Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR


ALLAH’IN İNSANI MERKEZ ÜSSÜ OLARAK SEÇMESİ



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə4/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40

ALLAH’IN İNSANI MERKEZ ÜSSÜ OLARAK SEÇMESİ

Bir hadiste, “İnsan ve Kur’ân ikiz kardeştir.” buyrulmuştur. Onun için Kur’ân’la insan eşittir. Bütün semâvî kitaplar Kur’ân’da cem olmuştur.Kur’ân’ın özü de yedi âyetlik Fatiha Sûresidir. İnsana baktığımız zaman  onun yedi âyetten meydana geldiğini görüyoruz.

Tevhîd mertebeleri  incelendiğinde,yedi merâtib-i İlâhiyye olduğu,mertebe pencerelerinden bakıldığında da  hem Fatiha ve  hem de insanda yedi âyetin nasıl tecellî ettiği anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Allah, Ahadiyetinden “Bismillâhirrahmanirrahim” sırrı ile tecellîsini göstermektedir. Allah gizli bir hazine iken bilinmekliğini istemesi ile, Ahadiyet-ül ayn’ından, Ahadiyet-ül kesre  yüzü olan  bu kesret âlemine tecellî etti.

Bismillâh=Allah’ın Zâtı

Rahmân=Allah’ın Sıfatı

Rahîm=Allah’ın ef’âl-i İlâhisidir.

Bu kesret âlemine tecellîsiyle 99 Esmâ-ül Hüsnası ile zuhûra geldi.“Elhamdülüllahi Rabbü’l-Âlemîn”ifadesi ile,bütün yaratılanlar,yaratan Rablerine karşı,hâl lisaniyle teşekkür ettiler, hamd ettiler. Çünkü, Cenâb-ı Allah’ın, celâl ve cemâl yüzlerinin, Hadid Sûresi 3.Ayetinde evvelde, âhirde, zâhirde ve bâtında kendisini şerh etmesiyle açığa çıkmış oldu. Biz buna Cenâb-ı Allah’ın Ahadiyetinden kavseyn mertebesi olan kalb mertebesine tenezzülü ile tecellîsi diyoruz.

Fatiha Sûresinin 3. âyetinde Rahmân ve Rahîm esmâlarıyla da, ister insanda isterse bütün kâinatta, vahdet ve kesretin sahibi olduğunu,vahdet ve kesret tecellîleriyle de bunu sergilediğini söylemektedir. Âdem ve âlemde,zâtının sıfatlarından zuhûra geldiğini, her şeyin bâtını Hakk,zâhiri Muhammed olduğunu bizlere söylüyor. İşte Cenâb-ı Hakk’ın,Cem'ul- Cem mertebesinden, zâhir yüzü olan Hazret-ül Cem zevk vâdisinde, Muhammed yüzünden Cemalullahını sergilediğini görüyoruz.

Dördüncü âyetteki “Maliki yevmiddin” (din gününün sahibi) ifadesinde, Vahdâniyyeti ile her şeyi şemsiyesi altına aldığını, onun müsaadesi olmadan bir sineğin bile kanadını kıpırdatamayacağını söylüyor. Kurb-i Ferâiz zevki olarak vasıflandırılan bu Cem mertebesinde, ondan başka hiçbir varlık görülmediği için, “Bu mülk kimindir” sorusuna, kendisinden başkası olmadığı için yine kendisinin, “Bu mülk Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır” cevabının verildiğini görüyoruz. Buraya kadar okunan Fatiha (Maliki yevmiddîn) Cenâb-ı Hakk, kendisini Muhammed aynasında (Âdem ve âlemde) seyretmek için, irfâniyeti henüz sıfatlarından tecellî etmediği için Hakk’a aittir. Bundan sonra okunacak âyetler ise kulun yaratılması idrâki zuhûr ettiği için, kulun isteklerine aittir denmiştir. Cenâb-ı Hakk,bilinmekliğini istedikten sonra, Ahadiyetinden, Kavseyn mertebesine tecellî etmiş, oradan Kurb-i Nevâfil mertebesi olan kesret âleminde zuhûr etmiş,oradan da din gününün sahibi olarak Vahdâniyyeti ile bütün varlıklardaki birliğinin mührünü vurmuştur.

Bundan sonra kesret âleminde, fâni olan kulun istek ve tecellîleri halinde zuhûra gelmektedir. Başından beri Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini idrâk eden bir kişi elbette “iyyakenabüdü” (yalnız sana ibâdet ederiz) diyecektir. Çünkü kulun varlığı Hakk’ın varlığı ile kâimdir. Hakk’ın tecellîsi olmasa kul diye bir varlık olamazdı. “İyyakenestain” (yalnız senden yardım isteriz) İşte kul dâima Hakk’a muhtaç olduğu için, her zaman O’na yalvarmakta ve O’nun lütfuna muhtaç olduğunu beyan etmektedir. “İhdinassıratel müstakim” (bizi doğru yola ilet) denmektedir. Kulun doğru yolu, Tevhîd yoludur. Kul doğru yolda olmasa bu âyeti idrâk ederek bu istekte bulunabilmesi mümkün değildir. Onun için Tevhîd yolcuları sırât-ı müstakim yolcularıdırlar.

“Sıratallezine enamte aleyhim gayril mağdubi aleyhim veladdalin” (kendilerine sonsuz ihsânlarda bulunduğun peygamberlerin ve velilerin yolundan ayırma, sapıkların ve peygamberlere uymayanların yolundan değil) demek sûretiyle, hiçbir zaman ikilikte iken kendisinden emin olamayan,dâima kendisini günahkâr hissederek muhtaç bir vaziyette yalvarmasını devam ettirmektedir. Bizler de, Mürşid-i Kâmillerin tarifleri doğrultusunda gitmeyi,onların Tevhîd doğrultusundaki nasihatlarını dâima kendimize düstur edinmemizi istemeliyiz. Onların söz ve nasihatlarını,kendi nefsimizin istek ve arzusuna göre uygulamamalıyız. Yoksa helâk olanlardan olacağımızı Kur’ân ikaz ediyor.



İnsanoğlunun iki yüzü vardır:

1- Hakk’a bakan yüzü

2- Halka bakan yüzü

 

Halka bakan yüzünü tetkik ettiğimizde,diğer canlı varlıklar gibi,mahlûkturlar. Diğer varlıklardan hiçbir farkı yoktur.



Hakk’a bakan yüzünü tetkik ettiğimizde, Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetini kendisinde cem etmiş en büyük varlıktır. Âlem-i kübradır.Yaratılmışların en yücesidir. Canlı Kur’ân’dır. Yedi âyetlik canlı Fatiha-i Şerîf’tir.

İşte nasıl Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi Fatiha-i Şerîfse,bu kâinatın Fatihası da İnsan-ı Kâmillerdir. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Bir kişi, Tevhîd merâtibini tamamladığında görecektir ki, allemel esmâyı (isimlerin ta’limi) kendinde okuyabilme imkânını bulacaktır. Onun için insan merkez üssü olarak seçilmiştir. İnsan-ı Kâmilden çıkan feyz-i İlahînin (manevî frekanslar,şualar) bütün kâinattaki varlıklara dağıldığını, her bir varlığın ondan aldığı güç ve enerji ile feyz ve aşkla vuslat ve yaşantısına devam ettiğini görüyoruz. Tîn Sûresi  4.âyette “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” buyrulmuştur. Cenâb-ı Allah onu, bu âlemin trafosu yapmış. Bütün kâinatın aydınlanma ve yaşama merkezi olarak insanı görevlendirmiştir. Onsuz bu âlem ne bilinirdi, ne de görünürdü. Onun için, insan ve Kur’ân ikizdir, buyrulmuştur. Kur’ân’ı okumakla insanı okumak aynıdır. Yeter ki bu kemâlâtı elde etmek için gayret gösterelim.

Gelin kardeşlerim, elimizde daha yaşam fırsatı varken, kendi Fatihamızı âyet âyet okuyalım. Okuyamıyorsak okuyan bir Kâmilden okunmasını öğrenelim. Yoksa bu fırsat bir daha ele geçmez. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime bu zevk ve idrâki tattırsın. Âmin.

 

ALLAH’TAN HİDÂYET, PEYGAMBERDEN  ŞEFAAT VE PÎRÂNDAN HİMMET NE DEMEKTİR

 

Şefaat günahkâr kişilerin affedilmesi ve itaatkâr mü’minlerin de yüksek mertebelere yücelmeleri için Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin  Cenâb-ı Allah’tan niyâzda ve ricada bulunmasıdır. Her ne kadar zâhiren böyle deniyorsa da Allah’tan hidâyet, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizden şefaat, pîrandan himmet, mü’minlerden de dua müstecaptır,buyrulmuştur.Bu sözleri incelediğimizde Allah’tan hidâyet olması, bir Mürşid-i Kâmilin mânen bizleri çağırması demektir. Yoksa bizim kendimize ait ne bir kuvvet ne de kudretimiz vardır. “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” Tahrim Sûresi 8.âyette:Ey îmân edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamber'i ve onunla birlikte îmân edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi,içlerinden ırmaklar akan Cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında koşar da,‘ Ey Rabbimiz Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin. derler.” İnsanlardan ilm-i ezeliyede kimlere ihsân edilmişse kâmil mazharından onlar çağırılmakta ve tahsil sonunda insan-ı asliyyelerini onlar bulmaktadırlar. Çünkü onlar “El ulemayı veresetül enbiya” dırlar. Enfal Sûresi 2.âyet-i kerîmede Gerçek mü'minler ancak o mü'minlerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir; karşılarında âyetleri okunduğu zaman, îmânlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler” buyrulmaktadır.



İşte zanlarımızdaki bir Resûlullah (S.A.V.)'dan değil, günümüzde onun vârisi olan canlı Mürşid-i Kâmillerden şefaat aramalıyız. Bir gün Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz kızı Fatıma validemizi: “Kızım Fatıma, baban Peygamberdir diye güvenme, benden bugün ne elde edebilirsen Âhirette kepçene o çıkacaktır. Dikkat et.” diye ikaz etmişlerdir. Bizler de günümüzdeki görevlendirilmiş İnsan-ı  Kâmillerden şefaata nâil olabilirsek ne mutlu bize. Çünkü Şura Sûresi 13.âyetinde “Allah dilediğini kendine seçer ve kendine yöneleni de doğru yola eriştirir”  buyrulmuştur.

Pîrandan himmet de aynıdır. Pîr demek Mürşid-i Kâmil demektir. Mürşid-i Kâmile intisab eden bir sâlik onda merâtib tahsilini, harfiyen, teslimiyet ve sevgi bağlarıyla yaparsa himmetini fazlasıyla alacaktır. Teslimiyeti onun şahsına değil onun mazharından âlemlerin Rabbine olmalıdır. Teslimiyette ve sevgide eksiklik himmet almayı engellediği gibi sâlikin vuslatını da durdurur. Çünkü sâlik himmet nisbetinde vuslat sağlayabilir. Bir sâlikin mürşidinden aldığı feyz ve vuslatı başka hiçbir yerden elde etmesi mümkün değildir. Mürşid Allah’la kulun arasına girmez ve giremez de.Çünkü Allah’la kulun arasında mesafe yoktur ki girsin. Kaf Sûresi 16.âyetinde “Ben kuluma şah damarından daha yakınım” buyrulmuştur. Bir sâlik nefsini bildiği zaman Rabbini  bilmiş olacaktır. İşte o zaman kendi ayrı Rabbi ayrı olmadığını anlayacak ve kendi diye bildiği varlığın Rabbinin varlığı olduğunu anlayacaktır. Böylece kendinden duyanın Rabbi, kendinden görenin Rabbi olduğunu bilip şühûd edecektir. O zaman kendisinin Allah’ın bir âleti olduğunu anlayacaktır. Ve artık Rabbini uzaklarda değil kendinde bilip şühûd edecektir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir şiirinde  şöyle buyuruyor:

Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu,

 Ben taşrada arar idim ol can içinde canan imiş,

 Öyle sanırdım ayriyem dost gayridir ben gayriyem,

Benden görüp işiteni bildim ki ol canan imiş”

Demek ki Allah zanda, hayâlde değildir. Zerreden kürreye kadar her varlıkta Zâtını ilânedendir. Zâten âyet-i kerimede “Lâ ilâhe” demekle senin zannındaki hayâlden ibaret bir ilâh yoktur. “İllallah” demekle de, illa duyduğun gördüğün Allah vardır. Allah’ın Resulü: “Siz Allah’ın Zâtını düşünmeyiniz” diyerek Allah’ın Zâtını düşünmeyi yasaklamıştır.Onun için bizler Allah’ın Zâtını tefekkür etmeyiz. Zira Allah’ın Zâtının yanında ikinci bir zât yok ki onu düşünsün.Zâtından sıfatlara tecellî etmeyince onu tefekkür de mümkün değildir. Bizler bu âlemde onu sıfatlarıyla bilir ve şühûd edebiliriz.     

Kul, Allah’ı hiçbir zaman bilemez ve göremez. Yalnız “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu ”Hadis-i Şerifine mazhar olursa (Kim ki nefsine ârif olur Rabbine de ârif olur) işte o zaman kendi değil, Rabbi Rabbini bilir ve görür. Zira Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Rabbimi Rabbimle bildim ve gördüm” buyurmuşlardır. Hadid Sûresi 3.âyette “Evvel benim, Ahir benim, Zâhir benim, bâtın benim” buyrulmuştur. Allah aynı zamanda zâhirim demektedir. Zâhir ne demektir, açıkça görünen demektir. O halde bizler neden göremiyoruz? Çünkü gözlerimizde cahiliyet perdesi var, irfâniyetsizlik  âmâlığı var. Onu irfâniyet ve kemâlât olmadan kendi zannındaki gibi görmek istersen “Len terani ya Musa" “Sen beni öyle göremezsin” hitabına muhatap oluruz. Musa (A.S.) karşıki dağa bakıp ta eridiği gibi bizler de kendi varlık dağımızı aşk ateşiyle eritebilirsek, işte o zaman Musa’nın dediği gibi (benim zannımdaki gibi görmek isteyenlerin ilk tövbecisi ben olayım) diyerek O’nu ancak  irfâniyetle bilmenin ve görmenin mümkün olduğunu anlamış oluruz. Bunun için de bir Mürşid-i Kâmile gidip ameliyat olmak lâzımdır. Bu ameliyat zâhirdeki gibi kan akıtılarak yapılan bir ameliyat değildir. Kansız ve acısız olarak cehâletimizi irfâniyete tebdil etme, zanlarımızı müşâhedeye tebdil etme ameliyatından ibarettir. O zaman ayrı bildiğimiz Rabbimizin bizlerde Rabbil has olarak, bizi bizle sevk  ve idare ettiğini, Rabbimizi Rabbimizin bilip gördüğünü anlamış olacağız. Dolayısıyla  Allah’la kul arasında bir boşluk ve mesafenin de olmadığını idrâk etmiş oluruz.

Cenâb-ı Allah’a zât ve mutlakiyet yönü ile, yalnız îmân etmeli ve ona küllî teslim olmalıdır. O nerededir, mekanı var mıdır? gibi düşünüşlerden uzak kalmalıyız. Diğer Eniyyet yüzü ile de, onunla sevişmeli, onunla konuşmalı onunla her türlü müşküllerimizi halletmeliyiz. Yoksa O, ne zanda bir Allah, ne de tecellî ettiği mazharlar yönü ile görünen resimlerden ibaret değildir. O celâl yönü ile sîret, cemâl yönü ile de bütün mazharlardan yüzünü ilânedendir. Mazharlar onun zuhûr yeridir. Bir aynada insanın zuhûr ettiği gibi. İşte Allah’ın hidâyeti, Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin şefaati, pîranın himmetinin hepsi Mürşid-i Kâmilin bizlere yaptığı ameliyat ve uyguladığı tedavide toplanmaktadır. Yeter ki teslimiyet, sevgi ve edep kâidelerine uyulsun. Sâlikin teslimiyet ve sevgisi nisbetinde vuslatı ve himmet alışı vardır. Buna bilhassa dikkat etmek lâzımdır.

Mü’minlerden duaya gelince, Enfal Sûresi 2.âyette “Gerçek mü’min şol kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyen, âyetler okunduğu zaman îmânları artanlardır. Onlar yalnız Allah’a tevekkül ederler” buyrulmaktadır. Böyle mü’minlerden dua istemek lâzımdır. Zira onların mazharlarından Cenâb-ı Hakk kemâlâtıyla zuhûr edendir. Onlar emîn beldeye ayak basmışlardır. Mertebesi yüksek  bir sâlikin, aşağı mertebedeki bir sâlikin müşküllerini gidermesi,ilimle ona dua olduğu gibi, zâhir ve bâtın yönüyle de ona faydalı olması demektedir. Zâhir olarak  da bir ihvânın  diğer bir ihvân kardeşine dua etmesi onların ağızları birbirleri için günahsız olduğu için  dua etmek müstecaptır. Allah cümlemizi Rabbimizin yolundan giden, teslimiyette, sevgide, edep ve ahlâk güzelliğinde iki cihan serverine uyan kullarından eylesin. Âmin. Son nefese kadar dâim etsin.Âmin.

 

ALLAH’A KUL OLMANIN VASIFLARI

 

Allah’a kul olabilmek için kişilerde beş vasfın olması lâzımdır.

1 - Sultanla muharebeye girmek

2 - Ganimet malını, beyt-ül mala toplayıp vermek

3 - Gazilere ganimet malını taksim etmek

4 - Kafir (örtücü) olmak

5 - Dar'ül harpten çıkmaktır.

Bir kişi evvelâ sultanla muharebeye nasıl girer? Sultanlar yani Mürşîd-i Kâmiller nefis ile muharebeye girecek sâliklerine, fetva ile emir ve yasak âyetleri bildirerek cihad-ı ekber diye vasıflandırılan nefis muharebesine onları sokar ve nefsimizde ve ufkumuzdaki âyetleri (delilleri) fiillerin fâili Allah’tır diyerek başlar. Nefsinde ve ufkunda, yani kendinde ve kendisinden başka varlıklarda fâil yani halk edici Allah’tır diyesiye kadar nefisle  muharebeye  devam eder.

İkincisi, ganimet mallarını yani bütün sıfatlarından icraatını gösteren hayat sahibinin, ilim, irâde, duyan, gören, kudret ve kelâm sahibinin kendisinin olmadığını anlayarak, beyt-ül mal olan, mal sahibine ganimetlerin hepsini vermektir. Yani bu sâbit sıfatların sahibinin kendisinin olmadığını anlayıp Hakk’a vermektir. 

Üçüncüsü ise, ganimet mallarını gazilere taksim etmektir. Bir sâlik nefisle muharebeye girdi, mürşîd-i Kâmilinden “vela havle vela kuvvete illa billahil azim” diyerek güç ve kuvvet sahibinin Cenâb-ı Allah olduğunu öğrendi. Ve bu  tâlimatı alarak muharebeye girdi. Burada  ganimet mallarını elde etti. Bu ganimet malları daha evvel nefsin iken  şimdi onun elinden alınarak fiillerin fâili  ve fiillerin tecellî ettiği sıfatların mevsûfunun sahibi olan Cenâb-ı Allah’a verdi. Nefsin elinde iyilik ve kötülük yapabilecek ihtiyacını gören hiçbir ganimet malı kalmadı. İşte bu ganimet mallarını harpten salimen çıkan gazilere yani sıfat mazharlarına vücûd ülkesinde taksim et. Bu mazharlardan daha evvel, emrinde olan ve ona hizmet eden bu ganimet malları şimdi Allah’a hizmet etmesi için gazilere dağıt. Çünkü bütün sıfatlar vücûdda icraatını yapabilirler. Vücûdun  vücûdullah olduğu idraki ile öz nefsinin Rabbin olduğunun idrâkine varmış olursun.

Kul olmanın dördüncü vasfı ise kâfir olmaktır. Kâfir burada örtücü demektir.Neyi örtüyor? Kâfirlik  iki türlüdür:

1 - Halkın kâfiri

2 - Hakk’ın kâfiridir

Burada örtücülük olan kafirlik, halkı görmeyip yüzünü her nereye çevirirse çevirsin Hakk’ın yüzünden başka hiçbir yüz görmemektir. Hakk’ın kâfiri ise,Hakk'ı görmeyip halkı görenlerdir. Demek ki Hakk’ı zuhûra getirmek ve her yüzde onu görmek dördüncü vasfımız oluyor.

Beşincisi ise dar'ül harbden çıkmaktır. Yani vücûd ülkesinde nefsin cırtlak seslerinin çıkmama halidir. Bu vücûd ülkesinde tek sahibinin sesini duymak ve bütün sıfat olan ahaliden o tek olan rûhun tecellîlerini gördüğümüzde dar’ül harpten çıkmış oluruz.

İşte bu beş haslete sahip olduğumuzda kulluğumuzu elde etmiş oluruz. Kul demek köle demektir. Kölenin de hiçbir şeyi olmadığı gibi kendi diye bildiği varlığı bile sahibinindir.Böyle hiç olan varlıkta, yani kulda,Cenâb-ı Hakk kemâlâtıyla tecellî eder. Kemâlâtıyla tecellî mazharlarına da Muhammed denir.

İşte bizler de kulluğun uzun idrâki ile Muhammedliğimizi görebilirsek, lâyıkıyle Allah’a kul  olmuş oluruz. Yoksa kulluk herkesin bildiği gibi emir ve yasaklara gücümüzün yettiğince taklîdi olarak uymak değildir.O avâm için geçerli olabilir.Fakat hakîkatte kul olmak için geçerli değildir.

 

ARIYA VAHYOLUNMASI NE DEMEKTİR

 Kur’ân-ı Kerîm’in Nahl Sûresi âyet 68 de “Senin Rabbin, bal arısına da vahy etti”buyrulmuştur.Dikkat edilecek olursa, eşek arısı veya kızıl arı değil de, yalnız bal arısına vahyolunmuştur. Peygamberden başkasına vahyolunmadığı halde, hayvan cinsinden bir arıya vahyolunması ne mânâya gelmektedir?

Cenâb-ı Allah,arıyı dağların arkasındaki çiçeklerin kokusunu alabilecek hasletlerle yaratmıştır. Arı çeşitli çiçeklerden polen tozlarını toplayarak, gıda deposunda biriktirir sonra da kendi butûnunda, onu Rabbinin verdiği ilhamla bal olarak kusar.  Mühendislerin bile hayret duyduğu altıgen peteklere yerleştirerek sırlar.İşte hem kendisi için, hem de  bütün insanlık için şifa kaynağı olan bal, imal edilmiş olur. Arıya bal imal etmesini Cenâb-ı Allah âyetinde vahiy olarak belirtmiştir. Zâhirde vahiy ifadesi ilham edildi anlamındadır. Bâtınında ise,aynen âyet-i kerîmede geçen vahiy olarak mütalaa edilir.



Vahiy 4 türlüdür.

1 - Vahiy: Peygamberlere Cebrail vasıtası ile olur.

2 - İlham: Evliyalara gönül tecellîleriyle olur.

3 - Mürşîd-i Kâmilin sohbetleri, sâliklere vahiydir.

4 - Kitâb-ı Furkân okumakla (kesret âlemindeki sıfatların tecellîsi)        

Bütün mahlûkata,kendi isti’dâd ve kabiliyetlerinin yaratılma yeri olarak ilham olunmuştur.Arının da isti’dâdında, böyle bir bal yapma hasleti ile yaratılması onun bu ilhamlara mazhar olduğunu göstermektedir. Bu âyet-i kerîme müteşabih âyetlerdendir. Nahl,arı demektir.



N = Nûr-u Muhammed

H = Hidâyet-i Muhammediyye

L = Lütuf, ihsân demektir.

Şu halde bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerinde elde ettiği ilm-i ledün diye bildiğimiz, polen tozlarını toplayıp, kendi fikir laboratuvarında süzgeçten geçirir. Tefekkür süzgecinden geçtikten sonra, şuhûd ve müşâhede haline dönüşmesine bal denir. O kişi hem kendisi için, hem de  bütün inananlar için bal imal eden bal arısı demektir.Vahiy Cebrail vasıtası ile peygamberlere gelir. İlham ise, âriflerin gönlündeki tecellîlerdir. Bir sâlikin Mürşîd-i Kâmili onun Cebrail’idir. Cebrail’den aldığı altı merâtib-i İlâhiyyenin irfâniyet ve kemâlât sohbetlerini, kendisi idrâk ve şuhûd etmeye başlayınca o bal arısı durumunda olan kişi,altıgen peteklere depo ederek, hem kendisi için hem de  bütün insanlık için şifa dağıtan bir hale gelmiş olur. Herkese şifa dağıtmaya başlar. Allah’ın Nuru Muhammediyyesi, hidâyet ettiği kimlerse bu lütuf ve ihsâna onlar mazhar olurlar. Eşrefoğlu Rumi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle niyazda bulunmuşlardır:

 “Şeyhim baldır ben onun arısıyım

 İlâhî arıyı baldan ayırma”

Burada arı sâlik,bal da Mürşîd-i Kâmildir. Onun için bu âyet-i kerime bizlere, bilhassa arı olan bir sâlik ile,Mürşîd-i Kâmilin sohbet çiçeklerinden elde ettiği polen tozlarını kendi idrâk tefekkürleriyle tatlı ve şifa olan bal haline dönüştürmesini bildiriyor. Onunla yaşama geçtiğinde hem kendisi için  mutluluk  ve saadet meydana getirmekte, hem de  insanlık için gönüllere şifa dağıtmaktadır. Bu balla ilgili âyet-i kerime bizlere,inanan ve ilmiyle âmil olmak için İnsan-ı Kâmillerden elde edilen ilm-i ledünü,yaşam içinde uygulamak ve zevk etmemizi istemektedir.Allah cümlemize bal arısı olmayı nasîb etsin.Âmin.

       ASHAB-I   KEHF   KISSASI

 

Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf Sûresinin 9. âyetinden itibaren anlatılan, ashab-ı Kehf, zâhir olarak Mersin ilinin Tarsus ilçesinde  dağlık bir mağarada zuhûr etmiştir. Hakk ve hakîkata inanan yedi kişi, o zamanın padişah olan Takyanus'tan şiddetli işkence gördüklerinden firar ederek, Tarsus'taki bu mağarayı kendilerine mesken tuttular. Mağarada üçyüz yıl uyudular. Kendilerine gelip uyandıklarında, karınları acıkmıştı.Aralarından bir kişiyi, ekmek almak için şehre gönderdiler. Giden kişi ekmeği alıp Takyanus'tan kalma parayı verince yakayı ele verdi. Fırıncı bu paranın geçmediğini, Takyanus adındaki o zalim hükümdarın öldüğünü, yerine salih bir hükümdar geldiğini,onun parasının da altından olduğunu ve korkmamasını söyledi. O kişi de her şeyi açık açık anlattı.Hep beraber mağaraya gittiler,mağaraya girince dönmediler, sır oldular.



İşte zâhir olarak anlatılan Kur’ân’daki bu kıssa bizlere, bu vücûd mağarasındaki, nefs-i emmâre olan nefis hükümdarından, şiddetli azap görüp kaçan yedi sıfatımızın Hakk ve hakîkat şuhûdu istemesinden ibarettir. Bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmilden, kendi vücûd mağarasındaki,ef’âl yüzünü,sıfat yüzünü  ve Zât yüzünü tahsil ederse, üç yüz yıl mağarada uyudular demektir. Hakk’ın varlığı ile uyanan sıfatlar veya kişiler, elbette acıkacaktır.Kalp sahibi olan Mürşîd-i Kâmilden, manevî taamlar için rızık isteyecektir. Fakat ikilikteki nisbîyet parası,bekâ âleminde geçmeyeceğinden, hemen kendini gösterecektir. Çünkü bekânın hükümdarı,İnsan-ı Kâmildir. Parası da bakır değil, altındır. Bekâ âlemine geçen kişiler,artık fenâya dönmeyecekleri için de, mağarada sır olmuşlardır. Bir sâlik fenâ mertebelerinde, üç yüzü ile uyuyup bekâya intikal edince, Cenâb-ı Hakk’ın bakiliği ile bekâ bulacağından,kurtuluşa ermiş olacaktır. Allah cümlemize bu zevkleri nasîb etsin. Âmin.

                AŞK ATEŞİ NEDİR

Aşk,sevginin üç mertebesinden sonra bir insanda tecellî etmeye başlar. Resûlullah efendimiz sevginin pekleşmesi için

“Aranızda, selamlaşınız” buyuruyor. Telefonlarla, muhtelif ziyâretlerle, gelen giden dostlarla selam göndermek ve  hal hatır sormalarla, sevgi bağlarını kuvvetlendirmek lâzımdır. Sevgiler de çeşitlidir.



1 - Tek taraflı sevgi: Tilkinin tavuğu sevdiği gibi bir sevgidir.Tilki tavuk yemeyi sever ama, tavuğa tilkiyi sevip sevmediğini sorsak sevmediğini söyleyecektir.

2 - Çift taraflı sevgi: Bu da kulun Rabbini sevmesi, Rabbinin de kulunu sevme halidir. Kulun Rabbini sevmesinin belirtisi bütün varlığını Hakk’a vererek, ihtiyarî olarak, cehâletinden, günahlarından ve şirklerinden kurtularak, “Ölmeden evvel ölünüz” Hadis-i Şerifine mazhar olmasıdır. İşte bundan sonra kişide aşk hali tecellî eder.Aşk kişinin bütün mevcûdiyetiyle Rabbine dönmesine denir. Zira aşk üç harf ve beş noktadan meydana gelmiştir. Üç harfin sırrı Cenâb-ı Hakk’ın bu Âdem ve âlemde tecellîsi olan ef’âl, sıfat ve zât tecellîlerini remzetmektedir. ‘Kaf’ta iki nokta, şin’de  üç nokta vardır ki toplamı beş eder. İnsandaki beş zâhir duygularla, bu üç tecellîyi şühûd edip, Rabbine yüzünü dönenler,bütün mevcûdiyetiyle Rabbine döndükleri için bu kişilere âşık, bu olaya da aşk denir.

Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde;

 

Yanıp yakıldım ateş-i aşka



 Kül olup savruldum harmanı aşka

 Hakk’a varılmaz ucub kibirle

 Yandır onları suzan-ı aşka” 

Buyurmaktadır.

Aşk yanıcı bir ateştir. İnsanın benliğini yakar. Ne idi insanın benliği? Hakk’ın varlığını kendi varlığı zannediyordu. İşte o zannettiği varlık hastalığı yanınca, insanın zanları kül olacaktır. Aşk rüzgârı ile de bu küller savrulunca, aşkı o kişinin Cennet’i olmuş olur. Çünkü âşık için aşktan daha zevkli bir Cennet olamaz. Kişinin varlığı kül olduğu zaman,yani yanacak hiçbir tarafı kalmayınca aşk ateşine girmiş olur.Allah’ın bir adı da Aşk’tır. Onun için aşk ateşine girenler Hakk’ın varlığı ile var olanlardır. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde ne güzel söylüyor:

 

Gezme avare bakma ağyare



Bul derde çare Aşk ateşinde

Bakma sol sağa olma sen karga

Ver zevk dimağa Aşk ateşinde

 

Bul işin fendin bilesin kendin



Gör ol bendin Aşk ateşinde

Bakma uzağa düşme tuzağa

Dal gülşen bağa Aşk ateşinde

 

Sanma sen gayri Hakk senden ayrı



Bul bu esrarı Aşk ateşinde

Aşıksan candan korkma sen nardan

Yan çık evhamdan Aşk ateşinde

 

İstersen yarı kaldır hicabı



Seyret cananı Aşk ateşinde

Oku akait anla fevait

Bul sen hakayık Aşk ateşinde

 

Fehmi kıy cana gir bu meydana



Yan çık pervane Aşk ateşinde

 

Ey ihvân kardeşim, Hakk’a gönül vererek bir İnsan-ı Kâmile tâbi oldun, artık avare avare gezme.Eski bilinçlerin sana yabancı oldu. Onları Allah’a olan aşkın ateşinde yak.Cehâlet ve gayriyetin, zikir ve fikirlerle yanmazsa, senin Hakk’tan ayrı olma hastalığın geçmez. Bir kişi doktorun verdiği ilaçları kullanmazsa, hastalığının geçmesi mümkün olabilir mi? Elbette olmaz. Bu göreve dâima devam edersen,senin aşkın uzakları yakın edecektir .Çünkü eski bilinçlerin sana Hakk’ı çok uzaklarda gösteriyordu. Şerîatta ve tarîkatta çok aradın, fakat bulamadın. Zira bu arayış seni  Hakk’tan daha uzaklaştırdı. En sonunda, “Ben bu dünyada bol bol ibâdetimi yapayım Allah cemalullahını bana âhirette gösterecek” diye ümidini âhirete bıraktın. Boynunu büküp elini bağlayarak teslim oldun. “Dünya nasıl olsa geçici, âhiret ise kalıcı” diyerek bütün ümidini âhirete bağladın. Hiç Kur’ân okumadın mı? “Dünyada a’ma olan âhirette de a’madır.” Dünya âhiretin tarlasıdır. Tarlaya hangi tohumu ektin de bitmedi? Ama çorak toprağa tohumu saçtın ise,elbette bitmez. Çorak toprak senin eski bilinçlerindi. Bu eski bilinçlerini bırakmadan,bunun üzerine ilim ve îmân tohumu saçtın bekliyorsun. “Allah inşâallah âhirette faydasını gösterecektir” diye de ümitleniyorsun. Dolayısıyla da kendini aldatmış oluyorsun.



Ey ihvân kardeşim, sağdan soldan gelen seslere kulak asma. Bu yol Peygamber Efendimizin Mi’rac yoludur. Âlemlerin Efendisi Mi’raca çıkarken sağdan ve soldan çok sesler duydu. Bunların hiçbirine itibar etmedi. Ona vahiy gelerek “Mazagal beşeru mema tega” diyerek onun gözü, istikametinden ayrılmadı. Biz ihvânlara da bu istikamet gösterildi. Sakın Hakk’ı uzaklarda aramayalım. Bize bizden yakın olduğu halde neden uzaklarda arayalım.

İşte bu sır bizde gizlenmiştir. Bunu bize göstermeyen bizim varlığımızdır. Sözümüzde sadakat göstermiş olsa idik,bu sır bize açılacaktı.Eğer bir âşık tam bir teslimiyetle Rabbinin celâl tecellîlerine göğüs gerip, zikir ve fikrinde dâim olursa,bu celâl tecellîler cemâle döner. İşte aşkın ateşinde olanlar bunlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim (A.S.) hakkındaki kıssada Nemrud’un, kırk gün ateş yakarak,İbrahim (A.S.)’i mancınıkla ateşe atması, İbrahim (A.S.)’i yakmamıştır. Zira Cenâb-ı Allah,“Ey ateş, İbrahim’e serin ve selamet ol” emriyle, ateşin yakmadığını bildirmektedir. Bâtında da, Nemrud’un İbrahim(A.S.)’i attığı ateş, Nemrud’un cehâlet ve gayriyet ateşi idi.Çünkü İbrahim’in gayriyeti kalmadığı için, yanacak hiçbir tarafı kalmamıştı.O Tevhîd babasıydı. Aşk ateşinde var olmuştu. Hatta  İbrahim (A.S.) mancınıkla ateşe atıldığı zaman, Nemrud nasıl yanıyor diye merak edip atıldığı yere baktığında, ateşin içerisinde bir beyaz elbiseli kişi ile İbrahim (A.S.)’in beyaz elbise giymiş bir vaziyette,karşılıklı güllük gülistanlık içinde konuştuklarını görmüştür. Hayretle İbrahim (A.S.)’in yanına giderek, yanındaki beyaz elbiseli kişinin kim olduğunu sormuştur. O da “Cebrail’di” diye cevap vermiştir. Görüldüğü gibi, Cebrail kişinin Rabbidir. İbrahim (A.S.)’in üzerindeki beyaz gömlek de, O’nu gayriyet ve nefs-i emarenin ateşinden kurtaran Tevhîd gömleği idi. Bir kişi Tevhîd gömleğini giyer, aşk ateşinde gayriyet ve nisbîyetlerini yok ederse, o kişi ikilikteki fânîlikten geçip, bekânın Vahdâniyyetinde yaşıyor demektir. Çünkü yanacak hiçbir tarafı kalmamıştır. İşte buna aşk ateşi denir. Ayrıca bir kişinin, şiddetli bir biçimde, Rabbinin hasretinden mütevellit, zikir ve fikirle gece ve gündüz ah u figan edip,ona kavuşmak için yemekten içmekten ve uyumaktan geçmiş olması bütün istek ve arzusunun sevgilisine kavuşmak için olduğunu gösterir. İşte buna da aşk ateşine kendini atmış kişi denilir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi Hz.leri,efendisi Şems-i Tebrizi Hz.lerinin, Konya’dan uzun bir zaman ayrılması nedeniyle, O’na olan hasretinden, gelene gidene onu soruyordu. Ondan her kim haber verirse, mükâfatlandıracağını söylüyordu. Halktan bir  kişi, Mevlana’ya gelerek onu Bağdat’ta gördüğünü söyledi. Mevlana da buna binaen o zaman için en kıymetli hırkasını, sırtından çıkartarak o kişiye mükâfat olarak verdi. Yanındakiler Mevlana’ya “Bu kişi yalan söylüyor, ona inanmayın” dediler. Mevlana da, “Ben onun Şems’i gördüğünün yalan olduğunu bildiğim için bu hırkamı verdim. Ya doğru söylemiş olsa idi,canımı verirdim”demiştir. Bu vak’ada da görüldüğü gibi, aşk ateşine düşenlerin hali böyle olur.

Akıl, insanlarda dünyanın, aşk ise âhiretin malıdır. Onun için aşksız Hakk’a varılmaz. Hakk’a giden tek yol vardır.O yol da aşk Burak'ına binerek gönül semâlarını kat etmekle mümkündür.

Allah bütün inanan kardeşlerime‘aşk ateşi’ihsân etsin. Âmin.

 


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin