Batı Gözüyle Sovyet Türkleri (1945-1990) / Dr. William D. Myer [s.898-905]
Londra Üniversitesi Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Bölümü / İngiltere
Giriş
SCB Türk halklarına dair çalışmalar, Sovyet araştırmalarının önemli bir alt-kümesini oluşturmaktadır. Türk halkları bir bütün olarak, SSCB’nin içinde Slav kökenli olmayan en büyük topluluğu ve aynı zamanda da kültürel olarak en farklı grubu oluşturmaktadır. Öncelikle Sovyet Türklerine dair araştırmaların, Sovyet İslam çalışmalarıyla eşit görüldüğünü belirtmek gerekir. SSCB içindeki “Türk sorunu” esas itibariyle, “Müslüman sorunu”ndan farklı görülmemektedir. Bir bilim adamının belirttiği gibi, “Sovyet İslamı’nın 4/5 oranıyla bir Türk İslamı olduğu söylenebilir.”1 Bir diğer bilim adamı ise bunu; “Rusya’da Türkizmin yayılması çok büyük ve o derece doğaldır çünkü Rus Müslümanlarının %90’ını Türkler oluşturmaktadır ve bu Türklerin %90’ından daha fazlası da Müslümandır.” diyerek ifade etmiştir.
Sovyetler bağlamında ‘Türk’ ile ‘Müslüman’ın eşit tutulmasının bir sonucu gayrimüslim Türk halklarının Batı Avrupa ve ABD’de büyük oranda ihmal edilmesi olmuştur.3 Aynı sebeple Türk olmayan Müslümanlar, özellikle de Tacikler ve Çeçenlere, “fahri” Türk statüsü verilmiştir ve bu Türk olmayan halklar için geçerli olan veriler üzerinden yapılan tahminler Türkler için de geçerli sayılmıştır.
‘Türk’ ile ‘Müslüman’ın eşit tutulmasının önemli bir sonucu daha vardır. Büyük oranda teolojik bir soyutlama olarak algılanan İslam, Rus komünizmiyle bağdaşmayan muhalif bir güç olarak görüldü. Bu nedenle Sovyet Türkleri arasında İslami kültürel adetlerin devam etmesi, Türkler tarafından sadece Marksist ideolojinin değil aynı zamanda Sovyet Devleti’nin de ideolojik reddine delil olarak sunulabilirdi. Böylelikle, 1980’lerin ortalarına gelindiğinde, SSCB’nin Türk nüfusu arasında İslam’dan ilham alan sömürgecilik karşıtı başkaldırı ihtimali SSCB’ye yönelik en büyük tehditmiş gibi göründü.
Bağlam
Batı’da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ciddi anlamda başlayan Sovyet Türklerine dair çalışmalar, üç global-tarihsel gelişme bağlamında kendini gösterir. Bunlar, Batı ile SSCB’nin Soğuk Savaş ile karşı karşıya gelmesi, 1950 ve 1960’lı yıllar boyunca büyük Avrupa imparatorluklarının düşüşe geçişi ve 1970 ile 1980’lerde Batı liberalizmi ve Sovyet komünizmine karşı “Siyasi İslam” olarak adlandırılan bir mücadelenin gelişmesidir. Her üçü de Batı’ya karşı Sovyet Türklerinin büyük rol oynadığı bir meydan okumadır. Batı’da Sovyet Türklerinin siyasi ve kültürel durumu, İngiltere ve Fransa’nın Asya ve Afrika’daki eski sömürgelerinde Sovyet etkisinin artıp artmayacağının veya bu bölgelerdeki sömürgecilik karşıtlığının SSCB’nin etkisini ortadan kaldırıp kaydırmayacağının önemli bir belirleyicisi olarak algılandı. Her ne olursa bu Soğuk Savaş’ın nihai olarak bitmesinde belirleyici olacaktı. Batı’daki, Sovyet Türklerine dair çalışmalarında, Türk kültürü ve toplumlarının kendilerinden daha çok Soğuk Savaş içinde hangi tarafta olabilecekleriye ilgilenilmiştir.
Batı ülkeleri komünizme karşı geniş çaplı bir mücadeleye girdikleri için Avrupalı olmayanlar uğruna SSCB ile bir çekişme içinde olduklarını farkettiler. Bu mücadelenin merkezinde, SSCB’nin yakın zamanda sömürgelikten kurtulmuş ülkelerin radikal hükümetlerini desteklemesi vardı. SSCB, sömürgecilik sorununu “çözmüş” bulunduğunu iddia ediyor, Afrika ve Asya’daki yeni ülkelere sömürgecilik bağlarından uzak bir gelecek sunuyordu. Batılı bilim adamları ise, SSCB’nin Türk bölgelerini imparatorluk Rusyası’nın sömürgesi olarak gösterip bu iddiayı yalanlamaya çalıştılar. Bölge üzerine çalışan ünlü İngiliz bilim adamlarından biri olan Geoffrey Wheeler, Sovyet yönetimindeki Türk bölgelerini “sömürgeciliğin yeni ve maddi açıdan daha etkin bir şekli” olarak tanımladı.4
Batı’nın, Sovyet Türkleri mülahazası ilk olarak Orta Asya ve Azerbaycan’daki Sovyet yönetiminin sömürgeci niteliğinin ve orada bulunan Türklerin buna tepkisinin teşhir edilmeye çalışılmasına odaklanmıştır. Sömürgelik statüsünün buna maruz kalanlar tarafından tahammül edilemez olduğu farz edilmiştir. Amerikan bilim adamları içinse bu çok daha açıktı. ABD kendisini “Özgürlükler Ülkesi”, yani baskıcı İngilizlere karşı anti-sömürgeci devrimden doğan ütopik bir ülke olarak tanımlamaktadır. İngiliz ve Fransız bilim adamları için ise bu daha muğlaktır. Kendileri de birer sömürgeci güç oldukları için, ilişkide oldukları sömürgeden elde edilebilecek maddi çıkar konusunda oldukça hassastılar. Bununla birlikte, Asya ve Afrika’da bulunan sömürgelerin bağımsızlık talepleri, maddi çıkarın bir sömürgenin bir emperyalist güce bağlanması için yeterli olmadığı anlayışının gelişmesine neden oldu. Bir bilim adamı “iyi okulların siyasi özgürlüklerin yerini tutmayacağı”nı iddia etmiş ve Gineli milliyetçi lider Sekou Touré’nin “bolluk içinde kölelik yerine yoksulluk içinde özgürlüğü”5 tercih etmesine dikkatleri çekerek şunu eklemiştir: “sömürgecilik Doğu Avrupa, Transkafkasya ve de Orta Asya’da da varlığını sürdürürken komünist olmayan Asya ve Afrika’da yok edilemez, ancak uzun vadede dünyadaki bu bölgeler uluslararası gelişmelerin genel akışı dışında kalamayacaktır”6. Bu gelişmelerin en önemlisi Avrupalıların, Avrupalı olmayan halklar üzerinde taahkümünün son bulmasıdır.
