35- Dedik ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğinizi yerde bol bol yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.
36- Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı, onları içinde bulundukları durumdan çıkardı. Dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır.
37- Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. Bunu üzerine (Rabbi, rahmetiyle) ona döndü. Şüphesiz O, tövbeyi çok kabul eden ve esirgeyendir.
38- "Hepiniz oradan inin." dedik. Yalnız size benden bir hidayet geldiği zaman, kimler benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
39- İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar ise, ateş ehlidir, onlar orada ebedî kalacaklardır.
"Dedik ki: Ey Âdem..." Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmeleri olayı Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde tekrarlanmasına karşın, Hz. Âdem'in dünya hayatından önceki cennet deneyimi sadece üç yerde gündeme getiriliyor.
Birincisi: Bakara suresinin şu anda tefsirini sunduğumuz ayetin de.
İkincisi: A'râf suresinde. Bu surede yüce Allah kıssayı şu ifadelerle sunuyor: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, ondan dilediğiniz yerde afiyetle yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz. Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz ya da ebedi kalıcılardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.' diye de yemin etti. Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı. Ağacı tadınca çirkin yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeğe başladılar. Rableri onlara seslendi: 'Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi? Ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?' Dediler: 'Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.' Allah buyurdu ki: Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz lâzımdır. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan çıkarılacaksınız" dedi." (A'râf, 19- 25)
Üçüncüsü: Tâhâ suresinde, yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun biz, önceden Âdem'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık. Meleklere, 'Âdem'e secde edin.' demiştik. İblis'in dışında diğerleri secde ettiler. O, ayak diretti. Bunun üzerine dedik ki: 'Ey Âdem! Bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çı-karmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın ve güneşin altında yanmayacaksın da.' Nihayet şeytan ona fisıldayıp, 'Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?' dedi. O ağaçtan yediler. Böylece kendilerine kötü yerleri göründü. Üstlerini cen-
net yaprağıyla örtmeğe başladılar. Âdem Rabbine karşı geldi de yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti, doğru yola iletti. Dedi ki: 'Hepiniz oradan inin, birbirinizin düşmanısınız.' İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz. 'Rabbim, der, niçin beni kör haşr-ettin, oysa ben görür idim?' Allah buyurur ki: İşte böyle. Sana da bizim ayetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bugün de sen öyle unutulursun." (Tâhâ, 115-126)
Ayetlerin akışı, özellikle kıssanın giriş kısmındaki, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." ifadesi gösteriyor ki, Hz. Âdem yeryüzünde yaşamak ve orada ölmek üzere yaratılmıştı. Onun ve eşinin cennete yerleştirilmeleri ise, bir denemeydi ki, bu vesileyle yeryüzüne insinler. Ayrıca Tâhâ suresindeki hitap, "Biz dedik ki: Ey Âdem..." şeklindedir. A'râf suresinde ise, "Ey Âdem, yerleş..." şeklindedir. Yani cennet kıssasıyla meleklerin secde etmesi olayı, peşpeşe gelişen bir kıssaymış gibi, aynı ifade tarzı ile sunulmuştur. Kısacası, Hz. Âdem (a.s) yeryüzüne yerleşsin diye yaratılmıştı. Onun yeryüzüne yerleşmesinin yolu da şu aşamalardan geçiyordu: Halifeliğinin kanıtlanması için, meleklerden üstün olduğu gösterilmeliydi. Sonra meleklere, ona secde etmeleri emredilmeli; ardından cennete yerleştirilip yasak ağaca yaklaşmaları yasaklanmalı; yasağa rağmen o ağaçtan yemeli, bunun sonucunda ayıp yerleri kendilerine görünmeliydi ki, yeryüzüne inebilsinler. Dolayısıyla yeryüzüne yerleşme ve dünya hayatını seçme, nihayet ayıp yerlerinin ortaya çıkışına bağlıydı.
Şu ifadeden de anlaşıldığı gibi ayıp yerlerden maksat, cinsel organlardır: "Üstlerini cennet yaprağıyla örtmeğe başladılar..." Cinsellik, hayvanî bir eğilimdir ki, beslenmeyi ve büyüyüp gelişmeyi gerektirir. Şeytanın tek derdi de onların, ayıp yerlerini ortaya çıkarmaktı. Gerçi yüce Allah Âdem ve eşini yeryüzünün koşullarına uygun bir yaratılışta yaratmış, sonra da cennete sokmuştu; ama onlar yaratıldıktan sonra kendi ayıp yerlerinin farkına varacak ve dünya hayatının gereksinimlerini kavrayabilecek kadar uzun bir
süre dünyada kalmamış, hemen cennete götürülmüşlerdi. Dolayısıyla yüce Allah, onları cennete götürdüğü zaman, kavrayışları ruh ve melekler âleminden henüz tam olarak kopmamıştı.
Bunun kanıtı ise, yüce Allah'ın şu sözüdür: "Kendilerinden örtülüp gizlenen ayıp yerlerini açığa çıkarmak için." (A'râf, 20) Burada "Onlara gizli olan" değil, "Onlardan gizletilen" şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması ilgi çekicidir. Bu ifadeden anlaşılıyor ki, ayıp yerlerinin sürekli olarak gizlenmesi, dünya hayatı açısından mümkün değildir. Bu olay bir kere gerçekleşmiş ve onu da cennete yerleştirilme izlemiştir. Şu hâlde, yasak ağacın meyvesini yemekle birlikte dünya hayatında ayıp yerlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz bir gereklilikti. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz." Bir yerde de şöyle buyuruyor: "Onları içinde bulundukları yerden çıkardı."
Ayrıca yüce Allah, tövbe ettikten sonra, onların hatalarını bağışladı; ama onları cennete geri almadı, tersine, orada yaşasınlar diye onları yeryüzüne indirdi. Eğer yasak ağacın meyvesinin yenmesi ve ayıp yerlerinin ortaya çıkması ile birlikte dünya hayatı bir zorunluluk ve cennete dönüş de bir imkânsızlık niteliğini almasaydı, hiç kuşkusuz, hatanın bağışlanması ile birlikte cennete geri dönmeleri gerekirdi.
Kısacası, onların cennetten çıkmalarına ve yeryüzüne indirilmelerine yol açan etken, yasak ağacın meyvesini yemeleri ve ayıp yerlerinin görünmesiydi. Bu da lânetlenmiş şeytanın vesveseleri sonucu gerçekleşmişti. Nitekim yüce Allah, Tâhâ suresinde kıssanın giriş kısmında şöyle buyuruyor: "Andolsun biz, önceden Âdem- 'e ahit vermiştik. Fakat o, unuttu. Biz onda bir kararlılık bulmadık." Sonra yüce Allah kıssayı ayrıntılı olarak sunuyor. Acaba bu ahit, Allah'ın şu sözü müdür: "Sakın bu ağaca yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz." Yoksa şu sözü müdür: "Bu senin ve eşinin düşmanıdır." Yoksa genelde tüm insanlardan, özelde de, vurgulu ve pekiştirilmiş şekliyle peygamberlerden alınan bir söz müdür?
Birinci ihtimal doğru değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şeytan onlara fısıldadı; 'Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı
değil, sırf melek olursunuz ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan menetti.' dedi. Ve onlara, 'Elbette ben size öğüt verenlerdenim.' diye de yemin etti." (A'râf, 20-21) Demek ki onlar, hata işlerken ve ağaca yaklaşırken, bunun yasaklanmış olduğunu unutmamışlardı. Oysa söz konusu ahit hususunda yüce Allah şöyle buyuruyor: "Fakat o, unuttu. Biz onu kararlılardan bulmadık." Şu hâlde söz konusu ahit, ağaca yaklaşmanın yasaklığı değildir. İkinci ihtimale gelince, (söz konusu ahdin şeytana uymaktan sakındırma olduğu ihtimali) büsbütün uzak bir ihtimal olmasa bile, ayetlerin zahirî anlamı, bu ihtimali desteklememektedirler. Çünkü görüldüğü kadarıyla ahit, Hz. Âdem'in (a.s) şahsına özgüdür. Hâlbuki şeytana karşı uyarılma, hem ona ve hem de eşine yöneliktir.
Dolayısıyla, Tâhâ suresinde ilgili ayetlerin son bölümüyle giriş kısmının uyumu da göz önünde bulundurularak söz konusu ahdin genel bir "söz alma" şeklinde olması daha uygun görünüyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim var. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz." Ayetler arasında bir uyarlamaya gidecek olursak, "Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır." ifadesi, ahdi u-nutma olgusuyla uyuşmaktadır. Gördüğün gibi bu ifade, Rablık ve kulluk üzerine yapılmış bir ahitleşmeyi içermenin yanı sıra, İblis'e karşı uyarma anlamındaki bir ahitten daha uygun düşmektedir. Çünkü, anlam olarak zikirden yüz çevirme ile, İblis'e uyma arasında fazla bir münasebet yoktur. Ama, Rablık makamı üzerine söz alma anlamı daha uygundur. Çünkü, Rablık üzerine söz alma, insanın yüce Allah'ın Rab olduğunu unutmaması anlamını içeriyor. Yani, her şeyi yönetip düzenleyen hükümdar O'dur. Yani, insan hiçbir zaman ve hiçbir durumda, Allah'ın mülkü olduğunu, hiçbir şeyi kendi başına yapamadığını, kendine bir fayda veya zarar dokunduramadığını, ölüm, hayat ve yeni-den diriliş üzerinde bir etkinliğinin olmadığını, yani zat, nitelik ve fiil olarak etkin bir rol oynamadığını aklından çıkarmamalıdır.
Bu anlama uygun düşen, onu karşılayan hata ise, insanın Rabbinin makamını anmaktan kaçınması ve nefsine yahut da nefsine hoş gelen geçici ve sınama yurdu olan dünyanın çekici güzelliklerine yönelerek Rabbinden gafil olmasıdır.
Bunun için değişik yönleriyle, farklı taraflarıyla, mümin ile kâfire aynı oranda yansıyan cihetleriyle dünya hayatının üzerinde irdeleyici bir gözle düşünüp kavramaya çalıştığın zaman görürsün ki, hakikat ve öz olarak, mümin ile kâfirin hayatı birbirinden farklıdır. Biri Allah'ı bilmenin zevkini yaşarken, öteki bu zevkten yoksun olmanın, bilgisizliğin ıstırabını çeker. Rabbinin makamının bilincinde olan kimse, kendine ve türlü elemleri ve acılarıyla birlikte dünya hayatına baktığı zaman, ölüm-hayat, sağlık-hastalık, bollukdarlık, rahatlık-yorgunluk, var-lık-yokluk, bulmak-yitirmek gibi olguları gözlemlediğinde, bütün bunların Yüce Rabbinin mülkü olduğunu görür. Bu mülkün içinde hiç-bir şey, ondan bağımsız değildir. Her şey, izzet ve celâline yakışır biçimde katında güzellik, iyilik ve hayırdan başka bir şey olmayan yüce bir zattandır. Böyle bir anlayışa, böylesine derin bir kavrayışa sahip olan bir insan etrafına baktığı zaman tiksinti duyacağı bir iğrençlik görmez. Hiçbir şeyden korkmaz, ürkmez. Sakınılması gereken sakıncalı bir şey görmez. Tam tersine, gördüğü her şeyi güzel ve sevimli bulur. Rab-binin tiksinti duymasını, buğzetmesini emrettiği şeyler hariç. Bu durumda bile o, Allah emrettiği için tiksinir. Allah- 'ın emri doğrultusunda, sevdiğini sever, O'nun emriyle zevk aldığı şeyden zevk alır. Bir şey O'nun emri gereği çekici gelir kendisine. Tek meşgalesi var, o da Rabbinin yüceliğidir.
Bütün bunların sebebi, her şeyi kayıtsız şartsız Rabbinin mülkü olarak görmesi, Allah'ın mülkünde, başka hiç kimsenin en ufak bir payının, bir etkinliğinin bulunmadığını düşünmesinden dolayıdır. O hâlde, mülk sahibinin, kendi diriltme, öldürme, zarar veya yarar verme gibi tasarruflarından ona ne?! İşte tertemiz hayat budur. Burada kesinlikle mutsuzluk söz konusu değildir. Bu hayat apaydınlıktır, karanlıktan eser bulunmaz. Sevinçtir, coşkudur bu hayatta; üzüntüye, gama, kedere yer yoktur. Bu hayatta bulmak vardır, yitirmek yoktur. Bu hayatta yoksulluğa rastlanmaz, herkes Allah sayesinde zengindir.
Bu mutlu hayatın karşıtı ise, Rabbinin makamının bilincinde olmayan bedbahtın hayatıdır. Bu miskin adam Rabbinden kopması sonucu, kendi iç âleminde ve dış âlemde gördüğü her şeyi kendi başına bağımsızmış gibi görür. Her varlığın kendi başına yarar, zarar, hayır ve şer dokundurabileceğini sanır. Bu yüzden tüm hayatı boyunca birtakım zevklerin tükeneceği korkusuyla, birtakım felâketlerin başına gelebileceği endişesiyle ve kaçırdığı fırsatların hüznüyle, kaybettiği makamların, malların, oğulların, yardımcıların ve sevgi beslediği, güvendiği, dayandığı ve önemsediği daha birçok şeyin hasretiyle yanıp tutuşur.
Bir kötülüğe iyice alışıp, onu bir alışkanlık hâline getirince, bu sefer yeni bir acıya bürünür. Sıkıntılar içinde kıvranarak vicdan azabı çeker. Boğulur gibi tıknefes olur; ahlarla, vahlarla, yürek sızılarıyla in-leyen göğsü sıkıntıdan daraldıkça daralır. Göğe doğru çıkıyormuş gibi olur. İşte yüce Allah, inanmayanları bu şekil bir iğrençliğe mahkum eder.
Bu noktayı kavradığın zaman, anlarsın ki, Allah'la yapılan sözleş- meyi unutmak, dünya hayatında mutsuzluğa mahkum olmak demektir. Her iki durumun merciî aynıdır. Dünya hayatındaki mutsuzluk, Allah-la yapılan sözleşmeyi unutmanın bir sonucudur. Yüce Allah'ın, tüm dünya halkına yönelik genel bir yükümlülük içeren şu hitabından çıkan sonuç budur: "İmdi benden size bir hidayet geldiği zaman kim benim hidayetime uyarsa o, sapmaz ve mutsuz olmaz. Ama kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz." (Tâhâ, 124) Bu surede ise, bunun yerine şöyle bir ifade kullanıyor: "Kim benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
Eğer kavrama yeteneğin körelmemişse, o zaman anlamış olmalısın ki, söz konusu ağaca yaklaşma dünya hayatının yorgunluğunu ve mutsuzluğunu gerektiriyordu. Ki bu, insanın dünyada Rabbini unutmuş hâlde, O'ndan, O'nun yüce makamından gafil olarak yaşaması de-mekti. Öyle anlaşılıyor ki, Âdem hem ağaçtan yemek, hem de yaptığı sözleşmeye bağlı kalmak istiyordu. Ama bu mümkün olmadı, yaptığı sözleşmeyi unuttu ve dünya hayatının
yorgunluğuna mahkûm oldu. Ama sonra tövbe ile bu sıkıntısı giderildi. "Ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin." İfadenin orijinalinde geçen "rağad" kelimesi, afiyet ve hoşça geçinme, hayat sürme demektir. Araplar, "erğad'el-kavmu mevaşiyehum" derler. Yani sürülerini diledikleri gibi otlasınlar diye serbest bıraktılar. "Kavm'un rağadun" veya "nisâun rağadun" derler. Bununla, bir topluluğun veya kadınların rahat ve bolluk içinde bir hayat sürdürdüklerini vurgulamak isterler.
"Ama şu ağaca yaklaşmayın." Öyle anlaşılıyor ki, ağacın meyvesinin yenmesinin yasaklığı, ona yaklaşmayı yasaklamakla vurgulanmak isteniyor. Bununla söz konusu yasağın ne kadar önemli olduğu, aşılmaması gerektiği ifade ediliyor. Yüce Allah'ın şu sözü bunu pekiştirici niteliktedir: "Ağacı tadınca kötü yerleri kendilerine göründü." (A'râf, 22) "O ağaçtan yediler, böylece kendilerine kötü yerleri göründü." (Tâhâ, 121) Dolayısıyla onların yasağı çiğneyişleri, meyveyi yemekle somutlaşmıştır. Bu ise, "yaklaşmayınız." ifadesiyle yasaklanan şeyin "yemek" olduğunu gösteriyor.
"Yoksa zalimlerden olursunuz." Ayetin orijinalinde geçen "zalimîn" kelimesi, "zulm" kökünden gelir. Bazılarının ihtimal dahilinde gördükleri gibi "karanlık" anlamını ifade eden "zulmet" kökünden gelmez. Nitekim onlar da suçlarını itiraf ederlerken, "zulüm" işlediklerini dile getirmişlerdi. Yüce Allah onların bu itiraflarını şu şekilde aktarıyor: "Dediler ki: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 23) Ne var ki, yüce Allah "yoksa zalimlerden olursunuz" ifadesi yerine, Tâhâ suresinde "fe-teşga" yani "sıkıntıya düşersiniz, yorulursunuz ve mutsuz olursunuz" ifadesini kullanıyor. İfadenin kökü olan "eş-şi-ka"nın anlamı, "yorulmak"tır. Sonra "yorulma"yı da şu şekilde açıklığa kavuşturuyor: "Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. Ve sen burada susamayacaksın, güneşte yanmayacaksın."
Bununla da anlaşılıyor ki, söz konusu zulmün cezası, dünya hayatında yorulmaktır; açlık, susuzluk, çıplaklık ve meşakkat
çekmektir. Buna göre, Hz. Âdem ve eşinin işledikleri zulüm, kendi nefislerine karşı işlenmiş bir zulümdü. Günah işleme ve Allah'a zulmetme anlamında bir suç söz konusu değildi. Yine buradan anlıyoruz ki, söz konusu yasak, yani "yaklaşmayınız," ifadesi, "irşadî nehiy" yani doğruyu gösterme, yükümlünün çıkarına ve iyiliğine olanı gösterme amacına yönelik öğüt nitelikli bir yasaklamaydı, "mevlevî nehiy" yani teşri nitelikli bir yasaklama değildi.
Dolayısıyla Hz. Âdem ve eşi cenneti terk etme durumunda kalmakla kendilerine karşı bir zulüm işlemişlerdi. Çünkü mevlevî nehye yani teşri nitelikli bir yasağa karşı gelmenin cezası tövbe edilirse ve tövbe de kabul görürse kaldırılır. Fakat görülüyor ki, Hz. Âdem ve eşinin cezası kaldırılmıyor. Tövbe etmiş, tövbeleri kabul görmüş olmasına rağmen, cennette bulunan önceki yerlerine geri döndürülmüyor. Eğer onlara getirilen yükümlülük, zorunlu sonuçları olan bir öğüt nitelikli yol gösterme olmayıp, teşri nitelikli bir yükümlülük olsaydı, tövbelerinin kabulü ile birlikte önceki yerlerine dönmeleri de gerekecekti. İnşaallah, ileride bu konuyu daha ayrıntılı biçimde ele alacağız.
"Derken şeytan onların ayaklarını oradan kaydırdı." Bu ve benzeri ifadelerden, şeytanın onlara yaptığı telkinlerin biz Âdemoğullarına görünmeksizin yönelttiği vesveselerden farklı bir şey olmadığı anlaşılıyorsa da, ancak; "Dedik ki: Ey Âdem, bu, senin ve eşinin düşmanıdır." gibi ifadelerden de yüce Allah'ın, şeytanı onlara göstermiş ve onu nitelikleriyle değil, şahsen onlara tanıtmış olduğu anlaşılmaktadır. Yine şeytanın Âdem'e yönelik hitabını aktaran şu ayet-i kerimeden de aynı şey anlaşılıyor: "Ey Âdem sana sonsuzluk ağacını göstereyim mi?" İfadede doğrudan bir hitap kullanılmıştır.