|
|
Mehmet Güçer
11 Nisan 2012, Çarşamba
mehmetgucer@hotmail.com
|
|
|
|
|
|
CHP, hiçbir partiye nasip olmayan bir sürekliliğe sahip. 1923’te kurulan parti, 1980 – 1992 arasındaki yasaklı dönemi dışarıda bırakırsak, Türk siyasal tarihinin en uzun ömürlü partisi. Bu uzun süreçte CHP,“cumhuriyet” partisi olmakla “halk” partisi olmak arasında sürekli harmonik bir hareket çizdi. İki uç arasındaki gerilim, partinin bugün aşması gereken en önemli engel olarak görülüyor. Bu yüzden parti içindeki değişimleri partinin kendi siyasal tarihi içinde değerlendirmek gerekir. Zira 90’lardaki dönüşüm ve 2002’den bu yana yaşananlar sabit bırakılarak bir analiz yapmak mümkün değil.
Cumhuriyetin ilk yıllarında CHP, devlet-toplum ve bürokratik elit-halk arasında sürekli devlet ve bürokratik elitler tarafında saf tuttu. Bu dönem boyunca CHP, toplumsal dinamiklerin nabzını tutan bir parti olmaktan öte, toplum için projesi olan bir parti görüntüsü çizdi. Cumhuriyeti kurumsallaştırmak ve toplumsal dönüşümü sağlamayı kendisine misyon edinen parti, 1935’teki IV. kurultayında devletle kurumsal kimliklerini de birleştirdi ve CHP dışında kalan bütün sivil kurumlar lağvedildi. CHP’nin programı, kadroları, politikaları devletin eğilimini belirleyen esas dinamikler oldu. Devletin sahip olduğu parti, bu tarihlerden sonra devletin sahibi parti rolüne büründü ve bu anlayış uzun yıllar devam etti. Kendilerine yüklenen misyon doğrultusunda toplumu dönüştürmeye çalışan elitler ile bu değişime direnen halk arasındaki bağlar iyice zayıfladı ve kendi hazırladığı kimliği topluma giydirmeye çalışan CHP, toplumun geniş kesimlerince benimsenmedi.
1946’da başlayan çok partili hayat ve akabinde, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte CHP, ciddi anlamda ilk kez, toplumsal siyaset gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kaldı. Çünkü Demokrat Parti, toplumun ihtiyaçlarını ve taleplerini önceleyen bir anlayışla iktidara gelmiş ve siyaset sahnesindeki CHP tekelini kırmıştı. DP’nin varlığında CHP kendisini değiştirmek için bazı girişimlerde bulundu. Ancak, İnönü liderliğindeki CHP, siyaseti rejimi koruma ve kollama parantezinde algılamayı sürdürdü ve devlet-toplum ayrımındaki pozisyonunu fazla değiştirmeden devam ettirdi.
60’tan sonra DP’den bayrağı devralan AP karşısındaki CHP’nin, değişim sancılarını daha güçlü hissetmeye başladığını söyleyebiliriz. Türkiye’de ekonomik, kültürel ve göç kaynaklı toplumsal dönüşümlerin siyasetin DNA’sını değiştirdiği bu döneme ayak uydurabilmek için CHP, hem ideolojisini hem programını hem de liderini değiştirmek durumunda kaldı. İnönü’yü mağlup edip genel başkanlık koltuğuna oturan Ecevit, elit-halk ikileminde elitlerin ve devletin sözcülüğünü yapan CHP’yi toplumun tüm kesimleriyle barıştırmak amacıyla toplumun yanında yer aldı.
CHP bu dönem hiç olmadığı kadar toplumsal sorunlara eğildi. Alışılagelmiş bir deyimle Ecevit, o güne kadar “devlet” partisi olarak algılanan CHP’yi, “halk”partisine dönüştürmeyi başardı. “Bu düzen değişecek” söylemiyle, toplumsal taleplere sözcülük etti. Tüm bunlarla Ecevit, CHP’nin devletin partisi olmak zorunda olmadığını, toplumsal dinamiklerle birlikte hareket eden bir parti olabileceğini göstermiş oldu. Bu sayede Ecevit’li CHP, kaybettiği toplumsal kesimleri geri kazandı ve toplumun farklı kesimleriyle buluşabildi.
12 Eylül müdahalesinden sonra ise, 80 öncesine isimlerini yazdırmış olan tüm parti ve liderlere siyaset yasağı getirilmesiyle, Ecevit’in mirasına konmaya çalışan bir çok parti kuruldu. 80’li yıllar, “sosyal demokrat” ve “demokratik sol”partilerin CHP’nin toplumsal mirasını kapma savaşıyla geçti. O dönem için CHP’nin yerini alabilen sol partinin İnönü önderliğindeki SHP olduğu söylenebilir. SHP de, Ecevit’in CHP’sine benzer bir politika izleyerek devlet-toplum ikileminde toplumdan yana yer aldı ve toplumsal duyarlılıkları merkeze alan bir siyaset benimsedi.
Deniz Baykal ve CHP’nin serüveni ise 90’ların başında alevlendi. SHP genel başkanlığı için üç kez İnönü’nün karşısına çıkıp başarı elde edemeyen Baykal, 12 Eylül döneminde kapatılan partilerin aynı isimle tekrar açılabilmelerine imkân veren düzenlemeyle, CHP’yi 1992’de yeniden açtı. Baykal dönemi CHP’sinin en belirgin özelliği ise, CHP’nin yeniden rejim muhafızlığı ve laiklik ekseninde bir siyaset benimsemiş olmasıdır. 99 seçimlerinde barajın altında kalan Baykal CHP’si, 2002’den sonra iki partili bir yapıda daha etkin bir siyaset izledi. Ancak istenilen düzeye bir türlü ulaşılamadı (2002: %19, 2007: %21).
Bu dönemde, değişimi tehlike olarak gören bir tabana endeksli mevzi savunma siyaseti izlendi. Diyebiliriz ki, CHP bu dönemde, İnönü döneminden daha radikal bir siyaset izlemeyi tercih etti. Ecevit dönemindeki “halk” partisi CHP, bu dönemde tekrar “rejim” partisine dönüştü ve CHP bir kez daha makas değiştirmiş oldu. Parti, tüm programlarını rejimin bekasına endeksledi. CHP bu dönem, daha önce hiç olmadığı kadar dar bir toplumsal kesime sıkıştı. Parti 70’lerde kitle partisi olma yolunda kırdığı kabuğuna tekrar geri döndü ve kentsel alanlarda eğitim, gelir ve yaş gibi demografik unsurlarının benzeştiği, ülke geneline hitap etmekten öte belli sınıfsal konumdaki tabana hitap eden bir parti görünümüne büründü. Baykal’lı CHP bu dönemde tüm politikalarını iktidar partisine, tüm söylemlerini de rejime endeksledi.
Bu dönem CHP’si, Türkiye için tehlike oluşturduğuna inanılan irticanın toplumsal ve özellikle de siyasal alandaki izlerini sürekli olarak iktidara yönelik muhalefet yoluyla sürmeye çalıştı ve bürokratik vesayetin sözcülüğünü üstlendi. İktidarın iç ve dış politikada gerçekleştirdiklerine alternatif politikalar üretmeye dayalı“pozitif” bir muhalefet yerine, var olanı sürekli eleştirmeye dayalı “negatif” bir siyaset yürütüldü.
Reddetmeye dayalı bu siyaset bir yandan CHP’yi radikalleştirirken, diğer yandan da söylemlerinin sürekli olarak iktidar partisine endeksli olmasına neden oldu. Özgün bir söylemden uzak kalan CHP, 90’ların çatışma ortamını tasfiye edip, müzakereci bir siyaset isteyen tabanı okuyamadı; aksine siyasal kutuplaşmanın derinleşmesine yardım etmiş oldu.
2002’den 2011 seçimlerine kadar 2 genel seçim, 2 yerel seçim, Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Anayasa Referandumu’ndan başarı ile çıkan iktidar partisi, 28 Şubat ile birlikte format değiştiren vesayetçi yapının etki alanını daralttı. Bu dönemde AK Parti’nin meşru olmayan yollarla tasfiye edilemeyeceği anlaşılınca meşru olana yönelme gibi bir eğilim belirdi. Bu da o dönem için, CHP’nin toplumsal desteğini artırmak anlamına geliyordu. AK Parti ile mücadelede siyaset dışı enstrümanların yerini siyaset içi/meşru enstrümanların alması ile gözler CHP’ye çevrilmiş oldu. AK Parti zayıflatılamıyorsa rakibi güçlendirilmeliydi. Ancak CHP’nin mevcut yapısının güçlü bir muhalefet potansiyeli taşımaması, CHP’yi yeniden şekillendirmeyi gerekli kıldı. O güne kadar parti içi ve parti dışı muhalefeti bastırmak konusunda başarılı olan Baykal, kaset komplosuyla genel başkanlığı bırakmak zorunda kaldı.