Özellikle de Fransız bilim adamları, anti-sömürgeci bir ayaklanmanın ortaya çıkma ihtimalinin sömürgeleştirilmiş halklar üzerinde yürütülen kültürel asimilasyonun derecesine bağlı olacağına inanıyorlardı. Bir sömürgeyle emperyalist gücün arasındaki kültürel fark ne kadar fazla olursa, bu sömürgede bir ayaklanma olma riski de o oranda artacaktır. Fransa geleneksek olarak, kültürel asimilasyonun tam siyasal katılımın ön koşulu olduğunu var saymıştır. Bu görüş 1950’ler ve 1960’ların İngiliz bilim adamları tarafından paylaşılmasa da, 1970’lerden sonra bunların yerini alan Amerikan bilim adamlarınca kabul gördü. Kültürel açıdan Sovyet Türklerinin çoğunluğunun Müslüman oluşu, Rusçaya benzer olmayan diller kullanmaları ve bunları terk etmek eğiliminde olmamaları hasebiyle Sovyet Türkleri anti-sömürgeciliğin tartışılmaz adayları olarak görülmüşlerdir. Öte yandan, birçok yazar “dünyada beyaz olmayan insanların içten içe kaynadıklarından”7 bahsederek, “beyaz” ve “renkli” insanlar arasındaki bu ayrımın yakın bir gelecekte belki de komünist ve liberal ülkeler arasındaki ayrımdan daha fazla meselelere yol açacağına (…), bunun böyle devam etmesi durumunda, büyük ihtimalle, hedefin yalnızca Batı ulusları olmayacağına8 dair uyarılarda bulundular. Bunu yaparken de dünyayı sadece “biz” ve “diğerleri” olarak ikiye ayırmadılar, fakat Türkleri Müslüman kültürleri nedeniyle “diğerleri” kategorisine dahil ederek, gizli bir ırkçılık uyguladılar. Sadece İngiliz bilim adamları Nove ve Newth “Batılı” ve “Batılı olmayanlar” arasındaki olası bir çatışmada Türklerin birinci tarafta yer alacağını iddia ettiler. Ama bilimsel görüş bunu çabucak yok saydı.
1950’ler ve 1960’lar boyunca, dünya siyasetinde laik milliyetçi hareketler başı çeker gibi görünüyordu. SSCB’nin, İngiliz ve Fransızlara benzer sömürgeci bir imparatorluk olduğunu ortaya koyduktan sonra, Batılı bilim adamları Sovyet Türkleri arasında böylesi hareketleri araştırmaya başladılar. Ancak, siyasi milliyetçi hareketlerin delilleri çok azdı (bu böyle hareketlerin olmadığını değil ama Sovyet rejiminin baskıcı yapısını ortaya koymaktaydı). Zamanla siyasi bir ifade de kazanabilecek kültürel milliyetçilik bunun yerini aldı.
Brejnev’in döneminde ortaya konan Sovyet halklarından yeni bir kültür oluşturmak için “birleşme” içerikli yeni Sovyet politikası -ki, bu politika Batı’da Homo Sovyetikus olarak adlandırılmaktaydı- tartışmaya yeni bir ivme kazandırdı. Sovyet Türklerinin dillerine ve geleneksel alışkanlıklarına diğer Rus olmayan gruplardan çok daha fazla bağlı kalmaları nedeniyle kültürel asimilasyona karşı etkin bir direnç gösterdiklerine dikkat çekildi. Sovyet Türklerinin kültürlerinin temel kaynağının İslam’da yattığı hükmüne varıldı: Bir kültürel alışkanlık İslam dini tarafından hoş karşılanmadığı vakitlerde dahi, İslam/Türk geleneğine uygun olduğu için tasdik edildi. Böylelikle anlaşıldı ki Sovyet Türkleri, Sovyet olmalarından daha çok Müslümandılar.
Hem Müslüman hem de Sovyet olmanın mümkün olabilirliği ilk elden reddedildi. Bir yorumcu “Sovyet Rus İmparatorluğu’nun Türk bölgeleri, tarihi ve kültürel olarak İslam medeniyetinin merkezi olan Orta ve Yakın Doğu’ya meylettiğini”9 gözlemledi. Dolayısıyla Sovyet Türkleri, Sovyet yurttaşlarından ziyade Müslüman din kardeşleri -özellikle İran ve Sovyet müdahalesinden sonra Afganistan’dakilerle- işbirliği yapmaktaydılar. 1950’lerden bu yana, Sovyet Türklerinden Rus karşıtı bir ayaklanma beklenmekteydi. 1970’lerden sonra “siyasi” İslam’ın yükselişi buna dini bir renk de kattı. Böylece, Gorbaçov iktidara geldiğinde Batı’da, SSCB için en büyük ve tek tehdidin Türk halkları arasında anti-sömürgeci İslami bir ayaklanma olduğu geniş kabul görmekteydi.
Türkler ve Sömürgecilik
Her ne kadar Nove ve Newth, “böyle bir [Sovyet Asya] çalışmasına bu sömürgelerin Moskova tarafından kendi kötü amaçları için sömürüldüğüne dair bir peşin hükümle başlamanın anlamı olmadığı”10 konusunda bir uyarı getirmişlerse de, Soviet Empire (1953), The Last Empire (1962), L’Empire éclaté (1978) ve Muslims of the Soviet Empire (1985) gibi SSCB’nin Rus olmayan halkları hakkında yazılan birçok kitabın başlığından da görüldüğü üzere, Batılıların Sovyet Türkleri araştırmalarının çoğunun altında yatan faraziye tam da budur. Batılı bilim adamları SSCB’nin Rusların kendi çıkarları için üzerinde hakimiyet kurdukları bir imparatorluk olduğuna ikna olmuşlardır. Bu anlayış ideolojik ve siyasi çıkarlar için teşvik edilmiştir. Bu görüşün eleştirilerinden biri, “Sovyet milliyetleri meselesini tartışırken, sömürgecilik ve imparatorluk açısından bakmaya yönelik (şüphesiz anti-sömürgecilik hissini gün ışığı altında tutmak için estirilen) bir eğilim vardır. Bu durum, ‘Biz sömürge olmayan dürüst halklarız. Onlar zalim sömürgeci zorbalardır.’11 ifadesini de kapsar” der.
