Orta Asya'dan Anadolu'ya Türklerde Taç Geleneği / Doç. Dr. Zühre İndirkaş [s.151-156]
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
İnsan, ilk çağlardan bu yana geçirdiği tüm evrimsel aşamalarda toplumsal konumunu, siyasal ve ekonomik gücünü göstermek için erk ve gücü belirten semboller geliştirmiştir. Tarihsel süreç içinde tüm toplumlarda bu anlamda belli göstergeler vardır. Kişiye özel giysiler, asalar, başlıklar, bu çeşit eşyalar arasında yer alır. Bu bağlamda taç, tüm toplumlarda farklı biçimlerde de olsa iktidarı ve tanrısal gücü simgeleyen, hükümdarlara özgü bir başlık çeşididir. Özellikle çok tanrılı inançların yaşandığı dönemde hükümdar, mutlak yönetici olarak iktidar gücünü elinde tutarken aynı zamanda dinsel bir kimlik de taşırdı. Mezopotamya ve Yakın Doğu kültürlerinde, kralın tanrının vekili olduğuna inanılırdı. Bu kültürlerde tanrı ve kral olgusunun bir anlamda birleştiği görülür ve genellikle kral ve tanrı aynı tacı giymiş olarak betimlenirler.1
Tarihte siyasal düzenler kurmuş tüm kültürlerde olduğu gibi, Türklerde de taca rastlanır. Orta Asya’da İ.Ö. VI. yüzyıldan başlayarak varlığı bilinen Türklerin Avrasya bozkırlarındaki göçer kültürlerinde ve Doğu’da Budacı, Manici kültür alanları içinde oluşturdukları toplumların hepsinde taç, bir hükümdar simgesi olarak görülür. İslamlığın kabul edilişinden sonra Karahanlılar, Gazneliler ve özellikle Selçuklularda taç, bir hükümdarlık simgesi olmaya devam eder. Ancak günümüze ulaşan birkaç taç örneği bir yana bırakılırsa Türklerin kullandığı taçlar, daha çok betimler ve yazılı metinler aracılığı ile öğrenilebilir.
İslamlık öncesi dönemlerde taç, toplumların yaşamında yalnızca bu dünyada kullanılmakla kalmamış, öte dünya tasarımlarında da gerekli olduğuna inanılmıştır. Buna en güzel örnek, Kazakistan’ın eski başkenti Alma-Ata yakınlarında, Esik kasabasında Kazak arkeologlardan Kemal Akisev’in başkanlığını yaptığı kazıda bulunan, İ.Ö. V-IV. yüzyıllar arasına tarihlenen kurgandan çıkartılan gencin başındaki taçtır. “Genç Alp” olarak da bilinen gencin tacı üzerinde dağ, ağaç, kuş, aslan, keçi, kanatlı at, ok gibi çeşitli figürler yer almaktadır. Bu figürler, bir bütün olarak değerlendirildiğinde şamanlık inancının kutsallıklarının simgeleri olduğu görülür2 (Resim 1).
Bir başka taç ise, Altay kültür çevresinde Pazırık kurganlarının beşincisinde bulunan bir keçe örtünün (6.50 m x 4.50 m) üzerinde yer alan Toprak Tanrıçası’nın başındaki taçtır. Profilden tahtta oturur halde betimlenen Tanrıça figürünün karşısında atlı bir erkek figürü bulunur. Aynı sahne tekrarlanarak devam eder. Tanrıça’nın başında kırmızı bir örtü üzerine kumaştan olduğu izlenimi veren, üçgen dilimli, siyah renkli bir taç vardır. Bu örtünün tarihi konusunda değişik görüşler ileri sürülür3 (Resim 2).
Bu üçgen dilimli taçların benzerlerine Çinlilerin II. Han Dönemi (İ.Ö. 205-25) taş kabartmalarındaki Hun Türklerini betimleyen bazı figürlerde de rastlanır.4 Bunlardan biri, İ.Ö. 200’lü yıllarda yaşadığı belirtilen “Ts’ın Quyang” adlı hep ibadet eder durumda görülen soylu bir kişidir. Burada başında üçgen dilimli bir taç ile profilden betimlendiği görülür (Çizim 1).
Shantung Han kabartmalarında görülen ikinci figür ise “Kinyiti”dir. Kinyiti, Kansu Hunlarından, yazıtlarda “Hieutch ou” diye anılan Hun topluluğu kralının oğludur (Çizim 2). İ.Ö. 121’deki Hun savaşlarında Çinlilere esir düşmüştür. Bu Prens, Çin sanatında tanrıya saygının bir simgesi olarak gösterilmiştir.5 Bu figür de yine bir heykel önünde ibadet ederken betimlenmiştir. Giysileri Çinlilerin giysilerinden ayrılır; onların, barbarların giyimi, dediği pantolon giymektedir ve başında Pazırık Kurganı’nda bulunan keçe örtüdeki tanrıçanın tacına benzer bir taç taşımaktadır.
