Bunun üzerine, kırk kile arpayla pirincin bir yılda tüketebileceğimden çok daha fazla olduğunu gördüm; böylece, hiç olmazsa ekmeğime yeter umuduyla artık her yıl en son ektiğim kadar tohum ekmeye karar verdim.
Bütün bu işleri yaparken aklımın birçok kez, adanın öbür yanında gördüğüm kara parçasına takıldığına da emin olabilirsiniz; oranın yerleşilmiş bir kara parçası olduğunu hayal ediyor, nasıl olsa oradan daha ilerilere de gitmek için bir yol bulabilirim ve belki de sonunda, bir şekilde buradan kurtulma şansım olabilir diyerek içimden, gizli gizli o kara parçasına çıkmayı geçiriyordum.
Ama bu arada, böyle bir durumun tehlike-
¦ Luka 12:16-21'den alıntı.
-195-
lerini aklıma bile getirmiyor ve Afrika'daki aslanlar ve kaplanlardan çok daha kötü olduklarını düşünmekte haklı olabileceğim vahşilerin eline düşebileceğimi; bir ellerine geçersem kesinlikle öldürüleceğimi ve hatta belki de onlara yem olacağımı hiç düşünmüyordum; Karayip kıyılarındaki insanların yamyam ya da insan-yiyici olduğunu duymuştum ve içinde bulunduğum iklimden dolayı bu sahillerden pek de uzak olmadığımı biliyordum. Farz edelim ki, yamyam değildiler, ama yine de beni öldürebilirlerdi; ellerine düşen Avrupalılar on beş yirmi kişi olsa bile yaptıkları gibi. Dolayısıyla tek başıma hiçbir şekilde kendimi savunamazdım. Bununla birlikte, önceden iyice düşünmem gereken bütün bu şeyler sonradan aklıma gelse bile, bu fikri bir türlü kafamdan atamadım; bir gün o kıyıya çıkma düşüncesi aklımda iyice yer etmişti.
Şimdi uşağım Ksuri'yi ve Afrika kıyılarında bin milden fazla yolculuk ettiğim kırlangıç kanadı yelkenli uzun kayığımı özlüyordum; ama boşuna! Sonra, gidip bizim geminin, kazaya uğradığımız zaman fırtınayla kıyıya doğru epeyce sürüklendiğini söylediğim sandalına bir bakmak geldi aklıma. Sandal ilk gördüğüm yerde duruyordu; ama tam olarak da değil; çakıllı bir kum yığınının üstüne çıkmış, rüzgâr ve dalgaların gücüyle neredeyse tepetakla olmuştu; ama etrafında, önceki gibi su yoktu.
Sandalı onarmama ve suya indirmeme yardım edecek birileri olsaydı, yüzdürebilir ve kolayca Brezilya'ya bile dönebilirdim. Ama
-196-
sandalı çevirip düz oturtmanın adayı yerinden oynatmak kadar zor olduğunu biliyordum. Yine de koruya gittim, ne kadar başarılı olabileceğimi görmek için kaldıraç gibi kullanabileceğim yuvarlak direkler ve kalaslar keserek sandalın yanına getirdim. Bir düz çevirebilir-sem, aldığı hasan tamir edebileceğime, çok iyi bir sandal olacağına ve onunla kolayca denize açılabileceğime inandırmıştım kendimi.
Bu verimsiz iş için verilebilecek her türlü emeği verdim; hiçbir şeyi esirgemedim ve sa-nınm, üç dört hafta uğraştım. Sonunda azıcık gücümle sandalı kaldırmamın olanaksız olduğunu anladığımda devrilmesi için altındaki kumlan oymaya giriştim ve düzgün bir şekilde düşmesi için ağaç parçalanyla destekledim. Ama bunu yaptıktan sonra da, suya doğru itmek şöyle dursun, ne yerinden oynatabildim, ne de altına girebildim; bu yüzden bu işten vazgeçmek zorunda kaldım. Sandalı kullanma umudumdan vazgeçmiş olmakla birlikte, karşıdaki kara parçasına gitme isteğim azalacağına, bunu yapmak im-kânsızlaştıkça, daha da artıyordu.