Sovyet Türklerinin Batı’da tartışılma biçimi için büyük önem taşıyan bir başka nokta da, sömürgeci ilişkinin her zaman kurbanlarında milliyetçi bir tepkiyi tahrik ettiği inancıdır. Richard Pipes; “Orta Asya’da ortaya çıkan sosyal ve kültürel süreçlerin temel olarak diğer sömürge ve eski sömürge toplumlarda olanlardan farklı olmadığını”12 iddia etmektedir. Walter Kolarz ise, “Rusya’nın sömürge meselesinin, dünyanın diğer yerlerinde görülen sömürge meselelerinden soyutlanamayacağını, çünkü sömürge halklarının milliyetçi arzularının tatmini için verilen mücadelenin her yerde benzer bir yapıda olduğunu”13 ifade etmektedir. Türklerin “sömürgeler” olduğunu ortaya koyduktan, veya var saydıktan sonra, Batılı bilim adamları bu milliyetçi tepkilerin işaretlerini aramaya başlamışlardır. Rus olmayan birinin, Sovyet vatanseveri olabileceği fikrinden hemen hiç hoşlanılmamıştır.
Sömürgelik statüsü, bütün Rus olmayan halkların tümüne eşit olarak uygulanmadı. Her ne kadar Robert Conquest, The Last Empire (1962) adlı kitabında, Baltık cumhuriyetlerini “dünyanın en yeni sömürgeleri” olarak tanımlamışsa da, Kafkasya ve Orta Asya’nın her birine ikişer bölüm ayırırken, bu bölgeye sadece bir bölüm ayırmıştır. Diğer çalışmalar İngilizlerin emperyalist deneyimlerini takip etmiştir ve “dominyon” ile “sömürge” arasında bir ayrım yapılmıştır.14 Bir “dominyon” emperyalist gücün siyasi eşitidir, bir sömürgeyse emperyalist güce tabidir. Bir yazar,15 Sovyetler Birliği’nde Rus olmayan halkları siyasi ve sosyal hareketliliklerine göre en üstte Ukraynalılar (sınıflandırmada “küçük kardeşler”), en altta ise Türkler (“sömürgeler”) olmak üzere dört gruba ayırmıştır. Avrupalı olan on dört halktan hiç biri bu şemada “sömürge” sınıfının içine dahil edilmemiştir. On Müslüman halktan -ki bunların sekizi Türktür- biri dahi ‘sömürge’ kategorisinin dışında tutulmamıştır. Bu, sömürgeciliğin, en fazla kabul gören ve “herşeyden önce bugün; Avrupalılar, Avrupalı olmayanlara hükmeder”16 anlamına gelen tanımına uymaktadır.
Sovyet Türklerinin sömürgeleştirilmiş halklar olarak bu sınıflandırmada yer alması, öncelikle Sovyet Devleti içinde siyasi güçlerini deneyebileceklerinin veya kendi çıkarları için hareket edebileceklerinin reddine dayanmaktadır. Meşhur İngiliz tarihçi Hugh Seton-Watson, “Sovyet hükümetleri bir an için bile olsa Özbeklerin kendi ülkelerini yönetmelerini kabule istekli olmadıkları”17 ve başka bir yerde “Orta Asyalıların hiçbir zaman siyasete en ufak etkilerinin olmadığı”18 yorumunda bulunmaktadır. Wheeler, “(Özbeklerin) ulusal bayrakları, ulusal dilleri ve bazı (ama tamamıyla değil) kültürel gelenekleri olabilir; fakat Özbek vatandaşı veya Özbek vatanseveri olma meseleleri yoktur”19 tespitinde bulunmuştur.
Bu durum, Sovyet Devleti’nin temelde Türklere tamamen yabancı olan bir Rus devleti olduğu fikri üzerine dayanmaktadır. Özbek bir göçmen olan Baymirza Hayit, “Türkistan halkları; kültürel, ulusal özellikler, dil ve edebiyat, manevi değerler ve gelenekler, tarih, dini zihniyet ve bir bölgede yaşam üzerine görüşleri bakımından kendilerini radikal olarak Ruslardan ayrı görmektedirler”20 iddiasındadır. Eğer Batılı bilim adamları Rus olmayan herhangi bir grup için bunun doğru olduğunu düşünseydiler, böyle söylemezlerdi. Gerçekte, Sovyet Türklerinin konumlarının doğrudan doğruya diğer Sovyet uluslarıyla ne kadar az karşılaştırıldığı dikkate şayandır. Her ne kadar Nove ve Newth kolektifleşmenin, Türk halklarını Ukraynalılardan daha az şiddetle, etkilediğini düşünseler de; Caroe, Kazak göçebelerin yerleşik hayata geçirilmesi ve kolektifleştirilmesini “soykırım”21 olarak kabul etmektedir.
Sovyet Türklerinin devletten yabancılaştırılmış sömürge bir halk olarak kabul edilmesi şeklindeki Batı’nın bakış açısı, onların kendi siyasi kaderleri üzerine hiçbir kontrole sahip olmadıkları fikrine dayanmaktaydı. Sovyet Türkleri, Türklerin kendileri yerine başkalarının çıkarlarına hizmet etmek üzere düzenlenmiş hükümet politikalarına bir katılımcı olmaktan ziyade bu politikaların bir kurbanı olmuşlardır. Bu nedenle, Türk cumhuriyetlerinin oluşturulması Ruslara yönelik (tarihsel olarak hiçbir zaman var olmamış olan) Türk birliğini kırma eğilimiyle hayata geçirilmiştir. Arap harflerinin bırakılması, dış Müslüman dünyayla bağlantılarını koparma ve Pan-İslamizmi engelleme amacına yönelikti. Kendi kendine yeterliliği amaçlayan tarımsal özelleştirme ve buradan hareketle bağımsızlık imkansızdı. Endüstri Rusların elinde tutularak “kontrol” altında alınıyordu. Özellikle, Orta Asya öyle bir “Avrupalı” göçmen akınına uğruyordu ki, Kazaklar kendi cumhuriyetlerinde bir azınlık durumuna düşmüşlerdi (Walter Kolarz, Kazakistan’ın Avrupalı nüfusunun bütün Afrika’daki Avrupalı nüfusu geçtiğini iddia etmektedir). Bu ve benzeri diğer gelişmeler, Türk halklarını boyunduruk altına almak için yapılan gayriahlaki Rus hileleri şeklinde yorumlanmıştır.
