Mahrem yerler: Bu bölgeler [erkekler de dahil] asgarî örtünme kuralı'nın kapsamında olan apış arasıdır. ‘Bu kuralın, yine herkesin bildiği ve burada tekrarlanması gerekmeyen tek bir istisnası vardır’ (sh. 241).
[Hatemî, daha sonra bu istisnayı ikiye çıkarmaktadır]: ‘Bu bölge hiç kimsenin yanında açılamaz ve bunun iki istisnası vardır. Birincisi eşler arasında; ikincisi zaruret halinde, meselâ bir hekimin bakması gerektiği durumlarda’. (sh. 247-248 ve 263)
Hatemî, tasnifinde yer alan ‘asgarî örtünme mahalli’ni, Nûr/30-31 ayetlerinde hem erkeklere hem de kadınlara izafetle geçen ‘furûc’ kelimesine dayandırmakta, açıklamasında da bu mahallin ‘apış arası’ demek olduğunu söyleyerek (daha doğrusu ‘diyenleri tekrarlayarak’) hıfzetme emrini örtünme'ye indirgemekte, ardından da bu mahrem bölgeyi ‘asgarî örtünme mahalli’ olarak ilan etmektedir:
Nitekim ‘ahlakî örtünme’den bahseden Nûr Sûresi ayetlerinde, kadından önce erkek için mahrem bölgeyi örtme buyruğu getirilmiştir (Nûr Sûresi, 24/30). (sh. 249)
... Bu sebeple ‘erkeğin mahrem yerlerini giysi ile örtmesi’ buyruğunu getiren ayet-i kerimeden sonra, kadın için önce mahrem yerlerini, sonra ziynet yerlerini örtme buyruğunu getiren ayet-i kerime... (sh. 250)
Burada yapılan asıl hata, Kur’an'ın hitab ettiği erkek ve kadını evvelemirde çıplak, hatta çırılçıplak tasavvur edip sonra onları Kur’an'dan hareketle ve birtakım gereksiz tevil oyunlarıyla giydirmeye çalışmaktır. Nitekim önce ayetin ilk hitab çevresini teşkil eden kadınlar (ve erkekler) çırılçıplak farzedilmekte, sonra ‘hıfz-ı furûc’ emrine istinaden bu kadınlar (ve erkekler) giydirilmeye çalışılmakta ve işe de apış aralarından başlanmaktadır. Fukaha'nın ‘avret mahallini örtmek’ şeklindeki yorumunu kendisine temel alan bu sakat bakışaçısı, ayetin sadece bu bölümünün değil, diğer bölümlerinin yorumunda da etkili olmuştur.
1/a. Hıfz-ı Furûc
Şimdi, furûc kelimesinin Kur’an'daki kullanımlarına kısaca bir göz gezdirelim: Furûc kelimesi, ferc kelimesinin çoğuludur ve Arap dilinde ‘iki şey arasındaki açıklık’, bir diğer tabirle ‘yarık’, ‘gedik’ mânâsına gelmektedir. Kelime, duvar yarığı ya da gömlek yakalarının arasını ifade etmek için de (msl. elbise için ‘yırtmaç’ mânâsında) kullanılmıştır. Nitekim Kur’an'daki kullanımlarına bakılacak olursa, bu kelimenin Qâf/6 ayetinde isim haliyle (min furûcin), Mürselât/8 ayetinde de fiil haliyle (furicet) ve fakat her iki halde de sema/gökyüzü ile alâkalı olarak geçtiği görülür. Bu kelime Arap dilinde insanın (erkek ve kadının) iffetinden kinâye olarak da kullanılmış, ancak bu tabir zamanla bilhassa kadınların cinsel uzvuna atfen galîz bir mânâyı ifade eder hale gelmiştir. Oysa Kur’an'ın belağatı, uslûbundaki nezahet ve incelik dikkate alınacak olursa, onun bu türden mânâlara iltifat etmeyip kelimeyi kinayî anlamıyla kullandığı ve argoda rastlanabilecek türden böylesi vurguların Kur’an'da yer almadığı sarahaten müşahede edilebilir. Aynı gerçeğin, hadîsler için de geçerli olduğunu öne sürmek mümkündür. Nitekim İranlı müslüman düşünür merhum M. Mutahhari, kendisiyle tartıştığı bir âlime, o âlimin bir vesileyle el-Mizân tefsirinden naklettiği bir hadîse ve hadîste geçen ‘zevât'ul-furûc’ tabirine yönelik itirazlarını serdederken şöyle demektedir:
Edeb ve iffet timsali sayılan Hz. Peygamber'in (s.a.v), kadınlar hakkında ‘zevâtu'l-furûc’ tabirini kullanacağına inanabiliyor musunuz? Siz kendiniz minberin üstünden kadınlar hakkında aynı tabirin tercümesini cemaate söylemeye hazır mısınız? Eğer bu cümle İslâm düşmanlarının eline geçecek olursa, Hz. Peygamber için bir leke olmaz mı? (Mutahhari, Hicab, sh. 257-258, İstanbul, tsz.)