Kaset skandalıyla gelen şok, özlenen CHP’nin gelmesi için fırsat olarak algılandı; partide yaratılan hava ve medyanın da etkisiyle çabuk atlatıldı. Kılıçdaroğlu ile yepyeni bir heyecan belirdi. 2009 yerel seçimlerinde kentin dışında kalmış kitleler üzerinden, yolsuzluk karşıtı bir çizgide siyaset üreten Kılıçdaroğlu, o güne kadar CHP’nin ulaş(a)madığı kitlelerle buluşmuş ve beklenenin üzerinde bir oy almıştı. Bu durum Kılıçdaroğlu’nu yeni CHP için önemli bir figür haline getirmişti bile.
Buradaki en önemli vurgu, Kılıçdaroğlu’nun belediye seçimleri sırasında yürüttüğü siyasetin, büyümek ve farklı kesimlere de ulaşmak isteyen/hayali kurulan CHP için önemli bir örnek oluşturmasındaydı. Kılıçdaroğlu CHP’yi sıkıştığı ideolojik ve demografik bölgeden çıkarıp, toplumun geniş kesimlerine arz edebilirdi. Dolayısıyla CHP, rejime yönelik mevzi koruma siyasetinin ötesine geçip, toplum için sosyo-ekonomik politikalar üreten bir eksene kayabilecekti.
Tüm bu durumlar CHP için, bir yandan AK Parti’yi frenlemek isteyen eski vesayetçi kesimin yeni bir enstrümanı olma potansiyeli taşırken; diğer taraftan da AK Parti’ye oy vermeyip, halka açılma koşuluyla CHP’yi tercih edebilecek bir tabanın umudu oldu. Bu çift başlı beklenti, yeni CHP’nin ve dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun da ilerleyen dönemdeki çıkmazını oluşturacaktı. CHP, Baykal’ın gidişiyle yeni bir form mu kazanacak, yoksa Kılıçdaroğlu’nun gelişiyle yeni bir umut mu olacaktı? Yani sahip olunan seçmen kitlesi ve ideolojisi ile hedeflenen seçmen kitlesi ve yeni pozisyon arasındaki değişimin ne kadar gerçekleşebileceği en temel soru olarak CHP tartışmalarındaki yerini aldı: Bundan sonraki süreçteBaykal’ı gönderen anlayış mı geçer akçe olacaktı, yoksa Kılıçdaroğlu’nu bekleyen anlayış mı?
Yeni CHP söylemi, siyasal arenada gezinen bir fısıltı mı?
Kılıçdaroğlu ile başlayan süreci “yeni CHP” olarak tanımlamak için çok erken. Ama bir inşa süreci olarak okumak için de önemli sayıda emare mevcut: Asker ile arasına mesafe koyan Kılıçdaroğlu, “Darbe olursa tankın karşısına ilk ben dikilirim” diyerek askeri darbelere karşı olan tavrını netleştirdi. Seçim dönemi de dâhil olmak üzere laiklik, rejim gibi popülist söylemler kullanmaktan çekindi. Başörtüsü ve katsayı uygulamaları karşısında eski CHP’den eser yoktu. Yeni CHP arayışında bunlar önemli adımlar olarak okunabilir.
Diğer taraftan Kılıçdaroğlu’nun iki uç arasında gidip gelmeye devam etmesi ve zaman zaman da popülist söylemler üretmesi beklentileri düşürüyor.
Dış politikada İsrail ile gerginleşen ortamda Başbakan’ın Konya’dan Netenyahu’ya seslenişinde Tevrat’ın emirlerinden “öldürmeyeceksin” vurgusuna karşı Kılıçdaroğlu ise başka bir emir olan “çalmayacaksın” ile Başbakan’a yüklenmişti. Benzer şekilde geçtiğimiz hafta 4+4+4 eğitim sisteminin yarattığı tartışmalar içerisinde Kılıçdaroğlu yine asıl konudan uzaklaşıp, öğrencilere dağıtılan akıllı tabletlerin ihalelerinden kimlerin nemalandığı üzerine bir propagandayı tekrarladı. Yine, Tandoğan’da düzenlenen CHP grup toplantısı bereket seçime gidilen bir ortamda yapılmadı; aksi halde sonuçları, 2007 yılının nisan, mayıs ve haziran aylarında yurdun dört bir tarafında düzenlenen“Cumhuriyet mitingleri”nin CHP’ye dayattığı seçim faturası gibi ağır olabilirdi.
Tüm bunlar Kılıçdaroğlu’nun en temel iç ve dış politika sorunlarına dahi eğilmeksizin popülizme kayacağı noktasında endişeleri artırıyor. Toplumsal öncelikleri ıskalayarak üretilen politikalar, popülist olmaktan öteye geçemiyor.
Genel olarak geriye dönüp baktığımızda CHP’nin gerçekleştirdiği tüm değişimlerin zorlama değişimler olduğunu söyleyebiliriz. 1946’da DP’nin kurulmasından sonra CHP için başlayan değişim serüveni, Ecevit dönemi dışında, hiçbir zaman toplumun değişen formuna göre olmadı, sürekli karşısındaki partiye göre refleks veren bir parti görünümü çizdi.
CHP değişen Türkiye’nin parametrelerini iyi etüt etmeli. Seçmenin gözünde AK Parti’yi ve siyasetini geçerli/meşru kılan olgu bugün, Türkiye’nin 90 yıldır biriken ve sürekli ötelenen sorunlarına yönelik çözüm arayışıdır. Bu sebeple CHP anakronik siyaset tarzını devşirmeli, Türkiye’nin hızla değiştiği, siyasetin yeniden tanımlandığı bir dönemde kendisini sürekli sağ partilere karşı konumlandırarak siyaset üretme alışkanlığından vazgeçmeli.
27 Mayısla başlayıp, 28 Şubat’ta form değiştirerek devam eden sürecin önceliklerini benimseyen bir siyasetin ömrünü tamamladığını söyleyebiliriz. Yani eski CHP’nin üzerinde durduğu zemin, ayaklarının altından yavaş yavaş kayıyor. 92’de tekrar kurulan partinin beslendiği paradigma ortadan tamamen kalktığında ise partinin kendisine yeni bir zemin yaratmayıp, bulması gerekiyor. Bu da, partiden hareket edip topluma gitmekle değil; toplumdan hareket edip partiye varan bir anlayışla mümkün olabilir.
Toplumun katmanlarını bütünleştirmeyi öngören, devlet aklıyla özdeş bir siyaset yerine farklılıkları görebilen, kapsayıcı bir siyasetin daha geçerli olduğu bir dil, yeni siyaset anlayışının temelini oluşturuyor. Bu anlayışla hareket edip, 90’lardaki Milli Görüş geleneğinden kendisini devşirerek doğan bir AK Parti, nasıl ki kendisine güçlü bir vizyon yarattıysa, CHP de pek ala dönüşüp, kendisini merkeze konumlandırabilir. Bu noktada, değişimin Kılıçdaroğlu gibi kurtarıcı kişiler üzerine değil, fikirler üzerine inşa edilmesi çok önemli bir husustur.
CHP’de olumlu bir değişimin olduğu inkâr edilemez. Eski yapısından uzaklaşmaya çalıştığı kesin. Ancak hala Eski CHP’nin, Yeni CHP’nin önündeki en büyük engel olduğu görülebiliyor. Bunun farkında olan Başbakan Erdoğan ise bilinçli bir şekilde Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi eski köşesine sıkıştırıp, her defasında CHP’yi eski CHP ile tanımlıyor.
90 yıllık CHP geleneğinin kısa sürede değişebileceğine inanmak safdillik olur. O yüzden “zorun adamı çıkmadı, kendisinden öncekiler gibi kolaya kaçıp var olanı elde tutmayı tercih etti” gibi yorumlar için erken bir zaman.
Güçlü bir vizyona sahip olmak istiyorsa, CHP için değişmeyen tek şey, değişimin değişmezliği olmalı.
|