SSCB’nin, Rus olmayanları iktidar organları içinden tamamen dışlamadığı, resmi olarak Hindistan ve Kanada’ya benzeyen çok etnikli bir federasyon olduğu kabul edilmekteydi. Yine de yorumcuların çoğu, Sovyet Türklerinin kendi yönetimlerinde görünürdeki katılımlarının nasıl bir yalandan ibaret olduğunu gösterirken sancılar içindeydiler. Wheeler’in dikkat çektiği gibi, “Fas, Gana, Hindistan, Pakistan ve Burma gibi eski sömürge bölgelerinin bağımsızlık arzularıyla karşılaştırıldığında, Sovyet Müslüman cumhuriyetleri için iddia edilen (tam egemenlik) bir mittir”.22 Bu mit, SSCB’nin merkeziyetçiliğinin seviyesini gizlemek için vardır. Siyasi ve kültürel kararlar yerel olarak değil, Moskova tarafından alınmaktaydı. “Yıldan yıla az ya da çok (liberal) bütün kararlar Moskova’da alınmaktaydı.”23 “İktidar araçları Rusların hakimiyeti altındaydı.”24 “Çok az Orta Asyalı Moskova’nın kararlarını etkileyebilecek bir pozisyondaydı ve dolayısıyla yabancı bir yönetimin tebası olduklarına dair önemli bir duygu bulunmaktaydı.”25 Burada bir kez daha Orta Asya meselesi için özel bir itiraz örneği görüyoruz. O dönemde Moskova’nın kararlarını etkileyecek pozisyonda kaç tane Rus vardı?
Cumhuriyet seviyesinde dahi, Türklerin kontrolü yoktu: “Moskova onlara hiçbir şans bırakmamıştı… yerli Müslüman bakanların dahi Rus kontrolünden kurtulmak için çok az fırsatları bulunmaktaydı.”26 “Cumhuriyetlerin Bakanlar Konseyi’ndeki koltuk dağılımı da bu tutumu yansıtmaktaydı. Kritik bakanlıklar Ruslara ve diğer Avrupa kökenlilere bırakılırken, o ulustan olanlara sadece göstermelik otoriteler verilirdi.”27
SSCB aslında merkezi sömürgeci emperyalist bir güç olarak kalırken, çok-uluslu bir federasyon görüntüsü sergilemekteydi. Bu görüntü hem yerel hem de uluslararası nedenlerden dolayı önemliydi.
Wheeler, Sovyet federal sistemini “sömürgeciliğin sonsuza dek ortadan kaybolduğu izlenimini vermek amacıyla”28 milliyetçilik için ‘hastalığı bir başka hastalıkla tedavi biçimi’ olarak görmekteydi. Yerel taleplere karşı sınırlı imtiyazlar vererek -eğitimde, yayıncılıkta ve mahkemelerde, yerel dillerin kullanılmasına izin vermek derecesinde bir kültürel otonomi- milliyetçi gerilimleri azaltılabilirdi. Bu, neredeyse tamamen, federatif sistemi kuran “milli sınırlandırmanın” amacı idi.
Uluslararası açıdan Sovyet federalizmi, SSCB’yi sömürgecilikten yeni kurtulmuş ülkelere karşı cazip hale getirmeyi amaçlamaktaydı. Nihai hedef, komünizmin yayılması ve bununla beraber Moskova’nın global etkisinin arttırılmasıydı. Kolarz’ın iddia ettiği üzere, Nasır gibi yabancı devlet başkanları SSCB’yi ziyaret ettiğinde “Kremlin, Asyalı komünistleri ön plana çıkarmaya zorlanmaktaydı.”29 Kolarz bu tip seyahatleri, Büyük Katherina’yı aldatmak amacıyla inşa edilen “Potemkin Köylerinden” sonra “Potemkin Ziyaretleri” olarak adlandırmaktadır. Kolarz ve diğerlerinin gördükleri gibi, Komünist Parti’de bulunan Türkler tamamıyla yabancıları aldatma amacıyla oradaydılar.
Birçok kimse bu görüşün safça olduğunun farkına vardı. “Eğer yerel komünistler kendi halkları tarafından Rus kuklaları olarak sayılsaydı, bölgeyi gerektiği gibi yönetmek çok daha zor olmalıydı.”30 Hiçbir Türkün kendi halkının sömürgeci baskı uygulayan bir organizasyona gönüllü olarak katılabileceğini kabul edemeyen Batılı bilim adamları, Türklerin Komünist Parti’ye üyeliklerini rejimi destekleme dışında başka bir şekilde açıklama yollarına baktılar. Rywkin şahsi çıkarı bir motivasyon biçiminde düşündü: “Bu insanlar ortalamanın çok üstünde olan standartlarda yaşıyorlardı… diyebiliriz ki, sorunsuz işleyen sistemde çıkarları vardı.”31 Diğerleriyse, Türklerin sadece Türk olma duygusundan uzaklaşarak “Ruslaştırılmış” oldukları için Komünist Parti’ye katılmış olabileceği düşüncesindeydiler. Yine de çoğu, Türklerin Komünist Parti’ye üyeliğini bütün Türklerin sığınabileceği bir liman kabul ederek milliyetçi arzuları için bir örtü olarak gördüler.