En sonunda, büyük bir ağaç kütüğünden bir kayık, ya da yardıma bile ihtiyaç duymadan kendime, bu iklimlerdeki yerlilerin yaptığı gibi bir kano ya da periegua* yapıp yapamayacağımı düşünmeye başladım. Sadece bunun mümkün olduğunu düşünmekle kalmadım, kolay bile olduğuna karar verdim ve bir kayık yapma düşüncesinin tadını çıkarmaya başladım. Elimde zencilerin ya da yerlilerin sahip
Yerlilerin kullandığı kanoya verilen isim. -197-
olduğundan çok daha fazla imkân vardı; ancak bazı konularda yerlilere oranla daha fazla sıkıntı çekeceğim aklımın ucundan bile geçmiyordu; örneğin, kayığı bitirdiğimde suya indirmek için kimseden yardım alamayacaktım; yerlilerin aletleri olmadığı için karşılaşacağı güçlüklerden çok daha büyük, aşılması daha zor bir durumdu bu. Yapacağım kayığı suya indiremeyecek ve olduğu yerde bırakmak zorunda kalacaksam; korulukta büyük bir ağaç bulmak, başarabilirsem bin bir güçlükle kesmek, sonra da bu ağacı aletlerimle kayık şeklinde yontmak ve yakarak ya da yine keserek kayıklardaki gibi içini oymak neye yarardı?
Bu kayığı yaparken, onu nasıl denize indireceğimden başka bir şeye kafa yormadığım düşünülebilir, ama ben bu yolculuğu yapmayı öyle çok istiyordum ki, kayığı karadan denize nasıl taşıyacağımı bir kez olsun düşünmedim; gerçekten de denizde kırk beş mil yol almak, benim için, kayığı karada durduğu yerden kırk beş kulaç götürerek suya indirmekten çok daha kolaydı.
Aklı başında bir adamdan çok, tam bir deli gibi bu kayığı yapmaya koyuldum. Altından kalkıp kalkamayacağımı bile düşünmeden bu tasarıyı kurup seviniyordum. Kayığımı suya indirmenin ne kadar zor olduğu sık sık aklıma gelmiyor değildi; ama kendi kendime verdiğim şu aptalca cevapla bütün bu sorulara bir son veriyordum: "İlk önce bir yapıp bitireyim de, sonra nasıl olsa bununla da başa çıkmanın bir yolunu bulurum mutlaka."
Bu çok saçma bir yöntemdi, ama hevesim
-198-
geçmek bilmediğinden çalışmaya devam ettim. Bir sedir ağacı kestim: Süleyman'ın* Kudüs'teki tapınağı yaptırmak için böyle bir ağaç bulup bulamadığını soruyordum kendi kendime. Alttan kestiğim kısmının çapı yüz yetmiş beş santim, yukarıda incelip dallara ayrılmaya başladığı yerin çapı ise yüz otuz beş santimdi ve gövdenin uzunluğu da altı buçuk metreydi. Bu ağacı kesmek için öyle az çaba harcamış falan değilim. Yirmi gün boyunca yanp kesmeye uğraştım ve on dört gün de dallarını budaklarını ayırmak, balta ve keserle sonsuz emekler vererek yonttuğum geniş kısmını tamamen kesip ayırmakla geçti. Ondan sonra bu kütüğü yontarak belli bir şekil vermek ve suyun üstünde düzgün durabilmesi için de altını bir kayığınkine benzetmek bir ayımı aldı. İçini oyup tam bir kayık gibi yapmak da bana yaklaşık üç aya mal oldu. Bunu hiç ateş kullanmadan tahta bir tokmak ve keskiyle çalışarak yaptım; en sonunda, yirmi altı kişiyi, daha doğrusu beni ve bütün eşyalarımı taşıyacak büyüklükte, çok güzel bir periegua çıkardım ortaya.
