Değerli Arkadaşlar, Sendikalarımızın Değerli Yöneticileri, Değerli Mücadele Arkadaşlarım



Yüklə 125,73 Kb.
tarix15.01.2019
ölçüsü125,73 Kb.
#96842

Değerli Arkadaşlar,

Sendikalarımızın Değerli Yöneticileri,

Değerli Mücadele Arkadaşlarım,

Sizleri KESK Yürütme Kurulu adına saygıyla selamlıyorum. KESK Danışma Meclisi 9. Dönem 2. Toplantısı için toplanmış bulunmaktayız. İki gün boyunca sizlere daha önce göndermiş olduğumuz gündem doğrultusunda tartışacağız. Sizlerin görüş, değerlendirme ve önerileriniz doğrultusunda 14 Ekim Pazar günü Genel Meclisi kararlar alacak ve bu şekilde önümüzdeki dönemin mücadele hattını belirleyeceğiz.



Değerli Arkadaşlar,

Kapitalizm kendi yapısal krizlerinden en ağır birini yaşıyor. Sorunlara çözüm üretemediği gibi sorunların daha da ağırlaşmasına neden olan politikalar uyguluyor.


Kriz derinleştikçe emeğe ve ezilenlere yönelik saldırılar da sistematik olarak devam ediyor. İşsizlik, yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik giderek derinleşiyor. Kapitalizm bir kez daha yapısal krizini emeğe ve ezilenlere saldırarak, sömürüyü derinleştirerek ve yaygınlaştırarak aşmak istiyor.
Emperyalist sistem savaş ve çatışmaları körüklüyor, dolayısıyla silahlanmayı da artırıyor. Emperyalist devletler sadece savaş ve çatışma politikaları körüklemekle kalmıyor, ekonomik sömürü, iktisadi baskı, siyasi istikrarsızlık ve kültürel nüfuz politikaları da bir gün “barışçıl” bir gün silahlı, diğer gün diplomatik tehditlerle sürüp gidiyor.
Emperyalist kapitalist sistemin dayattığı savaş ve çatışmalar, doğada yarattığı tahribat dünya genelinde açlığa terkedilen insanların sayısını her geçen gün daha fazla artırmaya devam ediyor. Yüz milyonlar yetersiz beslenirken, çocuklar açlık nedeniyle onlarca sağlık problemi yaşıyor, gelişemiyor, ölüyor.

BM Çocuklara Yardım Fonu'nun (UNICEF) 11 Eylül 2018 tarihinde açıkladığı “Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu 2018” raporuna göre; 2017 yılı içinde dünyada aç insan sayısı 821 milyona ulaşmış durumda. Yani her 9 kişiden 1’i açlıkla yüz yüze. Açlıktan, sıcaktan, hastalıklardan en çok etkilenenler ise çocuklar ve kadınlar oluyor. Rapora göre doğurganlık çağında olup anemiden etkilenen kadın yüzdesi: %32,8 gibi korkunç bir orana ulaşmış durumda. Yalnızca anne sütüyle beslenen 6 aylıktan küçük bebek yüzdesi ise %40,7’ye düşmüş.

Rapora göre dünyada görülen açlığın son üç yıl içinde tırmanışa geçmesi ile on yıl önceki düzeylere geri dönülmüştür.

Yağmur dönemlerini ve tarımsal mevsimleri etkileyen iklim değişikliği kuraklık ve sel gibi iklimsel aşırılıklar, devam eden çatışmalar ve ekonomideki durgunlaşma açlıktaki artışı tetikleyen başlıca nedenler arasında yer almaktadır.



Değerli Arkadaşlar,

Doğa tahribatı da hiçbir dönemde olmadığı kadar artıyor. 7,6 milyar insanın ağırlığı, dünyanın biyokütlesinin yalnızca %0,01’ini oluşturmasına rağmen insanlar tüm yabanıl memelilerin %83’ünün ve tüm bitkilerin yarısının soyunu kurutmuş durumda. Sistem yalnızca yabanıl hayatı dümdüz etmekle kalmıyor, hangi hayvanların ve bitkilerin kalacağına da karar veriyor.

Deniz memelileri geçtiğimiz yüzyılda %80 azaldı. Dünya üzerinde kalan tüm kuşların %70’i kümes tavukları ve diğer çiftlik kuşlarından oluşuyor. Ve kalan memelilerin %60’ı büyük ve küçükbaş çiftlik hayvanları, %36’sı domuzlar ve sadece %4’ü yabanıl. Yani doğal yaşam giderek kaybolmak üzere.

Yapılan bir çalışmaya göre ise; yüzyılın sonunda sıcaklıkların sanayileşme öncesi seviyelerden 3.2 derece yükselmesi halinde, hayvan âlemindeki türlerin coğrafi aralıklarının yarısı kaybedilecek.



Değerli Yoldaşlar,

Tüm gelişmeler ve veriler emperyalist sistemin doğaya ve insani değerlere karşı bir saldırı halinde olduğunu gösteriyor. Krizi tüm dünyada fırsata çeviren sistem yüzyılın başında yaşananlara benzer şekilde milliyetçiliğe, ırkçılığa ve dini gericiliğe sarılıyor, örgütlüyor, yaygınlaştırıyor.


Başta Avrupa olmak üzere son yıllarda yabancı düşmanı, sağ- faşist- ırkçı siyasi parti ve hareketler, savaşların, çatışmaların ve bunların sonucunda yaşanan mülteci akınının artışına paralel olarak yükselişini sürdürüyor. Siyasal ve ekonomik kriz karşısında sol, sosyalist toplumsal muhalefetin parçalı ve yetersiz duruşu nedeniyle sağ partiler yükselişe geçiyor.

İsveç’te İsveç Demokratları, Danimarka’da Halk Partisi, İtalya’da Kuzey Ligi, Bulgar Yurtseverler Birliği, Hollanda’da Özgürlük Partisi, Fransa’da Ulusal Cephe, Avusturya Özgürlük Partisi, Almanya İçin Alternatif Partisi, Norveç’te İleri Parti, Macaristan’da Jobbik ve Macar Yurttaş Birliği, Yunanistan’da Altın Şafak ve ülkemizde Cumhur İttifağı partilerinin oy oranları içinden geçtiğimiz süreci gözler önüne sermektedir.

Son olarak Brezilya’da geçen hafta sonu yapılan seçimin ilk turunu Sosyal Özgürlük Partisi adayı aşırı sağcı ve Trump hayranı Jair Bolsonaro’nun büyük farkla kazanması yine süreçten bağımsız değildir.

Küresel sermaye yayılmacılığını pekiştirmek, siyasi hegemonyayı inşa etmek için halklar arasındaki din, dil, mezhep, kültür farklılıkları, anlaşmazlıkları körüklemeye, bu farklılıkları ve anlaşmazlıkları savaş ve çatışma çıkarmak için kullanmaya devam ediyor. Emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesi sonucu yaratılan değerler, demokrasi ve hukuk normları fiilen ortadan kaldırılıyor.