Alexander Bennigsen, 20. yüzyılın başlarında, Volga (İdil) Tatarlarından Bolşevik Mir Said Sultan Galiyev’in Komünizm’in kurulmasında bir önşart olarak anti-sömürgeci bir ayaklanma çağrısında bulunduğunu gözlemledi. Başka bir deyişle, aynı zamanda hem bir milliyetçi hem de bir komünist olmak mümkündü. Parti üyeliği ve Parti’deki görevleri temeldeki milliyetçi dürtüye engel olamadı. 1938’deki Özbekistan Devlet Başkanı Feyzullah Hocayev (adı çoğunlukla Hoca veya Hocaoğlu olarak Rusça dışı haliyle kullanılmıştır) denemesi bunun açık bir ispatıdır. Mahkemedeki bir gözlemcinin raporuna göre, Orta Asya’da Sovyet gücünün yerleştirilmesinde öncü bir rol oynayan Hocayev, “kendisinin gerçekte 1918’den bu yana gizli (burjuva milliyetçisi) olduğunu ve bu süreç boyunca Moskova’ya sadakâtinin bir körünkinden farklı olmadığını ve nihai amacının yerel Sovyet rejimini bölgeden atmak olduğunu açıklamıştır.”32
Hocayev mahkemesinin Batı’da ele alınış tarzı oldukça ilginçtir. Stalin’in diğer kurbanları, tamamen inanılmayacak delillerle suçlanmış olarak algılanırken, Hocayev’e karşı yapılan iddialara itibar edilmiştir. Batılı bilim adamları Sovyet Türklerinin milliyetçiliği hakkındaki tezlerinin doğrulandığına o kadar inanmışlardı ki, bu nedenle eleştirilerini geçici olarak durdurdular. Burada önemli bir sonuç vardı: faal milliyetçilikle ilgili delil yetersizliği Sovyet Türklerinin milliyetçi arzularına karşı bir dayanak oluşturmuyor sadece Sovyet polis devletinin gücünü gösteriyordu. Allworth, “siyasi olarak 1930’lu yıllarda direniş kaynaklı entelektüel faaliyetlerin, en edebi ve en milli karakterlere, opasiz (Kazakça), eki jüzdüü (Kırgızca) veya ikiyüzlamaşi (Özbekçe) olarak kullanılan ve her biri “iki yüzlü” anlamını işaret eden ama siyasi olarak “gerçek düşmanlığını saklayan bir milliyetçi” anlamını çağrıştıran çirkin bir lakabı kazandırdığına”33 dikkat çekmiştir.
Rusların, dolayısıyla da Sovyet Devleti’nin bir reddi olduğu düşünülen iki temel kaynak, belirli bir faal milliyetçiliğin var olduğuna dair bir delil olarak kabul ediliyordu. Bunlardan birincisi Sovyet basınında “yerelcilik” adı altında saldırıya uğruyordu. Buradaki anlamıyla “yerelcilik”, atamalarda “ötekiler” yerine “kendi insanlarını” veya terfilerde kendi etnik grubundan olan insanları tercih etme anlamına geliyordu. Bu Batı’da bir yozlaşmanın tezahürü olarak değil, milliyetçilik eğiliminin bir göstergesi olarak Ruslardan bilinçli bir uzaklaşma şeklinde görüldü. Rywkin “Müslüman Türkistan milliyetçiliğinin yaşadığını ve devam ettiğini (bazen yerelcilik olarak adlandırmaktadır)”34 yazarken, Bennigsen “Kazak entelektüellerinin Müslüman olmayanların yönetim araçlarında yer almasını reddetmeyi de kapsayan yeni bir milliyetçilik biçimine dönme isteğinden”35 bahsetmiştir. Bazen Rusça bir terim olan korenizatsiya (yerelleşme) ile de adlandırılan bu tür milliyetçilik, Rusların zararına da olsa, Türk yönetim kadrosunu güçlendirmek için bir çaba olarak görülmüştür. Bu, nihai tahlilde diğer sömürge örneklerinde olduğu gibi bir bağımsızlık hareketine öncülük edebilecek bir insan sınıfının oluşmasına yardım edecektir.
Siyasi alanda korenizatsiya’ya doğru bu gidiş, Sovyet Türklerinin kültürel değerlerine bağlılığıyla daha da güçlendirilmiştir. Hem Fransız hem de Amerikan bilim adamları, 1960’larda Rus hakimiyetinde tek bir Sovyet kültürü oluşturma amacını muhafaza eden siyasi asimilasyonun bir gerekliliği olarak kültürel asimilasyona önemli bir yer vermişlerdir. Müslüman Türkler, özellikle dil kullanımı açısından kültürel değişime karşı yüksek bir direnç göstermekteydi. Devletleşmiş Sovyet siyaseti karşısındaki bu direnç, rejime karşı faal bir muhalefet delili olarak görülebilirdi. “Yerli entelektüeller tarafından ortaya konan Savaş sonrası yeni kültürel siyasetlere yönelik tepkiler, bunların çok mücadeleci ve direnişte çok kararlı olduğuna işaret etmektedir.”36 “(Türkler) milli kültürlerine yalnızca şeklen değil aynı zamanda özü itibariyle de çok sıkı bir biçimde bağlıdırlar…… Ruslara karşı bir çatışma noktası içerse dahi, halklarının geçmişini idealleştirirler.”37
Sovyet Türk kültürünün kaynağı ve taşıyıcısı İslam’dı. “Bugüne kadar eğer Orta Asya halkları arasında ırklarından, geleneksel dil ve kültürlerinden başka sosyal ve hatta siyasi bir bağ varsa bu muhtemelen İslam’dır.”38 SSCB’deki İslam’ın durumu bu nedenle, Türk kültürünün gücünün ve Türklerin ne kadar asimile olduğunun ve Rus üstleri aleyhine yükselmeleri ihtimalinin ne olduğunun bir göstergesi haline gelmiştir.
Türkler ve İslam
Eğer Hayit’in dediği gibi “Komünizmin fikirleri İslam’ınkine muhalif”39 ise, Bennigsen’in “SSCB Müslümanları hâlâ Müslüman mıdır?”40 sorusu Sovyet Türklerinin komünist Rus yönetimini kabul edebilirliği konusunda hayati bir etken olacaktı.
Sovyet Türklerinin kendilerini Müslüman kimlik ile tanımlamalarına asla şüpheyle bakılmadı, yine de bu kimliğin fiili tesirinden emin olunamıyordu ve Batılıların bunu algılayışları zaman içinde değişti. 1950’lerin bir Fransız bilim adamı, (Fransız Arşivi) uzmanlarının fazlasıyla, (SSCB’nin Müslüman cumhuriyetlerine) (atıfta bulunduklarını) gözlemlemiştir. Belki de Orta Asya basınını sürekli takip eden bu yılmaz okurlar, Müslümanlardan daha fazla Müslümandı çünkü deneyimlerime göre İslam’a sahte bağlılık gösteren modern devletlerin çoğu onun daha az radikal bir tanımını tercih etmişlerdir.”41
1950’ler boyunca, SSCB’deki İslam’ın can çekişmekte olduğu düşüncesi geniş kabul görmekteydi. Monteil, Sovyet baskıları altında dinin “kemikleşmesinden” bahsederken, diğerleri Sovyet Türklerinde gelişmekte olan milliyetçi duyguyla bir inanç olarak İslam’ın ilgisiz hale geldiğini delillendirmek için gelişen laiklikle ilgilendiler. Elbette, kurumsal olarak İslam’ın çok zayıf kaldığı inkar edilemezdi. Her ne kadar sosyal bir kimlik olarak “Müslümanlık” ile dini bir kimlik olarak “İslam” arasında çok açık bir ayrım tanımayan Fransızlar için bu daha sorunlu olsa da; İngiliz bilim adamları bağımsızlık öncesi Hindistan’da İttihad-ı İslam hareketinin laik milliyetçi amaçlarına alışkındılar ve özellikle siyasi bir hareket için dini bir temel kabul etmek konusunda isteksizdiler.