Bu işi bitirdiğimde son derece mutlu olmuştum. Kayık gerçekten de hayatım boyunca gördüğüm bir tek ağaçtan yapılan bütün kanolardan ya da periegua'lardan çok daha büyüktü. Bunun için çok uğraştığıma emin olabilirsiniz; şimdi bir tek, kayığı denize indirmek kalmıştı; bir denize indirebilirsem, gelmiş geçmiş yolculukların en çılgınına başlayacağıma hiç şüphe yoktu.
I Krallar. 5:6ff.
-199-
Ama kayığı denize indirmek için düşündüğüm hiçbir şey işe yaramadı; üstelik bunlar için de çok fazla emek harcamıştım. Sudan çok değil, sadece elli metre uzaktaydı, ama ilk zorluk şuydu ki, koyla kayık arasındaki yol yokuş yukarıydı. Bu engeli ortadan kaldırmak için toprağı kazıp orayı denize doğru inen eğilimli bir yer haline getirmeye karar verdim. Giriştiğim bu iş için olağanüstü çaba sarf etmem gerekti, ama kurtulmaya kararlı olan kim çalışmaktan şikâyet eder ki? Ancak bu işi de bitirip bu güçlüğün de üstesinden geldikten sonra önümde hâlâ bir engel daha vardı; çünkü bu kanoyu diğer kayıktan daha fazla kıpırdatamıyordum.
Sonra aradaki mesafeyi ölçtüm; kanoyu suya götüremeyeceğimi anladığımdan suyu kanoya getirmek için arada bir gemi havuzu ya da kanal açmaya karar verdim. İşe giriştim ve kazmaya başlamadan önce, ne kadar derin, ne kadar geniş kazmam gerektiğini ve çıkardığım toprağın nasıl dışarı atılacağını hesapladığımda yardımcılarımın sayısına, yani tek başıma olduğuma bakarak bu işi yapıp bitirmemin on belki de on iki yıl süreceğini anladım; çünkü kara çok yukarıda kalıyordu, dolayısıyla kanalın en az altı metre derinliğinde olması gerekiyordu; en sonunda büyük bir isteksizlikle de olsa bu işten de vazgeçtim.
Bu durum beni derinden yaraladı; şimdi, neye mal olacağını hesaplamadan ve kendi gücümü doğru dürüst değerlendirmeden bir işe başlamanın ne kadar büyük bir akılsızlık olduğunu geç de olsa anlıyordum.
ORHAN KEMAL LHALK KÜTÜPHANESİ
Bu işlerin arasında, adadaki dördüncü yılımı da tamamlamıştım; bu yıldönümünü de öncekiler gibi, aynı bağlılık ve iç huzuruyla geçirdim; çünkü sürekli Tann'nm Sözü'nü okuyup düşünerek Tann'nm da yardımıyla öncekinden çok daha farklı bir bilgi edinmiştim. Olaylara başka bir gözle bakıyordum artık. Şimdi dünyayı uzak, hiçbir işimin olmadığı, kendisinden bir beklentimin ya da arzumun bulunmadığı bir yer gibi görüyordum. Uzun sözün kısası, dünyayla yapılacak ne bir işim kalmıştı ne de olmasını istiyordum; dolayısıyla şimdi dünya, belki öbür dünyadan görüneceği gibi bir zamanlar yaşadığım, ama şimdi ayrıldığım bir yer gibi geliyordu bana; bu durumda tıpkı İbrahim'in, zengin adama dediği gibi, "Seninle benim aramda büyük bir uçurum var,"* diyebilirdim.
En başta, burada, dünyadaki bütün kötülüklerden uzaktım. Ne ten tutkusu duyuyor, ne gördüğümü kıskanıyor, ne de hayatımla kibirleniyordum.** Gözümün kalacağı hiçbir şey yoktu; çünkü şu anda beni hoşnut edecek her şeye sahiptim. Bütün bu adanın efendisiydim; canım isterse, kendime sahip olduğum bütün bu yerlerin kralı ya da imparatoru diyebilirdim. Tek bir rakibim bile yoktu; benimle yarışacak, buradaki egemenliğime ya da isteklerime karşı çıkacak kimse yoktu. Gemiler dolusu tahıl yetiştirebilirdim, ama ihtiyacım yoktu; bu yüzden sadece ken-
* Luka 16:19-26'dan alıntı.
"On.: The pride of life; Yuhanna'nın İlk Risalesi 2:16dan alıntı.
-201-
dime yetecek kadar yetiştiriyordum. Yeterince kaplumbağam vardı; ama ara sıra bir tanesini tutmak bile yeterdi. Bir gemi filosu yapacak kadar kerestem vardı. Şarap yapmaya ya da kuru üzüm olarak saklamaya yetecek kadar üzümüm vardı; o kerestelerden donanma yapılsa, buradaki üzümler bütün gemileri yüklemeye yeterdi.
Ama bütün bunları ihtiyacım olduğu kadar kullanıyordum. Yiyecek ve ihtiyaçlarımı karşılayacak kadar her şeye sahiptim; geri kalanı ne işime yarardı? Yiyebileceğim daha çok hayvan vursam, artanı ya köpek ya zararlı böcekler yiyecekti. Yiyebileceğimden daha çok tahıl eksem, bozulacaktı. Kestiğim ağaçlar yerde durmuş, çürüyordu; bunları ancak yakacak olarak kullanabilirdim, ama yakacak da yemek pişirmekten başka bir şey için lazım olmuyordu.
Kısacası doğa ve tecrübelerim, dünyadaki bütün güzel şeylerin bize gerekli olanından fazlasının hiçbir işimize yaramayacağını öğretmişti bana; gerçekten, başkalarına vermek için de olsa bu nimetlerden ne kadar çok bi-riktirirsek biriktirelim, sadece kendimize gerektiği kadarının tadını çıkarabiliriz, daha fazlasının değil. Benim yerimde dünyanın en doymak bilmez, en hırslı cimrisi olsa bu açgözlülük hastalığından kurtulurdu; çünkü işime yarayandan kat kat daha fazla şeye sahiptim. Çok faydası dokunacak olmakla birlikte, yine de önemsiz birkaç şeyden başka hiçbir şeyi arzulayacak durumda değildim. Daha önceden de söylediğim gibi hem altın -202-
hem gümüş olmak üzere otuz altı sterlin kadar param da vardı. Neye yarar! Çirkin, zavallı, işe yaramaz bir şey olarak orada öylece duruyorlardı; bu parayı kullanmamı gerektirecek hiçbir şey yoktu. Sık sık bir düzine pipo ya da arpamı öğütecek bir el değirmeni için bu paradan bir avuç dolusu verebileceğimi düşünüyordum kendi kendime. Üstelik, İngiltere'de altı peni eden şalgam ve havuç tohumu ya da bir avuç bezelye, fasulye ile bir şişe mürekkep için bu paranın hepsini verebilirdim. Durduğu yerde o paranın bana en ufak bir faydası yoktu; bir çekmecede duruyor ve yağmur mevsiminde, mağaranın neminden küfleniyordu.* Bir çekmece dolusu elmasım olsaydı, durum yine aynı olacak, işime yaramadıklar! için gözümde hiç değerleri olmayacaktı.
Artık hayatımı ilk başta olduğundan çok daha rahat bir duruma getirmiştim; hem bedenen hem de zihnen çok daha rahattım. Yemeğe çoğunlukla bin şükür ederek oturuyor ve bu ıssız yerde soframı böyle donatan Tan-n'nın takdirine hayran kalıyordum. Durumumun karanlık yönlerinden, çok parlak yönlerine bakmayı, eksiklerimden çok beni hoşnut eden şeyleri düşünmeyi öğrenmiştim; bu içimde zaman zaman öyle gizli bir avuntu oluyordu ki, anlatamam. Bunu, Tann'nın kendilerine verdikleriyle yetinmeyip vermediklerine göz diken hoşnutsuz insanların dikkatini çekmek için söylüyorum. Sahip olama-
Altın ve gümüş aslında küflenmez; ama Defoe burada Matta 6:19-20'ye gönderme yapıyor olmalı.
-203-
dığımız şeyler yüzünden yaşadığımız hoşnutsuzluk, elimizdekiler için şükretmeyi bilmemekten ileri geliyordu bence.