İstiâre yapıldığı halde lafzın kinâyî değil de lugavî anlamının öne sürülmesi ve furûc kelimesinin sonradan kazanmış olduğu bu galîz mânânın Kur’an'a atfedilmesi kesinlikle yanlış bir tutumdur. Ayetleri ‘hukukî metinler’ haline dönüştürmek ve dolayısıyla fıkhî istinbatların malzemesi haline indirgenmiş bu ayetlerden ‘fıkhî neticeler’ tevlid etmek alışkanlığındaki fukahanın, burada da aynı alışkanlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Fukaha'nın bu tutumuna bir başka misâl vermek gerekirse, Müddessir/4 ayetinde geçen ‘ve siyâbeke fetahhir’ (nefsini arındır) ibaresine, ‘elbiseni yıka’ anlamının yakıştırılıp bundan da ‘hadesten taharet, necasetten taharet’ formülasyonu için bir temel bulma gayretleri zikredilebilir.
Oysa Kur’an bu kelimeyi Hz. Meryem hakkında, onun iffetini koruduğundan bahisle ve iki kez (ahsenet ferceha: Enbiya/91, Tahrim/12) kullanır. Hz. Meryem'in iffetiyle ilgili ortaya atılan Yahudi iftiraları ve Kur’an'ın bu iftiralara yönelik cevapları hatırlandığında, bu lafzın seçilmesinin hikmeti de kolayca anlaşılabilir kanaatindeyiz. Nitekim Ebu'l-Beqâ (Vef. H. 1094), kinâye bahsini açıklarken bu ibareye yer verir ve ‘bu kullanım, kinâyelerin en lâtif olanlarındandır’ (Külliyât, sh. 763, Beyrut, 1992) der. Bu lafız, Kur’an'da ‘hısn’ kelimesinin yanısıra ‘hıfz’ kelimesiyle de birlikte kullanılmakta ve tüm kullanımlarında ‘iffeti (=ırzı, namusu) muhafaza etmek’ mânâsına gelmektedir. Kadınlarla ilgili olarak geçtiği Nûr/31 ayeti dışında, dört yerde (Mü’minûn/5, Nûr/30, Ahzab/35, Meâric/29) bu kelime erkeklerle ilgili olarak ve hepsinde de hıfz kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır. Nitekim eldeki bütün Tefsir kitapları, ibarenin ‘zinadan sakınmak’ şeklindeki anlamını sarahaten kaydetmişlerdir. [Kur’an'da geçen bir kelimenin, aslında olmadığı halde sonradan kazandığı galîz mânâlara, Mâide/6 ayetinde geçen ve çukur yer (helâ) mânâsına gelen min'el-Gâit ibaresi misal olarak verilebilir; zira bu ibareden, sonraları gaita (insan pisliği) mânâsı elde edilip üzerinde tıbbî tahliller bile yapılmıştır.]
Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuca göre, Kur’an'ın gerek mü’min erkeklere gerekse mü’min kadınlara yönelik ‘iffeti muhafaza etmeleri’ emri, önce ‘mahrem yerleri giysi ile örtmek buyruğu’na (fukaha'nın tabiriyle, ‘avret-i muğallaza’ya) indirgenmiş ve çırılçıplak tasavvur edilen kadın ile erkek muhatapların apış aralarını örtmek, ilk etapta ancak böylelikle mümkün olabilmiştir! [Burada sev’at (A‘raf/27) lafzı hatırlanmalıdır.]
Asgarî örtünme mahalli, bu safhada gerçekten de oldukça asgarî kalmış olmalı ki furûc kelimesinin literal yorumu nedeniyle kendi koyduğu sınırları kendisi aşmak zorunda kalan Hatemî, kadının göğüs bölgesini de bu bölüme dahil etmekte ve belirtilen iki istisna (eşler ve zaruret nedeniyle hekimler) dışında, bu yasağın istisnası olmadığını söylemektedir.
1/b. Cüyûb Terimi
Bu sebeple de, özel örtünme buyruğunun kapsamına giren ve yine her medenî toplulukça da bu niteliği kabul edilmesi gereken kadın göğsü yöresini, nezih bir ifade ile, özellikle belirtmiştir (Nûr Sûresi, 24/31).
... Özellikle göğüs bölgesi, erkek mahremler için de dar anlamda mahrem yer gibidir. (sh. 250)
Hatemi, tıpkı furûc kelimesine anlam verirken yaptığı hatayı, burada da tekrarlamakta, cuyûb (tekili ceyb) kelimesini de aynı şekilde ‘özel örtünme alanı’ veya ‘dar anlamda mahrem yer’ şeklinde vaz‘etmiş olduğu hukukî çerçeveye yerleştirmektedir. Genel bir tabirle ‘elbise yakası’ anlamına gelen cuyûb kelimesi, esasen kadının göğüs bölgesini değil, gerdan bölgesini (=sadr, mevdû'ul-qılâde) ifade eder. Çünkü değil müslüman kadınlar, cahiliyye kadınları dahi göğüslerini, emzirme uzuvlarını (tam karşılığını kullanmak istemiyorum) açmazlardı. O dönem kadınları (hepsi değil, bir kısmı) zaten var olan örtülerini ya arkadan öne doğru başlarını da örtecek şekilde salarlar ve boyunlarını, gerdanlarını (gerdanlık yerlerini, gerdanlıklarını) açıkta bırakırlardı ya da örtülerini enselerine doğru bırakır veya bağlarlar ve böylelikle boyunları, gerdanları (gerdanlıkları) yine açıkta kalırdı. Binaenaleyh vâkıayı, sanki apışaraları ya da göğüsleri (emzirme uzuvları) açıkta dolaşan kadınlardan oluşan bir hitab çevresi varmış da ayet onlara örtünmelerini emrediyormuş gibi ele almak kesinlikle doğru değildir; bilakis bu kadınlar örtülü, başörtülü idiler ve fakat bazıları ziynetlerini gösterecek şekilde (gerden-küşâ denilebilecek bir biçimde) örtündüklerinden, ayet-i kerime, ilk hitab çevresinde yer alan bu tür kadınlara, bu bölgelerini de örtmelerini emretmektedir.
1/c. Teberrüc'ül-Cahiliyye
Bu bağlamda Kur’an'da geçen ‘teberrüc’ (teberrüc'ül-cahiliyye) kavramına da değinmek gerekir. Zuhur ve inkişafa delâlet eden bu kelime, umumiyetle ‘açılıp saçılma’ olarak tercüme ve tefsir edilmiştir. Acaba bu ‘açılıp saçılma’ ile murad edilen nedir? Günümüzde ‘açılıp saçılma’ denildiği zaman, bunun sınırı çok farklı bir biçimde anlaşılabilmekte, hatta bundan ‘sınırsız bir açılma’ anlaşılmaktadır. Oysa Kur’an'ın sözünü ettiği ve Hz. Peygamber'in hanımlarına hitabı sırasında nehyettiği teberrüc (Ahzâb/33), kadının bugünkü anlamıyla çıplak, çırılçıplak dolaşması hâli değildir. Elmalılı H. Yazır'ın dediği gibi, ‘süslenip çıkmak’tır, cahiliyye âdetince zîynetleri göstermektir. Nitekim Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde bu kavramı açıklarken, kelimenin ‘kadının güzelliklerini göstermek suretiyle açılması, ziynetlerini erkeklere açması’ şeklindeki anlamına işaret etmektedir. Yine Nûr/60 ayetinde bu lafız, ziynet kelimesiyle birlikte (gayra müteberricâ-tin bi-zînetin) geçmekte ve orada ‘ziynetleri açmamak’ kayd u şartıyla yaşlı kadınlara verilen ruhsat sözkonusu edilmektedir.
Verilen bu bilgilere, Muqâtil b. Süleyman'ın (Vef. H. 150) teberrüc kelimesini ‘kadının, başörtüsünü birbirine çatmaksızın başına koyması, böylece gerdanlığının, küpelerinin ve boynunun açılması’ şeklindeki izahı da eklenecek olursa, lafzın anlam sahası iyice tebellür edecektir kanaatindeyiz.
Sözün özü, sadece ayetlerin muhatabı olan mü’mine ve müslimeler değil, cahiliyye kadınları dahi bugünkü anlamıyla çıplak, çırılçıplak değildiler ve onların açılıp saçılmaları: sözü edilen ziynetlerini, ziynet yerlerini gösterecek şekilde bir açılıp saçılmaydı. Rabbimiz de bu şekilde açılıp saçılmayı nehyetmekte, cahiliyye kadınlarının âdeti olan bu davranışın (teberrüc'ül-cahiliyye'nin) mü’mine kadınlara yakışmayacağını, bu nedenle örtülerini (hımâr ya da cilbâblarını) bu bölgelerini kapatacak şekilde bürünmelerini kendilerine söylemektedir. Nitekim kadîm Hicaz'da sosyal hayatın işleyişini betimleyen eldeki kayıtlar dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ayetlerin arkaplanını teşkil eden zemin (o dönem Arap kadınının nasıl örtündüğü, ne tür elbiseler giydiği, bu elbiselerin biçimi, vs.) hakkındaki bu bilgilerin birer sır olmadıkları kolaylıkla tahkik edilebilir.
Kur’an ayetleri ve bu ayetlerin ilk hitab çevresini teşkil eden vasat bir kere ihmal edildi mi, masa başında i‘mal-i fikirde bulunmak suretiyle lafızlara mânâ vermek kaçınılmaz bir hâl almakta, hâl böyle olunca da vaz‘edilen “asgari örtünme kuralı” yardımıyla kamu düzeni'nden söz etmek her nedense maharet sanılmaktadır.
Bu yasak; bugünkü Hukuk deyimlerimizle bir kamu düzeni kuralıdır. Devlet; mahrem yerleri açık, veya şeffaf bir örtü ile gûyâ örtülmüş bir kimsenin evinden dışarı çıkmasını ve sokakta dolaşmasını, yahut ülke sınırları içinde bir yerde bu gibi hayvanlığa özenenlerin ‘çıplaklar kampı’ adı altında toplanmalarını, kamuya açık bir yerde bu gibi toplantılar düzenlemelerini önleme yetkisine sahiptir. (sh. 248)
Bir sürü tevilden sonra elde edilen bu asgarî örtünme kuralının, olsa olsa erotik-pornografik yayıncılık yapanları ya da çıplaklık kampına gelen turistleri rahatsız edecek ölçülerde mutaas-sıbâne olduğunu belirtmek zorundayız. Çünkü kadınlar bir bikini giydikleri takdirde bu asgarî örtünme kuralına uymuş olmaktadırlar ve bu durumda birilerinin; kamuya açık yerlerde bikinisiz dolaşmaya mâni olabilen bu İlahî-Tabii-Aklî-Fıtrî Hukuk (!) normlarının, ülke toprakları içerisinde bir yerde kadınların bikinili dolaşmalarını önleme yetkisinin bulunup bulunmadığını, daha önemlisi bu normlara göre, kamuya açık yerlerde (msl. plajlarda) bikinili, hatta mayolu dolaşan kadınların ‘çıplak’ (ya da ‘iffetsiz’) kavramı altında mütalaa edilip edilmediklerini sorma hakları vardır sanırım.
2. Ziynet Yerleri
Hatemî ikinci safhada, yine Nûr/31 ayetinden hareketle, artık bikini giymiş duruma gelen kadının geriye kalan (ev içi) örtünme sınırlarını çizmeye devam ediyor:
Ziynet yerleri: ‘Asgari örtünme kuralı’ndan sonra bir de insan cinslerinin yaradılışından ileri gelen ve yalnızca kadınlara mahsus, asgari örtünme alanı dairesini çevreleyen ikinci bir örtünme alanı vardır. O da, kadın bedeninin erkek için çekici kılınması dolayısı ile, Nûr Sûresi'nin 31. ayetinde belirtilen mahrem kimseler hariç, nâmahrem olanlardan gizlenmesi gereken beden yöreleridir. (sh. 241).
Göğüs bölgesi [burasının birinci derecedeki avret mahalline dahil edildiği unutulmamalı, D.C], bel ile göğüs arasında kalan bölge, bel ile ense arasında kalan sırt bölgesi, kolların dirsekden yukarısı gibi bölgeler. Kadın bu bölgelerini, ayette sayılan erkek mahremlere açamaz; özellikle göğüs bölgesi dar anlamda mahrem yer gibidir. (sh. 250)
Burada çizilen sınırlar, ev içinde örtülmesi gereken yerleri işaretliyor [yapılan diğer izahlardan anlaşıldığına göre, bacaklarda ‘dizlerin yukarı kısımları’ (uyluklar) da bu bölgeye dahildir]; mahremler yanında açık kalabilecek, örtülmeyebilecek olan yerler ise şuralarıdır:
Mahrem erkekler yanında örtülü olmayabilecek ziynet yerleri; yüz, el ve ayaklar ile, elden dirseğe ve ayaktan dize kadar olan beden yöreleridir. (sh. 251).
Ev içinde, karşı cins için özellikle tahrik edici sayılmayan beden bölgeleri; meselâ yüz, el, ayak, saç, ayak bileklerinin dizden yukarı olmamak şartı ile bir miktar üstü, dirsekten aşağı olan kol kısmı, mahrem erkeklere karşı açılabilir. (sh. 263)
Hatemî'ye göre tahrik edici sayılmayan bu bölgelerin (ikinci paragrafta saç da ilave edilmek suretiyle) mahremlerin yanında açılabileceği söylenirken, nâmahremlerin yanında açılabilecek yerler ise şu şekilde sıralanıyor:
Yüz, el ve ayaklar, nâmahrem erkek yanında da açılabilir ve hatta kadın hürriyetini sınırlamamak için, göz, ağız, el ve ayak yöresi açık olmalıdır. (sh. 251)
Hatemî'nin bu yaptığı açıklamalardan çıkan tabloya göre, mahremler ve nâmahremler yanında açılabilecek bölgeler şuralarıdır:
Mahremler yanında Nâmahremler yanında
Yüz (=) Yüz (göz-ağız)
El (dirseğe kadar) (=) El (yöresi)
Ayak (dize kadar) (=) Ayak (yöresi)
Saç (?)
Hatemî'nin ifadeleri derli toplu bir hale getirilince, ilk başta ancak böyle bir tablo elde edilebilmekte, ‘saçın nâmahremler yanında açılıp açılamayacağı’ suali bu tabloya göre bu safhada cevapsız kalmaktadır. Oysa Hatemî'nin kendisi, hemen aşağıda ‘Nûr Sûresi ayetlerinde, kadının başını örtmesi de emredilmiş midir’ diye sormakta, ardından bu sualine yine kendisi şöyle cevap vermektedir:
Herşeyden önce bu örtünme, evde mahremlere karşı da sözkonusu olan ‘ahlâkî örtünme’ demek olduğundan, ayet-i kerime'deki ‘hımar’ terimini ‘giysi, örtü’ değil de ‘böşörtüsü’ anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma‘kul ve mantıkî değildir. (sh. 263)
Daha önce de söylediğimiz gibi, burada ayetin ilk hitab ettiği çevre dikkate alınmadan bugünkü giyim standartlarının, hatta ahlâk ölçütlerinin etkisinde ve fakat Kur’an'daki ibarelerden hareketle çıplak bir manken tasavvur edilircesine örtünmenin sınırları çizilmekte; hâl böyle olunca da örtünme'nin birinci safhasında bikini, ikinci safhasında da bir tailleur (tayyör) veya deux pièces (döpiyes) ile karşılaşmak mümkün hale gelmektedir. Çünkü ‘başörtüsü'nü de içeren bir giysi türü’ olarak anlamanın ma‘kul ve man-tıkî olmadığı söylenen hımâr kelimesi, her nedense, ‘başı (saçları) dışarıda bırakan bir örtü, giysi’ anlamına gelince ma‘kul ve mantıkî olmuş, eline makası alan Hatemî bu ‘giysi’yi başı örtemeyecek bir biçimde güzelce kesip biçmiş ve en nihayet karşımıza bir döpiyes ya da tayyör çıkarıvermiştir. [Bu kadarına da razı olmalı; zira Edip Yüksel hımâr'ı (başa değil!) omuza atılan ‘şal’ şeklinde tasavvur etmekteydi.]
Saçların örtünmesiyle ilgili görüşlerinin değerlendirilmesine geçmeden önce, bu noktada bazı meselelerin ele alınması gerekmektedir:
2/a. Nâmahremlerin Konumu?
‘Asgarî örtünme mahalli’, iki istisnası dışında hiç kimseye gösterilmeyeceği ve yüzün, dirseklere kadar ellerin, dizlere kadar ayakların ki saçlar da bu bölgeye dahil edilmektedir mahremler yanında da, nâmahremler yanında da açık bulunabileceği söylendiğine göre, Kur’an'ın sıralayıp istisna ettiği mahremlerin ki oniki sınıftır görebilecekleri ve fakat nâmahremlerin göremeyecekleri bölgeler neresidir?