1950’lerin bazı Avrupalı düşünürleri İslam ve komünizm arasında sosyal amaçları aynı yolda olduğu sürece, temel bir uyuşmazlık olmayacağını iddia ettiler. 1960’larda bu tutum biraz Arap dünyasındaki sosyalist doktrinlerin düşmanca muamele görmesi, biraz İslami uygulamaların Türk bölgelerine yayıldığını ifade eden Sovyet enformasyonunun artması ve biraz da ABD’li bilim adamlarının bu sahada artan hakimiyeti sonucunda rağbetten düştü.
Karmaşık tarihi nedenlerden dolayı; Amerika’da din deneyimi, Avrupa’dan daha fazla ikna yoluna dayanmaktaydı. ABD’de din sadece geleneksel bir mesele olmayıp daha çok şahsi teslim olma anlamına da gelmektedir. Ateist bir devlete uygulandığında, ikna dışında yükselen dini davranış zaruri olarak devlet karşıtı olarak ele alınmaktaydı. İki zıt eğilimi olan Sivil Haklar hareketinin deneyimi de buna dahil edilmiştir. Öte yandan, Martin Luther King gibi Hıristiyan liderler Amerikan toplumunu entegrasyona sevk edici çalışmalar sürdürürken, İlyas Muhammed’in İslam Milleti grubu ayrılma telkinlerinde bulunmaktaydı. Amerikan bakış açısından İslam’a bağlılık Avrupalı felsefi fikirlere dayanan çok-uluslu devletin bilinçli olarak reddi anlamına geliyordu. Bu algılama, İslam’ı Avrupa toplumuna karşı düşman “diğeri” olarak gören uzun Avrupa düşünce geleneğine dayanmaktadır ve Sovyet Türklerinin Sovyet toplumu içinde asimile edilemeyen sömürgeler olarak algılanmasıyla da sıkı sıkıya bağlantılıdır. “Sovyetlerin İslam’ı milliyetçilikle eşit tutması büyük oranda İslam’ın diğer dinlere nispetle asimilasyon karşısında çok daha büyük bir engel olduğu gerçeğine dayanmaktaydı.”42
Bu nedenle bir Müslüman olmak Sovyet Devleti’ne muhalif olmakla eş anlamlıydı. Sovyet kaynakları İslam’dan gelen kültürel alışkanlıkların devam ettiği konusunda ilgili oldukça fazla delil sağladı: “‘geçmişin dini kalıntıları’ SSCB bölgesinin her tarafından rapor edilirken, bunların en çok İslam cumhuriyetlerinde kök salmış olduğu tespit edilecekti… Komünistler bu cumhuriyetlerde İslam’a yönelik uzun vadeli mücadeleler sürdürdü… sayısız eski alışkanlıklara ve hâlâ direnmelerini sağlayan dini şevke karşı, bir anlamda ayaklanma biçiminde -Sovyet yaşamının baskıcılığına karşı bir ayaklanma- güçlü bir eğilimleri vardı.”43
Diğer gayrimüslim Sovyet halklarına uygulanmayan ölçüde bu kültürel alışkanlıkların dini sebeplerle korunduğu Batı’da daima kabul edilmişti. Bu, Sovyetlerde din konusunda çalışan en önemli Batılı bilim adamlarından biri olan Walter Kolarz’ın çalışmasında da açıktır; Litvanya Katoliklerinin geleneklerin değişimi için harekete geçtiklerini, İngiliz ve Amerikan Yahudilerinin dini kuralları tamamen sosyal nedenlerle uyguladıklarını ve hatta Yahudi kimliklerini kaybetmeden bunları terk edebileceklerini kabul etmekle beraber aynı zamanda Müslüman kimliği ve davranışlarının daima dini inancın bir sorunu olduğunu iddia etmiştir.
SSCB’de ayakta kalan İslamî kuruluşların sayısı çok sınırlı tutuldu ve hatta Müslüman kitlelere anlamlı bir liderlik sağlamak bir yana İslam’ı korumak düşüncesi de rejimle uzlaşarak yozlaştı. Yine de bir Fransız bilim adamının dikkat çektiği üzere, “Camilerin kapatılması ve din adamlarının ortadan kaldırılmasının, ne kadar esef verici olsa da Müslümanlar üzerindeki etkisi, kiliselerin kapatılıp papazların ortadan kaldırılmasının Katolikler üzerindeki etkisiyle aynı olmayacaktır. Dünyanın herhangi bir yerinde atalarının söylemeyi alışkanlık haline getirdiği “lâ ilâhe illallâh” sözünü hatırlayan bir kişi kaldığı sürece, İslam’ın küllerinden tekrar dirilme ihtimali daima var olacaktır.”44
Sovyet İslamı’nın gücü bu noktada yatmaktadır. Kaynağı “paralel İslam” diye adlandırılan bir yerdedir. Bu terimle gerçekte ne anlatılmak istendiği asla açıklanmamıştır, ama devlet destekli “ulemanın” resmi tasdikiyle uygulananlar dışındaki herhangi bir dini faaliyete işaret eden geniş kapsamlı bir terim gibi görünmektedir. Buna kutsal yerleri ziyaret resmi bir caminin dışında ibadet, “çağın gelişi” kutlamalarını, gaipten haberler verme, geleneksel tedavi ve hatta zanaat birliklerinin kurulması da dahildir.
Bu faaliyetler “resmi” olmadığı için, “yeraltı” faaliyetleriydi ve bu nedenle “yeraltı Hıristiyanları” veya devrim hücreleri gibi mutlaka devlete muhalif olmalıydı. Günlük olaylardan çok komplo teorilerine uygun Sovyet basını, İslami militan Sufi gruplar için suçlamalar yazdılar ve Batılı bilim adamları bunları kabul etmekten mutluluk duydular. Sovyet Türkleri için İslam’ın ayaklar altına alınabilecek önemsiz bir şey olmadığı aynı zamanda Sovyet rejimine uzlaştırılamayacak bir biçimde düşman olan yeraltı organizasyonlara sahip olduğu şimdilerde ortaya çıkmaktadır.
