Bu da varlığının farkında olunan bir konuşmacıya tanıklık etmektedir.
A'râf suresindeki, "Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.' diye yemin etti.' ayeti de bunun gibidir. Ancak somut olarak var-lığı hissedilen bir kişiden yemin gerçekleşebilir. Çünkü, yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşımı destekler mahiyettedir: "Rableri onlara seslendi: Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?" (A'râf, 22)
Bütün bunlar gösteriyor ki, şeytan onlara görünüyordu, onu çıplak gözle görebiliyorlardı. Eğer Âdem ve eşi de (selâm üzerlerine olsun) bizim gibi vesvese anında şeytanı göremez olsalardı, o zaman şunu söyleme hakkına sahip olurlardı: Rabbimiz, bilemedik. Onu açıkça göremediğimiz için şeytanın vesveselerini kendi düşüncemizmiş gibi değerlendirdik. Yoksa bu tavrımızla, onun vesveselerine karşı bize yönelttiğin uyarılara, karşı çıkmak niyetinde değildik.
Kısacası, Âdem ve eşi şeytanı görüyor ve onu tanıyorlardı. Allah'ın koruması altında bulunan masûm peygamberler (a.s) de onu tanıyor ve kendilerine bir vesvese vermeye kalkıştığı zaman onu görüyorlardı. Bu hususta Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Yahya, Eyyub, İsmail ve Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerlerine olsun) ile ilgili olarak birçok rivayet aktarılmıştır.
Aynı şekilde, yukarıda ayetlerden çıkardığımız sonucu şu ayeti kerimeden de çıkarmak mümkündür: "Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil... sizi bu ağaçtan menetti." (A'râf, 20) Buradan anlaşıldığı kadarıyla Hz. Âdem ve eşi, cennette söz konusu ağacın civarında şeytanla (Allah'ın lâneti üzerine olsun) birlikte bulunuyorlardı, Şeytan cennete gitmiş, onlara eşlik etmiş ve vesveseleriyle onları yoldan çıkarmıştı. Burada sözü edilen cennet sonsuzluk cenneti olmadığı için, şeytanın oraya girmesinde bir sakınca yoktur. Bunun kanıtı da hep birlikte o cennetten çıkarılmış olmalarıdır. Yüce Allah'ın İblis'e yönelik şu sözüne gelince, "Öyle ise oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık oradan." (A'râf, 13) burada, meleklerin arasından veya gökyüzünden çıkma kastedilmiş olabilir. Çünkü gökyüzü bir bakıma yakınlık ve onurlandırma makamıdır.
"Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin..." İfadeden anlaşıldığı kadarıyla hitap, Hz. Âdem, eşi ve İblis'e yöneliktir. A'râf suresinde ise hitap özel olarak İblis'e yöneltiliyor: "Oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir." Burada ise, "ininiz" buyuruluyor. Sanki iki hitap birleştiriliyor gibi. Burada bir de yüce Allah- 'ın Âdem, eşi ve çocukları ile İblis arasında öngördüğü düşmanlığa
dikkat çekiliyor ve bunların bir süre yeryüzünde yaşamaları; orada ölmeleri ve oradan dirilmelerinin öngörüldüğü açıklanıyor. Âdem'in soyu da onunla aynı hükme tâbidir. Bu yargı şu ifadeden de anlaşılabilir: "Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız." (A'râf, 25) İleride ele alacağımız şu ayet-i kerimeden de bu hususu istifade etmek mümkündür: "Sizi yarattıktan sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, 'Âdem'e secde edin.' dedik." (A'râf, 11)
Hiç kuşkusuz meleklere, "Âdem'e secde edin." emrinin verilmiş olması, bir anlamda onun yer menşeli bir halife olmasından dolayıdır. Secde edilen Âdem'di; ama secde hükmü tüm insanlık için geçerliydi. Kısacası, Hz. Âdem bir temsilci, bir model olarak secde edilen konumunda bulunuyordu.