Bana büyük faydası dokunan ve kuşkusuz benimki gibi sıkıntılı bir duruma düşecek herkese de faydası dokunacak başka bir düşünce de, şimdiki durumumu buraya ilk çıktığım zaman başıma geleceğinden korktuğum durumla karşılaştırmaktı; daha doğrusu, gemi, Tann'nm takdiriyle olağanüstü bir şekilde kıyıya yakın bir yere sürüklenmeseydi, kesinlikle başıma gelecek olanlarla. İşte o zaman, ne gemiye gidebilir, ne de gemiden aldığım, bana burada destek ve rahatlık veren şeyleri karaya çıkarabilirdim; böylece çalışacak aletten, kendimi savunacak silahtan ya da yiyeceğimi elde etmemi sağlayacak barutla saçmadan yoksun kalırdım.
Saatlerce, hatta günlerce; gemiden hiçbir şey alamasaydım nasıl yaşamak zorunda kalacağımı en renkli görüntülerle zihnimde canlandırmak için uğraşmışımdır. Balıkla kaplumbağadan başka yiyecek bir şey bulamayacaktım ve bunları bulmak da çok uzun süreceğinden açlıktan ölecektim; diyelim ki, ölmedim, o zaman da tam bir vahşi gibi yaşamak zorunda kalacaktım; herhangi bir şekilde bir keçi ya da kuş öldürsem, derisini yüzemeye-cek, karnını yaramayacak, bağırsaklarını çıkaramayacak, etini kesip ayıramayacak, onu bir hayvan gibi dişlerimle kemirmek, tırnaklarımla parçalamak zorunda kalacaktım.
Bu düşünceler Tann'nın bana karşı ne kadar cömert olduğunu daha iyi anlamamı,
-204-
bütün zorluklan ve talihsizlikleriyle beraber, şimdiki durumum için şükran duymamı sağlıyordu. Burada da, sıkıntıya düştüklerinde, "Benim acım gibi bir acı daha var mıdır?" demeye meyilli olanların dikkatini çekmeden edemeyeceğim. Bu kişiler, durumumun kendilerininkinden çok daha kötü olduğunu, Tann isteseydi kendilerinin de o duruma düşebileceğini bir düşünsünler.
Beni rahatlatan, içimi umutla dolduran başka bir düşünce de gerçekte hak ettiğim, dolayısıyla Tann'nın beni düşürebileceği durumla şimdiki durumumu karşılaştırmaktı. Tann'yı hiç tanımadığım, Tann korkusu duymadığım korkunç bir hayat yaşamıştım. Annemle babamdan iyi bir eğitim almıştım; bana erken yaşta* din, Tann korkusu, görev bilinci, yaradılışımın özü ve amacıyla ilgili düşünceler de aşılamışlardı. Ama ne yazık ki, Tann'dan gelebilecek her türlü tehlikeyle karşı karşıya olmalanna rağmen yine de Tann korkusundan yoksun denizcilerin arasına düşmüştüm! Dediğim gibi erken yaşta gemicilerin arasına düşüp hayatlanna kanşınca arkadaşlarımın arasında alay konusu olmak; tehlikeyi de, ölüm korkusunu da kaskatı bir yürekle aşağılamayı alışkanlık haline getirmek; uzun yıllar boyunca kendim gibilerden başka insanlarla konuşma, iyi ya da iyiye yönelik hiçbir şey duyma fırsatı bulamamak, içimdeki azıcık da olsa bütün din duygusunu alıp götürmüştü.
İyi olan her şeyden, ne olduğum, ne olacağım bilincinden o kadar yoksundum ki, yaşa-
-205-
dığım en büyük kurtuluşlarda bile -Sale'den kaçışım, Portekizli kaptanın beni gemisine alışı, Brezilya'da iyi bir düzen kuruşum, İngiltere'den gelen eşyalarımı alışım ve bunun gibi şeylerde bile- ne gönlümle ne dilimle bir kez olsun, 'Tann'ya şükür," dememiştim; en sıkıntılı anlarımda da ne Tann'ya dua etmek aklıma gelmiş ne de, "Tanrım, acı bana!" demiştim; öyle ki, küfür ya da yemin etmediğim sürece Tann'nın adını ağzıma bile almıyordum.
Daha önce de belirttiğim gibi, eskiden yaşadığım o kötü, taşyürekli hayatla ilgili korkunç düşünceler geçiyordu aklımdan; etrafıma bakıp da buraya geldiğimden beri Tann'nın bana ne gibi kolaylıklar bağışladığını; bana karşı ne kadar cömert davrandığını; işlediğim günahlara hak ettiğim cezadan çok azını verdiğini, üstelik beni bolluk içinde yaşattığını düşündükçe pişmanlığımın kabul edildiğine ve Tann'nın hâlâ bana karşı merhamet duyduğuna dair büyük umutlara kapılıyordum.
Bu düşüncelerle, şimdiki durumumda sadece Tann'nın iradesine boyun eğmeyi değil, içinde bulunduğum şartlar dolayısıyla gönülden şükran duymayı; işlediğim günahlar karşısında hak etmiş olduğum cezayı çekmediğim için yaşadığım sürece şikâyet etmemem gerektiğini; hiç hak etmediğim birçok lütuf-tan yararlandığımı; bu yüzden içinde bulunduğum durumdan yakınmamam, tam tersine sevinmem ve bir dolu mucize sonucu her gün yediğim ekmeğe şükretmem gerektiğini, hatta
-206-
karnımın doyuyor olmasının kargalann beslediği İlyas'mki* kadar büyük bir mucize olduğunu, daha doğrusu art arda gelen bir sürü mucize sonucu olduğunu; dünyanın hiçbir ıssız köşesine düşmenin buraya düşmekten daha hayırlı olamayacağını; bu adada toplumdan uzak olmak bana acı verse bile, en azından hayatımı tehlikeye sokacak yırtıcı hayvanların, azgın kurtlann ya da kaplanla-nn, beni ısıracak ağulu yaratıkların, öldürüp yiyecek vahşilerin olmadığını hesaba katmayı iyice kafama yerleştirdim.
Sözün kısası, hayatım bir yandan kederlerle doluydu, ama öte yandan da tam anlamıyla bağışlanmış bir hayattı. Bunu rahat bir hayata dönüştürebilmek için hiçbir şeyim eksik değildi; tek yapmam gereken Tann'nın bana karşı ne kadar iyi olduğunu kavramak ve her gün, bu durumda beni koruduğunu düşünerek avunmaktı. Bütün bu şeyleri anlamada belli bir ilerleme katettikten sonra rahatça yaşayıp gitmeye başladım ve bir daha hiç üzülmedim.
Artık buraya geleli uzun bir süre olmuştu ve işime yarar diye gemiden getirdiğim birçok şey ya bitmiş, ya ziyan olmuştu, ya da bitmek üzereydi. Dediğim gibi, mürekkebim bir süredir epey azalmış, çok az kalmıştı; sulandıra sulandıra öyle soluklaşmıştı ki, kâğıdın üzerindeki siyahlık zor görülüyordu. Mürekkebim yettiği sürece, her ay, başımdan geçen önemli şeyleri kaydetmek için kullandım sadece. İlk olarak zamanı gözden geçirirken,
• I Krallar 17:4-6.
-207-
başıma çeşitli şeylerin geldiği günler arasında garip bir ilişki olduğunu hatırlıyorum. Batıl inançlara dayanarak bu günleri uğurlu ya da uğursuz diye ayırmaya kalksaydım, bunu çok ilginç bir şey olarak görmeye yetecek kadar çok sebep bulabilirdim.
Birincisi, denize açılmak için babamdan ve yakınlarımdan kaçıp Hull'a gittiğim gün ile sonradan Sale'li korsanların eline düşüp köle oluşum aynı güne denk geliyordu.
Yarmouth sularında batan gemiden kaçıp kurtuluşumla, sonradan kayıkla Sale'den kaçışım da aynı güne geliyordu.
Doğduğum gün olan 30 Eylül'den tam yirmi altı yıl sonra, yine aynı gün, bir mucizeyle hayatım kurtulmuş ve bu adaya çıkmıştım; dolayısıyla günah dolu hayatımla yalnız hayatım aynı günde başlıyordu.
