Dedik ki: Ey Âdem, sen ve e


Bu da varlığının farkında olunan bir konuşmacıya tanıklık



Yüklə 414,59 Kb.
səhifə2/4
tarix30.07.2018
ölçüsü414,59 Kb.
#63537
1   2   3   4
Bu da varlığının farkında olunan bir konuşmacıya tanıklık
etmektedir.

A'râf suresindeki, "Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt
verenlerdenim.' diye yemin etti.' ayeti de bunun gibidir. Ancak
somut olarak var-lığı hissedilen bir kişiden yemin gerçekleşebilir.
Çünkü, yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşımı destekler
mahiyettedir: "Rableri onlara seslendi: Ben sizi o ağaçtan
menetmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim
mi?" (A'râf, 22)

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 217

Bütün bunlar gösteriyor ki, şeytan onlara görünüyordu, onu
çıplak gözle görebiliyorlardı. Eğer Âdem ve eşi de (selâm üzerlerine
olsun) bizim gibi vesvese anında şeytanı göremez olsalardı, o
zaman şunu söyleme hakkına sahip olurlardı: Rabbimiz, bilemedik.
Onu açıkça göremediğimiz için şeytanın vesveselerini kendi
düşüncemizmiş gibi değerlendirdik. Yoksa bu tavrımızla, onun
vesveselerine karşı bize yönelttiğin uyarılara, karşı çıkmak niyetinde
değildik.

Kısacası, Âdem ve eşi şeytanı görüyor ve onu tanıyorlardı.
Allah'ın koruması altında bulunan masûm peygamberler (a.s) de
onu tanıyor ve kendilerine bir vesvese vermeye kalkıştığı zaman
onu görüyorlardı. Bu hususta Hz. Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Yahya,
Eyyub, İsmail ve Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerlerine olsun)
ile ilgili olarak birçok rivayet aktarılmıştır.

Aynı şekilde, yukarıda ayetlerden çıkardığımız sonucu şu ayeti
kerimeden de çıkarmak mümkündür: "Rabbiniz başka bir sebepten
dolayı değil... sizi bu ağaçtan menetti." (A'râf, 20) Buradan
anlaşıldığı kadarıyla Hz. Âdem ve eşi, cennette söz konusu ağacın
civarında şeytanla (Allah'ın lâneti üzerine olsun) birlikte bulunuyorlardı,
Şeytan cennete gitmiş, onlara eşlik etmiş ve vesveseleriyle
onları yoldan çıkarmıştı. Burada sözü edilen cennet sonsuzluk
cenneti olmadığı için, şeytanın oraya girmesinde bir sakınca yoktur.
Bunun kanıtı da hep birlikte o cennetten çıkarılmış olmalarıdır.
Yüce Allah'ın İblis'e yönelik şu sözüne gelince, "Öyle ise oradan
in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık oradan."
(A'râf, 13) burada, meleklerin arasından veya gökyüzünden
çıkma kastedilmiş olabilir. Çünkü gökyüzü bir bakıma yakınlık ve
onurlandırma makamıdır.

"Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin..." İfadeden anlaşıldığı
kadarıyla hitap, Hz. Âdem, eşi ve İblis'e yöneliktir. A'râf suresinde
ise hitap özel olarak İblis'e yöneltiliyor: "Oradan in, orada büyüklük
taslamak senin haddin değildir." Burada ise, "ininiz" buyuruluyor.
Sanki iki hitap birleştiriliyor gibi. Burada bir de yüce Allah-
'ın Âdem, eşi ve çocukları ile İblis arasında öngördüğü düşmanlığa

218 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

dikkat çekiliyor ve bunların bir süre yeryüzünde yaşamaları; orada
ölmeleri ve oradan dirilmelerinin öngörüldüğü açıklanıyor.
Âdem'in soyu da onunla aynı hükme tâbidir. Bu yargı şu ifadeden
de anlaşılabilir: "Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan
çıkarılacaksınız." (A'râf, 25) İleride ele alacağımız şu ayet-i kerimeden
de bu hususu istifade etmek mümkündür: "Sizi yarattıktan
sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, 'Âdem'e secde edin.'
dedik." (A'râf, 11)