Belki de yüce Allah, bu kıssayı anlatmak, Hz. Âdem ve eşinin cennete yerleştirilmelerini, sonra yasak ağacın meyvesini yedikleri için cennetten indirilişlerini hikâye etmekle, insanların dünya hayatına inmeden önce, cennette, yüksek ve yaklaştırılmış mekânda, nimet, sevinç, yakınlık ve aydınlık yurdunda, tertemiz arkadaşlarla, ruhanî dostlarla ve âlemlerin Rabbinin katında yaşadıkları mutluluğu ve nail oldukları saygınlığı bir örnekle dile getirmek istemiştir. Ancak insan, o temiz hayat yerine fani, kokuşmuş ve alçak bir hayata eğilim göstererek her türlü yorgunluğu, meşakkati, acı ve ıstırabı seçiyor. Buna rağmen eğer insan, bundan sonra tekrar Rabbine dönecek olursa, Allah onu yeniden saygınlık ve mutluluk yurduna döndürecektir. Ama eğer Rabbine dönmez, toprağa bağlanıp kalırsa, heva ve hevesi doğrultusunda hareket ederse, bu durumda Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş, azap yurdunu hak etmiş olur, cehenneme atılır; orası ne kötü bir barınaktır.
"Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunun üzerine (Rabbi, rahmetiyle) ona döndü." İfadenin orijinalinde geçen "telekka" kelimesi, sözü derinden kavrayarak algılamak demektir. Bu algılama sayesinde Hz. Âdem'in tövbe etmesi kolaylaşmıştı.
Buradan anlıyoruz ki, tövbe iki kısma ayrılır: Biri, yüce Allah'ın tövbesidir ki, kuluna merhametle döner. Diğeri de kulun tövbesidir
ki, bağışlanma dileyerek, günahından pişmanlık duyarak Allah'a döner.
Kulun tövbesi, Allah'ın iki tövbesi ile çevrilmiş hâldedir. Çünkü kul hiçbir durumda Rabbinden müstağni olamaz. Kulun; günahtan pişmanlık duyup dönmesi Rabbinin başarı vermesine, yardımına ve rahmetine muhtaçtır ki, tövbesi gerçekleşmiş olsun. Tövbe gerçekleştikten sonra da yüce Allah'ın tövbeyi kabul etmesine, lütuf ve merhametine ihtiyaç hasıl oluyor. Buna göre kulun tövbesi, kabul görmesi durumunda, yüce Allah'tan kaynaklanan iki tövbe ile kuşatılmış durumdadır, demektir. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu pekiştirici niteliktedir: "Sonra tövbe etsinler diye rahmetiyle onlara döndü." (Tevbe, 118)
"Âdem" kelimesinin nasb, "kelimat" sözcüğünün de ref hâlinde okunması bu hususu destekler mahiyettedir. Gerçi öteki okuyuş biçimi ("Âdem" kelimesinin ref, "kelimat" sözcüğünün de nasb hâlinde okun-ması) da bu anlama ters düşmüyor. Şimdi, acaba Âdem'in Rabbinden aldığı, kavrayarak algıladığı ke-limeler nelerdi? Bir ihtimal, bu kelimeler, yüce Allah'ın A'râf suresinde dile getirdiği şu sözlerdir: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) Fakat bu sözler, yani "Dediler ki: Rabbimiz, biz..." cümlesi, A'raf suresinde "Dedik ki: Oradan ininiz." buyruğundan önce ifade ediliyor. Dolayısıyla bu surede, "oradan ininiz." sözünden sonra, "Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı." sö-zünün yer almış olması yukarıdaki yaklaşımı desteklemiyor.
Ne var ki, ortada şöyle bir durum vardır: Gördüğün gibi yüce Allah kıssanın başında şöyle buyuruyor: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." Buna karşılık melekler şöyle diyorlar: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tespih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz." Burada yüce Allah, meleklerin yer menşeli halifeye getirdikleri suçlamaları ve öteki iddiaları reddetmiyor; bu itiraza cevap olarak sadece, Âdem'e tüm isimleri öğrettiğini vurguluyor. Eğer, yüce Allah'ın Âdem'e isimlerin tümünü öğretmesi, onların itirazlarını önleyici nitelikte olmasaydı, melekler sözlerini sür-
dürürlerdi ve kesinlikle ikna olmazlardı. Şu hâlde yüce Allah'ın Âdem'e öğrettiği isimler arasında, isyan eden isyankâra ve günah işleyen günahkâra yararlı olan bir söz vardır. Dolayısıyla Hz. Âdem- 'in yüce Allah'tan algıladığı sözlerin bu öğretilen isimlerle bir ilgisi olsa gerek. Artık sen, bunun gerisini düşün.
Bil ki, her ne kadar Hz. Âdem kendini yok oluş uçurumunun kenarına kadar atarak ve mutluluk diyarı ile mutsuzluk diyarının, yani dünyanın yol ayırımına kadar gelerek kendine zulmetmiş, indirildiği yerde kalmalı olursa helâk olmuş, ilk mutluluğuna geri dönmeyi başarırsa kendini yormuş, dolayısıyla her hâlükârda kendine zulmetmiş idiyse de, ancak Hz. Âdem, bu inişi ile kendine öyle bir mutluluk derecesi ve öyle bir kemal mertebesi hazırladı ki, eğer bu iniş olmasaydı veya günah işlemeden olsaydı, kesinlikle bu mertebeye ulaşamazdı.
Bu iniş olmasaydı, insanoğlu kendi fakirliğini, zelilliğini, miskinliğini, muhtaçlığını ve kusurluluğunu nasıl gözlemleyecekti? Katlandığı zahmet ve meşakkatler, çektiği acı ve dertlere karşılık, âlemlerin Rabbinin komşuluğunda kendisi için huzurlu bir hayat, iç açıcı nimetler olduğunu nasıl anlayacaktı?! Yüce Allah'ın ancak günahkârların ulaşabilecekleri affetme, bağışlama, şefkat, tövbeleri kabul etme, günahları örtme, iyilikte bulunma ve acıma gibi sıfatları olduğunu ne bilecekti?! Yüce Allah'ın zaman içinde esen hoş kokulu bağış meltemlerinin varolduğunu, bu meltemlerden yararlanmak için sadece on-ların estiği yerde bulunmanın yeterli olduğunu nasıl öğrenecekti?!
İşte, izlenecek yolla ilgili teşrii (yasamayı) zorunlu kılan tövbe bu-dur. Ancak tövbe sayesinde bu yolu izlemek mümkün olur ve ileride varılacağı umulan mekâna arınmış olarak varılır. Demek ki, tövbenin ardında dinin teşrii ve dine dayalı sosyal hayatın sağlam bir temele oturtulması söz konusudur.
Bunun en güzel kanıtı da, yüce Allah'ın sık sık tövbeyi imandan önce gündeme getirmesidir: "Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; ve seninle beraber tövbe edenler de." (Hûd, 112) "Ve ben tövbe eden ve inanan kimselere karşı elbette çok bağışlayıcıyım." (Tâhâ, 82) Bu hususla ilgili olarak daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
"Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman..." İşte din hususunda Hz. Âdem ve soyu için yasalaştırılan ilk ilke budur. Burada din iki cümle ile özetlenmiştir ve kıyamete kadar da buna bir eklemede bulunulmaz.
Bu kıssayı (cennet kıssasını) özellikle Tâhâ suresinde ifade edildiği şekliyle inceleyecek olursan, sonuçta bu kıssanın akışı içinde yüce Allah'ın Âdem ve soyu ile ilgili iki yargıda bulunduğunu göreceksin. Yasak ağacın meyvesinden yemeleri yüce Allah'ın Âdem ve soyunun yeryüzüne indirilip oraya yerleştirilmelerine, orada ağacın meyvesine yaklaşmamaları uyarısında bulunurken işaret ettiği meşakkatli hayatı çekmelerine hüküm vermesini gerektirmiştir. Bunun ardından gerçekleşen tövbe ise, yüce Allah'ın ikinci bir hüküm vermesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda yüce Allah, Âdem ve soyuna, kulluk sunma biçimini göstermeye, onları doğru yola iletmeye karar vermiştir. İlk hüküm, dünya hayatının kendisiydi. Sonrasında gerçekleşen tövbe sonucu, yüce Allah bu hayatın koşullarını iyileştirmiştir; insanlara içinde yaşadıkları bu hayatta Allah'a nasıl kulluk sunacaklarını göstermiştir. Böylece insan hayatı, dünyevî ve semavî hayatın bir bileşimi hâlini almıştır. Bu surede, cennetten "indiriliş" olayının tekrarlanışından da çıkan sonuç budur. Bir keresinde yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lazımdır." Sonra şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman..."
Cennetten indirilmeye ilişkin iki emrin arasında tövbe olayının anlatılmış olması gösteriyor ki, Hz. Âdem ve eşi önceki gibi kalıcı olmamakla birlikte, tövbe ettikleri sırada henüz cennetteydiler. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu destekler mahiyettedir: "Rableri onlara seslendi: Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi?" Bundan önce de şöyle buyurmuştu: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın." Daha önce ağaca yakını gösteren "bu" işaret edilirken, sonrasında uzağı gösteren "o" zamiriyle işaret ediliyor. Aynı şekilde daha önce yakını ima eden "dedi." ifadesi kullanılırken sonrasında uzağı ima eden "seslendi" ifadesi kullanılmıştır. Buna göre gerisini sen düşün.
Bil ki, "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzün- de kalıp bir süre yaşamanız lazımdır." ayeti ile ,"Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız." ayetinin zahiri gösteriyor ki, cennetten indirilişten sonraki bu hayat, cennetten indirilişten önceki hayattan farklı niteliklere sahiptir. Yine anlıyoruz ki, bu hayatın özü, yerin özünden kaynaklanan bir karaktere sahiptir. Bu hayatın karakteristik özelliği meşakkat ve mutsuzluktur. Bu yüzden insanın yeryüzünde kalması, ölümle oraya dönmesi, sonra oradan diriltilmesi gerekir. Şu hâlde yeryüzündeki hayat, cennetteki hayattan farklıdır. Buna göre cennet hayatı dünyevî niteliklere sahip değildir, semavîdir. Buradan hareketle kesin olarak denebilir ki, Hz. Âdem'in dünyaya indirilmeden önce yerleştirildiği cennet, gireni bir daha dışarı çıkmayan ahiretteki cennet değilse de mekân olarak gökte yer alan bir cennettir. Dolayısıyla "gök" kavramı üzerinde de durmamız gerekiyor. İnşaallah ileride bu kavramı etraflıca ele alma imkânını bulabiliriz.
Geriye bir şey kalıyor: O da Hz. Âdem'in işlediği hatadır. Biz diyoruz ki; ayetler, ilk bakışta onun bir günah, bir hata işlediğini ifade ediyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yoksa zalimlerden olursunuz." Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Âdem, Rabbine karşı geldi de yolunu şaşırdı." Nitekim yüce Allah'ın bize aktardığı şekliyle, onlar da suçlarını itiraf etmişlerdir: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz."
Ne var ki, kıssayı aktaran ayetler üzerinde iyice durulduğu ve ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak titiz olarak incelendiği zaman, kesin olarak bu yasağın mevlevî nehiy yani teşri nitelikli bir yasak olmadığı, tersine irşadî nehiy yani öğüt nitelikli yol gösterme amacına yönelik olduğu anlaşılır. Bu yasaklama ile yükümlüye yasağın, kendisine ne kadar yararlı ve hayırlı olduğu vurgulanmak istenmiştir. Yoksa Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde getirilen bir yasak değildir.
Bunun ilk işareti şudur: Yüce Allah hem bu surede ve hem de A'râf suresinde yasaktan sonra, bunun bir zulüm olduğu şeklinde bir ayrıntıya yer vermiştir: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın. Yoksa
zalimlerden olursunuz." Tâhâ suresinde ise, "yorulursunuz" şeklinde bir ayrıntıya yer veriyor. Bunu cennetin terkine yönelik bir ayrıntı olarak sunuyor. "eş-şika" kelimesinin anlamı, yorulmak, meşakkat çekmektir. Sonra bu kavramı açıklayıcı mahiyette şöyle buyuruyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın, güneşte yanmayacaksın." Böylece açık biçimde anlaşılıyor ki, "eş-şika" kavramından maksat, dünya hayatının gerektirdiği açlık, susuzluk ve çıplaklık gibi dünyevî meşakkatlerdir.
Şu hâlde, bu tür durumlardan korunmak, yukarıda işaret ettiğimiz irşadî nehiy yani öğüt nitelikli bir yasağı gerektirmektedir. Yani burada mevlevî nehiy yani teşri nitelikli, Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde bir yasaklama söz konusu değildir. Bütün mesele, doğruyu gösterme amacına yöneliktir. İrşadî nehiy/öğüt nitelikli bir yasağı çiğnemek, mevlevî nehiy/teşri nitelikli bir yasağı çiğneme gibi, isyanı gerektirmez, kulluk sınırlarının dışına çıkma olarak nitelendirilemez. Buna göre, ayetlerde sözü edilen "zulüm"den maksat, kendilerini yorucu ve tehlikeli bir hayata atmış olmaları dolayısıyla kendilerine zulmetmeleridir. Yoksa; burada Rablık ve kulluk ilişkileri açısından yerilmeyi gerektiren bir zulmün söz konusu olmadığı gayet açıktır.
İkinci işareti şudur: Kulun, yaptığından pişmanlık duyup geri dönmesi anlamına gelen "tövbe" yüce Allah tarafından kabul edilirse, söz konusu günah hiç işlenmemiş gibi olur ve sanki böyle bir masiyet gerçekleşmemiş gibi yepyeni bir sayfa açılır. Dolayısıyla günahından tövbe eden az önceki günahkârla, emirlere içtenlikle uyan itaatkâr bir kul gibi muamele edilir. Yaptığı fiil emre uymak olarak değerlendirilir.
Eğer söz konusu ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak mevlevî/teşri nitelikli olsaydı, bu fiilden sonra gerçekleşen tövbe de kulluk görevi ile ilgili olarak işlenen bir günahtan ve ilâhî bir emre karşı gelmekten pişmanlık duymak olarak değerlendirilir ve her ikisi de tekrar cennete geri alınırdı. Ama görüyoruz ki, bu olaydan sonra ikisi de dönmüş değildir.
Bununla da anlaşılıyor ki, yasak meyvenin yenilmesinden sonra gerçekleşen cennetten çıkma olayı, önceden plânlanmış, ev-
rensel sistemin gereği olarak gerçekleşmesi zorunlu olan bir olaydı. Tıpkı zehrin ölüme yol açması ve tıpkı ateşin yanmaya yol açması gibi kaçınılmazdı. İrşadî/öğüt nitelikli yükümlülüklerde bu böyledir. Oysa mevlevî/teşri nitelikli yükümlülüklerde cezalandırma türünden birtakım sonuçlar söz konusudur. Namaz kılmayı bırakanın ateşe atılması, kulun Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde konan genel toplumsal kuralları çiğnemesi durumunda söz konusu olan kınanması ve dışlanması gibi.
Üçüncü İşareti de şudur: Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidir, onlar orada ebedi kalacaklardır." (Bakara, 38-39) Bu ayetlerin ifade tarzı, yüce Allah'ın melekler, kitaplar ve peygamberler aracılığı ile ayrıntılarıyla birlikte dünyada indirdiği tüm mevlevî/teşri nitelikli kuralları içerecek şekilde kapsamlıdır. Bu sözlerle Âdem ve soyunun yurdu olan bu dünyada konan ilk yasa anlatılıyor. Görüldüğü gibi bu yasama, yüce Allah'ın Âdem'in yeryüzüne inmesiyle ilgili ikinci emrinden sonra gerçekleşmiştir. Açıktır ki, yeryüzüne iniş emri, cennette oluştan sonra, söz konusu hatanın işlenmesinin ardından gerçekleşen tekvinî emirdir. Demek ki, yasağın çiğnendiği ve yasak ağaca yaklaşıldığı sırada ne yürürlükte olan bir din ve ne de teşri nitelikli bir yükümlülük vardı. Dolayısıyla kulluk görevi ile ilgili bir günah ve teşri nitelikli bir emre karşı çıkma şeklinde bir durum gerçekleşmiş değildir. Bu durum, "ağaca yaklaşmayın." emrinden önce, meleklere ve İblis'e yönelik "Âdem'e secde edin." emrinin mevlevî/teşri nitelikli oluşu ile bir çelişki arzetmiyor. Çünkü bu iki emre muhatap olan yükümlüler farklı kimselerdirler.
Denebilir ki: Madem ki bu yasak öğüt niteliklidir ve teşri nitelikli değildir, şu hâlde yüce Allah'ın Âdem ile eşinin davranışını zulüm, isyan ve azma olarak nitelendirmesi ne anlam ifade eder? Buna karşılık olarak vereceğim cevap şudur: "Zulüm" niteliği ile ilgili olarak, bununla onların yüce Allah katında kendilerine zulmetmelerinin kastedildiğini vurgulamıştık. İsyan ise, etkilenme veya zorla etkilenmeyi ifade eden bir kavramdır. Nitekim