Yine geç dönem Shantung Han kabartmalarında, Hunlarla bağlantısı olan ve “Tcheou” Hanedanı diye anılan hanedana mensup çocuk kral “Tch’eng”in Kuzey başkentinde tahta çıkışı6 betimlenmiştir (Çizim 3). Bu kabartmada cepheden betimlenen çocuk kral Tch’eng’in başında üçgen dilimli bir taç vardır.
Yukarıda sözü edilenlerden başka Shantung Han kabartmalarında bir de anıtsal başa rastlanır. Cepheden gösterilmiş olan bu başın üzerinde üçgen dilimli bir taç bulunmaktadır (Çizim 4). Başın altında Kansu Hunları ile hanedanı Wu-pan arasında geçen olaylarla ilgili bir yazıt vardır.7 Görülüyor ki Çin Han kabartmalarında Türk hükümdarları ya da prensleri üçgen dilimli taçlarla betimlenmişlerdir.
Hun Türklerinde rastlanan diğer bir taç örneği de “Ch’ih-yo”nun tacıdır (Resim 3). Ch’ih-yo, Hunlar ve öbür Türk boylarının savaş tanrısıdır. Aynı zamanda Hunlarda maden işçiliğinin ve zırh, ok gibi savaşla ilgili gereçlerin yaratıcısı sayılır.8 Bu tanrının bir betimine Abadan ırmağı yakınlarında özel bir evin kapı tokmağında rastlanır. Bu ev, Çinli general Li-Ling’e aittir (Resim 4). Li-Ling, İ.Ö. 99’da Hunlara sığınmış, Hun kralının kızı ile evlenmiş ve Kırgız Türklerinin yönetimi kendisine verilmiştir. Li-Ling’e ait olan bu evin kapı tokmağı üzerindeki Ch’ih-yo’nun betiminde, Tanrı’nın başında cepheden üçgen yaprak dilimli bir taç bulunmaktadır. Bu taca çok benzeyen örneklere Selçuklularda sıkça rastlanacaktır.
Türklere ait daha geç bir taç örneği ise Kudirge’de kaya üzerine çizilmiş Göktürk tanrıçasının ya da kralının başındaki taçtır (Resim 5). Altay Kültür Çevresinde Altınyış Dağları’nda, Kudirge’de 550-745 yıllarına tarihlenen Göktürklere ait kaya üzerine çizilmiş bir dini tören sahnesi dikkati çekmektedir. Burada ortadaki büyük figürün başında Tanrı Ch’h-you’nun tacına benzer bir taç bulunmaktadır. Kimi araştırmacılar Umay Tanrıça,9 kimileri ise Göktürk hakanına ait olduğu görüşünü savunur.10
Göktürklerde hükümdar taçlarına ilişkin başka ilginç örnekler de vardır. Orhon vadisinde bugünkü Moğolistan’ın başkenti Ulan Bator yakınlarında, Orhon Anıtları’nın bulunduğu alanda Göktürk Kağanı Bilge Kağan’ın11 (ölümü 734) mezarından çıkan lahit üzerinde; iki yanında simetrik olarak refakatçilerin bulunduğu ortada bağdaş kurup oturan hükümdar şeması yer alır. Türklerde çok yaygın olan bu kurgu düzeninde, hükümdar elinde kadeh tutmaktadır. Kadeh, hükümdarlık simgesidir.12 Bir portre niteliği, taşıyan bu kabartmada Bilge Kağan’ın başında alnın ortasına doğru hafifçe sivrilerek başa oturan yüksek bir taç görülür (Resim 6). Bu yüksek taçların Göktürklerde soyluluğu simgelediği bilinir.13 Nitekim yine Orhon Anıtları’nın çevresinde bulunmuş olan Köl-Tigin’e ait başta alın üzerine gelen bölümde kanatlarını iki yana açmış bir kartalın yer aldığı görkemli bir taç bulunmaktadır (Resim 7). Pazırık kurganlarından başlayarak (İ.Ö. IV. yy.) Selçuklular dönemine dek görülen bu taçlara Orta Asya’da ‘Tac-ı Börki denilmiştir ve Türkün börkü ile İranlıların taç kavramının birleşmesinden ortaya çıkan bir taç çeşididir,14 tacın üzerindeki kuş motifi, şaman inançlar çerçevesinde açıklanabilir. Bir ongun niteliğinde kullanılmış olması da olasıdır.