Hiç kuşkusuz meleklere, "Âdem'e secde edin." emrinin verilmiş
olması, bir anlamda onun yer menşeli bir halife olmasından
dolayıdır. Secde edilen Âdem'di; ama secde hükmü tüm insanlık
için geçerliydi. Kısacası, Hz. Âdem bir temsilci, bir model olarak
secde edilen konumunda bulunuyordu.

Belki de yüce Allah, bu kıssayı anlatmak, Hz. Âdem ve eşinin
cennete yerleştirilmelerini, sonra yasak ağacın meyvesini yedikleri
için cennetten indirilişlerini hikâye etmekle, insanların dünya hayatına
inmeden önce, cennette, yüksek ve yaklaştırılmış mekânda,
nimet, sevinç, yakınlık ve aydınlık yurdunda, tertemiz arkadaşlarla,
ruhanî dostlarla ve âlemlerin Rabbinin katında yaşadıkları
mutluluğu ve nail oldukları saygınlığı bir örnekle dile getirmek istemiştir.
Ancak insan, o temiz hayat yerine fani, kokuşmuş ve alçak bir
hayata eğilim göstererek her türlü yorgunluğu, meşakkati, acı ve
ıstırabı seçiyor. Buna rağmen eğer insan, bundan sonra tekrar
Rabbine dönecek olursa, Allah onu yeniden saygınlık ve mutluluk
yurduna döndürecektir. Ama eğer Rabbine dönmez, toprağa bağlanıp
kalırsa, heva ve hevesi doğrultusunda hareket ederse, bu
durumda Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmiş, azap yurdunu
hak etmiş olur, cehenneme atılır; orası ne kötü bir barınaktır.

"Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunun üzerine (Rabbi,
rahmetiyle) ona döndü." İfadenin orijinalinde geçen "telekka" kelimesi,
sözü derinden kavrayarak algılamak demektir. Bu algılama
sayesinde Hz. Âdem'in tövbe etmesi kolaylaşmıştı.

Buradan anlıyoruz ki, tövbe iki kısma ayrılır: Biri, yüce Allah'ın
tövbesidir ki, kuluna merhametle döner. Diğeri de kulun tövbesidir

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 219

ki, bağışlanma dileyerek, günahından pişmanlık duyarak Allah'a
döner.

Kulun tövbesi, Allah'ın iki tövbesi ile çevrilmiş hâldedir. Çünkü
kul hiçbir durumda Rabbinden müstağni olamaz. Kulun; günahtan
pişmanlık duyup dönmesi Rabbinin başarı vermesine, yardımına
ve rahmetine muhtaçtır ki, tövbesi gerçekleşmiş olsun. Tövbe gerçekleştikten
sonra da yüce Allah'ın tövbeyi kabul etmesine, lütuf
ve merhametine ihtiyaç hasıl oluyor. Buna göre kulun tövbesi, kabul
görmesi durumunda, yüce Allah'tan kaynaklanan iki tövbe ile
kuşatılmış durumdadır, demektir. Yüce Allah'ın şu sözü de bunu
pekiştirici niteliktedir: "Sonra tövbe etsinler diye rahmetiyle onlara
döndü." (Tevbe, 118)

"Âdem" kelimesinin nasb, "kelimat" sözcüğünün de ref hâlinde
okunması bu hususu destekler mahiyettedir. Gerçi öteki
okuyuş biçimi ("Âdem" kelimesinin ref, "kelimat" sözcüğünün de
nasb hâlinde okun-ması) da bu anlama ters düşmüyor.
Şimdi, acaba Âdem'in Rabbinden aldığı, kavrayarak algıladığı
ke-limeler nelerdi? Bir ihtimal, bu kelimeler, yüce Allah'ın A'râf suresinde
dile getirdiği şu sözlerdir: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize
zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak
ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) Fakat bu sözler,
yani "Dediler ki: Rabbimiz, biz..." cümlesi, A'raf suresinde "Dedik
ki: Oradan ininiz." buyruğundan önce ifade ediliyor. Dolayısıyla bu
surede, "oradan ininiz." sözünden sonra, "Âdem, Rabbinden birtakım
kelimeler aldı." sö-zünün yer almış olması yukarıdaki yaklaşımı
desteklemiyor.

Ne var ki, ortada şöyle bir durum vardır: Gördüğün gibi yüce Allah
kıssanın başında şöyle buyuruyor: "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." Buna karşılık melekler şöyle diyorlar: "Orada bozgunculuk
yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa
biz seni överek tespih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz." Burada
yüce Allah, meleklerin yer menşeli halifeye getirdikleri suçlamaları
ve öteki iddiaları reddetmiyor; bu itiraza cevap olarak sadece,
Âdem'e tüm isimleri öğrettiğini vurguluyor.
Eğer, yüce Allah'ın Âdem'e isimlerin tümünü öğretmesi, onların
itirazlarını önleyici nitelikte olmasaydı, melekler sözlerini sür-

220 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

dürürlerdi ve kesinlikle ikna olmazlardı. Şu hâlde yüce Allah'ın
Âdem'e öğrettiği isimler arasında, isyan eden isyankâra ve günah
işleyen günahkâra yararlı olan bir söz vardır. Dolayısıyla Hz. Âdem-
'in yüce Allah'tan algıladığı sözlerin bu öğretilen isimlerle bir ilgisi
olsa gerek. Artık sen, bunun gerisini düşün.

Bil ki, her ne kadar Hz. Âdem kendini yok oluş uçurumunun
kenarına kadar atarak ve mutluluk diyarı ile mutsuzluk diyarının,
yani dünyanın yol ayırımına kadar gelerek kendine zulmetmiş, indirildiği
yerde kalmalı olursa helâk olmuş, ilk mutluluğuna geri
dönmeyi başarırsa kendini yormuş, dolayısıyla her hâlükârda kendine
zulmetmiş idiyse de, ancak Hz. Âdem, bu inişi ile kendine öyle
bir mutluluk derecesi ve öyle bir kemal mertebesi hazırladı ki,
eğer bu iniş olmasaydı veya günah işlemeden olsaydı, kesinlikle
bu mertebeye ulaşamazdı.

Bu iniş olmasaydı, insanoğlu kendi fakirliğini, zelilliğini, miskinliğini,
muhtaçlığını ve kusurluluğunu nasıl gözlemleyecekti?
Katlandığı zahmet ve meşakkatler, çektiği acı ve dertlere karşılık,
âlemlerin Rabbinin komşuluğunda kendisi için huzurlu bir hayat,
iç açıcı nimetler olduğunu nasıl anlayacaktı?! Yüce Allah'ın ancak
günahkârların ulaşabilecekleri affetme, bağışlama, şefkat, tövbeleri
kabul etme, günahları örtme, iyilikte bulunma ve acıma gibi
sıfatları olduğunu ne bilecekti?! Yüce Allah'ın zaman içinde esen
hoş kokulu bağış meltemlerinin varolduğunu, bu meltemlerden
yararlanmak için sadece on-ların estiği yerde bulunmanın yeterli
olduğunu nasıl öğrenecekti?!

İşte, izlenecek yolla ilgili teşrii (yasamayı) zorunlu kılan tövbe
bu-dur. Ancak tövbe sayesinde bu yolu izlemek mümkün olur ve
ileride varılacağı umulan mekâna arınmış olarak varılır. Demek ki,
tövbenin ardında dinin teşrii ve dine dayalı sosyal hayatın sağlam
bir temele oturtulması söz konusudur.

Bunun en güzel kanıtı da, yüce Allah'ın sık sık tövbeyi imandan
önce gündeme getirmesidir: "Öyleyse emrolunduğun gibi
doğru ol; ve seninle beraber tövbe edenler de." (Hûd, 112) "Ve ben
tövbe eden ve inanan kimselere karşı elbette çok bağışlayıcıyım."
(Tâhâ, 82) Bu hususla ilgili olarak daha birçok ayet örnek
gösterilebilir.

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 221

"Hepiniz oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği
zaman..." İşte din hususunda Hz. Âdem ve soyu için yasalaştırılan
ilk ilke budur. Burada din iki cümle ile özetlenmiştir ve kıyamete
kadar da buna bir eklemede bulunulmaz.

Bu kıssayı (cennet kıssasını) özellikle Tâhâ suresinde ifade edildiği
şekliyle inceleyecek olursan, sonuçta bu kıssanın akışı içinde
yüce Allah'ın Âdem ve soyu ile ilgili iki yargıda bulunduğunu
göreceksin. Yasak ağacın meyvesinden yemeleri yüce Allah'ın Âdem
ve soyunun yeryüzüne indirilip oraya yerleştirilmelerine, orada
ağacın meyvesine yaklaşmamaları uyarısında bulunurken işaret
ettiği meşakkatli hayatı çekmelerine hüküm vermesini gerektirmiştir.
Bunun ardından gerçekleşen tövbe ise, yüce Allah'ın ikinci bir
hüküm vermesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda yüce Allah,
Âdem ve soyuna, kulluk sunma biçimini göstermeye, onları doğru
yola iletmeye karar vermiştir. İlk hüküm, dünya hayatının kendisiydi.
Sonrasında gerçekleşen tövbe sonucu, yüce Allah bu hayatın
koşullarını iyileştirmiştir; insanlara içinde yaşadıkları bu hayatta
Allah'a nasıl kulluk sunacaklarını göstermiştir. Böylece insan hayatı,
dünyevî ve semavî hayatın bir bileşimi hâlini almıştır.
Bu surede, cennetten "indiriliş" olayının tekrarlanışından da
çıkan sonuç budur. Bir keresinde yüce Allah şöyle buyuruyor: "Dedik
ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir
süre yaşamanız lazımdır." Sonra şöyle buyuruyor: "Hepiniz oradan
inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman..."

Cennetten indirilmeye ilişkin iki emrin arasında tövbe olayının
anlatılmış olması gösteriyor ki, Hz. Âdem ve eşi önceki gibi kalıcı
olmamakla birlikte, tövbe ettikleri sırada henüz cennetteydiler.
Yüce Allah'ın şu sözü de bunu destekler mahiyettedir: "Rableri onlara
seslendi: Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi?" Bundan önce
de şöyle buyurmuştu: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın." Daha önce
ağaca yakını gösteren "bu" işaret edilirken, sonrasında uzağı gösteren
"o" zamiriyle işaret ediliyor. Aynı şekilde daha önce yakını
ima eden "dedi." ifadesi kullanılırken sonrasında uzağı ima eden
"seslendi" ifadesi kullanılmıştır. Buna göre gerisini sen düşün.

222 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

Bil ki, "Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzün-
de kalıp bir süre yaşamanız lazımdır." ayeti ile ,"Orada yaşayacaksınız,
orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız."
ayetinin zahiri gösteriyor ki, cennetten indirilişten sonraki bu hayat,
cennetten indirilişten önceki hayattan farklı niteliklere sahiptir.
Yine anlıyoruz ki, bu hayatın özü, yerin özünden kaynaklanan
bir karaktere sahiptir. Bu hayatın karakteristik özelliği meşakkat
ve mutsuzluktur. Bu yüzden insanın yeryüzünde kalması, ölümle
oraya dönmesi, sonra oradan diriltilmesi gerekir. Şu hâlde yeryüzündeki
hayat, cennetteki hayattan farklıdır. Buna göre cennet
hayatı dünyevî niteliklere sahip değildir, semavîdir.
Buradan hareketle kesin olarak denebilir ki, Hz. Âdem'in dünyaya
indirilmeden önce yerleştirildiği cennet, gireni bir daha dışarı
çıkmayan ahiretteki cennet değilse de mekân olarak gökte yer
alan bir cennettir. Dolayısıyla "gök" kavramı üzerinde de durmamız
gerekiyor. İnşaallah ileride bu kavramı etraflıca ele alma imkânını
bulabiliriz.

Geriye bir şey kalıyor: O da Hz. Âdem'in işlediği hatadır. Biz diyoruz
ki; ayetler, ilk bakışta onun bir günah, bir hata işlediğini ifade
ediyorlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yoksa zalimlerden
olursunuz." Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Âdem,
Rabbine karşı geldi de yolunu şaşırdı." Nitekim yüce Allah'ın bize
aktardığı şekliyle, onlar da suçlarını itiraf etmişlerdir: "Rabbimiz,
biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan,
muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz."

Ne var ki, kıssayı aktaran ayetler üzerinde iyice durulduğu ve
ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak titiz olarak incelendiği
zaman, kesin olarak bu yasağın mevlevî nehiy yani teşri nitelikli
bir yasak olmadığı, tersine irşadî nehiy yani öğüt nitelikli yol
gösterme amacına yönelik olduğu anlaşılır. Bu yasaklama ile yükümlüye
yasağın, kendisine ne kadar yararlı ve hayırlı olduğu vurgulanmak
istenmiştir. Yoksa Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde getirilen
bir yasak değildir.

Bunun ilk işareti şudur: Yüce Allah hem bu surede ve hem de
A'râf suresinde yasaktan sonra, bunun bir zulüm olduğu şeklinde
bir ayrıntıya yer vermiştir: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın. Yoksa

Bakara Sûresi / 35-39 ...................................................... 223

zalimlerden olursunuz." Tâhâ suresinde ise, "yorulursunuz" şeklinde
bir ayrıntıya yer veriyor. Bunu cennetin terkine yönelik bir ayrıntı
olarak sunuyor. "eş-şika" kelimesinin anlamı, yorulmak, meşakkat
çekmektir. Sonra bu kavramı açıklayıcı mahiyette şöyle
buyuruyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın.
Ve sen burada susamayacaksın, güneşte yanmayacaksın."
Böylece açık biçimde anlaşılıyor ki, "eş-şika" kavramından
maksat, dünya hayatının gerektirdiği açlık, susuzluk ve çıplaklık
gibi dünyevî meşakkatlerdir.

Şu hâlde, bu tür durumlardan korunmak, yukarıda işaret ettiğimiz
irşadî nehiy yani öğüt nitelikli bir yasağı gerektirmektedir.
Yani burada mevlevî nehiy yani teşri nitelikli, Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde bir yasaklama söz konusu değildir. Bütün mesele,
doğruyu gösterme amacına yöneliktir. İrşadî nehiy/öğüt nitelikli
bir yasağı çiğnemek, mevlevî nehiy/teşri nitelikli bir yasağı çiğneme
gibi, isyanı gerektirmez, kulluk sınırlarının dışına çıkma olarak
nitelendirilemez. Buna göre, ayetlerde sözü edilen "zulüm"den
maksat, kendilerini yorucu ve tehlikeli bir hayata atmış olmaları
dolayısıyla kendilerine zulmetmeleridir. Yoksa; burada Rablık ve
kulluk ilişkileri açısından yerilmeyi gerektiren bir zulmün söz konusu
olmadığı gayet açıktır.

İkinci işareti şudur: Kulun, yaptığından pişmanlık duyup geri
dönmesi anlamına gelen "tövbe" yüce Allah tarafından kabul edilirse,
söz konusu günah hiç işlenmemiş gibi olur ve sanki böyle bir
masiyet gerçekleşmemiş gibi yepyeni bir sayfa açılır. Dolayısıyla
günahından tövbe eden az önceki günahkârla, emirlere içtenlikle
uyan itaatkâr bir kul gibi muamele edilir. Yaptığı fiil emre uymak
olarak değerlendirilir.

Eğer söz konusu ağacın meyvesi ile ilgili olarak konulan yasak
mevlevî/teşri nitelikli olsaydı, bu fiilden sonra gerçekleşen tövbe
de kulluk görevi ile ilgili olarak işlenen bir günahtan ve ilâhî bir
emre karşı gelmekten pişmanlık duymak olarak değerlendirilir ve
her ikisi de tekrar cennete geri alınırdı. Ama görüyoruz ki, bu olaydan
sonra ikisi de dönmüş değildir.

Bununla da anlaşılıyor ki, yasak meyvenin yenilmesinden sonra
gerçekleşen cennetten çıkma olayı, önceden plânlanmış, ev-

224 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

rensel sistemin gereği olarak gerçekleşmesi zorunlu olan bir olaydı.
Tıpkı zehrin ölüme yol açması ve tıpkı ateşin yanmaya yol açması
gibi kaçınılmazdı. İrşadî/öğüt nitelikli yükümlülüklerde bu
böyledir. Oysa mevlevî/teşri nitelikli yükümlülüklerde cezalandırma
türünden birtakım sonuçlar söz konusudur. Namaz kılmayı
bırakanın ateşe atılması, kulun Mevlâ-kul ilişkisi çerçevesinde konan
genel toplumsal kuralları çiğnemesi durumunda söz konusu
olan kınanması ve dışlanması gibi.

Üçüncü İşareti de şudur: Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepiniz
oradan inin, dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman,
kimler benim hidayetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve
onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar
ise, ateş ehlidir, onlar orada ebedi kalacaklardır." (Bakara, 38-39)
Bu ayetlerin ifade tarzı, yüce Allah'ın melekler, kitaplar ve peygamberler
aracılığı ile ayrıntılarıyla birlikte dünyada indirdiği tüm
mevlevî/teşri nitelikli kuralları içerecek şekilde kapsamlıdır. Bu
sözlerle Âdem ve soyunun yurdu olan bu dünyada konan ilk yasa
anlatılıyor. Görüldüğü gibi bu yasama, yüce Allah'ın Âdem'in yeryüzüne
inmesiyle ilgili ikinci emrinden sonra gerçekleşmiştir. Açıktır
ki, yeryüzüne iniş emri, cennette oluştan sonra, söz konusu
hatanın işlenmesinin ardından gerçekleşen tekvinî emirdir.
Demek ki, yasağın çiğnendiği ve yasak ağaca yaklaşıldığı sırada
ne yürürlükte olan bir din ve ne de teşri nitelikli bir yükümlülük
vardı. Dolayısıyla kulluk görevi ile ilgili bir günah ve teşri nitelikli
bir emre karşı çıkma şeklinde bir durum gerçekleşmiş değildir.
Bu durum, "ağaca yaklaşmayın." emrinden önce, meleklere
ve İblis'e yönelik "Âdem'e secde edin." emrinin mevlevî/teşri nitelikli
oluşu ile bir çelişki arzetmiyor. Çünkü bu iki emre muhatap
olan yükümlüler farklı kimselerdirler.

Denebilir ki: Madem ki bu yasak öğüt niteliklidir ve teşri nitelikli
değildir, şu hâlde yüce Allah'ın Âdem ile eşinin davranışını zulüm,
isyan ve azma olarak nitelendirmesi ne anlam ifade eder?
Buna karşılık olarak vereceğim cevap şudur: "Zulüm" niteliği
ile ilgili olarak, bununla onların yüce Allah katında kendilerine
zulmetmelerinin kastedildiğini vurgulamıştık. İsyan ise, etkilenme
veya zorla etkilenmeyi ifade eden bir kavramdır. Nitekim


Yüklə 414,59 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin