Ülkenin, “idare etme ya da emretme yetkisini halktan, ulustanalan” bir anlayışla yönetilmesinin temelinde “laiklik” yatar. Böyle olunca laiklik demokrasinin, demokratik anlayışın ve yaşamın vazgeçilmez (olmazsa olmaz) bir koşuludur. Çünkü demokrasi ve laiklik aynı süreçte, aynı dönemde ve aynı sonuçları elde etmek için birlikte gelişmişlerdir. Aydınlanma çağında meyve vermiş laiklik yapıtı, bireylerin doğuştan sahip oldukları, kişiliklerine bağlı, dokunulamayan, devredilemeyen, vazgeçilemeyen temel hak ve özgürlüklerinin koruyucusudur. Devleti demokratik yöntem ile yönetme erkini elinde tutan yöneticiler din adına değil, hukuka saygılı ve kaynağı hukuk olan kuralları uygulamakla yükümlüdürler. Başka deyişle din adamlarının Devleti yönetmesi gibi bir durum demokratik sistem anlayışı ile bağdaşmaz. Busistemin de adı laik sistem olarak açıklanmıştır.
Atatürk; bir vicdan meselesi olan dine saygının esas olduğunu, din işleri ile Devlet işlerinin karıştırılmaması ve toleranssız kasıt ve fiillerden sakınılmasının laiklik olduğunu ve laikliğin tüm vatandaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü anlamında bulunduğunu, laikliğin dinsizlik olmadığı gibi sahte dindarlık ve büyücülükle de mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. 171
Mustafa Kemal Atatürk’ün Laiklik Tanım:
Atatürk, vatandaşlar için, dinin vicdan işi olması nedeniyle Devlet yönetiminin kesinlikle dini baskıdan uzak olması gerektiğini belirtmiştir. Toplumun ortaçağdan kalan dini baskıların hedefi olmaması için, İslam’da arkasından gidilecek ruhban sınıfın bulunmadığını, İslam’ın her insana gerçeği ve bilimi aramayı zorunlu kıldığını, Türk ulusunca dindarlığın ancak sade bir yaşam çerçevesinde ele alınmasını ve boş inançlarla uğraşılmamasını172 öğüt vermiştir. Dinsizlik olmayan ve vicdanlara baskı niteliği taşımayan Devlet yönetiminin dini kurallar ile gerçekleşmemesi ancak demokrasi içinde var olabilir. Laiklikte Türk Devriminde dine saygıyı geliştirmek ve korumak gayesi ile yaratılmış bir sistem olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinde kimse dini inancını açıklamaya ve dini ibadete veya ibadet etmemeye zorlanamaz. Kimse dini siyasete alet edemez. Başka deyişle dini kötüye kullanamaz. Dini ayinler serbest olup ancak kimse bunlara katılmaya zorlanamaz. Genel olarak bu prensipler ışığında yerleştirilmeye çalışılmış laiklik uygulamasının tamamlanması 3. Kasım 1928 tarihinde ancak mümkün olabilmiş ve belirli aşamalarla laik Devlet düzenine geçilmiştir.173 Türkiye’de Devlet düzeninin niteliğini açıklamak bakımından 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanununda olmadığı halde 1923 tarihinde bu kanunda yapılan bir değişiklik ile Devlet dininin İslam olduğu hükmü yer almıştı. 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununun 7. maddesinde de Ahkam ıŞer' iyenin Tenfizi (Şeri hükümlerin uygulanması) görevinin Meclise aitbulunduğu hükmü bulunmakta idi. İçinde bulunulan dönemin şartları gereği bu tür hükümlerin muhafaza edilmesinin gerekli olduğu şeklinde yorum yapılması yanlış olmayacaktır. 1924 Teşkilatı Esasiye Kanununun 2. Maddesinde, Devlet dininin İslam dini olduğu hükmü yine yer almıştır. Keza 26. maddesinde de Türkiye Büyük millet Meclisinin Ahkam ı Şer' iyeyi tenfiz (uygulayacağı) edeceği hükmü de muhafaza edilmiştir. 02.05.1920 tarihli ve Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun ,ile Şer iye ve Evkaf Vekaleti (Vakıf) kurulmuştu. 03.Mart 1924 te de hilafetin kaldırılması ile birlikte bu Vekaletin de kaldırılmasına karar verilmiştir. Aynı tarihte Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş ve din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Din işleri, itikat ibadet işleri ile camiler, mescitler, dini kurumların idaresi Başbakanlığa bağlı olarak kurulmuş Diyanet İşleri Reisliğinin görevi içine alınmıştır. Evkaf (Vakıf ) işleri de yine Başbakanlığa bağlanmıştır. Ancak ne var ki, Teşkilatı Esasiye Kanununda bulunan Devletin dini İslam’dır hükmüyle çelişki devam etmiştir. Çünkü bir dini, resmi din olarak kabul eden Devlet bu dinin gereklerine uymak durumundadır. Oysa Şer' iye Mahkemesine dair hükümler kaldırılmıştır. Atatürk, çeşitli konuşmalarında bu çelişkiyi vurgulamış ve olması gerekeni anlatmış, laikliğin dinsizlik olmadığını belirtmiştir. Böylece, 1926 da hükümet sosyal değişim deklarasyonu ile dini kuralların artık topluma hukuk reformu gereği uygulanmayacağını ve Türkiye Devletinin önemli bir dönüş noktasında olması sonucu İslami kuralların bağlarını Devlet yönetiminden koparma mümkün olmuştur. Bu reform ile, kısa bir sürede, batı ülkelerinde çağdaş olan ve aydınlanmanın etkisi ile oluşmuş birçok yeni mevzuat sisteme çevrilerek uyarlanmıştır. Medeni Kanun, Borçlar Kanunu gibi kanunlar bu dönem mahsulüdür. 10 Nisan 1928 de Teşkilatı Esasiye Kanunu 2 ve 26. Maddelerde yer almış olan Türkiye Devletinin dini İslam’dır ibaresi çıkarılmıştır. Böylece Devletin dini bir karakteri kalmamıştır. Ancak buna rağmen laiklik Teşkilatı Esasiye Kanununda açık bir şekilde ifadesini bulmamıştır. Teşkilatı Esasiye Kanunu 5 Şubat 1937 de 2. maddesine eklenen hükümlerle altı adet prensip belirtilmiş ve Devletin temel niteliklerinden biri olarak laiklik gösterilmiştir. Böylece Türk yasama mevzuatında laiklik temelleri oturtulmuştur. 1961 Anayasasında temel ilke laiklik tekrar belirtilmiştir. Aynı şekilde 1982 Anayasasının 2. maddesinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin Laik bir Devlet olduğu belirtilmiştir. Türk Devleti ve Hukuk sisteminde dinin yeri174hakkında genel olarak belirtmek gerekirse, Devletin kuruluşunda tek tip bir hukukun gerekli olduğu yenilik ve gelişimlerin ancak bu bilinç ile karşılanabileceği inancı tamdır. Bu nedenle bu yolda mücadele verilmiş ve bağımsız bir ulus bilinci ile hareket edilmiştir. Bu dönem Mustafa Kemal Atatürk ile başlayan ve yaratılan Türk Hukuk Devriminin yapıldığı önemli bir dönemdir. İnsana değer verilmiş ve ileriye yönelik çağdaş uluslar ile yarışabilecek ve dini kuralların etkisinde olmayan dinamik, esnek ve değişmesi mümkün kurallar getirilmiştir.
Türkiye’deki laiklik anlayışı, dini ret etmez. Sadece Devlet yönetimin din adamlarının elinde ve dini kurallar ile yönetilme uygulamasının olmadığını anlatır. Başka deyişle din ve inanç hukuken korunmuştur. Devlet sosyal bir kurum olarak DİN KURUMUNU yasa ile düzenlenmiştir.175 Laiklik tanımı açısından belirtilen husus dinin Devlet şekli olmadığıdır. Hukuk sisteminin oluşmasında dini kurumlara ve dini söylemlere yer verilmemiştir. Ancak halkın hangi dinde olursa olsun dini inançları yasa ile özgürce koruma altına alınmıştır. Başka deyişle hukuk düzeni ile birey ve toplum din baskısından korunmuş ve ibadet özgürlüğünün sağlanması yolu tercih edilmiştir.
TC. Anayasası 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyetinin, demokratik ,laik ve sosyal hukuk Devleti olduğunu açıklar. Anayasa 4. maddesi ile konulmuş olan hüküm gereği, Anayasa madde 1 deki Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir hükmü ile Cumhuriyetin nitelikleri olarak konmuş bulunan 2. maddedeki hüküm ve 3.maddedeki Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti ile ilgili maddeler ve başlangıç kısmındaki temel ilkelerin Demokratik Devlet- laiklik ve sosyal Devlet ve hukuk Devleti olma niteliklerinin değiştirilemez olduğu da vurgulanmıştır.
Anayasada laiklik tanımını yapıldıktan sonra, dini kurumlar hakkında hüküm bulunması, Devletin dini kurumlara müdahale etmesi gibi bir amaç ile yapılmamıştır. Toplumda din ve vicdan özgürlüğünün teminatı olarak günün şartları doğrultusunda yol gösterici nitelikte olmak üzere ve laiklik ilkesi bağlamında, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ulusça dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek Din İşlerini ifa etmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş olduğunu vurgulamak gerekir. Bu kurumun Anayasanın 136. Maddesinde ve özel kanununda gösterilen görevleri ifa edeceği belirtilmiştir.
Anayasa madde 136 da yer alan “Diyanet İşleri Başkanlığı”nın genel idare içinde bulunmasının nedenlerinden biri, din hizmetlerinin bir kamu hizmeti oluşu ve kamu hizmetlerinin kural olarak idare tarafından yerine getirilmesi gerektiğidir176. Din ile ilgili bir kamu hizmetinin sunulması halinde özellikle açıklamak gerekir ki, bu hizmetlerin tüm siyasal ve farklı dinsel etkilenmelerin ve örgütlenmelerin dışında, eşitlik ve yansızlık içinde yürütülmesi asıldır. Bağımsız ve genel idarenin denetimi dışında, din işlerinin ve hizmetlerinin dini örgütlenmeler yolu ile toplanacak paralar ile yürütülmesi toplumda çatışma olasılığını yaratabilir üşüncesi ile bu kurum kurulmuştur. Çeşitli dinsel inançlara ve farklı dinsel topluluklara bağlı bireyler arasında dinsel olsun olmasın, çekişme ve çatışmalar baş gösterebilir. Ancak bu kurumun sadece İslama ve tek mezhebe hizmet vermesi de tartışması bitirilememiş konulardandır. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türk İdare Örgütü içinde yer alması döneminde uygun görülmüştür. Bu durum özel ve kendine özgü bir durumdur (sui generis). Diğer hiçbir ülkede böyle bir uygulama yoktur. Devlet hukuksal düzeyde İslam din ve vicdan özgürlüğünü güvence içinde sağlamayı ve olabilecek dinsel çatışmaların da önlenmesini amaçlanmıştır177 denebilir.
Mustafa Kemal Atatürk, hukuk devrimini geleneksel doğmalardan kurtarmak için çağdaş batı hukuk sistemlerinde olduğu gibi toplumun ihtiyaçları doğrultusunda gerekli olan yeniliklere açık bir hale gelmesini sağlamıştır178. Devletin en belirgin vasfının Hukuk Devleti olması ilkesi modern siyasi yasallığın gereği olup, toplumsal ilişkiler alanında bireyin Devlet ve diğer bireyler ile hak ve çıkarları ve uyuşmazlıkları bağlamında ortak yaşam için oluşturulacak ve korunacak düzeni ifade eder. Toplumun ahlaklı ve akılcı bir biçimde ve düzen içinde yönetilmesi, genel eşitlikçi, adil hukuk kuralları ile ve bireylerin her türlü özgürlüğünün güvence altına alındığı bir sistem içinde oluşması faaliyetleri hukuk Devleti kavramı ile açıklanır. 179. Ancak toplumsal düzenin korunması ve yapılanması açısından hukuk olgusunu ortaya çıkarmak ve tüm sistemin hukuk ile oluştuğunu belirtmek yeterli değildir. Devletin kurallarının oluşmasında politikanın yeri de büyüktür. Yasaların iyi ve çağdaş nitelikte insan haklarına saygılı ve hak ve özgürlükleri koruyucu hükümleri içermesi siyasi erkin görüşlerinin üzerinde olmasını da gerektirmektedir. Hukukun politika üstü veya politikadan etkilenmeyen, hatta ona yasallık niteliği verebilmek için politikanın üzerinde olması gerekir.180 Hukuk Devletinin varlığı ile ancak, bireylerin yargılanmada, cezalandırılmada adil olunacağı ve kimsenin kısıtlamalara ve eşitsizliğe maruz kalmayacağı, keyfi kararlara muhatap kılınmayacağı, insanlar arasında sınıf farkı yaratılmayacağı söz konusu olabilir. Herkesin eşit hak ve menfaatlere sahip olması toplumsal düzen için gerekli olup bunların gerçekleştirilmesi için bireye sağlanacak güvenli yaşam hukuk normlarının varlığı ile mümkündür. Bu hukuk normlarının da özgür meşru egemen gücün iradesinin mahsulü olması asıldır. Bu da demokrasi ile sağlanmaktadır. İnsanların özgür düşüncenin olduğu mutlu ve eşitlikçi bir sistem ve ortamda, hak ve özgürlüklere saygılı olarak, akıl ve bilimin hâkim olduğu çağdaş bir toplum yaratmak için, özgürlük eşitlik ve kardeşlik ilkesini benimseyerek, laik bir düzen de yaşamak ve bu ülküyü koruyabilmek için çok çalışması ve çalışmayı hiç bırakmaması ve bu ilkelerin toplumun her katmanında özümsenmesine gayret etmesi asıldır. Prof.Dr.Berin Ergin *******************
1 Bosna Hersek te Birleşmiş Milletler gücü olarak bulunan Hollandalı askerler Birleşmiş Milletler gücünün korumasında olan ve Akü Fabrikasına sığınmış Bosnalı Müslümanların güvenliğini sağladıkları gerekçesi ile dağa doğru kaçmalarında yardımcı olacaklarına güven veren askerlerin tüm insanların ölmelerine ve saldırıya uğramalarına sebebiyet vermiş olduğu tarih sayfalarında yazılıdır.
2 Göbeklitepe tamamen açıldığında öğreneceğimiz bilgiler daha da kesinleşecektir.
3 Bu konuda Günay Mustafa tarafından Arslan Kaynardağ a Armağan da yazılmış Droits et Dignite de la Personne Humaine makaesine bakz. Türkiye’de Felsefenin Kurumlaşması İlya Yayınları İzmir 206, s. 75-82.
4 Vehme Mahkemeleri VEHMIC COURTS
Ortaçağ Avrupa’sının karanlık bir döneminde 11.yy. da Engizisyon adı verilmiş ve kutsallık ile nitelenmiş bir yargılama usulü olan, Katolik Kilisesinin, kâfir tarikat üyelerini tespit ve yargılanmasına yönelik papa izni ile kurulmuş ceza makinesidir. Ancak bundan daha dehşet verici olan gizli örgüt Avrupa’nın ortasında, aydınlanmadan önceki dönemde varlık sürdürmüş ve Dortmund da 13. yy. ortalarında önce sözde adalet amacı ve adına kurulmuş gizli cemiyetlerin en korkunçlarından birisi kralların bile uyguladıkları sözde adalet yönteminden ürktükleri gizli Vehme örgütü ve mahkemelerinin bir zamanlar Avrupa’da vahşet saçtığının bilinmesini çok önemlidir.
Korkunç uygulama 13. yy. dan itibaren aşağı yukarı üç yüzyıl sürmüş olan Ermiş (Saint) Vehme adında bir Kilise mensubu tarafından kurulmuş bu gizli örgüt, bazı kaynaklara göre halkın içinde bulunduğu kötü durumu kurtarmaya ve iyilik adına faaliyet gösteren örgüt olarak tanımlansa da, ölüm cezasının ağırlıkta verildiği uygulaması dönemin karanlığının aynasıdır. 13. yy. da Ren ve Wesser nehirleri arasındaki topraklarda hanedan ve taht kavgaları böyle bir örgütün kurulmasını hazırlamıştır. 16.yy. da 1.Maximilien ve V.Karl zamanında İmparatorluk güçlenmeye başlayınca etkisi azalan ve prenslerin halkın bu örgütün kurduğu gizli mahkemelere gitmesini engelleme girişimleri Vehme adı verilmiş mahkemelerin gücünü yitirmesine neden olmuştur. Etkisi 16. yy. kadar zayıflayarak devam etmiş Vehme Örgütü dönemin sosyal bir olgusu olarak ancak tamamen Westefalya kralı Jerome Bonaparte tarafından 1811 de verdiği emirle sona erdirilebilmiştir.
Toplumda düzen olmaması, asayişin sağlanamaması, haydutların türemiş olması ve halkı haraca kesmeleri, devlet organlarınca adaletin yerine getirilmesinin imkânsızlığı, adaletin sağlanmasında örgütler yaratmıştır. Vehme gizli örgütü işte bu ortamdan doğmuş ve ne yazık ki İmparator IV. Karl 1371 yılında Vehme’ye yargılama yetkisi vermek zorunda kalmıştır. Kargaşa ve güven yokluğu Vehme’nin resmi mahkemeler yanında kendi koyduğu usulde faaliyet göstermesine olanak sağlamıştır. Vehme örgütüne bütün sınıflardan kişilerin üye olması mümkün kılınmıştır. Bu kişilerin toplumsal güvensizlik ve endişeden kaynaklanan nedenler ile örgüte korku ile karışık bir saygı içinde biat ettikleri ifade edilmektedir. Oysa Roma Hukuku gibi muhteşem bir hukuki yapıyı gerçekleştirmiş Roma İmparatorluğunun toprakları üzerinde parçalara ayrılarak kurulmuş İmparatorluklar, Prenslikler ve Krallıklar ve şehir devletleri bu hukukun artıklarını uygulayarak adaleti sağlayabilirlerdi. İktidar hırsı, prenslerin, düklerin kendileri için saraylar yapmak ve aileleri için güç geliştirmek istemeleri halk ile ilgilenmeyi geri plana itmiş ve hukuk kuralları yetkisizlerin elinde çarpıtılarak kendi keyfi istek ve düşüncelerine göre uygulanmış, adaletsizlik hat safhaya gelmiş ve halkın yöneticiye güveni kalmamıştır.
Özellikle Alman İmparatorluğunda, merkezden uzak alanlardaki, konfederasyon ve çeşitli yönetim biçimlerinin uygulanabildiği bir devlet yapısı içinde farklı kişilerden oluşan, kont, dük, rahip gibi niteliklere sahip bireylerin şehirleri yönettiği ve farklı adalet mekanizmalarının olduğu bir ortamda, şehir ve kasabalar başıbozuk bir düzen ve kargaşa içine girmiştir.İstikrarın olmaması halkın birbirine düşman olmasına veneden olmuş, halk ekonomik eşitsizlik ve dengesizlik bataklığında yaşamak zorunda kalmıştır.
Vahşet ile dolu Avrupa tarihine baktığımızda kargaşa ve ihtilafların sürekliliğinin bol olduğunu görürüz. Bunların sebepleri birçok kitaplarda nedenleri ve sosyal etkileri bilimsel nitelikte açıklanmıştır. Ancak Vehme Mahkemelerini anlayabilmek için kısaca Avrupa’nın yaşadığı karanlık yıllara göz atmak gerekir. Karanlıktan aydınlığa çıkmaya çalışırken neler yaşandığını tarih sayfalarını karıştırarak bilmek günümüzde yanlış yapmayı engelleyebilir. Avrupa çağdaşlaşma yoluna çıkmada en fazla 30 yıl savaşları olarak adlandırılan savaşlardan sonra düşünsel biçimde gelişmeye başlamış insan önemi idrak edilmiştir. 30 yıl savaşları 1618 ve 1648 yılları arasında Avrupa’nın o tarihlerde güçlü Devletlerinin karıştığı savaşlardır. Dini nitelikteki görüşler ve mücadele savaşların nedenidir. Başka deyişle Protestan inanış ile Roman Katolik Reformistler arasındaki ihtilafın sebebiyet verdiği savaştır 30 yıl savaşları. Dini konular kısa sürede bireysel ve siyasi konular haline gelmiş Protestan ve Katolik grupların birbirlerini öldürmeye ve yatıştırılması mümkün olmayan öfkeye ulaşmaları faciayı doğurmuştur. Öldürmek olağandır 30 yıl savaşlarında. güçlü gücünü öldürmekten almaktadır. Halk zaten cahildir okur yazarlar sadece din adamlarıdır. Kurtuluş savaşmak ve öldürmek olarak özümsetilmiştir. Ortaçağ Avrupa’sında, kimse kimseye acımamış hırs nefret şiddet doruğa çıkmıştır.
30 yıl savaşları Almanca konuşan insanların uzun süre Avrupa’da sürdürdüğü ekonomik ve politik gücü etkilemiş ve Fransa’nın Avrupa kıtasındaki hâkimiyetini arttırmıştır. Bu savaşlar Avrupa’nın ulusal devlet sistemine geçmesinde dönüm noktası olmuştur. Böylece 1789 Fransız ihtilaline uzanan yolda ve sonrası aydınlanma becerisi Avrupa insanları tarafından gösterilmiş ve çağdaşlığı sergileyen nitelik kazanılmış ve dünyaya örnek olacak belgeler ortaya çıkmıştır. Bu belgeler ile ilgili yoruma girmeden gelinen yoldaki travmaların varlığını ve nedenlerini görmek günümüzde doğru politika yapmayı mümkün kılabilir. Aydınlanmaya uzanan yolda orta çağ Avrupa’sındaki bir zamanlar adaletin nasıl gerçekleştiği ve insan değerinin ne olduğu, vahşetin boyutlarının hatırda tutulması yararlıdır.
Roma İmparatorluğunun bölünmesini takiben Avrupa halkları Kutsal Roma İmparatorluğu hukukuna yaraşır ve yakışır bir yönetim uygulamasını sürdürememiştir. Krallıklarda tahta talip birçok ailelerin varlığı, aralarındaki sürtüşmeler ve her birinin kendi kurallarını toplumda uygulamak istemesi, siyasi çalkantılara, yönetimde zafiyete neden olarak, yeni yeni bir kuruluşların oluşumunu kolaylaştırmıştır. Yönetimindeki zafiyeti gidermek için ortaya çıkan Vehme Gizli Örgütü kendi içinde başka amaçlar ile üyeleri ile ilgili yargılama için oluşturduğu mahkemeleri topluma yaygınlaştırıp, Roma Hukukunun kurallarından ayrılmayı pekiştiren yeni bir kurum geliştirmiştir. Bu mahkemeler sessiz mahkemeler / yasak mahkemeler ve örgütün vahşi cezaları vermesi ve anında kararı uygulaması nedeni ile de ceza mahkemeleri olarak ta adlandırılmıştır. Geç orta çağ tarihinde yer almış bu gizli örgüt yapılanmasını bilmek Avrupa’nın geçmişindeki zihniyetini anlamaya yardımcı olabilir.
Vehme Gizli Örgütü Kraldan izin de alarak başsız kalmış Almanya Westefalya mahkeme sistemi olarak orta çağda sözde toplumda adaleti sağlamak amacı ile ortaya çıkmış ve sonra resmi mahkemelerin yerini alacak kadar güçlenmiştir. Anlaşıldığı kadar kardeşlik örgütü imajı ile ortaya çıkan bu örgüt imparatorluğun gücünü kaybettiği zaman diliminde adalet adına söz sahibi olarak terör estirmiştir.
Toplumdaki kargaşa için başlangıçta karşıt grup olarak Kilise ve Kutsal Roma İmparatorunun onayı ile ufak bir grup ile oluşturulmuş bu örgüt zamanla kendine özgü kurallar yaratarak adaletin ölümle sağlanacağı yolundaki kararlara imza atmıştır. Gizli örgüt Vehme’ye katılanlar gizlilik yemini etmekte ve üyeler örgüte katılırken kendilerini çocuklarını ailelerini eşlerini bile örgütün gizlerini ifşa etmeleri ve ihanet etmeleri halinde öldürmeye ant içmişlerdir. Yemin bir kere verilince örgütün üst derecelerinden bir hâkim kılıcını örgüte kabul edilen kişinin boğazına tutarak bildiklerini açıklamaması için sembolik olarak birkaç damla kan akıtmaktadır.
Vehme gizli örgütünün kuruluşundan on yirmi sene sonra ve 200 000 ni bulan üyesinin olduğu dönemde On Emir kurallarını da destekleyip üzerine yemin edildiği söylenir. Örgüt içinde üyeler arasında hiyerarşi olup belirli işaret ve parola uygulaması bulunmaktadır.Örgüte kabul merasiminde aday Vehme’nin tüm sırlarını saklayacağını ve mahkemenin önüne kendisinin karıştığı olayla ilgili durumu doğru bildireceğine and içmektedir. Üyelerin birbirlerini tanımaları için çeşitli işaretler gösterilir ve kendilerine üzerinde bir takım mistik işaretler olan ip ve bıçak verilmiştir. Yapılan toplantıların bir kısmı aleni bir kısmı gizli ve sadece yemin etmiş üyeler arasında da yapılmaktadır.
Bu gizli örgütün adaletten uzak kurduğu yargılama mekanizması ve yapısı da son derece karışık ve ilginçtir. Merkezi Dortmund’da kurulmuş bu mahkemeler de hakim olabilmek için Alman kanı taşımak iyi karakterli olmak gerekmektedir. Hakimler profesyonel veya alaylı veya din adamları, manevi prensler, asilzadeler, burjuvalar, ve bağımsız köylü temsilcilerinden oluşmuştur Çeşitli hiyerarşi içinde hakimlik yapacakların tümünün aynı niteliklere sahip olmadıkları bir gerçek olup, esasen mahkeme hakkında ileri sürülmüş olumsuz görüşlerin bir kısmı bu nedenle oluştur. Hâkim olarak seçilenler gerekli sembolleri ve gizli bilgileri öğrenerek göreve başlatılır, bilgileri alan hâkim bu bilgileri kesinlikle aile bireyleri dâhil ifşa edememektedir.
Sert bir hiyerarşiye göre yapılandırılmış Vehme mahkemelerinin yazılı ve gizli kuralları olup bu kuralları açıklamak en yakın ağaca asılma cezası ile sonuçlanmaktaydı. Yargılama usulü örgütün tesbit ettiği kurallara göre yapılmakta ve suçla itham edilen kişinin Vehme gizli örgütü mensubu olması halinde onun yemin vermesi ispat yükünün yerine getirildiği anlamındadır. Üye olmayan kişiler ile ilgili olarak davet üzerine sanık mahkemede yargılanmayı kabul ederse başka deyişle kaçmaz ise , 30 tanığa kadar tanık bildirmesi imkanı verilmiştir. Bazı hallerde para cezası da uygulanmıştır. Mahkeme sanığın itirafta bulunması için çeşitlil işkence metodları da uygulamaktadır. Çarka bağlamak, kol ve bacaklardan çekmek, vücudu dağlamak, yakmak, kerpeten ile tırnak diş sökmek gibi işkenceler bol bol uygulanmıştır. Sanık sandalyesindeki birçok kişi Vehme Mahkemesinde uygulanan korkunç işkenceden kurtulmak için gerçek olmasa bile talep edildiği gibi olayı itiraf etmeyi tercih etmişlerdir. Suçlu görülen kişinin davete yanıt vermemesi halinde gıyabında hüküm verilmekte ve Vehme üyesi üç kişi tarafından yakalanınca da ağaca asılmışlardır. Mahkemenin usulü çok hızlıdır. Vehme Mahkemeleri ölüm cezası vermekle nam salmış olup,ölüm cezası derhal infaz edilmektedir.
Kavga, hakaret gibi küçük suçlara para cezası verilmektedir. Hırsızlık, cinsel suçlar,cinayet, dini nitelikli mezhepleşmeler, büyücülük ,mahkeme sırlarına aykırılık ağır suçlar olup ölüm cezası verilmiştir. Suçlu görülen ve davet edilenler ceza alacaklarını gördüklerinde mahkemenin çağrısına uymayarak çareyi kaçmakta bulmuşlardır. Mahkeme açık alanda yaptığı toplantı sonunda ölüm cezası verdiği kişiyi ağaca asarak ve üzerine suç ile ilgili yazı yapıştırarak cezanın caydırı olması için teşhir etmektedir.Oysa Kutsal Roma İmparatorluğu adına ceza vermek ölüm ve yaşam hakkının kullanıcısı sadece İmparatordur. Her yetki ondadır. Ancak Vehme Mahkemeleri ortaçağda Vestafalya’da yerel mahkeme olarak bu yetkileri kendine almıştır. Tüm suçlar ile ilgili yetkili olmuşlardır.
Mahkemeler hakkında olumlu görüşte olanlar da vardır, gerek İmparator ve gerekse Kilise Mahkemelerinin verdiği kararlara göre Vehme Mahkemelerinin verdiği kararların daha iyi veya adil olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bir kısım üye de korku duyduğu ve Vehme Örgütünün içinde olmakla kendisinin ve ailesinin koruma altında olacağına inandığı için örgüt lehinde olmuşlardır. Diğer bir kısım ise, Vehme örgütünde olmanın ekonomik olarak kazançlı olduğunu çünkü cezadan kurtulmak için kurbanların para ödediklerini, bu paralardan üyelerin kazanç sağladığını, bunun için örgüt üyesi olmanın ekonomik açıdan yararlı olduğunu açıklamışlardır.
Vehme Mahkemelerinin yetkili olduğu dönemde kaç kişinin yargılanıp asıldığı bilinmemekle birlikte, üç yüz yıl Alman toplumundaki adalet mekanizmasının karanlık yüzünü gösteren bu gizli örgüt Vehme mahkemelerinin varlığı toplum üzerinde uzun süre olumsuz etkisini sürdürdüğü bir gerçektir. Ulus devlet bilincinin gelişmesi ile sorumsuz ve adaletsiz sözde mahkemeler yok olmuş ve halk devlete güvenmeye başlamış ve insan hakkının önemi anlaşılmıştır. Adaletten yoksun insana değer vermeyen nitelikteki yargılamaların geri gelmemesi insanların en büyük arzusu ve insan hakları gereğidir.
5 MARTİN LUTHER
6 T.C..Anayasası 136: Diyanet İşleri Başkanlığı-Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda,bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek,özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.
7 Şeraiti Ali Dr.: Dinler Tarihi, İstanbul 2001(çeviri)s.253 vd.
8 Yusuf Has Hacip tarafından yazılmış Kutadgubilik adlı eser bunun örneğidir.
9Gökalp Ziya: Ziya Gökalp Diyor ki- Ist.1950s,3 vd; Serter Nur: Giydirilmiş İnsan Kimliği, Ist. 1996, s.183 vd.133 vd.; Gökberk Macit:Aydınlanma Felsefesi Devrimler ve Atatürk, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul 1986 ,Eczacıbaşı Yayını, s. 286 vd.
10 Şeraiti Ali, insanı küçültücü birçok tanımının yapıldığını, insanın zihinsel şekil yapan hayvan olduğunun söylendiğine işaret ederek, insanın kâmil olduğunu, insanın arayış içinde olduğunu, doyumsuz, belirsizlikler içinde olan ve garip, muzdarip siyesi birçok duyguları içeren bir varlık olduğunu açıklar. İnsanın balçıktan yapılmış bulunmasını da ÇAMUR kelimesinin, kokuşmuş aşağılık olarak İran dilinde karşılığı olduğunu bu nedenle de fesat ve kokuşmuşluktan yapıldığını ancak Allahın ona ruhunu verdiğini dolayısı ile yüce olan kutsal olan, güzel olanı vererek onu azamet ve yüceliği ulaştırdığını açıklamaktadır. İnsanın formülünü belirterek sonsuz eksi ve sonsuz artı olarak açıklar En aşağılık ve en üstün olarak tanımlar. Örnek olarak ta Neron’u açıklamıştır. Roma’yı ateşe verdiğini ve alevleri seyretmekten çocuklarını kadınlarını şehir sakinlerini ağlama ve inleme ve feryatlarını dinlemekten zevk alıp şiir söylemesini ve resim yapmasını, insanın ne denli aşağılık olduğunu belirtmek istemiştir. Şeraiti A:a.g.e.,s. 256 vd.
11 Homo Sapiens.
12 Serter N: a.g.e., s. 183 vd.
13 Şeraiti A: a.g.e. s261 vd.
14 Gökalp Z.:a.g.e., s. 4 vd.
15 Casserer Ernst: Devlet Efsanesi ,İnsan Üstüne bir Deneme, Çeviren Prof. Dr. Necla Arat, Ist. 2005, s. 22 vd.
16 İbid., s. 67 vd. Platon ve Sokrates açıklamalarından esinlenerek yazar açıklamalarda bulunmaktadır.
17 İbid., s. 24 vd. belirtilen açıklamalar. Filozofların insan konusunda boşlukta kaldıkları belirtilmiştir.
18 Aklın kullanılmasının engellenmesi bir çok halde Devletin koyduğu kurallar ve eğitim mekanizmasındaki insanın bilimsel gelişmenin engellenmesi sonucu gerçekleşir. Yönetimler insanı koa yönetebilmek ve kul yapabilmek için çeşitli metodlar kullanırlar ve toplumun büyük çoğunluğunun tek düze bir yapılanma içinde olmasını tercih ederler. Böylece iktidarların iktidar erkini kullanması daha kolaylaşır. Tabi olan düşünmeyen düşünme özgürlüğü olmayan insan tipleri oluşur.
19 İbid., s. 25 ,Montaigne in insan hakkındaki açıklaması.
20 Bu konuda etraflı yorumlar için bkz. Serter N: a.g.e.,s. 110 vd.,116 vd.Serter, İslam dininide din ile insanın ekonomik açıdan barıştığını belirtmektedir. Şöyle ki, kuranın temel konu olarak insanı ele aldığını ve değer verdiğini ancak insanın ilahlaşmasını değil ilahileşmesinden bahsettiğini belirtmektedir. İslam güzel ahlaklı olmak yüksek değerleri olan insan olmaktır. Bu nedenle insan toplum içinde yaşam gereklerini yerine getirerek kendisini terbiye etmeyi esas almalıdır. Düalist bir felsefe yapısında olan kuranın insanın hem bu dünyada ve hem de ahiretteki hayata kendisini hazırlamak için kuralları olduğunu belirtir. İslam’da kazancın helal olması ve çalışmaya önem verilmişi ve servete ulaşmanın bu şekilde mümkün olacağı belirtilmiştir. Bundan anlaşılan da İslam ekonomiye karşı değildir.Ancak mal ve para insan yaşamının kolaylaştırmak için vardır yani araçtır amaç değildir. Toplumun sefil olmaması için çalışmak ve kazanmak gereklidir. Servetin paylaşılmasının esas olduğu ve insanın huzuru için toplumun huzuru için dertlinin teselli edilmesi ,yoksulun derdine çare bulunması kıskançlık ve hasedin ortadan kaldırılması, mal ve servetin insanların mutluluğu için ve birikimin dağıtımının mutluluk için gerekli olduğunu belirler.Bunun için adil paylaşım esasları getirmiştir. Bkz.. s118 vd.
21 Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Casserer E a.g.e.: s.49 vd. ve 70 vd sayfalardaki açıklamalar ve filozofların görüşleri.
22 Sezen Yümni : İslam’ın Sosyolojik Yorumu, İstanbul 2004, s. 70 vd.
23 Mutmain olmak ,inanmak gönlü kanmış ,inandığına emin olan demektir.
24:Yümni S: a.g.e., s. 70 vd..
25 İbid.
26 Hançerlioğlu Orhan: Felsefe Sözlüğü,İstanbul 1999,s.187.
27 Yümni S: a.g.e., s. 75.vd. Bu konuda diyalektik materyalizm ile de konunu açıklaması yapanlar bulunmaktadır Mark ve Engels in ortaya koyduğu evrenin sürekli gelişen ve maddeden oluşmuş bir bütün olarak evrenin telakki edilmesinde insanın da değişkenliği. Ancak Mark sın insan tanımı hakkında önemli yanılgıları bulunmaktadır. Bu nedenledir ki kurduğu sistemin sağlam zemine oturmamıştır. Maddenin yaratılmamış bulunduğu dolayısıyla bir yaratıcının olmadığı düşüncesinden hareket etmiş ve yeni bir insan oluşturmak için yeni bir sistem kurmayı amaçlamıştır. İnsanı ezilen ve boyun eğen bir durumdan kurtarıp eşitlik ve adil bir yaşama sahip olmasını istemiş ve mutlu olmasını hayal etmiştir.Ancak sistem insanı bir araç haline getirmiş ve amacı ile tamamen zıt bir uygulama sergilenmiştir. Serter N: a.g.e.s.. 94 vd
28 Serter N: a.g.e.,s. 95 vd.
29 İbid.,s. 96-99.
30 İbid., s.100-102
31 İbid., , s. 192 vd.
32 İbid..
33 İnsan kimliği ve giydirilmiş insan kimliği hakkında geniş bilgi için bkz. Serter Nur a.g.e., s.344 vd.
34 Serter N: a.g.e., s. 344. vd daki açıklamalar insanın nasıl toplum tarafından kimlik giydirildiğinin açıklaması açısından tüm kitabın okunması tavsiye olunur.
35 Aybay Rona: İnsan Hakları Hukuku, İstanbul 2017, s,8 vd
36 Bozkurt Ebru armağan; Robot Hukuku, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, 2017 sayı 29 s. 85 vd.
37 Kalabalık Halil: İnsan Hakları Hukuku,3.bası,2013,s.65 vd. Bu nitelemeye göre haklar Fransız Hukukçu Karel Vaşak tarafından sınıflandırılmıştır.
38 Gemalmaz Semih M: Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine Giriş 3. Bası 2001,s.53 vd. ;Kalabalık Halil: İnsan Hakları Hukuku, 3. Bası Ankara 2013, s.65 vd
39 Gültaş Veysel: Geçmişten Günümüze İnsan Hakları, 2004 Ankara, s.38 vd.
40 Avrupa’nın ilk modern Anayasası olarak önemli bir metindir. Amerikan Anayasasından sonra düzenlenmiş ve Fransız ihtilalinden önce Avrupa’da kabul edilmiş bir anayasadır. Halk egemenliğinin kabul edildiği din özgürlüğünün olduğu, yasama erkinin ülkenin içindeki devletlerde olduğu, yürütme erkinin kral ve denetim kurulunda olduğu ve yargı erkinin mahkemelere bırakıldığı bir anayasadır.
41 Viyana Kongresi: Avrupa Devletlerin birbiri ile savaşmaları yüzünden siyasi açıdan son derece kötü bir duruma düşmüştür. Özellikle Fransız Devrimi sonrası Avrupa’da birçok fikri felsefi yönetimsel haklar özgürlükler gibi sorunların ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu kongrede ortaya çıkmış olan ulusçuluk kavramı çağa damgasını vurduğundan bu konuların değerlendirmesi için toplanmıştır. Avrupa devletlerinin birçoğunda çokuluslu halkın yaşadığı gerçeği toprak bütünlüğü nedeni ile hoş karşılanmamaktaydı. Özellikle Avusturya bu sorunun halli için ortak hareket edilmesini savunmaktaydı. Viyana Kongresi gerek Fransa’nın işgal etmiş olduğu yerleri geri verdiği gibi, Belçika Hollanda birleşmiş yeni bir devlet olarak ve Germen Federasyonu kurulmuştur. İsveç Norveç birleşerek tek bir krallık kurulmuştur. Avusturya Galiçya’yı almış Rusya Varşova ve Finlandiya’ya sahip olmuştur. Bir kısım sömürgeler ve Malta İngiltere’ye verilmiştir. Bu kongrede aslında Fransız ihtilali ile ortaya çıkmış özgürlük eşitlik insan hakları gibi konular üzerinde durulmamıştır. Siyasi olarak yine bir takım topraklar üzerindeki isteklerin göz önünde bulundurulmuş olduğu gözlemlenmektedir. Bir takım ittifaklar kurulmuş ise de bu ittifaklar da başarılı olamamış ve 1830 da yine ihtilaller ile yüzleşilmiştir. Böylece Avrupa yeni bir güç dengesi arayışı ile yapılanmaya gitmiştir.