Alman Bertelsmann Vakfı tarafından yapılan ve OECD ile Avrupa Birliği'ne üye 41 ülkenin değerlendirildiği son araştırma da yaygınlaşan baskıları ve demokratik kriterlerdeki gerilemeyi gözler önüne sermektedir. Araştırma, dünya genelinde gözlemlenen demokrasi kalitesindeki düşüşün birçok Batı ülkesinde de görüldüğüne dikkat çekiyor. Rapora göre 2014 yılı verileri ile karşılaştırıldığında toplam 26 ülkede demokrasi ve hukuk devletini oluşturan yapılarda kötüleşme kaydedilmiştir. Rapor özellikle Türkiye, Macaristan, Polonya ve Meksika gibi ülkelerdeki olumsuz gelişmeye dikkat çekiyor. Araştırmaya göre Türkiye, demokrasi kalitesi açısından 41 ülke arasında son sırada yer alıyor.

Değerli Arkadaşlar,

Ortadoğu, emperyalist-kapitalist sistemin çelişkilerinin yoğunlaştığı, en keskin biçimde dışa vurulduğu bir alan olma özelliğini sürdürüyor. Sıcak savaş her ne kadar Suriye’de daha çok yaşanıyor olsa da diğer birçok ülkede küresel güçler arasındaki çelişkiler irili ufaklı çatışmalara dönüşüyor.

Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler küreselleşmenin ve emperyalizmin Suriye, Irak ve Kürt Sorunu ile bağlantısı bağlamında önem taşıyor.

Ortadoğu bir yandan da ABD-Rusya arasında yaşanan güç ve hegemonya çatışmasının odak yeri haline gelmiştir. İran’a yönelik olası savaşın ya da saldırının bu dengenin hangi tarafın öne çıkacağı ile belirleneceğini söylemek yerinde olacaktır.

Birçok çevrenin 3. Dünya Savaşının Ortadoğu’da başlamış olduğu ve ABD/İsrail’in İran’a yönelik hazırlıklarının orta vadede sıcak savaşa dönüşeceği ve asıl savaşın o zaman başlayacağı yorumları dikkate değer tespitlerdir.

Irak’taki hükümet oluşturma çalışmalarını da ABD-Rusya-İran’nın kendi lehlerine güç biriktirme kapsamında ele alınması doğru olacaktır.

Yine İdlip etrafında yaşanan gelişmeler önümüzdeki dönemin gidişatını belirleyecek, Suriye’de yaşanan çatışmaların sonuna gelinirken sonrasını belirleyecek nitelikteki önemini korumaktadır.

Öte yandan Türkiye-Rusya arasında varılan İdlib antlaşması tarafların zaman kazanma hamlesi olup hemen ardından İsrail’in komplosu sonucu Suriye tarafından düşürülen Rusya uçağı olayı yeni çatışmaların pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermektedir. İdlip antlaşması AKP/MHP iktidarının cihatçı çetelerin hamisi olduğunun tescillenmesi anlamında iç politikayı da etkileyecek bir antlaşmadır. Antlaşmanın bir diğer yönü de Almanya başta olmak üzere yeni bir mülteci akınından korkan Avrupa’nın Türkiye’yi antlaşmayı imzalaması için teşvik ederek kendini korumaya almasıdır.



Değerli Arkadaşlar,
AKP’nin en başta uluslararası diplomasisi ve “Yeni Osmancılık” hayalleri fiilen ve resmen sona ermiştir. Ortadoğu politikası iflas etmiştir. İdlip Antlaşmasıyla uluslararası dinci terör örgütlerine kefil olmuş ve bu örgütlerle ilişkisini kabul etmiştir. Bundan sonra diplomatik alanda bu güçler adına söze söyleme hakkı kadar bu güçlerin eylemlerinin de sorumluluğunu üstlenmiş olacaktır.
Kaldı ki, bu terör odaklarının İdlib’te de kalıcı bir iktidar alanı oluşturması mümkün olmadığı, çok da uzak olmayan bir zamanda buradan çıkarılmaları için Rusya-İran-Suriye’nin ciddi hamlelerinin olacağı açıktır. Bu da yüzbinlerce mülteci ile birlikte binlerce örgüt elemanının da ülkemize giriş yapmaları anlamına gelecektir.

Gerici, mezhepçi, fetihçi AKP dış politikası ülkemizi sadece ekonomik değil uluslararası alanda da ciddi bir krize sürüklemiştir. Bu krizin ortaya çıkardığı/çıkaracağı tüm toplumsal ve siyasal sorunların sorumlusu AKP ve tek adam rejimidir.


Değerli Arkadaşlar,
AKP/Saray rejimi bundan sonrasına ilişkin Ortadoğu politikasının merkezine Kürtlerin her ne şekilde olursa olsun bir statü elde etmemesini oturtmuştur. İçeride ve dışarıda Kürtleri etkisizleştirmek, demokratik siyaset kanallarını kapatmak ve var olan örgütlülüklerini dağıtmak bir devlet politikası olarak uzun süredir devam etmektedir. Gerek Suriye, Irak politikaları ve gerekse de son birkaç yıldır dinmek bilmeyen içteki baskıcı, otoriter, faşizan politikaları birbirinden bağımsız değildir.
Bu durum hem iç hem de dış politikayı kilitleyen bir çıkmaza yol açmaktadır. Hakeza süreklileşen savaş politikası yaşanan ekonomik krizin de hem temel nedenlerinden hem de devam etmesinin nedenlerinden olmaktadır.

Öte yandan AKP’nin bugüne kadar izlediği savaş ve düşmanlaştırma politikası, bir taraftan Suriye’de kendisine manevra alanı açmayı hedeflemekte, diğer taraftan da içerde kendi iktidarına rıza örgütleme aracı olarak görülmektedir. Dolayısıyla savaş ve düşmanlaştırma politikası, AKP’nin uzun süredir temel motivasyonu olmuştur.



Değerli Arkadaşlar,

Birkaç gün önce 10 Ekim Katliamının üçüncü yıldönümüydü. AKP iktidarı ne zaman zorlandıysa, ne zaman koltuklarını kaybetme korkusu yaşadılarsa bu ülkede ya bombalar patlıyor, katliamlar oluyor ya da kitlesel tutuklamalar, gözaltılar, OHAL uygulamaları yaşanıyor. 7 Haziran – 1 Kasım 2015 aralığı aydınlatılmadan AKP’nin nasıl bir parti olduğu da içinden geçtiğimiz süreç de anlaşılamaz.

Bugün dünyada her ülkeden ne kadar gerici, radikal, dinci terör örgütü varsa toplandığı İdlip’te, bu örgütlere söz geçirebileceği garantisini veren ve onlar adına antlaşma yapan siyasi iktidarın iki canlı bombayı Ankara’nın göbeğine kadar nasıl olup da engellemediği sorusunun cevabı hala yanıtlanmayı bekliyor.

Katliam sonrası neden anmalarımıza izin verilmediği, katliam nedeniyle bir kez olsun ailelere, Konfederasyonlara başsağlığı dilenmediği, yandaş medyanın niçin katliama dair tek bir laf etmediği gibi sorular ise kuşkumuzu ve öfkemizi büyüten sorulardır. Biliyorsunuz, asgari demokrasi kurallarının olduğu ülkelerde bir kişinin bile siyasal nedenlerle katlediği yerlerde o günün anısına anıtlar yapılır ve yeniden benzer acıların yaşanmaması için o anıtlar aracılığıyla gelecek kuşakların hafızasına kazınması amaçlanır. 10 Ekim’de 103 insanımızı, arkadaşımızı, yoldaşımızı kaybettik. Ancak AKP iktidarı anıt yapmamıza dahi izin vermedi, vermiyor.



Değerli Arkadaşlar,

Bir seçim daha yaklaşıyor. Mart 2019’da yerel seçimler yapılacak. Kendileri de bunun bir yerel seçim olmayacağı, yeni rejimin halk tarafından onaylanıp onaylanmadığının bir referandumu niteliğinde de geçeceğini söylüyorlar.

AKP-MHP koalisyonu bir kez daha seçim çalışmalarını kitlesel gözaltılarla, tutuklamalarla, baskılarla başlattı. Her gün bir şehirde muhalif örgütlere, partilere yönelik kitlesel gözaltıları ve tutuklamaları yapılıyor. Bu hafta başında sadece Diyarbakır merkezli yapılan operasyonda aralarında 10'a yakın üyemizin de olduğu 100’ün üzerinde siyasetçi, demokratik kitle örgütü yöneticisi, kadın örgütleri aktivistleri, gençler gözaltına alındı. Operasyonun tek delili nereden yapıldığını hepimizin tahmin ettiği bir ihbar! Üstelik ihbarda isimlerin yazılmasına bile gerek görülmemiş! Seçime yaklaştıkça baskıların zirve yapacağı aşikâr.

Burjuva demokrasisinin temel kural ve kurumları gibi seçim mekanizması da AKP’nin yeni rejiminde gittikçe sonuçları önceden ayarlanmış bir aldatmacaya dönüşmeye başladı. 16 Nisan referandumu, 24 Haziran’da da görüldüğü üzere, önümüzdeki yerel seçimlerde de AKP-MHP iktidar bloku lehine devletin tüm imkânları kullanılarak sonuç önceden tayin edilmeye çalışılacak. İstedikleri sonuçlar ortaya çıkmadığında da yeniden kayyum atayacaklarını şimdiden ilan etmiş durumdalar. Elbette ki, bu politikanın bir diğer amacı da sandıklara gidişi en aza indirmek, seçim çalışmalarına yönelik motivasyonu düşürmek ve demokratik ittifakları engellemektir. Bizlere düşen de bu oyunları bozmaktır.



Değerli Arkadaşlar,

Cezaevleri doluluk oranları rekor üzerine rekor kırıyor. Haziran 2018 verilerine göre, 211 bin 274 kapasiteli 449 cezaevinde, 246 bin 426 hükümlü ve tutuklu bulunuyor. Doluluk oranı yüzde 117. O günden bugüne bu sayılara binlerce insan daha eklenmiş durumda.

Cezaevlerinde ise insanlık dışı uygulamalar giderek artıyor. Tutsaklar sağlık hakkı için, hastanelerde tedavi görebilmek için bedenlerini ölüme yatırır oldular. Üyemiz Onur Hamzaoğlu’nun “cezaevleri toplama kamplarına döndü” tespiti yerinde ve yaşananları en veciz haliyle özetler niteliktedir.

Muhalifleri cezaevlerine dolduruyor, dışarıyla tüm iletişimlerini kesmeye çalışıyorlar. Tecrit ve izolasyon hiçbir dönemde olmadığı kadar yaygın uygulanıyor. 12 Eylül koşullarında bile bu türden bir tecrit hayata geçirilmemiştir. Bu vesileyle halklarımız arasında kamplaşmaya, ayrışmaya hizmet eden, savaş politikalarının devamını sağlamaya yönelik cezaevlerindeki baskı, işkence ve tecrit politikasını kınıyor, protesto ediyoruz.

Öte yandan AKP-MHP iktidar blokunun af tasarısı esasta cezaevlerinde muhalifler için yer açmaya yöneliktir. Mafyayı, uyuşturucu baronlarını, sapıkları, hırsızları salıvermeyi, yerlerine gazetecileri, emek örgütü temsilcilerini, avukatları, kısacası muhalif kesimleri doldurmayı hedefliyorlar.

Cezaevlerine koyamadıklarını ise yarı açık cezaevine dönüştürdükleri dışarıda hareket edemez hale getirme politikası uyguluyorlar. Denetimli Serbestlik Daire Başkanlığı’nın 2018 Temmuz istatistiklerine göre denetimli serbestlik uygulaması 8 yılda yaklaşık 6 kat arttı. 2010’da 79 bin 822 kişiye denetimli serbestlik uygulanırken bu sayı 30 Temmuz itibarıyla 6 kat arttı ve 456 bin 157 oldu. Bu sayının 500 bini aştığı tahmin ediliyor. Binlerce muhalife haftanın her gün karakola gidip imza atma zorunluluğu getirilerek günlük olarak gözdağı vermeyi amaçlıyorlar. Yine “hükmün açıklanmasını erteleme” yoluyla da bir daha 2-3 ya da 5 yıl boyunca basın açıklamasına dahi katılımın önü alınmaya çalışılıyor.



Değerli Arkadaşlar,

Toplumsal muhalefetin baskı altına alınması, Kürt sorununda uygulanan savaş siyasetinin kesintisiz devam ettirilmesi, ekonomide uygulanan azgın neoliberal politikalar, toplumsal hayata dayatılan gericilik ve uluslararası alanda başta Suriye politikaları olmak üzere Ortadoğu’da emperyalist güçlerle yapılan işbirliği ülkemizi siyasal ve ekonomik büyük bir krizin içine sokmuştur.

Demokratik muhalefeti, Kürt halkını, işçi ve emekçileri hedef alan gerici faşist saldırılar yeni rejimin daha baştan kriz içine girmesiyle sonuçlanmıştır. Kriz hem ekonomik hem siyasaldır.

Yeni Rejim kurumsallaşmasını tamamlayamama korkusuyla saldırılarını artırarak ve burjuva hukukunun asgari normlarını bile tanımayarak devam ettiriyor.

“Kölece yaşamak istemiyoruz” diyen 3. Havalimanı işçilerinin tutuklanması bir yandan toplumsal muhalefete, işçi sınıfına yönelik gözdağı olurken bir yandan da rejimin bu korkusunu ifade etmektedir.

Öte yandan sermaye artık kabinede yer almakta ve doğrudan yönetmektedir. Sermaye temsilcilerinin doğrudan iktidarda, işin başında olması zihinlerde ayrı ayrı düşünülen şeylerin birleşmesi, otoriterliğin aynı zamanda emeğin haklarının yok edilmesine tekabül ettiğinin daha net görülmesine de olanak sunmuştur. 3. Havalimanı işçilerine yönelik saldırı bu nedenle anlaşılır, sınıfsal bir saldırıdır.

Dolayısıyla yeni sistemin sermaye temsilcilerini doğrudan iş başına getiren ilk kabinesi emek mücadelesiyle demokrasi mücadelesinin ayrılmayacağı tezini güçlendirici bir işlev görmüştür.

Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi tutuklu avukatları serbest bırakan aynı mahkemenin şartlarda en ufak bir değişiklik olmamasına rağmen aradan 12 saat geçmeden yeniden tutuklama kararı vermesi ise hukukun sınıfsal karakterini çarpıcı şekilde ortaya sermiştir. İktidar yargının görüntüde bile olsa “bağımsız olduğu” yanılsamasına dahi tahammül edemeyecek bir tutum içerisindedir.

Rejim politikalarını hayata geçirmede güvendiği toplumsal kesim milliyetçi, muhafazakâr ve kindar nesil olmaya devam ediyor. “Dindar nesiller” yetiştirmek için yüz binden fazla Kuran kursu açılmış, imam hatip okulları canlandırılmış, imam hatip çıkışlı kişiler anaokulundan liselere kadar müdür olarak atanmıştır. Eğitimi dinselleştirme yolunda dini vakıf ve dernekler üstünden paralel bir dini eğitim programı devreye sokulmuştur. TRT ve yandaş medya üstünden dini propaganda yoğunlaştırılmıştır.

Ancak Saray-AKP yönetiminin yıllardır sürdürdüğü muhafazakâr toplum inşa etme, dindar nesiller yetiştirme politikasında bir yol almışsa da umduğu sonucu aldığı söylenemez.

Bu nedenle karma eğitim tartışmaya açılarak eğitimin tümden tekçi ve gerici hale getirilmesinin önü açılmıştır.

Saray-AKP yönetimi gençleri ve kadınları muhafazakâr toplum inşa etme politikasının aracı haline getirme ısrarını sürdürmektedir.



Değerli Arkadaşlar,

Adına ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ dense de ne başkanlık ne yarı başkanlık ne de parlamenter rejimlerle uzaktan yakından bir ilgisi olmayan tüm yetkilerin tek adama devredildiği faşizan bir sistem ile karşı karşıyayız.

Meclis üyelerinden oluşan ve seçimle gelen Hükümet değil, Başkanın atadığı kişilerden oluşan, biçimsel de olsa güven oylamasına dahi sunulmayan Hükümetlerle yönetilen bir ülke gerçekliği ile karşı karşıyayız.

Bu hafta içinde Cumhurbaşkanlığına bağlı 9 politika kurulunda görev alacaklara ilişkin atama kararı Resmi Gazete’de yayınlandı. Atanan kişilerin milliyetçi, muhafazakâr, Türk-İslam sentezine inananlardan oluşması önümüzdeki dönemde uygulanacak politikaların son yıllarda uygulananlardan farklı olmayacağını, aksine katmerleşerek devam edeceğini gösteriyor. Güvenlik ve Dış Politikalar Kuruluna atananlar ise daha dikkat çekicidir. Bu kurula SADAT kurucusunun yanı sıra ülkemizi ve bölgeyi kan gölüne çeviren politikaların ateşli savunucuları olan, çoğu Strateji Araştırmaları Merkezleri yöneticilerinin atanması kontgerilla tipi bir güvenlik anlayışının giderek devlet politikası olarak uygulanacağını düşündürüyor.

Anayasa ve yasalar değil Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile ülke yönetiliyor. Cumhurbaşkanlığı bünyesinde oluşturulan kurullar ve bu kurulların gerçekleştirdiği eylemler, fiiller ve hizmet alımları her türlü denetimden muaf tutulmuş durumda. Adeta paralel bütçeler oluşturulmuş, örtülü ödenek bütçenin üzerine çıkarılmıştır.

Değerli Arkadaşlar,

Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle anayasanın dışına çıkılması ve anayasaya aykırı yetkiler kazanılmasının örneklerinden biri de 5 nolu cumhurbaşkanlığı kararnamesidir. Bu kararname 12 Eylül’de kurulan Devlet Denetleme Kurulu’nun yapısını ve işleyişini düzenlemektedir. Kararname anayasaya aykırı olarak DDK’na emek ve meslek örgütlerine yönelik olarak idari soruşturma, yöneticilerini görevden alma, bu kurumların her türlü belge ve bilgisine erişim hakkı ve Cumhurbaşkanının uygun gördüğü her işi yapma yetkisi veriyor. Açık ki, TMMOB ve TTB’ye yönelik operasyonlardan istediği sonucu alamayan AKP iktidarı emek ve meslek örgütlerini bu şekilde zapt-u rapt altına almayı ve istediğinde kayyum atamayı hedefliyor.

Yeni rejimle birlikte bakanlık sayılarının düşürülmesi ve bazılarının birleştirilmesi nedeniyle hizmet kollarında da değişiklikler yaşanacaktır. Değişiklik öncesi her zaman olduğu gibi sendikalardan görüş alınmadığı gibi şu ana kadar örgütlenme alanlarının nasıl düzenleneceğine dair herhangi Bakanlık tarafından bir toplantı yapılmamıştır. Her ne kadar değişiklik Mayıs 2019’da hayata geçirilecek olsa da Danışma Meclisimizin bu konuda görüş ve önerilerde bulunması hazırlıklarımızın yönünü belirleyecektir.

Değerli Arkadaşlar,

Temmuz ayı sonu itibariyle güya OHAL kalktı. Adı dışında her şey olduğu gibi devam ediyor. Kaldı ki, yapılan düzenlemeyle tüm valiler süper yetkilerle donatılarak her biri OHAL valisi haline getirildi. Nitekim OHAL kalkmasına rağmen hala toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkı engellenmekte, düşünce ve ifade özgürlüğü “terör propagandası” adı altında yasaklanmakta, günlerce süren gözaltı uygulamaları yapılmakta, “makul şüpheli” görülen herkesin evi, işyeri, üzeri istendiği zaman aranmakta, karakollarda ve sokaklarda işkence vakaları artmakta, emek ve demokrasi güçlerinin örgütlenme ve demokratik eylem, etkinlikleri soruşturma konusu yapılmaktadır.

Kurum kanaati denen yargıdan, belgeden, delilden yoksun, ihbarcılığa dayalı sistem olduğu gibi devam ettirilmektedir. OHAL’de ihraçlar KHK ile yapılırken ve KHK’lar Bakanlar Kurulu kararıyla alınırken, şimdi tek bir Bakanın onayı ile ihraca olanak tanınıyor.

Halen 4.235 KESK’e bağlı sendika üyesi ihraç edilmiş durumdadır. OHAL kalkmış olmasına rağmen adı hala OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu olan komisyon 5 Ekim’de yaptığı açıklama ile misyonunu da ele vermiş oldu. Komisyon bugüne kadar 36.000 dosyayı incelediğini, bunlardan sadece 2300 başvuruyu kabul ettiğini açıklamıştır. Bu sonuç üzerinde değerlendirme bile yapmayacak kadar açık bir niyeti ele vermektedir. KESK’e bağlı sendikamız üyelerinden şu ana kadar kaçının başvurusunun reddedildiği, kaçının kabul edildiği konusunda elimizde net bir veri bulunmamaktadır. Danışma Meclisimize sunmak üzere sendikalarımızdan bilgi istenmesine rağmen BES dışında düne kadar cevap veren sendikamız olmamıştır. BES’in şu ana kadar 14 üyesinin başvurusu kabul edilerek görevlerine iade edilmiş, 13’ünün ise başvurusu reddedilmiştir.

Başvurusu reddedilenlerin bundan sonraki hukuki süreci Konfederasyonumuz bütünselliğinde yürütülmekte olup sendikalarımız hukuk sekreterleri ve avukatlarıyla bu konuda sık sık toplantılar yapılarak ortak hareket edilmeye çalışılmaktadır.

OHAL uygulamalarından olan seçilmiş sendika yöneticisi arkadaşlarımıza yönelik “sendika yöneticisi olamayacakları”na dair ILO ve diğer uluslararası sözleşmelere, mevcut anayasamıza ve 4688 sayılı yasaya aykırı olarak açılan davalar devam ediyor. Çeşitli illerde bu kapsamda açılan davalara karşı hukuki mücadelemiz de devam etmekte olup uluslararası tüm platform ve toplantılarda konu dile getirilmektedir.



Değerli Arkadaşlar,

Emek mücadelesi, özelikle son 40 yıldır sermaye güçlerinin giderek artan ve yoğunlaşan saldırısı altındadır. Bu saldırı, ideolojik bir söylem, bir tehdit olmaktan çıkıp fiilen ve yasalar düzeyinde en önemli emekçi kazanımlarının adım adım ortadan kaldırıldığı bir sürece dönüşmüştür.

Yeni faşizan rejimle birlikte güvencesiz çalışma biçimleri alabildiğine yaygınlaştırılmış, kamu hizmetleri sonuna kadar piyasaya açılmış, kadın ve çocuk emeği başta olmak üzere emek sömürüsü artmıştır. Bugün gelinen noktada çalışma yaşamını yıllardır özelleştirme, sendikasızlaştırma, kayıt dışı çalıştırma, taşeronlaştırma gibi sermayenin ihtiyaçlarına cevap verecek yönde şekillendiren siyasi iktidarların emeğin temel kazanımlarını hedef alan saldırıları Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle devam ediyor.

Saldırılar hem hukuksuz yasal düzenlemelerle hem de fiili saldırı politikalarıyla yapılıyor. 3. Havalimanı direnişine karşı devletin tüm zor aygıtlarının, hatta gözaltılarda işyerinin araçlarının kullanılması bunun bariz örneği olmuştur.



Değerli Arkadaşlar,

Emek mücadelesi, özellikle son 40 yıldır sermaye güçlerinin giderek artan ve yoğunlaşan saldırısı altındadır. Bu saldırı, ideolojik bir söylem, bir tehdit olmaktan çıkıp fiilen ve yasalar düzeyinde en önemli emekçi kazanımlarının adım adım ortadan kaldırıldığı bir sürece dönüşmüştür.

Yeni faşizan rejimle birlikte güvencesiz çalışma biçimleri alabildiğine yaygınlaştırılmış, kamu hizmetleri sonuna kadar piyasaya açılmış, kadın ve çocuk emeği başta olmak üzere emek sömürüsü artmıştır.

Çalışma yaşamını yıllardır özelleştirme, sendikasızlaştırma, kayıt dışı çalıştırma, taşeronlaştırma gibi sermayenin ihtiyaçlarına cevap verecek yönde şekillendiren siyasi iktidarın emeğin temel kazanımlarını hedef alan saldırıları 24 Haziran seçimleri ile resmileşen faşizan rejimde artarak devam etmektedir.



Söz konusu saldırıların en önemli halkası devlet eli verilen kamu hizmetlerinin toptan tasfiyesinin hızlandırılması, kamuda güvencesiz istihdamın temel istihdam biçimine dönüştürülmesidir.

Bilindiği üzere bugüne kadar hükümet programlarında, Ulusal İstihdam Strateji Belgelerinde en son 11. Kalkınma Planı’nda iş güvencesine dayanan kamusal istihdamın refah devleti dönemi için geçerli olduğu ancak refah devleti döneminin kapandığı ifade edilmiştir. Serbest piyasaya dayalı açık rekabet koşullarında özel hukuk hükümlerine göre kamu personeli çalıştırılmasının şart olduğu vurgulanmıştır.



Tek adama dayalı ‘yeni’ sistem ve bu sistemin sekretaryalığını yapmakla görevlendirilen kabine “ülkeyi Anonim Şirket gibi yönetme” temel hedefi doğrultusunda, kamuyu tamamen piyasaya açarak tasfiye etme yolundaki adımları hızlandırmıştır.

Kamuya kadrolu alımlar tamamen durdurulmuştur. Özellikle OHAL sonrasında hız kazanan sözleşmeli personel alımı çığırından çıkmıştır.

21 Haziran tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 2018 /11809 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslarda önemli değişiklikler yapılmıştır.

Bu değişikliklere göre sözleşmeli personel (4/B) doğum, süt, evlilik, birinci dereceden yakının vefatı halinde verilen izin gibi hakları bakımından kadrolu personel(4/A) ile eşitlenmiştir.

Ancak sözleşmelilerin başta kadro, tayin, gelir vergisi adaletsizliği sorunu olmak üzere temel talepleri görmezden gelinmiştir. Daha da önemlisi söz konusu Bakanlar Kurulu kararı ile kamuya sözleşmeli personel alımının kapsamı çok daha genişletilmiştir.

Yargıtay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Kuvvet Komutanlıkları, Milli Savunma Üniversitesi ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı sözleşmeli personel alınacak kurumlar arasına eklenmiştir. Böylece neredeyse tüm kamuda sözleşmeli personel istihdamının kapısı açılmıştır.

Dolayısıyla Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslarda yapılan değişiklikler ve ardından 24 Haziran sonrası bazı bakanlıkların kaldırılması, bazılarının birleştirilmesi, Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile kamuda özel sözleşme hükümlerine tabii istihdamının kapısının sonuna kadar açan düzenlemeler yapılması sonucunda güvenceli-kadrolu istihdamın tamamen ortadan kaldırılması hedefinde ciddi yol alınmıştır.

Diğer taraftan mevcut kadrolu-güvenceli istihdamı eritmek için de farklı yollar izlendiği örneğin TRT’de yapıldığı gibi emekliliğe teşvik gibi yolların izlendiği görülmektedir. Önümüzdeki süreçte benzer yöntemlerin diğer kamu kurumlarında da yaygınlaşması sürpriz olmayacaktır.

Değerli Arkadaşlar

Son üç dört aydır etkileri daha net hissedilen ekonomik kriz emeği hedef alan saldırıların fırsatı haline getirilmek istenmektedir.

Yıllardır ısrarla sürdürülen sermaye dostu emek düşmanı neoliberal politikalar doğrultusunda üretimden çok inşaata ve borçlanarak tüketime dayanan, büyük ölçüde yabancı sermayeye ve sıcak paraya bağımlı Türkiye ekonomisi bugün gelinen noktada tıkanmıştır. Ülkenin sanayiden enerjiye gübreden ilaca kadar her alanda ithalata bağımlı hale getirilmesi sonucunda kelimenin tam anlamıyla bir ‘borç ekonomisi’ yaratılmıştır.

Amerikan Merkez Bankası FED’in 2008 mali krizinden sonra sıfıra yakın tutuğu faiz hadlerinde 2015 Aralık ayından itibaren kademeli artışa gidişi ile birlikte yatırımcılar gelişmekte olan pazarlardan çekilip ABD'ye geri dönmeye başlamıştır. Bu durum Türkiye, Güney Afrika ve Brezilya gibi yatırımcıların çekildiği ülkelerin parasının değerinin düşmesini ve buna bağlı olarak da ülkelerin borç yükünün artışını beraberinde getirmiştir.



Böylece ihraç ettiğinden fazlasını ithal eden, oluşan açığı ise ya devlet borçlanması ya da dış finansman ile karşılayan Türkiye ve Brezilya gibi kırılgan ekonomilerde kriz şartları olgunlaşmıştır.

Buna rağmen Cumhurbaşkanı başta olmak üzere siyasal iktidar dış güçlerin Türkiye’yi hedef alan bir ekonomik savaş açtığı iddiasına sığınarak ülkeyi krize sürükleyen politikaları gizlemeye, krizin yükünü emekçilere yıkmayı hedefleyen yeni saldırıların önünü açmaya çalışmaktadır.



Tekrar vurgulamak gerekirse ülkeyi adım adım krize sürükleyen; halktan toplanan vergileri, yüksek faiz ve ucuz emek karşılığı gelen yabancı sermayeden, sıcak paradan elde edilen getiriyi üretime değil, inşaata gömen, sermayeye-patronlara milyarlarca dolar teşvik olarak aktaran, her alanda dışa bağımlığı artıran politikalardır.

16 yıldır emek düşmanı, sermaye dostu, İMF patentli neoliberal politikaları ısrarla sürdürenlerin söz konusu politikalar sonucu yaşanan krizi dış güçlerin kendi iktidarlarına açtığı bir ekonomik savaş olarak yutturmaya çalışması, ücretli kesimleri daha fazla yoksulluğa iten koşulları görmezden gelerek “kriz, miriz yok, hepsi manipülasyon” iddiasını ileri sürmesi nafiledir.

Nitekim 22 Eylül’de açıklanan Yeni Ekonomi Programı (YEP) ile ülkede bir kriz yaşandığı açıkça itiraf edilmiştir.



Değerli Arkadaşlar,

Emekten yana iktisatçıların “IMF’siz IMF programı” olarak nitelendirdiği Yeni Ekonomi Programı’na (YEP) aslında “yeni” demek de mümkün değildir. Çünkü “Piyasa ekonomisinin temel prensiplerinden taviz verilmeyecek” denilerek başlanan söz konusu program ülkeyi krize sürükleyen yeni-liberal politikaları daha da ağırlaştırarak sürdürmeyi temel alan bir programdır.

Öte yandan söz konusu programda her ne kadar “Gezi olayları, 17-25 Aralık 2013 yargı darbesi, Temmuz 2015 darbe girişimi, ABD yönetiminin Türkiye ekonomisini ve TL’yi doğrudan hedef alması…” gibi Cumhurbaşkanı tarafından sık sık ifade edilen “komplo teorilerine” yer verilse de yaşanan krize çözüm olarak sunulan önerilerin IMF’nin Nisan 2018 tarihli Türkiye Raporu’ndan kopyalandığı ortaya çıkmıştır.

Buna göre YEP ile özelleştirmelerin hızlandırılarak sürdürülmesi hedeflenmektedir. Bir önceki orta vadeli programda 2019-2020 yılları için 18,5 milyar TL özelleştirme geliri öngörülürken, YEP ile bu hedef 32 milyar TL’ye çıkarılmıştır. 16 yıllık AKP iktidarı döneminde toplam 60 milyar TL tutarında özelleştirme yapıldığı göz önünde tutulduğunda buna önümüzdeki iki yıl içinde 32 Milyar TL daha eklenmesi elde kalan tüm kamu işletmelerinin de özel sektöre peşkeş çekileceğini göstermektedir.

YEP’in temel hedeflerinden birisi de kamu harcamalarını azaltmaktır. Bu çerçevede 2019 yılında sosyal güvenlik harcamalarından 10,1 milyar TL tasarruf edilmesi öngörülmektedir.

Yani sosyal güvenlik harcamaları azaltılması ve sosyal güvenlik hakları tırpanlanması planlanmaktadır. Bunun yerine 2017 başlatılan ancak dahil edilenlerin %60’nın terk etmesi sonucu bekleneni veremeyen Zorunlu Bireysel Emeklilik Sisteminin (BES) yeniden yapılandırılması hedeflenmektedir.

Buna göre siyasi iktidar ile yakınlığı bilinen medyadan yanıysan bilgilere göre sisteme zorunlu girişte 45 yaş sınırının kaldırılması, sistemde zorunlu kalma süresinin ise 3 yıla çıkarılması hedeflenmektedir. Böylece yaklaşık 13 milyon işçi ve kamu emekçisinin brüt ücretlerinden her ay yapılacak yüzde 3 kesintinin sermayeye kredi olarak aktarılmasının önü açılacaktır.



Değerli Arkadaşlar,

Milyonlarca yurttaşın en yakıcı sorunlarının başında gelen işsizlik YEP’te adeta göremezden gelinmektedir. Programa göre işsizliğin 2018 yılında yüzde 11,3, 2019 yılında yüzde 12,1, 2020 yılında ise yüzde 11,9 olacağı tahmin edilmektedir. Ancak kriz nedeni ile işçi çıkarmalarının yeni yeni başladığı mevcut durum bile bu hedeflerin tutturulmasının çok güç olduğunu göstermektedir. Buna rağmen programda İstihdama yönelik genel geçer bazı politika ve tedbirler sırlanırken işsizlikle mücadeleye ilişkin somut hiçbir bir politika yer almamaktadır.

Ayrıca programa göre İşsizlik Sigortası Fonu’nun 2018’de 11 milyar TL, 2019’da 17,8 milyar TL, 2020’de 19,6 milyar TL fazla vermesinin hedeflenmektedir.

Kriz dönemlerinde en önemli sosyal güvenlik araçlarından birisi olan İşsizlik Sigortası Fonu’nun fazla vermesinin hedeflenmesi, krizle birlikte işsiz kalacak olanların dikkate alınmaması, işsizlerin söz konusu fondan yararlandırılmasının sınırlanması anlamına gelmektedir.

Öte yandan üç yıl boyunca artması beklenen birikim nerede kullanılacağı Fonu’nun elinde bulunan 10,8 milyar TL değerindeki devlet tahvilinin 27 Eylül’de yasaların etrafından dolanılarak üç devlet bankasına aktarılması operasyonunda bir kez daha görülmüştür.



Değerli Arkadaşlar,

Yeni Ekonomi Programı’nın en çok tehdit ettiği kesimlerin başında biz kamu emekçileri geliyoruz.

İktidara geldiği günden bu yana kamu personel rejimi reformunu diline dolayan siyasal iktidar söz konusu program ile elimizde kalan son haklara da göz dikmektedir.

Program ile kamuda esnek çalışma modellerinin yaşama geçirilmesi, yetenek ölçümü, tekrar yerleştirme ve norm kadro çalışmaları yapılması, özel sektörde yaygınlaşan “performansa dayalı ücretlendirme” sistemine geçilmesi hedeflenmektedir.

YEP’in bir diğer temel hedefi ise milyonlarca yurttaşın yararlandığı sağlık harcamalarını kısmaktır. Buna göre artarak 2021’de 39.7 milyar TL’ye ulaşacağı öngörülen sosyal güvenlik kuruluşlarının açığının Genel Sağlık Sigortası Fonu’ndaki birikimlerin artırılması ile kapatılması hedeflenmektedir. Genel sağlık sigortasının daha çok “fazla” vermesinin yolu ise daha fazla prim toplamak ve sağlık hizmetlerinin kapsamının daraltılmasından, katkı ve katılım payları artırılmasından geçmektedir. Kısacası vatandaşlara sunulan sağlık hizmetleri geriye giderken, vatandaşların cebinden yaptığı harcamalar ve prim ödemeleri artacaktır.

YEP’in bir diğer hedefi ise işçi sınıfının elinde kalan son kale olarak ifade edilen kıdem tazminatı hakkıdır. Programda “Sosyal tarafların mutabakatıyla kıdem tazminatı reformu gerçekleştirilecektir” denilse de geçmiş deneyimler AKP iktidarının “mutabakat” adı altında sermayenin taleplerini yaşama geçirdiğini defalarca ispatlanmıştır.

Bu nedenle içinde bulunduğumuz kriz dönemi de fırsata çevrilerek fon sistemi konusunun yeniden ısıtılması üzerinden kıdem tazminatı hakkına yönelik yeni bir saldırının yaşanması ihtimali artmıştır.