Bu anlayış 1970 ve 1980’lerde son derece önemli hale geldi. Bu dönemde, Sovyet ekonomisi düşüşte, Orta Asya’da doğum oranı artıştaydı. Bu durumun Sovyet rejimine yönelik milliyetçi bir kızgınlığa yol açacağı, ve bu kızgınlığın Türk kimliğinin geleneksel hamisi olan din yoluyla ifade edilebileceği geniş çapta kabul görüyordu. 1970’lerin sonlarında yaşanan iki olay, ayaklanmayı sadece bir zaman meselesi haline getiriyordu. Birincisi, Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesi, diğeri ise İran devrimiydi. Bunlardan birincisi, Demir Perde’yi yırttı ve Sovyet politikalarına İslamî ruhlu bir muhalefete neden oldu. İkincisi ise, ne Batı ne de Doğu’nun yanında yer almadan İslamî kuralların yükselişini temsil etmekteydi. Her ikisinin de Sovyet Türkleri için karşı konulamayacak bir cazibesi olabileceği düşünüldü: “Orta Asya’nın kapılarının dış İslami etkilere açılması Sovyet Müslümanlarına hem Rus hem de Çin sosyalizmine karşı bir alternatif sunmaktadır. Müslümanlık ilhamının doğal ve mantıksal kaynağı Müslüman olan Orta Doğu’da yatmaktadır.”45
Batılı bilim adamları, garip bir şekilde, Sovyet İslamı’nın sınırın hemen ötesindeki köktenci güçler tarafından “kirletildiği”nden bahsetmeye başladılar; bu da Sovyet Türklerini “Asyalı” ve “Müslüman” olarak, dolayısıyla da Sovyet vatandaşlarından ziyade Afgan ve İranlılara daha yakın bir konumda ele alan anlayışın kuvvetlenmesi anlamına gelmekteydi. 1980’lerin fikirlerinin genelini özetleyen bir bilim adamının ortaya koyduğu gibi;
“1980’ler İslam’ın belirtileri altında açılmıştır. Aynı zamanda, İslamı yabancı olanın ve Batı dünyasının tarihi deneyimine ve materyalizme dayalı değerler sisteminin karşısına koyan yeni bir ideolojik karşılaşmanın belirtileri altında açılmıştır. İslam dünyasının tamamını sallayan kriz SSCB’yi de etkilemektedir… aynı zamanda SSCB’nin ulusal gerginliklerini de arttırmaktadır. Bu krizin temsil ettiği İslam ve Batı dünyası arasındaki ayrılık… dünyanın diğer bölgelerini olduğu gibi SSCB’yi de tehdit etmektedir… SSCB’nin milli sorununun da bir parçası olan İslam meselesi gelecekte Müslüman âleminin uyanışının ve siyasî ve ideolojik otonomisini yeniden ele geçirişinin bir parçası olmak üzere Sovyet saflarını terk edecektir.46 Bu ülkenin çok ulusluluk sorununun bir parçası olan -SSCB’nin- Müslüman sorunu gelecekte uyanan İslam dünyasının bir parçası olmasına rağmen yalnız Sovyetler sınırlarını bırakabilir ve siyasi ve ideolojik özerkliğini tekrar kuşatabilir.
Sonuç
1980’lerin ortasına gelindiğinde çoğu Batılı gözlemci SSCB’nin sürekliliğine tek büyük başkaldırının Türk bölgelerinde İslamî esinler taşıyan bir sömürgecilik karşıtı ayaklanma olabileceği fikrindeydiler. 1991 olayları sonrasında, Sovyet Türkleri arasında sömürgecilik ve Rus karşıtı bir etken olarak İslam’ın gücünün çok fazla abartıldığı ortaya çıkmıştır. Türklerin Müslüman olmak ve Sovyet olmak arasında bir çatışma gerekliliği görmedikleri, Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını en son olarak ilan etmeleri gerçeğiyle izah edilmektedir. Ayrıca, etnik çatışmalar patladığında bu Türklerle Ruslar arasında değil, Türklerle Ermeniler (Azerbaycan) veya Türklerle diğer Türkler arasında olmuştur. Türklerin Ruslar tarafından baskı altında tutulan bir azınlık olduğu ve tek kurtuluşlarının İslami yollara geri dönmek olduğu şeklindeki Batılı anlayışı büyük bir hataydı. Yine de bağımsızlıktan bu yana, her ikisi de Batı’dan ihraç edilmiş olan, Sovyet baskıları ve İslami tehdit fikirleri hem yerel hem de uluslararası arenada yeni Avrasyalı Türk devletlerinin liderleri için siyasi açıdan faydalı olmuştur ve bu nedenle de halen geçerliliklerini korumaktadırlar.
1 Monteil (1953) s. 14.
2 Hostler (1957) s. 116.
3 Islamic Peoples of the Soviet Union kitabında gayrimüslim Türklerden bahseden Akiner (1983) önemli bir istisnadır.
4 Wheeler (1960) s. 97.
5 Kolarz (1964) s. 216.
6 A.g.e., s. 125.
7 Nadel ve Curtis (1960) s. 24.
8 Plamenetz (1960) ss. 188, 191.
9 Hostler (1957) s. 2.
10 Nove ve Newth (1967) s. 13.
11 Folson (1964) s. 19.
12 Alıntı Rywkin (1963) s. 98.
13 Kolarz (1952) s. v.
14 Örneğin Stahl (1951) s. 12.
15 Armstrong (1968).
16 Plamenetz (1960) s. vii.
17 Seton-Watson (1964a) s. 18.
18 Seton-Watson (1964b) s. 26.
19 Wheeler (1964) s. 128.
20 Hayit (1962) s. 209.
21 Caroe (1953) s. 171.
22 Wheeler (1960) s. 101.
23 Conquest (1962) s. 18.
24 Bennigsen (1958) s. 411.
25 Nove ve Newth (1967) s. 117.
26 Rywkin (1963) s. 12.
27 Benningsen ve Lemercier-Quelquejay (1968) s. 220.
28 Wheeler (1964) s. 153.
29 Kolarz (1963) s. 136.
30 Rywkin (1963) s. 114.
31 Rywkin (1963) s. 114.
32 Maclean (1949/1991) s. 90, 91.
33 Allworth (1967) s. 415.
34 Rywkin (1963) s. 106.
35 Benningsen ve Lemercier-Quelquejay (1968) s. 224.
36 Benningsen (1953) No. 22 s. 31.
37 Benningsen ve Lemercier-Quelquejay (1968) s. 233.
38 Wheeler (1954) s. 187.
39 Hayit (1956) s. 305.
40 Bennigsen (1952) s. 14.
41 Egretaud (1959) s. 8.
42 Wheeler (1969) s. 196.
43 Pipes (1957) s. 26, 28.
44 Carrére d’Encausse (1961) s. 347.
45 Bennigsen ve Wimbush (1979) s. 126.
46 Carrére d’Encausse (1978) s. 343, 351 Mart 1980’de eklenen bir dipnotta.
Akiner, S., Islamic Peoples of the Soviet Union, Londra ve Boston, MA Kegan Paul, 1983.
Allworth, E., “The Focus on Literature”; içinde, Central Asia: A Century of Russian Rule, (der.) Allworth, E., 1967, New York, NY Columbia Üniversitesi Yayını, 1967.
Allworth, E., The Nationalities Question in Soviet Central Asia, 1973, New York NY: Preager.
Armstrong, J., “The Ethnic Scene in the Soviet Union: the View of the Dictatorship”; içinde, Ethnic Minorities in the Soviet Union, (der.), Goldhagen, E., New York, NY Preager, 1968.
Bennigsen, A., “Les peuples musulmanes de I’URSS et les Soviets” I’Afrique et I’Asie, 20: 10-16; 21: 13-31; 22: 21-32; 23: 15-34, 1952, 1953.
Bennigsen, A., “Sultan Galiev-the USSR and the Colonial Revolution”; Laqueur, w., (der.), The Middle East in Transition, Londra, Routkedge, 1958.
Bennigsen, A., “Soviet Muslims and the World 1980”, Problems of Communism, Cilt II, (29), ss. 38-51.
Bennigsen, A. & Broxup, M., The Islamic Threat to the Soviet State, London, Croom Helm, 1982.
Bennigsen, A. & Lemercier-Quelquejay, l’Islam en Union soviétique, Paris, Payot, 1968.
Bennigsen, A. & Lemercier-Quelquejay, Les musulmans oubliés: l’Islam en Union Soviétique, Paris, Maspero, 1981.
Bennigsen, A. & Wimbush, S., Muslim National Communism in the Soviet Union: a Revolutionary Strategy for the Third World, Chicago, IL Chicago University Press, 1979.
Bennigsen, A. & Wimbush, S., Muslims of the Soviet Empire, London, Hurst, 1985.
Caroe, O., Soviet Empire: the Turks of Central Asia and Stalinism, London, Macmillan, 1953.
Carrère d’Encausse, H., 1961 “Islam in the USSR” Central Asia Review, 9, IV: 335-351, (Çev.) Wheeler, G., “Organisation officielle de l’Islam en URSS” l’Afrique et l’Asie 52, IV: 5-28, 1960.
Carrère d’Encausse, H., L’Empire éclaté, Paris, Flammarion, 1978.
Conquest, R., The Last Empire, London, Ampersand, 1962.
Conquest, R., Religion in the USSR, New York, NY Praeger, 1969.
Conquest, R., (der.), The Last Empire: Nationality and the Soviet Future, Stanford, CA Hoover Institution Press, 1986.
Egretaud, M., l’Orient Soviétique, Paris, Editions Sociales, 1959.
Folson, B., “A Matter of Definition?” Problems of Communism 13, I: 19-20, 1964.
Hayit, B., Turkestan im XX Jahrhundert, Darmstadt, Leske, 1956.
Hayit, B., Sowjetrußische Orientpolitik am Beispeil Turkestan, Köln & Berlin, Kipenhauer & Witsch, 1962.
Hostler, C., Turkism and the Soviets: the Turks of the World and their Political Objectives, Londra, G. Allen & Unwin, 1957.
Karklins, R., Ethnic Relations in the USSR: the Perspective from Below, Boston, MA Allen & Unwin, 1986.
Kolarz, W., Russia and her Colonies, Londra, Geo. Philip, 1952.
Kolarz, W., Religion in the Soviet Union, London: Macmillan & New York NY: St. Martin’s, 1961.
Kolarz, W., Communism and Colonialism, Londra, Macmillan, 1964.
Maclean, F., Eastern Approaches, Londra, Cape, 1946. Reissued, Londra Penguin, 1991.
Monteil, V., Essai sur l’Islam en URSS, Paris, Geutner, 1953.
Myer, W., Islam and Colonialism: Western Perspectives on Soviet Asia, Richmond, Surrey, Curzon Press, 2002.
Nadel, G. & Curtis, P., (der.), Imperialism and Colonialism, London & New York, NY Macmillan, 1963.
Nove, A. & Newth, J., The Soviet Middle East: a Model for Development?, Londra, G. Allen & Unwin, 1967.
Pipes, R., “The Soviet Impact on Central Asia” Problems of Communism 6, Cilt II: 17-28, 1957.
Plamenetz, J., On Alien Rule and Self-Government, Londra, Longman, 1960.
Rywkin, M., Russia in Central Asia, New York, NY Collier, 1963.
Rywkin, M., Moscow’s Muslim Challenge: Soviet Central Asia, Armont, NY: M. E. Sharpe, 1982.
Seton-Watson, H., (a) Nationalism and Communism: Essays 1946-1963, Londra, Methuen, 1964.
Seton-Watson, H., (b) “Moscow’s Imperialism”, Problems of Communism 13, I: 16-19, 1964.
Stahl, K., British and Soviet Colonial Systems, Londra, Faber & Faber, 1951.
Wheeler, G., “Cultural Developments in Soviet Central Asia”, Journal of the Royal Central Asian Society, (41), III: 179-189, 1954.
Wheeler, G., “Race Relations in Soviet Muslim Asia” Journal of the Royal Central Asian Society, (47), II: 93-105, 1960.
Wheeler, G., History of Soviet Central Asia, London: Bodley Head, 1964.
Wheeler, G., “The Muslims of Central Asia” Problems of Communism 16, V: 72-81, 1967.
Wheeler, G., “National and Religious Consciousness in Soviet Islam”, içinde, Hayward, M. & Fletcher, W., (der.), Religion and the Soviet State: a Dilemma of Power, London: Pall Mall, 1969.
Dostları ilə paylaş: |