İ.S. VI-VIII. yüzyıllarda Orta Asya’da tanrılarla bütünleşen kağan betimlerinde taçlar görülür. Bunlardan biri, Koruyucu Tanrı Nagaraya ile özdeşleşen Türk Kağanı’na aittir (Resim 8). Kızıl’da Ming-Oi mağaralarından Nagaraya mağarasında, giriş kapısının iç duvarında yer alan Tanrı-Kral, elinde kurt başlı bir kargı taşımaktadır. Yalnızca en büyük kağanların bu bayrağı taşımaya hakkı olduğu bilinmektedir.15 Tanrı ile özdeşleşen kralın başındaki taca bakıldığında, cepheden üç üçgen dilimli bir bölüm üzerinde daha küçük ikinci bir bölüm olduğu görülür. Bu tacın tüm çıkıntılarının ucunda altı tane yuvarlak topçuk biçimde süsler bulunmaktadır. Kralın başının üzerinde yılanlardan oluşmuş bir sarmalın ortasında üçgen dilimli bir taç daha görülür. Bu daha önce görülen çocuk kral Tch-eng ve Kudirge’deki tanrıça Umay’ın tacının hemen hemen aynısıdır.
Bu örnekler, Türklerde üçgen dilimli taçların gösterdiği sürekliliğin izlenebilmesi açısından önem taşırlar. Özetle diyebiliriz ki; İslamlık öncesi Türk kültüründe, üçgen dilimli taçlar ve Tac-ı Börki denilen yüksek taçlar, kutsal hükümdar anlayışıyla koşut olarak dinsel ve dünyasal anlamda güç ve erki simgelemiş ve bu anlamda kullanılmıştır.
Türklerde, tacın İslam öncesi gelişimini kısaca gördükten sonra İslami dönemde nasıl bir gelişme gösterdiğini izleyebilmek için bölgedeki tarihsel ve kültürel yapıyı kısaca gözden geçirmek gerekir.
Türklerin kitleler halinde İslam dünyası ile kaynaşmaları, ilk kez IX. yüzyılda Abbasi halifelerinin, Türk topluluklarını devşirip, Samarra kentine yerleştirmeleriyle başlar. X. yüzyılda ise Sir-derya (Seyhan) kıyıları ve bu ırmağın kuzeyindeki topraklarda yaşayan Oğuzlar, özellikle İslam dünyası ile olan ticari ilişkilerinin etkisi ile bu yüzyıldan başlayarak İslamlığı benimsemişlerdir. Moğol saldırıları nedeniyle Azerbaycan ve Doğu Anadolu başta olmak üzere Ön Asya’ya yayılmışlardır. X. yüzyıl sonlarında Selçuk Bey’in liderliğinde başlayan devletleşme çabaları Tuğrul ve Çağrı Beyler zamanında sonuçlanmıştır. İslam dinini benimsemeleri ile Türklerin dünya görüşlerinde ortaya çıkan büyük değişiklikler yaşam biçimlerine de yansımıştır. Şamanlık, Manicilik, Budacılık gibi dinler ve kültürleri ile yaşayagelmiş olan Türklerde İslam dini başlangıçta bir canlılık getirmiştir. Şöyle ki, İslam dininin egemen olduğu toplumlarda putlar, putlaştırılmış hükümdarlar, ayrıcalıklı soylular, rahipler gereksiz görülmüştür. Tanrılarda özdeşleşen hükümdar anlayışının yer almadığı bu görüşte bir hükümdarlık simgesi olan taca da yer kalmamıştır.
Burada İslamlığı benimsedikten sonra Türklerde tacın nasıl bir gelişme gösterdiğini incelemeden önce, İslam dininin kabulünün ilk yıllarında Müslüman halkın taca karşı olan görüşünü ortaya koyan çok ilginç bir tarihi olaydan söz etmek yerinde olacaktır. Arap yazarları Al-Sahmi ve Tabari, Müslüman “Şul Türkleri”16 ile karşılaşmalarını anlatırken Şul beyi Ruzban ile İslam askerlerinin başındaki Suravd B. Mukarri’nin barış yaptıklarından söz eder. Ancak bu barış, 714-716 yıllarında bozulmuş olmalı ki Yezid İbn Muhalleb, Şullara ait olan Curcan kentine ikinci bir sefer düzenler. Yine Tabari, Şul Türklerinin Curcan ilinde, Dihistan’da ve Dihistan kıyılarından beş fersah açıktaki bir odada kale yaptırdıklarını bildirir.17 Yezid İbn Muhalleb, Dihistan’ı aldıktan sonra Şûl Tığın adlı Türk hükümdarı, adadaki kaleye sığınır; ancak bir süre sonra burası da İslam ordularının eline geçer. Burada ilginç olan, savaş ganimetleri arasında ele geçen değerli taşlarla süslü taç ve bu taca karşı İslam savaşçılarının tepkisidir. Tacı yoksulların hakkını gasp eden bir hükümdar simgesi olarak görmüşler ve savaşçılardan hiçbiri, tacı ganimet olarak almayı kabul etmemiştir. Sonunda taç, bir dilenciye armağan edilmiş ama daha sonra İbn Muhalleb, tacın görkemine kapılmış olmalı ki onu gizlice dilenciden satın almıştır.18
Bununla birlikte İslam dininin yayıldığı İran ve çevresinde, Pers, Part ve Sasani kültürlerinde süregelen köklü bir taç geleneği vardır. Özellikle İ.S. III. yüzyılın ortalarından başlayarak varlıklarını gösteren Sasanilerde, krallar yeryüzünde tanrının vekili sayılırlardı ve her hükümdarın kendisine özgü özel bir tacı vardı. Sasaniler bunun yanı sıra bir de taht üzerinde tavana asılan ve hükümdarın altında oturduğu asma taçlar kullanmışlardır.
Selçukluların İran’a egemen olmaya başladıkları dönemde, bölgede büyük bir kültür karmaşası yaşanmaktadır. Geleneksel hükümdarlık düzeninin yerini mutlak bir yönetim almıştır. Sasani İmparatorluğu’ndaki görkemli yaşam biçimi, yeni dinin getirdiği bir coşku ile yok edilmiş, eski gelenekler yerini İslam değerlerine bırakmıştır. Ancak Araplar, kökünden sarstıkları bu kültür değerlerinin yerine koyabilecekleri güçlü bir kültür ve sanat yapısına sahip değillerdi. Bu durum, bölgede bir kültür boşluğuna yol açmıştır. İşte böyle bir ortamda örgütlenen Selçuklular, Orta Asya’dan getirdikleri kendi hükümdar ve taç anlayışlarını İslam dini ve bölge kültürü ile kaynaştırarak devam ettirmişlerdir. Bu süreci değerlendirirken; Selçukluların atası olan Oğuzlardaki taç anlayışını onların en önemli kültürel belgesi olan Dede Korkut destanları ortaya koyar. Sözü geçen destanın Kam Pûre oğlu Bamsı Beyrek bölümünde Han Kazan; Pay Püre Bey’e “Ne ağlayıp bağırıyorsun” dediğinde Pay Pûre Bey; “Oğulda nasibim yok. Allah Taâla bana beddua etmiştir beyler. Tacım tahtım için ağlarım. Gün olacak düşeceğim, öleceğim yerimde yurdumda kimse kalmayacak” der.19
Yine aynı destanda Kazan Bey oğlu Uruz Bey’in esir olduğu bölümde, Kazan Bey oğluna: “Yay çekmedin, ok akmadın, baş kesmedin, kan dökmedin. Kanlı Oğuz için ganimet almadın. Yarınki gün olup zaman dönüp ben ölüp sen kalınca tacımı tahtımı sana vermezler diye sonumu andım, ağladım oğul” der.20
Görülüyor ki taç Oğuzlarda taht ile birlikte anılan bir hükümdarlık sembolüdür. Daha sonra Selçuk Bey’in çabaları ile başlayıp Tuğrul ve Çağrı Beyler zamanında devlet kuran ve İran, Irak, Kirman ve Anadolu’da kurdukları devletlerle büyük bir İmparatorluk haline gelen Selçuklular da tacı bir hükümdar simgesi olarak kullanmışlardır.
Her ne kadar günümüze Selçuklulara ait taç örnekleri ulaşmamışsa da gerek yazılı kaynaklardan gerekse minyatür çini, taş kabartma gibi eserlerde taç betimlerine rastlanmaktadır.
Yazılı kaynaklarda Selçuklu İmparatorlarının taç giymeleri ile ilgili çeşitli bilgilere rastlanır.
İbn-ul Cevzi, el-Muntazam fi tarihi’l mülük ve lümem adlı eserinde Selçuklu İmparatorluğu’nun ilk hükümdarı Tuğrul Beyi (1040-1063) Büveyroğullarına karşı kazandığı zaferden sonra Bağdat’a davet edip, Halife el-Kaim’in dünyası yetkilerini sultana devrettiğini ve kendisine törenle taç giydirdiğini dile getirir.21 Bazı kaynaklarda değerli taşlarla süslü22 bu tacın büyüklüğü ve ağırlığı nedeniyle halifeye saygısını göstermek için eğilip, yeri öperken güçlük çektiği anlatılır.23
Aynı eserde, Melikşah’ın (1072-1092) kızı Melmelek Hatun ile Halife Muktedi’nin evlenme törenlerinde bulunmak ve taç giymek üzere Bağdat’a gidişi ve görkemli bir törenle halife tarafından taç giydirilişi anlatılmaktadır.24 Bu tarihi taç giyme töreninin ardından sultanın tacın ağırlığından yakındığı belirtilmektedir.25
Öte yandan taht mücadelesi sırasında Nizami köleleri tarafından korunan ve Rey şehrine getirilerek tahta oturtulan Berkyaruk’a (1093-1104) şehrin reisi olan Ravendi tarafından değerli taşlar ve altınla işlenmiş saltanat tacı giydirilmiştir.26
Selçuklu İmparatorluğu bünyesinde bulunan Anadolu Selçukluları, Kirman Selçukluları gibi tâbii devletlerin başında bulunan sultanların da taç giydiği bilinmektedir.
Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesud’un (16-1159) ölümünün yakın olduğunu hissedince oğlu II. Kılıç Aslan’ı Konya’da Sultan ilan eder, bütün devlet erkanı ve beylerin katıldığı bir törenle kendisini tahttan indirerek oğlunu tahtta çıkarıp, başına taç koyar.27
Tarihçi İbn Bibi, Selçuklu Sultanlarından İzzettin Keykâvus’un ölümünden sonra (1220) devletin ileri gelenleri ve şehzadelerin, yeni sultanı seçmek üzere toplanarak “Sultan Tacı”nın Alaeddin Keykubat’a verilmesine karar aldıklarını, Alaeddin Keykubat’ın yabancı elçileri altın işlemeli tahtında oturmuş, başında saltanat tacı olduğu halde kabul ettiğini belirtmektedir.28
Kirman Selçuklularından Sultan-Şâh’ın ölümünden sonra oğlu olmadığı için taht ve taç Turan-Şâh’a verilmiştir.29
Görülüyor ki; ilk Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey zamanında halife tarafından Sultana giydirilmesiyle başlayan taç giyme geleneği, Selçuklularda bir saltanat simgesi olarak süregelmiştir. Ancak, İslam öncesinde olduğu gibi Tanrı ile özdeşleşen hükümdar anlayışının yıkılmasıyla, Taç da dünyasal yetkilerde donanmış hükümdarların giydiği bir iktidar simgesi niteliğini kazanmış ve dinsel anlamını yitirmiştir.30
Öte yandan minyatürlerde ve öbür bazı betimlerde Selçuklu sultanlarına rastlanmaktadır. Sultanlar, bu betimlerde genellikle her bir dilimi yaprak formunda olan cepheden üç dilimli taçlar giymektedirler. Kimi araştırmacıların “Selçuklu Tacı”31 olarak adlandırdığı bu taç, bütün betimlerde aynı formu göstermektedir; ancak üzerindeki motifler değişmektedir.
Reşidüddin Moğol Hükümdarı Gazan (1295-1304) ve Olcayto Hanlar döneminde hazırladığı dünya tarihini anlatan Cami-üt-Tevarih adlı eserindeki minyatürlerde Selçuklu Sultanları hep bu tip taçlarla görülmektedir. Örneğin; Topkapı Sarayı Kütüphanesi’ndeki (Hazine 1654) 7/7/1317 tarihli nüshada Alp Arslan (63-1072) tahtında oturmakta ve Veziri Nizamül-mülk ile birlikte idam hükümlülerini huzura kabul etmektedir (Resim 9). Bu betimlemede sözü geçen sultan, başında cepheden üç yaprak dilimli taçla görülmektedir.
Edinburg Üniversitesi kitaplığındaki nüshada Alp Arslan (1063-1072) (Resim 10) yine aynı tip bir taç giymiş, tahtında otururken görülmektedir. Sultan Muhammed İbn Melik Şah (118-1157) (Resim 11) ve son Selçuklu hükümdarı II. Tuğrul (ölümü 1194) (Resim 12) başlarında Selçuklu tacı olduğu halde tahtta oturmaktadır.
Cami-üt Tevarih’teki hükümdar betimleri arasında Sultan Berkyaruk Şah’ın (1033-1105) üzerinde özellikle durmak gerekir. Çünkü Sultan Berkyaruk’un başındaki taçtan başka tepede çadıra asılı izlenimini veren daha büyük bir taç bulunmaktadır. Bu tacın arkasında kumaştan kurdeleyi andıran bir bant görülmektedir (Resim 13). Tacın bu özellikleri Sasani taçlarını anımsatmaktadır. Öte yandan Firdevsi, ünlü Şehnamesinde Sultan Keykavus’un saltanat dönemini anlatırken fildişinden tahtını süsleyip üzerine tacını koydular”……32 “Pehlivanlar hep birden padişahın yanına, o meskun taç ve tahtın yanına girdiler”33 der. Keykavus’un saltanat dönemini anlatırken de “Fildişi tahtı getirip padişahı oturttular ve üstüne de tacı astılar”34 ifadesini kullanır.
Bu görsel ve yazılı kaynaklar, Selçukluların Orta Asya’dan getirdikleri üçgen dilimli taç geleneğinin yanı sıra Sasanilerdeki köklü taç geleneğinden de etkilenmiş ve asma taçlar kullanmış olabileceklerini gösterir. Nitekim bir dönem Selçuklu egemenliğinde yaşamış ve aynı kültür çevresinden olan Gaznelilerde de Sultan Mahmut’un altın zincirlerle tavana asılı olan tacının zincirleri bulunmuştur.35
Bu durumda Sasanilerdeki köklü taç geleneğinin Selçukluları etkilemiş olması ve asma taçların Selçuklularda da kullanılmış olması ve bu minyatürün de belgesel bir nitelik taşıdığını düşündürebilir.
Selçuklularda, sözü edilen üç yaprak dilimli taçların kullanımının yaygın olduğu görülmektedir. Bu dönemde Türk kültürünün etkili olduğu Arap toplumlarında da zaman zaman bu taçların betimine rastlanmaktadır. 827-1061 yılları arasında Sicilya’da egemen olan Araplar, Türk etkilerinin burada yansımasına neden olmuşlardır. Örneğin, Palermo’da XII. yüzyılın ortalarında Norman Kralları için yapılan saray kilisesinin duvarlarında Türk etkileri taşıyan bir seri resim vardır. Bunlar arasında elinde içki kadehi, bağdaş kurup oturmuş kral figürü, tipik Türk özellikleri göstermektedir. Bu figürün de başında Selçuklu tacı taşıması dikkati çekmektedir (Resim 14).
Selçuklularda sözü edilen bu taçlara hükümdarların yanı sıra siren, sfenks, melek gibi mitolojik doğaüstü figürlerde de rastlanır. Bunlar daha önce Orta Asya’da rastlanan ancak Selçukluların İslam dinini benimsemesiyle başka anlamlara dönüşerek süregelen figürlerdir. Büyük Selçuklularda görülen bu doğaüstü varlıklar, XII-XIII. yüzyıllarda Anadolu Selçuklularında yaygınlaşmıştır. Şans, uğur getiren tılsımlı varlıklar olarak düşünülen36 Siren ve Sfenksler de her zaman başlarında taçla betimlenmişlerdir. XI. yüzyılda çeşitli seramik tabaklarda rastlanan sirenlerin başlarında olduğu gibi Niğde Hüdavent Hatun türbesindeki (1312) pencerenin yanındaki sfenksler başlarında üç dilimli taçlarla görülmektedirler (Resim 15). Melek betimlerine Selçuklularda pek rastlanmamakla birlikte Konya surlarından artakalan iki melek kabartması çok ilginçtir. Uçmaya hazırlanırken betimlenen bu meleklerin başlarında Selçuklu hükümdarlarında görülen üç yaprak dilimli Selçuklu taçları vardır (Resim 16).
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Selçuklularda taç, dinsel anlamından sıyrılarak yalnızca dünyasal bir hükümdarlık simgesi olarak kullanılmasının yanı sıra, çeşitli doğaüstü varlıklar da taç ile düşünülmüş ve taçla betimlenmiştir. Bu da Selçuklularda Sasani etkileri ile birlikte Orta Asya Türk toplumlarındaki taç geleneğinin de süregeldiğini göstermektedir.