Hatemî bu soruya güya şöyle cevap veriyor:
... ‘Ziynet yerlerinin mahremler yanında açılması cevazı’, akla ve selim duyguya uygun olarak yorumlanır. Buna karşılık, ayet-i kerime'de sayılan mahremler yanına, sokak giysisinden biraz daha serbest bir giysi ile çıkabilir. (sh. 242)
‘Sokak giysisinden biraz daha serbest bir giysi’ ile ne demek istediğini Hatemî'nin kendisinin de bildiğini sanmıyorum. Çünkü kendisi bu sözleri, 20 Haziran 1994'de Yeni Asya'da ‘Ahlâk ve Giysi’ başlıklı bir yazıda sarfederken (sh. 239-244), bu makalenin de içinde yer almış olduğu eserinin üçüncü baskısına yazdığı Sonsöz ile Ek'inde (Mart 1995) daha farklı ifadeler kullanmakta, aradan daha bir yıl geçmeden âdeta mahrem-nâmahrem ayrımını unutmaktadır. Bunun sebebi de kanaatimizce Hatemî'nin vaz‘ettiği örtünme standartlarının, bu ayrıma gerek bırakmayacak ölçülerde olmasıdır. Bu ölçülere uygun giyinen bir kadın (!) için, mahremler ile nâmah-remler arasında bir fark kalmaması herhalde ‘doğal’ karşılanmalıdır.
2/b. Halhal
Hatemî, ikinci örtünme bölgesi'nin sınırlarını çizerken ‘dizlere kadar ayakları’, örtünme sınırının dışında bırakmaktadır. Kendisine bunu nereden çıkardığını sormuyorum; zira muhakkak İlahî-Tabii-Aklî-Fıtrî Hukuk dediği şey'den (!) çıkarıyordur. “Aklî yönteme, akla ve selim duyguya...” diye başladığı izahlar içerisinde bu sualin mutlaka bizim bilmediğimiz, bilemediğimiz birtakım cevapları da vardır, yoksa bile hiç kuşkusuz bu cevaplar aranıp bulunacaktır. Ancak Kur-’an'da, hem de Nûr/31 ayetinin sonunda bu yorumla telif edemediğimiz bir ibare geçmektedir ki kendilerinin, sözkonusu yorumlarıyla şu Kur’anî ibarenin arasını telif etmeleri gerektiğini düşünüyoruz: “Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar”.
Kadınların ‘gizledikleri ziynet’ ile herhalde ya ayağın (yere veya birbirine) vurulmasıyla belli olabilecek bir ziynet türü veya ziynet yeri (ayak civarı) kastedilmiş olmalıdır. [Müfessirlerin buradaki ziynet'i, ayağın yere vurulmasıyla belli olan ‘ayak bileğine takılan bilezik’ (halhal) şeklinde izah ettikleri hatırlanmalıdır.] Her hal u kârda kadınların, ayaklarla bağıntılı bir biçimde ziynetlerini (ya da ziynet yerlerini) ‘gizledikleri’ ve gizledikleri bu ziynetlerin (ya da ziynet yerlerinin) ‘bilinmesi’ için ayaklarını vurmamaları (!) ifade edilmektedir. Şayet Kur’an'ın ilk muhatap çevresindeki kadınlar, bugünün kentli kadınları gibi etek giyiyor veya Hatemî'nin deyişiyle ‘dizlere kadar ayaklarını’ açıkta bırakıyor olsalardı, o zaman için bu nehyin ve tabiatıyla bu ifadenin (=gizliliğin) ne gibi bir anlamı olabilirdi?
Bir diğer husus, Nûr/31 ayetine dahil olan bu ibare, ayetteki emri ev içi örtünme'ye tahsise mâni değil midir? Yani kadınların hımârlarını üzerlerine almalarına ilişkin emir, ev içine aitse, kadınların, evde ayaklarını yere vurmamaları ya da böyle bir nehye muhatab olmaları nasıl açıklanacaktır? [Nasıruddin Elbanî, bu konudaki nehyin, ‘açık bir karine’ ile kadınların hımârlarını ev haricinde de örtmeleri zaruretine delalet ettiğini söylemektedir.]
3. İllâ Mâ Zahara Minha
Hatemî üçüncü safhada, ziynet yerlerinden istisna edilen, ahlâken [aklen] örtünmesi gerekmediği âşikâr olan, ahlâkî örtünme kapsamına girmediğinde insanların birleştikleri beden yörelerini ele alıyor ve Nûr/31 ayetinde geçen ‘illa mâ zahara minhâ’ ifadesine getirdiği yorum muvacehesinde, bir önceki bölümde sözü edilen bölgelerle birlikte (yüz, el ve ayaklar ile) saçların da istisna kapsamına girip girmediğini tartışıyor (sh. 250 ve krş. 241).
Hatemî'nin, bu husustaki görüşleri, esasen pek açık değildir ve meramını anlatırken kendisinin oldukça sıkıntı çektiği anlaşılmaktadır. Hatemî'nin sözlerini, hem eleştiri'nin sıhhati açısından, hem de metnin kendisini okuma imkânı bulamayacak olanları da düşünerek genişçe iktibas ediyoruz (vurgular bize ait, D.C):
Saçların, yüzün cüz'ü olarak açık kalabilip kalamayacağı, yoksa açılmasında zaruret olmadığı için kapanması gereken bir beden bölümü olup olmadığı açıkça belirtilmiş değildir. Bu sebeple; ihtiyat ve takva yönünü tercih edenler, saçlarını da örterler. (sh. 243)
Nûr Sûresi'nin 31. ayeti kadın için, ahlakî ve mecburî ev içi örtünmenin sınırlarını belirlemektedir. Bu sınırları belirlerken, saçları özellikle belirtmiş değildir. Ayet-i kerime metnindeki ‘hımar’ kelimesi ‘başörtüsü’ değil ‘örtü’ (giysi) anlamındadır. (sh. 251)
Bedenini ‘dar olmayan, şeffaf olmayan, bedene yapışık olmayan’ bir giysi ile örttükten sonra yüzünü ve saçlarını açıkta bırakan bir kadına da yine kimsenin müdahale ve taciz hakkı yoktur. Çünkü Kur’an-ı Kerim'de ‘baş açma yasağı’ açıkça belirtilmemiştir. (sh. 252)
Herşeyden önce bu örtünme, evde mahremlere karşı da sözkonusu olan ‘ahlâkî örtünme’ demek olduğundan, ayet-i kerime'deki ‘hımar’ terimini ‘giysi, örtü’ değil de ‘böşörtüsü’ anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma‘kul ve mantıkî değildir. (sh. 263)
Saçlar açıkça zikredilmediğine göre, iki yorum sözkonusu olabilir: a) ... Takvâ, verâ ve ihtiyata göre verilecek bir fetva; saçların da örtülmesi yönünde olmalıdır. b) ... Saçın mutlaka örtülmesi gerekse idi, bu husus açıkça belirtilirdi. Kaldı ki saç özel olarak bir beden yöresi değildir. Yüzün fer‘idir. (sh. 264)
Kur’an-ı Kerim'de açık bir hüküm olmadığına göre; kadının başını örtüp örtmemesine Devlet'in karışmaması gerekmez mi? (sh. 265)
Hatemî, ‘açıkça belirtilmiş değildir’, ‘[ayet] saçları özellikle belirtmiş değildir’, ‘Kur’an-ı Kerim'de ‘baş açma yasağı’ açıkça belirtilmemiştir’, ‘açıkça zikredilmediğine göre’, ‘bu husus açıkça belirtilirdi’, ‘Kur’an-ı Kerim'de açık bir hüküm olmadığına göre’ gibi ifadelerle, Kur’an'da saçlarla ilgili açık bir hükmün olmadığını ve dolayısıyla ayette saçı (veya ‘başı’) örtmenin vücûbiyetine ilişkin bir sarahatin bulunmadığını iddia etmekte, sonra da ‘ihtiyat ve takva yönünü tercih edenler’in ya da ‘takvâ, verâ ve ihtiyata göre verilecek bir fetva’ya göre hareket edecek olanların [daha sonra Ahzab/59 ayeti münasebetiyle bu fetva, ilahî bir tavsiye'ye dönüşecektir], saçlarını (veya ‘başlarını’) örtebileceklerini söylemek nezaketinde bulunmaktadır.
3/a. Hükmün Mevcudiyeti Meselesi
Ayetlerde (Nûr/31, Ahzâb/59) bir açıklığın, bir sarahatin bulunmadığı iddiası, bu ayetlerde örtülecek yerler meyânında baş ya da saç kelimelerinin zikredilmediği, yahut hımâr ve cilbâb lafızlarına, yine baş ya da saç kelimeleriyle izafete girmedikleri için ‘başı da örten bir örtü’ anlamının verilemeyeceği öngörüsüne dayanmaktadır. Ayetteki hükmün sarahat taşımadığı iddiası bu öngörülerden hareketle temellendirilince, sarahat taşımayan ibarelerden elde edilecek hükmün de vücûb değeri taşımayacağını söylemek mümkün hale gelmektedir. Bu öngörülerin sıhhatini aşağıda ele alacağız; ancak daha önce açıklanması gereken önemli bir husus bulunmaktadır: Günümüzde oldukça çok kullanılan “Kur’an'da yok!”, “Kur’an'da geçmiyor!” gibi ifadelerle, bir meselenin ya da bir lafzın doğrudan Kur’an'da bulunmuyor olması bahane edilerek o meselenin hükmünün de Kur’an'da bulunmadığı iddia edilebilmektedir. Sözgelimi, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanırken (Nisâ/23) kadının halası ve teyzesi lafzen geçmiyor diye, bazıları kadının halası ve teyzesi ile evlenilebileceği fetvasını vermekten çekinmemiş, bu fetvaya haklı olarak karşı çıkanlar da ancak hadîslere dayanmak suretiyle tahrimden söz edilebileceğini söylemişlerdir. Oysa ayet dikkatlice ele alındığında, kadının hala ve teyzesiyle evlenme yasağının lafzen değilse de hükmen ayette bulunduğu, kadının hala ve teyzesinin de mevcut bu hükmün kapsamına girdiği görülecektir. Nitekim bu mantığa göre, Kur’an'da viski de, rakı da, şampanya da lafzen geçmemekte, dolayısıyla bu içkileri içmek Kur’an'da yine lafzen nehyedilmiş olmamaktadır. Halbuki sözü edilen içki türlerinin ayette lafzen sıralanmaması, bu içki türlerinin mevcut yasak hükmünün kapsamında mütalaa edilmesine mâni değildir; üstelik bu içki türlerinin lafzen sıralanması gerekli de değildir.
Yine bilindiği üzere Kur’an-ı Kerim, kişinin anne ve babasına ‘öf’ demesini yasaklamaktadır (İsrâ/23). Kişinin ebeveynine ‘öf’ demesi ayette lafzen yasaklanmakla birlikte, kişinin ebeveynine sövmesine, onları dövmesine ilişkin yasak lafzen zikredilmemektedir, zikredilmesi de zaten gerekmezdi. Çünkü anne-babaya ‘öf‘ denilmesi yasaklandığında, aynı şekilde sövmek ya da dövmek fiilleri de yasaklanmış, bir diğer tabirle menedilen cürmün en alt mertebesi (el-ednâ) zikredilmekle en üst mertebesi de (el-a‘la) zikredilmiş olmaktadır (İbn Rüşd, Bidayet'ül-Müctehid, I/3, Beyrut, 1988). ‘Kadınlarla tokalaşmak’ meselesinde, gadd-ı basar'ın en alt mertebe (el-ednâ) olarak mütalaa edildiği bu vesileyle hatırlanmalıdır.
Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar (Nisâ/23) ya da kadınların ziynetlerini yanlarında açılabilecekleri mahremler (Nûr/31) sıralanırken, kaçınılmaz olarak hükme medar olan kimselerin hepsi lafzen zikredilmemiş, meselâ ‘kızlarınız’ denmiş ama ‘kızlarınızın kızları’ (torunlarınız) denmemiştir. Binaenaleyh hükmen zikredilen kimselerin sayısı, lafzen zikredilen kimselerin sayısından tabiatıyla fazla olmuş ve fakat kimse de çıkıp ‘hüküm, lafzen zikredilmeyenlere ıtlak edilemez’ dememiş, diyememiştir.
Usûl-i Fıkh kitaplarında bu konuda daha farklı misaller bulmak mümkündür ve burada maksadı anlamaya kâfi gelecek miktarda misalin verildiği kanaatindeyiz. Hâsılı, ayette saç ya da baş lafızlarının doğrudan geçip geçmemesi başka bir mesele, ayette saç ya da başa ilişkin bir hükmün bulunup bulunmaması, hatta ayetten elde edilen hükmün sarahat taşıyıp taşımaması başka bir meseledir. Nitekim lafzın mânâya, ibarenin hükme delâleti bahisleri hiç değilse bir miktar tedkik ve tatbik edilmiş olsaydı, ne bir hukukçu tarafından ‘hukuk’ adına hukuk cinayetleri işlenirdi, ne de ma‘lumu i‘lam kabilinden söylediğimiz bu sözlere ihtiyaç kalırdı.
Dostları ilə paylaş: |