Mürekkebimden sonra biten ilk şey ekmeğim, daha doğrusu gemiden getirdiğim peksimetler oldu. Bir yıldan uzun bir süre kendime günde sadece bir peksimet hakkı vererek bunları son derece idareli kullanmıştım, ama yine de, kendi ektiğim ürünümü alana kadar bir yıla yakın ekmeksiz kaldım. Ekmeğe kavuştuğum için şükretmem gereken en büyük neden, daha önce de anlatıldığı gibi, ekmeği mucizeye çok yakın bir olayla elde etmiş olmamdır.
Kıyafetlerim de iyice eskimeye başlamıştı. Çamaşıra gelince, öbür gemicilerin sandıklarında bulduğum birkaç kareli gömlekten başka, uzun süre hiç çamaşırım olmadı. Çoğu zaman bir gömlekten başka hiçbir şey giymediğim için bu karelileri özenle muhafaza ede-
-208-
bilmiştim. Gemicilerin giyecekleri arasında neredeyse üç düzine gömlek bulmam da çok işime yaramıştı. Ayrıca bu eşyalar arasında birkaç kalın palto da vardı; ama burası böyle şeyler giymeye gerek bırakmayacak kadar sıcaktı. Havanın aşırı sıcak olduğu ve aslında hiçbir şey giymeye gerek olmadığı doğru, ama ben yine de çırılçıplak dolaşamıyordum; bunu düşünmüş olmak bile beni rahatsız ediyordu, burada tamamıyla yalnız olmama rağmen çıplak dolaşma düşüncesine tahammül edemiyordum.
Çıplak gezemeyişimin sebebi, güneşin sıcağına elbiselerim üzerimde olduğu zamanki kadar dayanamıyor olmamdı; dahası sıcaktan derimin su toplamasıydı. Oysa bir gömlek giydiğim zaman gömleğin altından hava girip esiyor, çıplakken hissettiğimden iki kat daha serin geliyordu bana. Güneşin altında şapkasız ya da kasketsiz gezmeye de alıştıramamış-tım kendimi. Buralarda güneşin sıcağı öyle keskin vuruyordu ki, şapka ya da kasket giymeden çıkmışsam, doğrudan tepeme vurduğu için o anda başıma dayanılmaz bir ağrı giriyordu; oysa şapkamı giydiğimde bu ağrı hemen geçiyordu.
Bu düşünceler üzerine, elbise adını verdiğim, elimdeki birkaç paçavrayı düzene sokmam gerektiğini düşünmeye başladım. Bütün yeleklerim eskimişti; şimdiki işim elimdeki büyük paltolar ve diğer malzemelerden ceket yapmayı denemekti. Böylece terzilik, daha doğrusu yamacılık işine giriştim; çünkü ortaya pek zavallı şeyler çıkarıyordum. Bu-
-209-
nunla birlikte, paltoları bozarak, uzun bir süre işime yarayacağını düşündüğüm iki üç yeni yelek yaptım. Pantolon ve donlara gelince, epeyce bir zaman için bunları doğru dürüst beceremedim.
Vurduğum bütün hayvanların -dört ayaklı olanların demek istiyorum- derilerini saklayıp sırıklara gererek güneşte kuruttuğumdan bahsetmiştim; bu yöntemle bazıları öyle kuruyor ve sertleşiyordu ki, hiçbir işe yaramıyorlardı; ama geri kalanı çok faydalı olabilecek gibi görünüyordu. Bu derilerden yaptığım ilk şey büyük bir şapka oldu; yağmur süzülüp aksın diye tüylü kısmını dışa getirmiştim. Bu şapka öyle güzel iş görüyordu ki, bu derilerden kendime bir kat elbise de yaptım; yani bir yelek, bir de diz boyu pantolon. Beni sıcak değil, daha çok serin tutmaları gerektiğinden ikisini de bol yapmıştım. Ama ortaya çok bi-çimsiz şeyler çıktığını da eklemeyi unutmamalıyım; marangozluğum kötüydü; ama terziliğim daha da kötüydü. Böylece ben dışarıdayken yağmur yağacak olursa, yeleğimle şapkamın tüyleri dış tarafta olduğu için kupkuru kalıyordum.