Nitekim sözü edilen üçgen dilimli taçlara Orta Asya’da İ.Ö. I. yüzyıldan başlayarak rastlanmaktadır. Shantung Han kabartmalarındaki çocuk kral Tch’eng’in (Çizim 3), Hun Savaş Tanrısı Ch’ih-yo’nun (Resim 3) ve Göktürklerde görülen üçgen dilimli taçlar bu tiptir. Bu taçların Orta Asya’daki başlıklardan geliştirilmiş ve zaman içinde taç anlamı yüklenmiş olması mümkündür. Bunun yanı sıra erken Yakın Doğu kültürlerinin etkisi olduğu da düşünülebilir. Ancak üçgen dilimli taçların İ.Ö. II-I. yüzyıllardan başlayarak Selçukluların sonuna kadar bir süreklilik göstermiş olması bunun Türk kültür ve gelenekleri içinde özümsenmiş bir taç olarak uzun bir zaman dilimi içinde varlığını sürdürmüş olduğu gerçeğini ortaya koyar. Hun Savaş Tanrısı Ch’ih-yo’nun tacı (Resim 3) ile Konya Müzesi’ndeki melek figürlerinin başındaki taçların (Resim 16) benzerliği bu sürekliliğe güzel bir örnektir. Doğaldır ki, Selçuklular İran’a geldikten sonra hem Orta Asya’dan getirdikleri üçgen dilimli taç geleneğini sürdürmüşler hem de Sasanilerin görkemli taç geleneğinden etkilenmişlerdir. Nitekim Sultan Berkyaruk’un Cami-üt-Tevarih’teki betiminde görülen asma tacın bu anlamda kullanılmış olduğu düşünülebilir.
Ne var ki, Türklerde yüzyıllarca varlığını sürdüren ve Selçukluların İslamla bağdaştırmayı başardıkları bu üçgen dilimli taç geleneği ve taca yüklenen anlamlar, Osmanlılarda İslam kültürü ve felsefesinin zaman içinde daha farklı yorumlanmasından ve Orta Asya geleneklerinin zaman içinde etkilerini yitirmesinden dolayı yok olmuştur.
Osmanlılar, Selçuklularda süregelen taç giyme geleneğine itibar etmemiş, onun yerine Osmanlı İmparatorluğu’nda “kılıç kuşanma” hükümdarlık simgesi olmuştur. Ancak kökeni Orta Asya Türklerine inen bu taçların form ve anlamı unutulmamış, Osmanlı minyatürlerinde melek, burak gibi betimlerde yer almış ve varlığını bir anlamda yalnızca kavramsal olarak sürdürmüştür.
1 Örneğin Perslerde tanrı ve kral betimlerinde kralların başında her zaman krallığın simgesi olan kidaris bulunmaktadır. Tanrı Ahuramaz da kralın başı üzerinde, onun koruyucusu olarak uçmaktadır. Tanrı’nın başında da aynı taç görülmektedir (E. F. Schmidh, Persepolis, I. Structures Reliefs, Inscriptions PL. 105, 97). Kral Darius’a ait bazı silindir mühür baskılarına bakıldığında ise kralın, arabada bir aslana hücum edişi betimlenmiştir (H. H. von Der Osten, Die Welt der Perser, T. 69). Başının üzerinde her zaman olduğu gibi Tanrı Ahuramaz da yer almaktadır. Gerek kralın gerekse Tanrı’nın başlarında dört tane üçgen dilimden oluşmuş taç bulunur. Bu taçlar Hunlardan başlayarak Orta Asya Türklerinde ve Selçuklularda da görülen üçgen dilimli taçlarla benzerlik gösterir.
2 Genç Alp’in tacı üzerindeki mitolojik figürlerin ayrıntılı açıklaması için bkz. Prof. Dr. Mireli Seyidof, “Altın Muharib”in Soy Etnik Tarihi Hakkında I, Kardaş Edebiyatlar, Sayı 2, 3, 4 Erzurum 1982, s. 5, 1983; Doç. Dr. Zühre İndirkaş, Türk Mitolojisinde Altın Taç ve İnanç, Sanat Kültür Antika, P, Sayı 17, 2000, s. 86, 89.
3 J. F. Hoskins, İ. Ö. IV. yy. ortalarına, L. Rudenko, İ. Ö. V. yy.’ın ikinci yarısı ile İ. Ö. IV. yy.’ın ilk yarısı arasına, L. R. Kızlasov ve öteki Rus araştırmacılar. İ. Ö. II-I. yy. arasına tarihlemektedir.
J. F. Haskings, “Tanghyn – The Hero, AQ-ZHUNUS-The Beautiful and Peter’s Siberian Gold”, Ars Orientalis, Vol. IV, 1961, s. 165.
L. Rudenko, Kultura naseleniye gornogo Altaya skifskoe vremya, Moskova 1953, s. 356.
L. R. Kislasov, Sovetskaya arheologiya, 19; L. A. Evtyuhova, VI, 6, 1954; VI, II, 1955, Sovetskaya arheologiya 27, s. 305.
4 E. Esin, “Bedük Börk”, The Iconography of Turkish honorific headgears”, Reprinted From the Proceedings of the IXth Meeting of the Permanent International Altaistic Conference, Naples 1970, s. 26.
5 E. Chavannes, La Sculpture sur Pierre en Chine au temps de deux dynasties Han, Paris 1893, s. 12.
6 A.g.e., s. 26-27.
7 E. Esin, “Bedük Börk”, “The Iconography of Turkish honorific headgears”, Reprinted from the proceedings of the IXth Meeting of the Permanent International Altaistic Conference, Naples 1970, s. 26’dan.
O. Franke, Gesehichte de Chinesischen Reiches, Berlin 1925, III/198.
8 E. Esin, İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978, s. 52.
9 S. V. Kiselev, “Drevnyaya ıstoriya yuzhnoy sibirı”, Materi issled po arkheologii SSRR. IX. M-L 1951, s. 499.
10 B. Ögel, Türk Kültür Tarihi, Ankara 1984, s142.
11 Bunun Tekes Altun Tamgan Tarkan’a ait bir mezar olduğunu ve üzerindeki figürün Tamgan Tarkan olduğu görüşünü savunur. L. R. Kızlasov; “Ak-beşim”, “Issledovaniya ne Ak-beşim”, TKAEE, II., Moskova, 1959. W. Radloff, Bilge Kagan’a ait olduğunu kabul eder, Atlas der alterthumer der Mongolei, St. Petersburg 1896.
12 E. Esin, İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978, s. 167.
13 Z. İndirkaş, Türklerde Taç Geleneği, İ. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, s. 44.
14 E. Esin, “Ötüken İllerinde M. S. Sekizinci ve Dokuzuncu Yüzyıllarda Türk Abidelerinde San’atkâr Adları”, Türk Kültürü El Kitabı, Cilt II, Kısım Ia, İstanbul 1972, s. 45.
15 E. Esin, İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978, s. 167.
16 Şul Türkleri, Hazar Denizi’nin Güneydoğu kıyılarında Dihistan ve Curcan’da yaşayan Türkmenistan, Azerbaycan ve Türkiye Türklerinin ataları olan Oğuzlardan olduğu sanılan Türklerdir.
17 Tabari, (çev. Z. K. Ugan-A. Temir), Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Cilt IV, Ankara 1957, s. 242 vd.
18 Buhâri Şahih, Cihad bahsi, hadis 102 “Kayserin tacını takbin”. Buhâri, Tecrîd, hadis 1948. “Altından süs eşyaları ve ipek giymek mekrûhtur”. Kahire h. 1354; E. Esin, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi ve İslâma Giriş, İstanbul 1978, s. 146.
19 M. Ergin, Dede Korkut Kitabı, İstanbul 1988, s. 60.
20 A.g.e., s. 97.
21 Ibn-ul-Cevzi, el-Muntazam fi tarihi’l, mûlük ve’lümen, 1359, VIII, s. 182.
22 Ebu’l-Ferec Bar Hebracus, (The Chronography, Çev: E. A. W. Budger), C. I. London 1932, s. 121.
23 Ibn ul-Cevzi, a.g.e., s. 182.
24 Ibn ul-Cevzi, a.g.e., c. IX, s. 29-30-35-36.
25 Sıbt Ibn a Cevzi, a.g.e., s. 129b.
26 Râvendi, Râhat-üs sudûr ve ayet-üs-sürur, (Çev.: A. Ateş) c. I, Ankara 1957, s. 137.
27 O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 197.
28 İbni Bibi, a.g.e., s. 147.
29 E. Merçil, Kirman Selçukluları, Ankara 1989, s. 148-149’dan Ikd-el-Ula Li L. Mevkıf el-âlâ (nşr. Ali Muhammed Âmiri) Tahran hş 1131, s. 90.
30 E. Kongar, Demokrasi ve Laiklik, İstanbul 1999, s. 135-137.
31 B. Gray, The Illustrations to the “World History” of Rashid Al Din, Edinbourg 1976, s. 22.
H. Erdman, “Die Hangande Krone Des Berk-Yaruk İbn Malık Schahs”, Beitrage Zue altertums Kunde Kleinasiens, Rhein 1989, s. 174.
32 Firdevsi, Şehname, c. II, Ankara 1967, s. 30.
33 A.g.e., c. II, s. 64.
34 A.g.e., c. II, s. 118.
35 C. E. Bosworth, The Gaznavids, Edinbourg 1963, s. 38.
36 G. Öney, Anadolu Selçuklu Mimarisinde Süsleme ve El Sanatları, Ankara 1978, s. 96.
Dostları ilə paylaş: |