 239-244), ‘Üçüncü Bası'ya Sonsöz’ (sh. 245-256) ile ‘Başörtüsü Konusunda Sonsöz'ün Eki’ (sh. 257-272) başlıklı bölümlerde ayrıntılı olarak serdetmiş bulunmaktadır. Nitekim biz de eleştirilerimizi doğrudan bu bölümleri esas alarak ortaya koyacağız.
Hüseyin Hatemî, mezkur eserinin ilk iki basımında bulunmayıp üçüncü basımına eklediği son iki bölüm hakkında şöyle demektedir:
Kitabın bundan önceki iki basımında örtünme konusuna çok ayrıntısı ile değinmedim. Bu basıda ise; halkımızı bir de “Başörtüsü Meydan Savaşı”na sürüklemek isteyenlerin iki taraflı tahrikleri dolayısı ile, bu konuyu daha geniş olarak ele almak ve fitneyi önlemede yardımcı olmak istedim. (sh. 269)
Hatemî, fitneyi önlemede yardımcı olmak istediğini söylemektedir ki sanırız amacına bir ölçüde de olsa ulaşmış olmalıdır. Ancak asıl sorun kendisinin kimlere ve nasıl yardımcı olduğudur: Fitneyi kimler çıkarmış, kimler körüklemiştir ve Hatemî bu fitneyi nasıl önlemeye çalışmış, kimlere yardımcı olmuştur?
Acaba bu fitneyi, Hatemî'nin, ‘gaflet şımarıklığı’ (sh. 246) ve ‘nâmertlik’ (sh. 266) yapanlar, ‘fuzulî kahyalar’ (sh. 244), ‘tefeci kulları’, (sh. 265), ‘küfür fetvacıları’ (sh. 266), ‘karısının başı örtülü olduğu için kendisini “sağlam ve cennetlik müslüman” gören, kendisini ve başkalarını aldatmaya çalışan tefeciler’ (sh. 253), ‘karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkekler’ (sh. 253), ‘gerizekâlılıklarını örtmek için “tersine oryantalizm” gibi rakkase deyimleri icat edenler’ (sh. 255), ‘Ahfeş'in keçisi gibi başını sallayanlar’ (sh. 255), ‘zînet yerlerini de açan ve içki ve kumar gibi “kebair”i de açıkça irtikab eden ekabir hanımlarına; “yakışır haspaya” yaklaşımı içinde olanlar’ (sh. 244), ‘ekabir hanımlarının açık başlarına da beyaz şaraplarına da “yakışır haspaya” diyen Ferisîler’ (sh. 265) gibi sıfatlarla tasvir etmeyi uygun bulduğu kimseler mi, yoksa ‘çağdaşlık kuruntusu adına enkizisyon hakimi sıfatını takınan fuzulî kahyalar’ (sh 252) ile ‘kırmızı çarşafa şartlanmış boğa gibi kuduran “çağdaş”larımız’ (sh. 272) mı çıkardılar? Yoksa halkımızı bir ‘Başörtüsü Meydan Savaşı’na sürüklemek isteyenlerin iki taraflı tahrikleri neticesinde her iki taraf da (kendisinin iki tarafın temsilcilerine de atfen söylediği üzere ‘fuzulî kahyalar’) fitneye iştirak ediyorlar da Hatemî mi bu fitneyi önlemeye çalışıyor? Hal böyle ise, bütün bunlar olurken Hatemî'nin kendisi nerede duruyor?!
Bütün bu soruların cevabı Hatemî'nin sözkonusu yazılarında verilmiş bulunmaktadır ve bu yazılarıyla kimlere yardımcı olduğu da aslında meçhul değildir. Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi başörtüsü meselesinde görüş beyan edenler, esas itibariyle fikrî değil, sosyal ve siyasî bir tavır ortaya koymuş olmaktadırlar. Bu bakımdan tartışmaların Kur’an ayetleri çevresinde vukû buluyor olması, kimseyi ‘ilmî bir ihtilaftan dolayı bir çekişmedir sürüyor’ gibi safdilâ-ne kanaatlere sürüklememelidir. Çünkü asıl fırtına, işbu sözde ilmî ihtilafın ardında kopmaktadır ve dolayısıyla tartışılan husus, Kur’an'ın emirlerine uygun bir hayat tarzı takip edip etmeme meselesi değil, zaten takip edilmekte olan bir tarz-ı hayatın Kur’an'dan onayını alıp almamak meselesidir. Nitekim bizim kanaatimizce Hate-mî'nin yapmakta olduğu da açıkça budur ve zaten biz de bu kanaate ulaştığımız için bu eleştiri yazısını kaleme almış bulunuyoruz.
Hatemî, Kur’an'da başörtüsü emrinin (‘örtünün’ değil) olmadığını söylerken, görüşlerini Nur/31, Azhab/59 ayetleri münasebetiyle temellendirmeye çalışmakta, Nûr/31 ayetini ev içi örtünmenin, Ahzab/59 ayetini ise ev harici örtünmenin sınırları bağlamında ele alarak kadının sadece nasıl örtüneceği ile ilgili değil, kimlerin yanında nasıl örtüneceği ile ilgili yorumlarda da bulunmaktadır ki biz bu görüşlerini eleştirinin sağlıklı olarak izlenebilmesi maksadıyla kendi tasnifine bağlı kalarak ele alacağız.
Şimdi Hatemî'nin, Kur’an'a istinad ettiği iddiasıyla örtü meselesini nasıl vaz‘ettiğini görelim: Kendisi, kadın bedeninin örtüye konu olan yerlerini üçlü bir tasnife tâbi tutarak ele almaktadır: a) Mahrem yerler, b) Ziynet yerleri, c) Ziynet yerlerinden istisna edilen; ahlâken [aklen] örtünmesi gerekmediği âşikâr olan, ahlâkî örtünme kapsamına girmediğinde insanların birleştikleri beden yöreleri. (sh. 250)
-
Mahrem Yerler
-
Ziynet Yerleri
-
İllâ Mâ Zahara Minha
-
Cilbâb Ayeti
-
Kara Çuval Türküsü
1. Mahrem Yerler
Kadın bedeninin ilgili bölgeleri ise (bu şık, erkekleri de kapsamaktadır) kendisi tarafından şöyle açıklanmaktadır:
Dostları ilə paylaş: |