Bundan sonra, uzun bir süre kendime bir şemsiye yapmaya uğraştım. Bir şemsiyeye gerçekten çok ihtiyacım vardı ve yapmayı da çok istiyordum. Brezilya'da, aşın sıcaklarda bir hayli işe yarayan bu şemsiyelerin yapılışını görmüştüm. Ben de burada sıcakları aynı şekilde, hatta gündönümüne yakın olduğum için daha bile fazla hissediyordum. Ayrıca, dışarıda çok fazla dolaşmak zorunda olduğum-
-210-
dan, şemsiye sıcakta olduğu kadar yağmurda da çok faydalı bir şey olacaktı. Bunun için dünya kadar emek harcadım ve elle tutulur bir şey yapmam da bir o kadar zaman aldı; doğru yolu bulduktan sonra da tam istediğim gibi bir şemsiye yapabilmek için iki üç tanesini ziyan ettim; ama en sonunda orta karar bir şey yapmayı başarabildim. Karşılaştığım temel zorluk şemsiyeyi kapanacak şekilde yapamamaktı. Açabiliyordum ama kapanıp toplanmazsa hiçbir işe yaramazdı; çünkü ancak başımın üzerinde açık tutarak taşımak zorunda kalırdım. Bununla birlikte, en sonunda, istediğim gibi bir tane yaptım; üzerini de tüyleri dışarı bakacak şekilde deriyle örttüm, böylece yağmur sularını, sundurma gibi dışarı akıtırken güneşten de öyle iyi koruyordu ki, en sıcak havalarda bile serin havalardakin-den daha rahat dolaşabiliyordum. İhtiyacım olmadığında kapatıp kolumun altında taşıyabiliyordum.
Böylece, Tann'nın iradesine boyun eğmiş, kendimi tamamen O'nun eline bırakmış olduğumdan kafam bütünüyle huzur içinde, rahatça yaşayıp gidiyordum. Hayatım, toplum içinde yaşamaktan daha iyi bir duruma gelmişti; konuşacak kimseyi bulamamaktan üzüldüğüm zamanlar, kendi kendime düşünmenin, düşüncelerimle konuşmanın ve hatta yakarışlarım yoluyla Tann'nın kendisiyle konuşmanın dünyadaki insanların bana verebileceği en büyük mutluluktan bile daha iyi olup olmadığını soruyordum kendime.
Bundan sonraki beş yıl boyunca başımın-
dan herhangi sıradışı bir şeyin geçtiğini söyleyemem. Aynı yollarla, aynı şekilde, aynı yerde, tıpkı eskisi gibi yaşamaya devam ettim. Arpa ve pirinç ekimi, üzümleri kurutmak gibi, hazırlığını önceden yaptığım yıllık işlerin ve her gün tüfeğimle avlanmaya çıkmanın yanı sıra uğraştığım tek iş, bir kano yapmak oldu. Sonunda kanoyu bitirince yüz seksen santim genişliğinde, yüz yirmi santim derinliğinde bir kanal kazarak neredeyse yedi yüz metrelik uzaklıktan koya getirdim. İlk kanoya gelince, önceden düşünmem gerektiği halde denize nasıl indireceğimi hiç düşünmemiştim ve çok büyük olmuştu; dolayısıyla ne onu suya götürebileceğim, ne de suyu ona getirebileceğim için bu ilk kanoyu, bana bir dahaki sefere daha akıllıca davranmamı hatırlatan bir anıt gibi olduğu yerde bırakmak zorunda kaldım. İkinci seferde ise dediğim gibi, amacıma uygun bir ağaç bulduğum yerle su arasındaki mesafe yarım milden az olmasa bile, bu işin eninde sonunda halledilebileceğini görerek çalışmayı hiç bırakmadım ve yaklaşık iki yılımı almakla birlikte, en sonunda denize açılabileceğim bir kayığa sahip olma umuduyla çalışmaktan hiç yakınmadım.
Dostları ilə paylaş: |