Sonuç olarak adı “yeni” olsa da ülkeyi krize sürükleyen yeni-liberal politikaları daha da ağırlaştırarak sürdürmekten ibaret program, emeği hedef alan saldırılarda krizi fırsata çevirme, krizin yükünü emekçilere yıkma programıdır.

Değerli Arkadaşlar,

Temel ekonomik göstergelerindeki bozulma ve giderek kronik hale gelen yüksek enflasyon verileri, henüz başında olduğumuz ekonomik kriz sürecinin önümüzdeki günlerde daha da derinleşeceğini göstermektedir.

Türkiye’nin brüt dış borç stoku 2003 yılında 144 milyar dolarken, 15 yılda 3 kattan fazla artarak 2018 yılı Eylül ayı itibari ile 456 milyar dolara ulaşmıştır. Toplam dış borcun milli gelire oranı ise yüzde 52 ile neredeyse 2001 krizi seviyesindedir.

Son 15 yılda kamu dış borcu 2 kat, özel sektör dış borcu ise 7 kattan fazla artmıştır. Bu durumda borçların büyük bölümünün özel sektör kaynaklı olduğu, kamu borcunun milli gelire oranının düşük olduğu yönündeki açıklamalar nafiledir. Çünkü bilindiği üzere özel sektörün dış borcu hazine garantisi altına alınmıştır. Yani devlet 15 yılda 7 kattan fazla artan özel sektör borcunu 81 milyona yüklemiştir.

Veriler halkın da borçlanarak bir yaşam sürmeye çalıştığını göstermektedir. Merkez Bankası’nın 2018 yılının ilk çeyreğine yönelik olarak 31 Mayısta yayınladığı son ‘Finansal İstikrar Raporu’na göre, Türkiye’de hane halkı borçları 16 yılda 75 kat artarak 574,6 milyar TL’ye yükselmiştir.

Aynı rapora göre hane halkının borcunun gelirine oranı 2002 yılında sadece Mart 2018 itibariyle yüzde 53 gibi ciddi bir orana ulaşmıştır.

Toplam 32 milyon borçludan üç milyonu borcunu ödemediği için bankaların yasal takibindedir. Varlık yönetim şirketlerinin tahsilat yapamadığı borçlu sayısı ise 1,5 milyonu aşmıştır. Özetle Türkiye'de aldığı borcu ödeyemeyen 4.5 milyon kişi iktisadi tabirle batık durumdadır.

Son üç dört aydır daha net hissedilen kriz ücretli kesimler başta olmak üzere dar gelirli halkın yaşamını zorlaştırmaktadır. TL’deki değer kaybı ve buna paralel olarak artan enflasyon reel ücretleri eritmiş, halkın satın alma gücü belirgin bir şekilde azalmıştır.

Öte yandan 3 Ekim’de açıklanan resmi enflasyon rakamları emeği ile geçinen kesimler başta olmak üzere milyonların yoksullaşmaya devam ettiğini, yükü emekçilere yıkılmak istenen krizin derinleştiğini bir kez daha teyit etmiştir. Buna göre aylık enflasyon yüzde 6,30 iken yıllık enflasyon ise yüzde 24.52’ye ulaşarak üç hafta önce açıklanan Yeni Ekonomi Programı’nda (YEP) hedeflenen yıllık enflasyon oranı dokuzuncu ay itibari ile 3,72 puan aşılmıştır.

OECD ülkeleri genelinde yıllık ortalama enflasyon oranının yüzde 2.5 olduğu dikkate alındığında Ekim ayı enflasyonu ortalamasının iki buçuk katı, yıllık enflasyonu ise 10 katı olan Türkiye tablosunun vahameti daha net olarak görülmektedir.



Değerli Arkadaşlar,

Enflasyon rakamlarındaki bu vahim tablo, hükümetin, başta gıda olmak ürünlere yapılan zamları ‘spekülatif’ olarak nitelendirmesini boşa düşürmüştür.



Öte yandan her ne kadar AKP ‘nin iktidara geldiği 2002 yılında yaşanan yüzde 29,7 oranındaki tüketici enflasyonuna bakılarak “son 15 yılın en yüksek enflasyon rakamları ile karşı karşıyayız” dense aslında durum 2002 yılındaki durumdan da vahimdir.

Çünkü 2002 yılında tüketici enflasyonu %29,7 iken üretici enflasyonu yüzde 30.8 seviyesindeydi. Ancak bugün tüketici enflasyonu yüzde 24.52 iken üretici enflasyonu %46.15 ‘e çıkmıştır. Yani tüketici enflasyonu ile üretici enflasyonu arasındaki makas 22 puan açılmıştır. Bunun anlamı maliyeti artan üreticinin bu maliyeti tüketiciye yansıtmaya devam etmesi dolayısıyla tüketici enflasyonunun da artmaya devam etmesidir.

Diğer taraftan bu ülkede yaşayan herkes TÜİK’in resmi rakamları ile yaşadığımız gerçek enflasyon arasında bir uçurum olduğunu bilmektedir. Dolayısıyla başta emekçi kesimler olmak üzere tüm halk TÜİK’in bu resmi enflasyon rakamlarının gösterdiğinden çok daha derin bir yoksullaşma yaşamaktadır.

Artan hayat pahalılığından, krizden en çok etkilenenlerin başında asgari ücretliler gelmektedir. Yılbaşında 425 dolara denk gelen asgari ücret Eylül ayı itibariyle 250 doların altına inmiştir.



Kamu emekçilerinin durumu da pek farklı değildir. 2017 yılında yandaş konfederasyon yönetimi ile hükümet arasında varılan mutabakata göre kamu emekçilerinin maaşlarında 2018 yılının ilk altı ayında %4, ikinci altı ayında ise %3,5 artış yapılması kararlaştırılmıştır. Buna göre 2018 yılının ilk altı ayında enflasyonun %9,17 olarak geçekleşmesi üzerine kamu emekçilerinin maaşlarına %5,17 enflasyon farkı eklendikten sonra %4 toplu sözleşme artışı gerçekleştirilmiştir.

Eylül ayı TÜİK verilerine göre Temmuz-Ağustos-Eylül dönemini kapsayan üç aylık enflasyon %9,4’ tür. Bu durumda TÜİK’in resmi enflasyon verileri dahi dikkate alındığında kamu emekçileri açısından 2018 yılının ikinci altı ayının daha yarısında %6 oranında bir enflasyon farkı oluşmuştur.



Ancak tekrar altını çizecek olursak emekçilerin satın alma gücünü, refah durumunu gösteren en önemli kriter TÜİK’in resmi rakamları değil, açlık ve yoksulluk sınırı verileridir.

Konfederasyonumuz Araştırma Birimi KESK-AR’ın 2018 Eylül ayı açlık ve yoksulluk sınırı çalışmasına göre;

Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için gereken aylık gıda harcaması tutarı, yani açlık sınırı 2.294 TL’ye

Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ihtiyaçları için zorunlu diğer aylık harcamaların toplam tutarı yani yoksulluk sınırı 6.273 TL’ye ulaşmıştır.

Buna göre aile ve çocuk yardımı dahil ortalama 3.350 TL maaş alan kamu emekçileri hızla açlık sınırına yaklaşmaktadır.



Değerli Arkadaşlar,

Tüm emekçiler için satın alma gücünü gösteren kriterlerden biri de gelirin, uluslararası kabul gören döviz karşısındaki değeridir.

Siyasi iktidarın temsilcileri zaman zaman döviz kurundaki artışın vatandaşları etkilemediği gibi tuhaf açıklamalar yapsa da doğalgazdan, akaryakıta, elektrikten ete, pamuktan samana kadar her şeyin ithal edildiği ülkemizde TL’nin döviz karşısında değer kaybetmesi en çok emekçileri vurmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında da kamu emekçilerinin satın alma gücünün ciddi şekilde eridiği görülecektir. Örneğin Ocak 2018 tarihi itibari ile 3.350 TL maaş alan, temmuz itibari il %5,17 enflasyon farkı ve %4 toplu sözleşme artış oranı eklenen bir kamu emekçisinin maaşı Temmuz itibari ile 3.664 TL’ye çıkmıştır.

Söz konusu kamu emekçisi Ocak ayından Eylül ayı sonuna kadar olan dokuz aylık dönem sonunda, döviz kurunda ortalama artıştan kaynaklı olarak, 1.065 (bin altmış beş) dolar kayıp yaşamıştır

Değerli Arkadaşlar

Ülkede yaşanan kriz gittikçe derinleşirken siyasal iktidarın ilk işi eylül enflasyon rakamlarının açıklandığı gün TÜİK Başkan Yardımcısını görevden alıp yerine getirmek olmuştur.

Kameralar karşısına geçen Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak hükümetin enflasyonla mücadele konusunda kapsamlı bir program hazırlığında olduğunu, programın birkaç gün içinde kamuoyu ile paylaşılacağını müjdelemiştir!

Üç gün önce açıklanan “Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı” ise kelimenin tam anlamı ile bir fiyaskodur.

İğneden ipliğe tüm temel tüketim maddelerine, temel girdiler olan elektrik ve doğalgaza ardı ardına yapılan zamlarla yaşanan gerçek enflasyonun %50’leri aştığı koşullarda siyasi iktidar binlerce firma ile mutabık kalındığı iddia edilen, 80 gün boyunca yürütülecek olan %10 indirim kampanyasını çözüm olarak sunmuştur.

Söz konusu program kapsamında ayrıca gıda ürünlerinde fiyat dalgalanmalarının Ürün Gözetim Mekanizması ile izlenmesi, ALO 175 üzerinden alınan şikayetlerin değerlendirilmesi ile“fırsatçılık ve stokçulukla daha etkin mücadele edilmesi”, kira artışlarında üst sınır olarak üretici fiyatları yerine tüketici fiyatlarının esas alınması gibi yaşanan soruna kalıcı çözüm üretmekten uzak başlıklar sıralanmıştır.



İşin özü söz konusu paketten vatandaşın yükünü hafifletmeyecek önlemler çıkarken, patronlara ise yeni vergi iadeleri, kredilerin yeniden yapılandırılması adı altında yeni destekler çıkmıştır.

Hazine ve Maliye Bakanı, yılın başından bugüne %43,64 zamlanan elektriğe ve %41,2 zamlanan doğalgaza, “küresel olarak bir değişim süreci olmazsa” yılsonuna kadar zam yapılmayacağını söyleyerek kamuoyu ile açıkça dalga geçmekten bile geri durmamıştır.



Değerli arkadaşlar

Üç gün önce açıklanan “Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı” nın asıl hedefi ücretlilerin, işçilerin, kamu emekçilerinin ücret ve maaş artışlarını baskılamadır.

Nitekim konuşmasında enflasyonla mücadelenin sadece hükümetin değil, 81 milyonun sorunu olduğunu, %10 indirim kampanyası ile iş dünyasının taşın altına elini soktuğunu vurgulayan Hazine ve Maliye Bakanı’nın asıl mesajı maaşları enflasyon karşısında eriyen emekçilerdir.

3 Ekimde Türkiye İstatistik Kurumunda (TÜİK) yaşanan manidar görev değişikliğini de göz önünde bulundurduğumuzda, siyasi iktidarın aslında söz konusu programla enflasyonla topyekûn mücadele etmekten çok yılsonu enflasyonunu mümkün olduğunca düşük göstermenin peşinde olduğu anlaşılmaktadır.



Kısacası hedef asgari ücret başta olmak üzere ücret ve maaşlarda yılsonunda yapılacak artışların mümkün olduğunca düşük tutulmasıdır.

Bunun için önümüzdeki günlerde hükümet kanadından iş dünyasının %10 indirim kampanyası ile milli bir fedakârlıkta bulunduğu sıranın asgari ücretlilere, işçilere, kamu emekçilerine geldiğini temel alan açıklamaların artması ihtimali hayli güçlüdür.



Değerli Arkadaşlar

Yaşanan ekonomik kriz artarak devam etmesi, krizin faturasının emekçilere, ezilenlere yüklenmek istenmesi önümüzdeki dönemde emeğe ve emekçilere yönelik saldırıların artarak devam edeceği anlamına gelmektedir.

Bu nedenle işçiler ve emekçiler için krizin yükünü reddetme mücadelesinin talepleri olan işten çıkarmaların yasaklanması, emekçilerin ücret ve maaşlarına “ek zam” yapılması, asgari ücretin insanca yaşanacak bir düzeye çıkarılması, Elektrik, doğalgaz, akaryakıt, ekmek vb. temel ihtiyaç mallarına yapılan zamların geri çekilmesi gibi temel talepleri daha da önem kazanmıştır.

Altını bir kez daha çizmekte fayda görüyorum. Yaşanan krizin sorumlusu yıllardır yaşanan gerçek enflasyonla yoksullaştırılan, büyümden pay verilmeyen, sendikal hakları teker teker yok edilen asgari ücretliler, işçiler ve kamu emekçileri değildir.

Dolayısıyla işçilerin, emekçilerin bu krizi yaratanlara bir borcu yoktur. Tam tersine yıllardır yaşadığı kayıplar soncu alacağı vardır.



Bu nedenle Konfederasyonumuz. DİSK, TMMOB ve TTB ile birlikte “Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz! Emeğin haklarını savunmak için omuz omuza!” şiarı ile tüm emekçileri ülkede yaşanan krizin, yıkımın faturasını bizim sırtımıza yıkmayı hedefleyen planlara– programlara karşı topyekûn mücadeleye çağıran bir kampanya başlatmayı önüne görev olarak koymuştur.

Dönem

Kamu Emekçisi Maaşı (TL)

Ortalama Döviz Kuru-USD


Kamu Emekçisi Maaşı

(USD)

Maaşta Dolar Bazında Azalma

Ocak

3.350 TL

3,7680

889 $

-

Şubat

3.350 TL

3,7765

887 $

2 $

Mart

3.350 TL

3,8806

863 $

26 $

Nisan

3.350 TL

4,0500

827

62 $

Mayıs

3.350 TL

4,4048

760 $

129 $

Haziran

3.350 TL

4,6225

725 $

164 $

*Temmuz

3.664 TL

4,7489

771 $

118 $

Ağustos

3.664 TL

5,7916

632 $

256 $

Eylül

3.664 TL

6,3340

578 $

310 $

Maaşta USD Bazında 9 Aylık Toplam Kayıp 1.067 $

966 $


Maaşta USD Bazında Altı Aylık Toplam Kayıp

966 $


Maaşta USD Bazında Altı Aylık Toplam Kayıp




Yüklə 125,73 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin