Bülent Sönmez Doç. Dr



Yüklə 356,35 Kb.
səhifə2/6
tarix29.10.2017
ölçüsü356,35 Kb.
#19562
1   2   3   4   5   6

2-Sosyolojik Ahlâk

Bu ahlâk anlayışının kurucusu Auguste Comte (1789-1857) bilinmektedir. Onun ahlâk anlayışına şekil veren topluma yeni bir düzen verme isteğidir. Comte insanı sosyal bir varlık olarak görür. Onun ahlâk anlayışı da "başkaları için yaşamak" şeklinde formüle edilebilir. Bu noktada ahlâkın temeli sosyolojidedir. Ahlâk ancak sosyolojinin bir dalı olabilir.

Comte'a göre sosyal birimin ada damarı ailedir. Başkaları için yaşamak da öncelikle ailede başlar. Çünkü bireye bireysel içgüdüler aileye ise "sempati" içgüdüsü egemendir. Böylece sosyal birliğin ilk hazırlık tohumları ailede atılır. Burada, birey en güçlü içgüdülerine itaat ederek kendisini arar ve adeta başkalarında yaşar. Aile, en içten bir toplum bir birliktir. Tam bir hiyerarşi egemendir bu birliğe.

Comte aile ve kadına çok büyük değer verip onları toplumun selameti için adeta kutsallaştırmaktadır. Ona göre ahlâkî hayatın temeli fedakarlıktır. İçinde bencillik duygusu bulanan hiçbir davranışta fazilet yoktur. İnsan ancak başkaları için yaşamalıdır. İnsanların en iyisi insanları sevmek şartıyla hayvanları seven kimsedir.

Ona göre vazife fikri, hak fikrinden de üstündür. Herkesin bir vazifesi vardır ama doğrudan bir hakkı yoktur. Hiçbir kimsenin vazifesini yapmaktan başka hakkı yoktur. Ahlâkın görevi ise, elden geldiğince insanların ilerlemesine yardım etmektir. Ahlâklı olmak demek, her şeyden önce insanın sosyal olması demektir. Sosyal olmayan ahlâk ahlâka aykırıdır.

Comte'a göre, bunalımdan, kargaşadan kurtulmak için, fetişizm, politeizm ve monoteizm dışında bir din bulmak gerektir. Bu din de topluma tapma dinidir. Bu dinin tanrısı da "insanlık"tır. Yani tapılacak büyük varlık; ulu varlık insan ırkıdır.

Comte'un ortaya koyduğu bu insanlık Dini üç maddede özetlenebilir. İlke olarak Aşk, temel olarak Düzen, gaye olarak İlerleme. Bu yaklaşımın Hıristiyan teolojisinin teslis inancından izler taşıdığı görülmektedir. Onun yaklaşımlarında bu da şu şekilde ortaya konulmuştur: İnsanlık:Ulvî varlık, Feza:Büyük Çevre, Dünya:Büyük Fetiş. Bu dinin başında şaşmaz bir papaz vardır. Bu dinin koruyucu melekleri de kadınlardır.

Sosyolojik ahlâkı savunanlardan biri de Emile Durkheim'dir. O da ahlâkın temelini, ahlâka yön veren emir ve otoriteyi topluma dayandırmaktadır. Ona göre ahlâkî davranış, ancak toplumun bir ürünüdür. Ahlâkın kökü doğrudan doğruya toplumda aranmalıdır. Ahlâk toplumda doğar fakat bireysel davranışta gerçekleşir. İnsan, her şeyden önce ahlâkî bir varlıktır. Ahlâkî olmayan bir kavim de düşünülemez. Gerçekte ahlâklılığımız kişiliğimize bağlıdır; fakat kişiliğimiz de toplumun eseridir. Bireysel bilinçten ayrı olarak bir de toplum bilinci vardır. Kollektif bilinç en yüksek bilinç olduğu için toplumda olup bitenleri bireylerden iyi görür. İnsan ne kadar sosyalleşirse o kadar fazla ahlâkîleşir. Ahlâklılık, bir zümreye mensup olmakla başlar. İnsan ancak toplumun olduğu yerde ahlâktan söz edebilir.

Durkheim'in sosyolojik ahlâk anlayışında kimi temel kavramlar bulunmaktadır. Bunlar; Vazife, İyilik ve İrade Muhtariyeti(Özerkliği) dir.

3-Psikolojik Ahlâk

Psikolojik ahlâk anlayışları ahlâkî emir ve otoritenin kaynağı olarak ruhî eğilimleri gören anlayışlardır. İnsanı merkeze alan bu anlayışlar iyiyi ve ahlâkî olanı hazza, sempatiye, kendini koruma içgüdüsüne, sevme içgüdüsüne cinsellik içgüdüsüne (libido) ya da sezgiye bağlamaktadırlar. Bu anlayışların temsilcileri Aristippos, Rabelais, Mandeville, D.Hume, S.Freud, H.Bergson, A.Smith gibiler sayılabilir.



4-Biyolojik Ahlâk

Biyolojik ahlâkın temel dayanağı olan "hayat" terimi, organizmanın fiziksel ve kimyasal fonksiyonunu ortaya koyabildiği gibi, canlı dünyayı harekete getiren gizli dinamizmi de ifade edebilmektedir.

Bilindiği gibi, insan denen varlık, beden ve şuurdan meydana gelmiş bir bütündür. İnsan,bedeniyle uzvî çevre, şuuruyla da psikolojik ve sosyal çevre ile münasebet halindedir. 19.asırda büyük bir gelişme gösteren Biyoloji, cemiyete de bazı yönlerden tesir etmiş ve buna paralel olarak da cemiyet hayatını biyolojik görüşlerle açıklamaya çalışanlar çıkmıştır. Bunarın sayıları oldukça kabarıktır. Ancak, en meşhurları Biyoorganik okul ile Darwinci okuldur. !8. asır boyunca süren hekim filozoflar geleneğinin mirasçısı Rus biyologu Metehnicof ahlâkın temelini insanın biyolojik yapısı içinde aramaktadır.

Ona göre, canlılar aleminde bir ahenksizlik mevcuttur. Bunun sebebi de hastalık, ihtiyarlık ve ölümdür. İnsanlara güven verecek ve onları bu ahenksizlikten kurtaracak bilim de biyolojidir. Çünkü en güvenilir yol bilimin yoludur. İnsan tabiat kanunlarını bilmekle istediği mutluluğa ulaşabilir ve mutluluğun şartlarını hazırlayabilir. Organizmanın düzensizliğini de mümkün olduğu kadar düzeltebilir. Tekamülcü biyologlar (Lamarck, Darwin ve Spencer) a göre bütün canlılar nasıl tabiat kanunlarına tâbi iseler büyük ahlâkî vicdan da doğal bir tekamül sonuçsinde oluşur. Ahlâkî vicdan içgüdülerden meydana gelir.

Ch. Darwin'e göre ahlâk ilkeleri tekamül sonuçsinde ortaya çıkar. Cemiyet halinde yaşayan hayvanlardaki sosyal güdüler insanlara da geçmektedir. Zeka ve muhakeme geliştikçe bu güdüler şuurda iyi ve kötüyü ayırma kabiliyeti meydana getirirler. Tecrübeler çoğaldıkça bilgiler artar ve ahlâk hisleri tekamül eder (gelişir).

Sosyal güdülerle âdi arzular devamlı bir mücadele halindedir. Bu çatışmada sosyal güdüler galip gelirse mutluluk duyulur. İşte bunun sonucu da fazilet duygusu oluşur. Fazilet hissi ahlâkın kaynağı değil onun sonucudur. Bu noktada insanın içten gelen bir doğal itki ile ahlâkî davranışı gerçekleştirdiği söylenebilir.

Darwin ahlâk görüşünde öncelikle egoizmin ortadan kaldırılması noktasına dikkat çekerek bu konuda çocukların olduğu kadar büyüklerin de eğitilmesini ister.

Türkiye'de biyolojik ahlâk okulunun temsilciliğini ilk önce Âkil Muhtar Özden (1877-1949) yapmıştır. Özden'e göre bilimsel açıdan Darwin'in ahlâkı evrim ile izah etmesi doğru bir yaklaşımdır. Çünkü beynin bazı bölgeleri ahlâkî hislerin ve hükümlerin meydana gelmesinde ve bunların pratiğe aktarılmasında büyük rol oynamaktadır. İnsanları diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellik beynin tekamülüdür. Dolayısıyla ahlâkî hislerin kaynağı olan beyin tekamül edince elbette ahlâkî his ve ilkeler de tekamül edecektir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, özellikle ve öncelikle beyne tabi olmakla beraber ahlâkın oluşmasında diğer organların etkisi de bulunmaktadır. Ahlâkın gelişmesinde hislerin güdülerin ve zekanın rolü de büyüktür.

Âkil Muhtara göre bir çok ahlâk sisteminin tuttukları yollar farklı olmasına rağmen vardıkları sonuçlar ve ahlâk ilkeleri birbirlerine çok benzemektedir. Bunun sebebi de ahlâk kaidelerinin bizzat tabiatın özünden /cevherinden kaynaklanmasıdır.

B-DİNÎ AHLÂKLAR

Dînî ahlâk görüşlerine ilahiyatçı ahlâklar da denilmiştir. Bu görüşlerin temel savı, ahlâkın tabiatüstü bir güçten; ilâhî bir buyruktan doğduğudur. Ahlâklılığın ölçüsü Tanrı'nın buyrukları; Tanırın insanlardan istedikleridir.

Bu ahlâk anlayışlarına göre iyi (hayr) Tanrı'nın emrettikleri, kötü(şer) Tanrının yasakladıklarıdır. Şimdi bu görüşleri İslam'ın ahlâk görüşünden başlayarak ele alalım. Yalnız önce şunu da belirtmekte yarar bulunmaktadır.

İnsan ruhunun sistemini bir teyp sistemine benzetebiliriz Öyle bir teyp düşününüz ki kendisinde yüzlerce şerit bulunsun ve her şeritte bir ses kayıtlı olsun. Her düğmeye dokunduğumuzda o şeritlerden biri dönsün ve özel bir ses işitelim. Örneğin bir düğme pop müzik; başka bir düğme size haber sunan bir spikerle karşı karşıya bırakıyor sizi. Bir başka düğme dînî bir nasihat sunuyor size. Yani bütün bunlar sizin hangi noktaya dokunacağınıza bağlı.

Gerçekten insan ruhu da bu şekildedir. İnsan vücudunda değişik güçler bulunmaktadır. Bir zaman sonunda görüyorsunuz ki bir millet meydana geliyor, bu milletin tümü sanki tek bir ses gibi aynı şeyi bağırıyorlar. Bakıyorsunuz bütün hhepsinin söyledikleri ya siyasi kahramanlıklar ya da ırkçı önyargılar. Başka bir şey bulamıyorsunuz. Sanki bu insanların vücudunda sadece bu şerit ses çıkarıyor. Başka bir milleti görüyorsunuz ki onların ruhundan bir başka noktaya dokunmanız sonucunda tümü zühd (dünyayı hor görme) ve inzivâdan (içe kapanma) bahsetmektedir.. Bir başka millet başka bir şeyden dem vurmaktadır. Aynı şekilde kimi zaman bireyler için de aynı şey geçerli oluyor. Her birey başka bir şeyi hayatında öne çıkarıyor; başka başka söylemler geliştiriyor. Her ferdin vücudunda bütün olumlu ve olumsuz güçler bulunmasına rağmen bu güçlerden bir veya ikisi öne çıkarılmış ve onu seslendirmişlerdir. Sahip olduğu diğer güçler iseden ise ses çıkmamaktadır. Bu örnekten yola çıktığımızda her düşünce ekolü; her ahlâkî ekol insan ruhunun özelliklerinden birine parmak basmıştır.

Şimdi, acaba bu düğmeler arasında kendisine dokunulduğunda bütün bu şeritleri döndürecek, onları harekete geçirecek ve birbirine uyumlu bir şekilde kendi işlerini yapacak bir düğme var mıdır? Bu da kendi başına bir sorudur. Bir noktaya dokunmasıyla insan vücudunun bütün güçlerini birbirine uygun olarak aşırılıklara kaçmaksızın harekete bir noktaya dokunabilen her ekol toplumsal bir ekol olarak değerlendirilebilir.



1-İslâm Ahlâkının Özü:

a-Nefs kavramı ve Nefs'in Tahkir (aşağılanması) Ve Yüceltilmesi

Kur'ân da ve islami metinlerde içine girmediğimiz takdirde işin içinde bir zıtlığın olduğunu düşünebileceğimiz bir mantıkla karşılaşmaktayız. Ki bir yaklaşımı anlayabilmek için öncelikle o yaklaşımın dayandığı temeli bizzat kendi kavramları çerçevesinde anlamaya çalışmak durumundayız Kur'anda bazan nefs yüceltilmekte bazan da aşağılanmaktadır. Örneğin Kur'ânda "Nefsin (benliğin) hevalarıyla (temelsiz arzu ve istekleriyle) mücadele etmek gerek, nefisle savaşmak gerek, nefs, kötüyü emreder" şeklinde emirler bulunmaktadır. *

-"Kim Rabb'inin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden men ederse (onun için )gidilecek yer cennettir."

-"Artık kim tuğyan (azgınlık) ederse ve dünya hayatını tercih ederse, onun yeri cehennemdir."

Aynı şekilde Yusuf peygamberin dilinden nefsine olumsuz bakan biri olarak şöyle naklediliyor:

"Ben (böyle yapmakla) nefsimi temize çıkarmak istemiyorum. Çünkü, nefs daima kötülük emredicidir."

Suçlama konumunda yer aldığı bu olayla ilgisi bulunmamasına, yüzde yüz suçsuz olduğu vurgulanmasına rağmen şöyle demektedir."Ben böyle değilim." kendimi temize çıkarmak istemiyorum, çünkü nefsin insana kötülüğü emrettiğini biliyorum... O halde bu ayetlerin karşılığı Kur'anda kendisinden 'nefs' (benlik;kendi)olarak söz edilen o şeyin bir düşman gözüyle bakılması gereken ve onun insanın benliğine hegemonya kurmasına engel olunması gereken bir unsur olduğu vurgulanmaktadır.

Buna karşılık Kur'ânda nefsin ­­­- ki bunun manası "kendi" dir- yüceltildiği ayetlerle de karşılaşmaktayız:

" Şu, Allah'ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da ) onlara kendi nefislerini -kendilerini- unutturduğu kimseler gibi olmayın..."

Eğer bu nefs yukarıda zikredilen nefs ise her zaman unutulmuşluk içinde olmasından daha iyi ne var. "De ki 'Ziyana uğrayanlar kıyamet günü kendilerini ziyana sokanlardır.."

Yani anlamca şöyle denmek isteniyor: "kendilerine söyle; ziyana uğrayanlar, bir serveti kaybetmiş ve yitirmiş olan kimseler değildir. -yani bu, küçük, önemsiz bir kayıptır- . Büyük kayıp insanın kendi nefsini kaybetmesi, kendi kendisini kaybetmesidir. Egzistansiyalistlerin de vurguladığı bir husustur bu. Servet önemli bir sermaye değildir. Bir insan için alemdeki sermayelerin en büyüğü, insanın kendi nefsidir(benliğidir). Şayet bir kimse kendini kaybederse artık her neye sahip olsa sanki hiçbir şeye sahip değil gibidir. Bu konuda Kur'ânda, bir taraftan insanın kendisini unutmaması, kendisini kaybetmemesi, kendisini satmaması gerektiğini vurgulamak üzere "kendini unutmak", "kendini kaybetmek", "kendini satmak" türünden ifadeler kullanmıştır. Bu hususlar çok şiddetli bir şekilde kötülenmiş, diğer taraftan, insanın kendi hevasıyla (temelsiz arzu ve istek) savaşması gerektiği, çünkü bu "benlik"in (nefs'in) kötülüğü emrettiği belirtilmiştir. Kur'ân: "Kendi hevasını ilah edineni gördün mü?" diyerek temelsiz arzu ve isteklerin tanrılaştırılabileceğini, bu yüzden bundan kaçınılması gerektiğini vurgulamıştır.

Nefsin (benliğin) temelsiz arzulardan temizlenmesi noktasında çeşitli yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımlar İslam tarihinde önemli bir eğilim olarak öne çıkmış ve etkisini günümüze kadar sürdürmüştür. Kimi kere İslâmî ahlâk olarak da öne sürülen bu yaklaşımlara yakından bakalım.

Bu yaklaşımlar dünyadan yüz çevirmeyi ve nefislerini aşağılayıp horlamayı bir ahlâk anlayışı olarak benimsemişlerdir.

b-Kelbiyyun (Kinikler) Ve Melâmiyye

Eski Yunanda kendilerine "kelbiye"denilen bir gurup vardı. Bunlar, ahlâkta zelillik ve aşağılanmayı tavsiye etmekteydiler, insan kendini aşağıladıkça bunların görüşüne göre daha ahlâklı sayılırdı. Kelbiyye'lerin dışında da dünyada bu tür kimselere rastlamak mümkündü. Tasavvufi* (sûfi) ahlâkta da bu tür yaklaşımlar fazla olmasa da vardır. Çünkü bunlar, İslâmi ahlâktan etkilenmişler ve nefsin izzet, üstünlük ve yardımları konusunda da çok konuşmuşlardır. Bazen tasavvufî ahlâkta bu İslâmî tabirlerin zıddı görülmektedir. Bir dönem aslında kendilerine 'melamatiler' veya 'melamiyye' denilen tasavvufçu bir gurup ortaya çıktı. Melâmilerin tutum ve hareketi şuydu: "Nefs-i emmareyi"** zelil etmek için elimizden geldiğince kendimizi halkın karşısında fakirleştirmeliyiz, küçük düşürmeliyiz. (Bugün kendilerine 'miskin dervişler' denilen kimseler de bu ismi o zamandan almış olabilirler.) Kimse bize bir değer vermesin, görünüşte (gerçekte) nefsin üstünlük ve izzetini kaybedelim. Nefsin üstünlüğünü kaybettiğimiz oranda iyi ve uyumlu olabilir;kötülüklerden ancak bu şekilde sıyrılabiliriz."



c-Sâ'di Ve Bazı Mutasavvufların Yanılgısı

Sâ'di; çok faydalı nasihatler söylemiş olmasına rağmen -ki bunları İslâm kaynaklarından elde etmiştir- sözlerinde bu tür şeylere de rastlanır.



Ben, ayaklar altında bir karıncayım,

Halkın sokmaktan dolayı inledikleri bir arı değilim.

Burada Sâ'di şunu söylemektedir: Ben insanların el ve ayakları altında ezilen, parçalanan bir karınca olmakla ve halkın benim onları sokmam sonuçsinde inledikleri ve sızladıkları bir arı olmamakla iftihar ediyorum. Aslında bu doğru bir düşünce değildir, insan dilinin söyleyeceği şu olmalıdır.



Ne insanların ayakları altında ezilen bir karıncayım

Ne de insanların sokmamdan dolayı inledikleri bir arıyım

Yoksa insanın şu karınca olması ya da arı olması kesin bir emir midir? Ne karınca ol, ne de arı. Daha sonra şöyle söylemektedir:



Halkı incitecek bu güce sahip olmadığımdan dolayı

Bu nimetin şükrünü nasıl eda edeyim.

Yani "benim kimseyi incitecek gücüm olmadığı için Allah'a şükrediyorum!"diyor.

Oysa incitmeye gücünün olmaması bir maharet değildir. Asıl maharet ;güce sahip olup da incitmemendir.

Güce sahip da kimseyi incitmemekten dolayı

Bu nimetin şükrünü nasıl elde edeyim

demek gerekir. Çünkü ahlâkî tavır yapamamakta değil yapmamaktadır.

Bu tür görüşler, bazı melametiye ve tasavvufçu hareketlerin ahlâkındaki aşırılığa kaymış noktalardır. Bu aşırılıklara kimi temel tasavvuf kaynaklarında da rastlanmaktadır. Örneğin Kuşeyri Risalesinde şöyle bir olay aktarılmaktadır.

"...Nakledildiğine göre, çok iyi tanınan falan derviş şöyle demiştir: "Ben üç zamanda, başka zamanlardan daha çok sevinmişimdir: Bunlardan biri; bir gün mescitlerin birinde çok hasta bir durumdaydım (Bu tür kişilerin kimseleri de yoktu, genellikle gezgin kimselerdi.) mescitte uyuyordum, şiddetli hararet ve rahatsızlıktan dolayı hareket etmeğe gücüm yoktu. Mescidin hizmetçisi geldi ve mescitte uyuyan herkesi uyandırıp kaldırdı. Yanıma gelip ayaklarıyla vurarak "kalk!" dedi. Fakat benim kalkmaya gücüm yoktu. Birkaç defa bu tekmelemeyi tekrarladıktan sonra ben yine kalkmayınca, geldi ayaklarımdan tutup çekerek beni sokağa fırlattı. Onun nazarında o kadar alçaldım ki bu olay, bana ölü bir leşin çekilip oraya götürülüp atılması gibi geldi. Nefsim kırıldığı için bu olaya çok sevindim.



Başka bir zaman da, kış mevsimiydi. Postumla dolaşıyordum. Onda o kadar bit gördüm ki bu postun yünü mü daha çok yoksa bitleri mi, anlayamadım. Bu da kendi nefsimi kırdığımdan dolayı çok sevindiğim anlardan biriydi.

Diğeri de, bir zaman gemiye binmiştim. Cambaz ve oyuncu adamın biri oradakileri eğlendirmek için oyunlar yapıyordu. Oradakilerin tümünü kendi etrafında toplamış onlara efsane anlatıyordu. Bir ara şöyle dedi: 'Evet, bir zamanlar kafirlerle savaşa çıkmıştık. Günün birindi birini esir aldım.' O esiri nasıl götürdüğünü göstermek istedi. Etrafına bakındı, benden daha elsiz, ayaksız, çapulsuz ve şahsiyetsiz birini görmedi, derhal yanıma geldi, sakalımdan tutarak beni öne doğru çekerek,'işte esiri böyle götürdüm.' dedi. Oradakiler de kahkaha atarak benim durumuma güldüler. İşte ben bu durumuma çok sevindim"***

Bu meselenin İslâmın özünden kaynaklanmadığını iddia edenler bulunmaktadır. "İhtiyaçlarınızı isteyin, fakat nefsin üstünlük ve izzetini kaybetmeyin." yolundaki telkin İslam dinine göre peygamberin telkinidir.

Yani ihtiyaçlarınızı açıklayacağınız zaman belirli bir yere kadar gidin. Şayet şahsiyetiniz rencide olacaksa orada durun. İhtiyaç içinde, fakat şahsiyetli bir şekilde durmak, şahsiyetsiz bir şekilde o ihtiyacın karşılanmasından daha iyidir. Bu hususu ünlü İslam büyüklerinden Hz. Ali de vurgulamıştır. Ona göre benliğin üstünlüğü; "Ölüm korkusuyla alçalmamak, azla yetinmek ve elini hiç kimsenin önüne uzatmamaktır." Ayrıca Hz. Hüseyine atfedilen "şereflice ölmek alçaklık içinde yaşamaktan daha iyidir" sözü de bu bağlamda aynı noktanın altını çizmektedir.

Buradan yola çıkarak nefsin kontrol altına alınması gerektiği vurgulanmaktadır. Nefsi kontrol altına alacak olan da kişinin kendisidir. O halde kişi ile nefsi arasında bir mücadele söz konusudur. Burada insanda iki ben'in olup olmadığı sorunu çıkmaktadır karşımıza. Evet acaba insan iki ben'e mi sahiptir. İnsanda çatışan iki ben mi vardır? Şimdi bu soruyu yine İslam'ın kendi kaynaklarına dayanarak açıklamaya çalışalım.



d-İnsan İki Ben'e mi Sahiptir?

Acaba insan iki nefse mi yani iki benliğe mi sahiptir? Bir benliği yok etmekle görevli ve diğer benliği muhterem, yüce ve saygın saymakla ve onu aziz, üstün göstermekle görevli iki "benlik" sahibi midir? Eğer bu şekilde olursa o halde Psikolojinin "Şahsiyetin artışı" dediği şeyi gerçek olarak kabul etmeliyiz, yani herkesin gerçekte iki "benlik", iki "ben",iki "şahıs" olduğunu kabul etmeliyiz.

Varsayımın biri şudur: İnsanda iki şahıs mevcuttur, iki "ben" mevcuttur, birbirine karşı olan iki benlik mevcuttur; bu ikiliden birini zayıf düşürmek ve öldürmek,diğerini de muhterem saymak gerekir. Acaba mesele böyle midir? Diğer varsayım da şudur: İnsan iki "benlik" e sahiptir fakat iki asli benlik manasında değil, iki"ben" yan yanadır, belki de bir "gerçek benlik" ve bir de "benlik ötesi" olan ama insanın bu "benlik ötesi"ni "benlik" olarak düşündüğü bir zanna dayalı benlik" vardır. Böyle bir şey olur mu? "Evet, olur" demektedirler. "Ben"le kavgalı olmak gerekir dedikleri o "ben" hayali ve zanna dayalı olan "ben"dir. Sen o olduğunu düşündüğün, fakat o olmadığın şeydir. Gerçek ve asli "ben" in insanda perdelerin arkasından çıkıp görünmesi için zanna dayalı ve hayali "ben"i öldürmek gerekir. Acaba bu şekilde midir? Hayır.

Bunu başka bir ifadeyle de söyleyebiliriz: Bir ben, asli bir "ben" dir, diğer "ben" de asli olmayan (fer'î) ve kısmî "ben"'dir.

Heidegger, bu konu üzerinde çok durmuştur: İnsan iki "ben" e sahiptir; Ferdî, şahsî, cüz'i ben ve küllî ben. Yani örneğin ben bir "ben" sahibim ki o "ben" le bu fert ve bu şahsım, ve siz bir "ben" e sahipsiniz ki o "ben" le, o özel yapınızla ve örneğin babanızın ve annenizin kim olduğu, yapıları, durumları ve vasıflarının ne olduğunu belirleyen o özelliklerle o fert ve şahsınız "ben" i. Bütün insanların iç dünyasında varolan diğer bir "ben" dir. İnsani "ben"de "külli ben" , yani şahsi ve ferdî olmayan, "ben" dir. Yani örneğin bende şu anda iki "ben" mevcuttur Bir "ben"örneğin B'nin oğlu A olan ben, diğer"ben" bende varolan insandır. Başka kişiler de aynı bu şekildedirler. Bu da bir varsayımdır. Kur'ân 'ın Bir "Ben" le savaşmak gerekir, diğer "ben" ise üstün kılmak, saygınlaştırmak ve yüceltmek gerekir."diye buyurduğunu söylemiştik. İşte bu "ben" in yüceltilmesiyledir ki yüceltici ahlâkın tümü insanda meydana gelir ve aşağılayıcı ahlâkın tümü insandan uzaklaşır, eğer bu "ben" büyüklük bulursa, kendi şahsiyetini yeniden elde eder ve insanda meydana gelir, artık insana doğruluğu bırakıp yalanın peşinden gitmesine, izzeti bırakıp zillete boyun eğme peşinde gitmesini, konuşmasında iffeti bırakıp gıybet etmenin peşinden gitmesine ve bunun gibi şeylere izin vermez. Şimdi, acaba bu "ben" küllî ve insanî olan "ben" midir yoksa başka bir şey mi? Bu soru; iki "ben" in ne olduğu ve nasıl olduğuna yönelik yaptığımız açıklama ve izahlardır. Şimdi meseleye biraz daha yakından bakalım. İslamî açıdan insan diğer bütün hayvanlar gibi bir hayvan durumunda görünüyorsa da aynı zamanda Kur'ân'ın ifadesiyle onda ilahi ruhtan bir nefes vardır, insan vücudunda ilahi melekûtden bir parça ve melekûtî bir nur vardır. Bir insanın gerçek "ben" i o "ben" dir. İnsan hayvani "ben" e de sahiptir.,fakat hayvani "ben" insanda küçücük bir "ben" dir, asli ve gerçek"ben" değildir. İnsandaki asli "ben" insanın sahip olduğu o melekuti "ben" dir. Yani bir hayvanda o hayvanın gerçek ve hakiki !Ben" ini teşkil eden şey insanda küçük ve asalak "ben dir. Ben yerim, içerim, yatarım, hatta yürürüm,bunların tümü bir "ben" e bağlıdır, ama bunlar, bu "ben" in alt dereceleridir. İşte şu "ben" : Ben yerim, içerim, susarım, acıkırım, vb. Ama aynı zamanda ben düşünürüm Allah'ı düşünürüm, başkalarını kendime tercih etmeyi severim sözümde dururum vs. Bunların tümü bir "ben" dir. Ama bu "ben" in dereceleri vardır. "Ben" in o çok yüce sözleri söylediği yer, konuşmakta olan insan "ben inin üst derecesidir ve hayvani meselelerin konuşulduğu yer, onun alt dereceleridir.

e-Derunî (içsel) çatışma:

İnsanın özelliklerinden biriside şudur: Onun "ben " leri arasında bazen çatışma ve kargaşa baş gösterir. Bu çatışma, bazen akıl ve nefsin çatışması olarak veya örneğin ahlâkî irade ile nefsanî heva arasındaki çatışma olarak ifade edilir. Her halükarda böyle bir çatışma insanda vardır hayvanda derunî çatışma bu anlamda yoktur. Şu tecrübe herkeste az veya çok vardır, kimisinde daha az kimisinde daha çok; İnsan, tabiî eğiliminin tersine bir iş yapmayı da kararlaştırır. Yani başka bir yöne isteklidir, ama bu isteğinin zıddını yapmayı kararlaştırır. Çok basit bir örnek verelim: Doktor, insana rejim yapmasını söyler onu bazı gıda ve meyveleri yemekten men eder veya belirli bir miktardan daha fazlasını yemesinin zararlı olduğunu söyler. Örneğin "sizde şeker hastalığı var, falan şeyleri yeme" der. İnsan bunu uygulamaya karar verir. Fakat istek ve eğilim buna direnebilir. Sofranın başında nefsânî istek, çaba göstermeye başlar. İnsanın men edildiği bu yemekleri yemek ister. Bazen insan kendi isteğine başkaldırabilir. Yani ahlâkî iradesi(aklı) nefsine üstün gelir. Her ne kadar gönlü istiyorsa da buna kulak vermez. Bazen da aksi gerçekleşir. İsteği akli iradesine üstün gelir. İnsanın davranışlarında daima bu iki durum öne çıkmaktadır. Bir örnek daha vererek konunun anlaşılmasını pekiştirmeye çalışalım. İnsan sabah erkenden kalkmayı tasarlar ve bunu ciddi olarak da yapmaya karar verir. Fakat bir gece uyanıp sıcak yatağından kalkmak istediğinde ahlâkî iradesi ona "hareket et" der. Ama arzu ve isteği "çıkma!" der. Bazen insan hareket eder ve isteğinin tersi olan işi yapar. Bazen da isteğine göre hareket eder. Bu çatışmaların hayvanlara mevcut olduğuna dair bir bulgu yoktur. Hayvan o istekleri ile hayvandır. İsteğin hükmettiği her yolu hayvan gerçekleştirir. Hayvanlarda isteklerin tersini yapmayı emredecek bir emredicinin varlığı hakkında bir bulgu bulunmamaktadır.

Bu noktada varmak isteğimiz sonucun ne olduğuna gelelim. Psikologların söylediklerini hesaba katarsak insanda bulunan içsel çatışma ne ile, ne arasındadır? BU çatışma insanın kendisindedir. Yani kendi kendisiyle çatışmaktadır insan. İnsanın kendi dışında değildir bu çatışma. İnsanın kendisinde birbiriyle çatışan iki güç vardır. Biri bir yemeği yemesini emrederken diğeri yememesini emreder. Biri sabah erken kalkmasını söylerken diğeri kalkmamasını söyler. v.s... Fakat asıl mesele şudur: İnsanın tabii isteği onun ahlâkî isteğine galip gelince; yani yapmaması gereken şeyi yapınca insanı çoklukla utangaçlık ve yenilgi hali kuşatır. Kendi kendine "ben yenildim" der. Tıpkı başka bir pehlivanla güreşmesi için er meydanına gönderilip de yenilen bir pehlivan gibi yenilgi hisseder. Bunun tersi olursa yani ahlâkî irade tabii istek üzerine galip gelirse zafer kazandığını ve mutlu olduğunu hisseder. Bunu hissetmeyen insanı düşünmek olası mıdır?


Yüklə 356,35 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin