Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR


ZÂTİYYUN VE  SIFATIYYÜN VELΠ NE  DEMEKTİR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə40/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

ZÂTİYYUN VE  SIFATIYYÜN VELΠ NE  DEMEKTİR

Velî, Allah’ın dostu, sevgili kulu,Allah’ın velâyetine sahip olan kemâlât esmâsıdır. Allah’ın bir adı da El-Vely’dir. Velilik mertebeleri her ne kadar çoksa da genelde üç türlü velîlik mertebesi vardır:

1 - Zâtiyyun Veliler

2 - Sıfatıyyun Veliler

3 - Ef’âliyyun Veliler'dir

Zâtiyyun velîler kendi varlıklarını Hakk’ın varlığında yok ettikten sonra Hakk’ın varlığı ile varlıklanarak zerreden kürreye kadar her varlığında kendi tecellîsini gören ve zevk eden evliyaullahtır. Nokta sırrına vâkıftırlar. Üst üste konulduğunda yedi noktadan bir‘elif’harfi meydana gelir. Elif harfi de çeşitli şekillere bürünerek Kur’ân-ı Kerîm’deki yirmisekiz harfi meydana getirmektedir. Zâtiyyun veliler bu kâinatta nokta olan o İnsan-ı  Kâmil’in her varlıkta tecellî ettiğini görür ve yirmisekiz mertebede zuhûrâtını zevk ederler.

Sıfatiyyun veliler ise Allah’ın bütün varlıklarda tecellî ettiğini bilir ve görürler. ‘Her zuhûrât O’ndandır.’ derler. Bir tecellî eden bir de tecellî olunan vardır. Onun için Sıfâtiyyûndurlar. İlimde kendi varlıklarını Hakk’ın varlığı yanında bir tecellî mazharı bilirler. Tecellî eden kendi olduğu zevkine sahip olmamışlardır. Her şey O’ndandır derler. O’dur diyemezler.

Ef’âliyyun velilerde bu kesret âleminde esmâ ve fiillerin vâkıfıyeti mevcuttur. Her tecellînin Allah’ın âyetleri olduğunu, şerîat hükümlerinde aşırı hassasiyet göstermeleri mevcuttur. Allah’ın fiil ve işlerinin her tecellîsine boyun eğmiş kimselerdir.

Bu saydığımız veliler de irşâdda görevli olanlar ve idârî bölümde olanlar diye  ikiye ayrılırlar. İrşadla görevli olanlara Mürşid-i Kâmil denilmektedir. Bunların da kendi içinde irşâdla görevli her mertebede Mürşîdleri vardır.Bir de Mürşid-i Kâmil dediğimiz can Mürşîdleri vardır. Bunlar Resûlullah efendimizin nübüvvet vârisidirler. İdari bölümde olanlar ise irşâdla görevli değillerdir. Onlar “Gök kubbemin altında Benim nice sevgili kullarım vardır ki onları Benden başka kimse bilmez.” Hadis-i Kudsîsi gereğince bilinmezler. Bunlarda velâyet hâli gâlib geldiği için irşâdla görevli değillerdir.

Bizler Allah’ı seviyor muyuz? Allah da bizi seviyor mu ? Bunların belirtisi nedir? diye sorduğumuzda Allah’ı sevmemiz, bizim Hakk’ın varlığında yok olmamızla mümkündür. Yani kişi Fenâfillâh olmasıyla Allah’ı sevmiş olabilir. Allah‘Bu varlıklar benimdir.’ diyor. Sen de‘Benimdir.’dersen ihtilâfa girmiş olmaz mısın? Sevgilin için canını ver ki sana canân ihsân etsin. Allah da seni sevdiyse senin bütün sıfatlarından kemâlâtıyla zuhûra gelir ki canını vermenin karşılığında canân almış olursun.

         ZEKÂT NASIL VERİLMELİDİR

Zekât temizlenme ve arttırma anlamına gelmektedir. Zekât Kur’ân-ı Kerîm’de âyetlerle farz kılınmıştır. Zâhirinde mallarımızın kırkta birini fakirlere vermemiz, bâtınında da nefsimizi temizleyerek, nisbîyetlerden kurtulmamız emredilmiştir. 

İslamiyette 96 gr. altını veya karşılığında parası olan kişi zengin sayılmaktadır.Kendi yiyeceğinden başka bu 96 gr.altın veya karşılığı paranın, üzerinden bir sene geçtikten sonra o mevcut mal ve paranın zekâtı verilmelidir. Fakat her sene verilmiş olan mal veya paranın zekâtı ise verilmeyecektir.Çünkü zekât malın kirini temizler. Siz bir çamaşırınızı yıkayıp dolaba kaldırsanız giymediğiniz sürece o çamaşırınız kirlenmediği için yıkamazsınız. Aynen bunun gibi bu sene 96 gr.altın veya karşılığı paranın zekâtını verdin.Bu altın veya karşılığı olan paran önümüzdeki sene 196 gr. altın veya para olduysa bunun hepsinin değil yalnız artan 100 gr. altın veya paranın zekâtı verilecektir. 96 gr. altının zekâtı zâten daha önceden verilmişti. Bir tüccar elindeki 20  altının zekâtını birinci sene verdi. İkinci seneye bu miktar 25  olduysa bunun artan beş tanesinin zekâtı verilecek kalan yirmisinin zekâtı verilmeyecektir. Bu altınlar hiç artmadıysa yirmide kaldıysa yine onların zekâtları önceden verildiği için tekrar verilmeyecektir. İslâm İlmihâlinde (Ömer Nasuhi Bilmen Sahife 334 zekât bölümü 10.Madde)‘Zekâta tâbi bir mal, üzerinden bir sene geçtikten sonra artacak olsa,bu artan kısmı-artmazsa verilmeyecek demektir-arttığı günden itibaren üzerinden bir sene geçmedikçe zekâta tâbi olmaz’ diye kayıt vardır. İşte zenginler onun için her sene milyarlar eden  mallarının zekâtını vermek isteseler zekâtı da milyarları tuttuğundan o kadar parayı vermeye kıyamadıkları için Allah’a layıkiyle kulluklarını yapamama ezikliği içinde günden güne îmândan uzaklaşıyorlar. Mallarının kirlerini temizleyecek olan zekât  fakirlere verilmediği için fakirler de toplumda maddî ihtiyaçlar içerisinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Din âlimlerimiz İslâmın emirlerini lâyıkiyle anlatsalar zenginler  seve seve   mallarının zekâtını verecektir.

Bu mevzunun bir de bâtınına bakalım.K endimizi   Allah’tan ayrı olarak düşünüyorsak biz zenginiz demektir.Çünkü bu düşünceye göre  bütün varlık bizimdir. Biz yaparız,biz biliriz, biz görürüz ve bizim varlığımız vardır.İşte zengin olarak bu varlığımızı‘hak sahibine’verdiğimizde zekât vermiş olmaz mıyız? Ef’âlimizi bu sene verdik, önümüzdeki sene verilmiş olan ef’âl zekâtını tekrar veriyor muyuz? Olmayan şeyin zekâtı olur mu?  Tabii ki olmaz. Zekâtı verilen malın zekâtı verilmez. Fakat zekâtını verdik deyip önümüzdeki yıllarda tekrar ef’âli kendimize nisbet edersek işte o zaman zekâtını vermek gerekli olur. Ehl-i Tevhîd fakir olduklarının idrâkiyle zengin olan Allah’ın her an zekât tecellîlerine mazhar olarak mutluluk içindedirler. Bu mânâdaki mutluluk rüzgârlarının zâhirde zengin mazharlardan fakir mazharlara da esmesini engellemeye, yanlış mânâ verişle toplumların huzur ve mutluluğunu bozmaya kimsenin  hakkının olmadığını belirtmek isterim. Zâten kimsenin de hakkı yoktur.

 

         ZİKİR NEDİR,  NASIL YAPILIR



Zikrin kelime mânâsı anmak,hatırlamak demektir.Bu âlemde Allah’ı bütün varlıklar   zikrederler. Ya ayakta ya rükûda ya da secde halinde. Âl-i İmrân Sûresi 191.âyette “Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünenler "Ey Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın, Seni bütün eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azâbından koru.” buyrulmuştur. Onun için bütün nebâtât ayakta, bütün hayvânât rükû halinde, bütün cemâdât  da secde halinde Allah’ı zikretmektedirler. İnsânlar ise  cemâdâtın, nebâtâtın ve hayvânâtın zikrinin yekûn halini namazda toplayarak kıyam, rükû' ve secde halinde birleştirerek hepsinin zikriyle zâkir olmakta ve hepsinin de ecrini almaktadır.

Zikir yalnızca anmaktan ibaret değildir. Anmaktan ibaret olsa idi herkes “Allah” diyor. Zikir, fikirdir. Fikir edildiğinde zikir olur. Bir âyet-i kerîmede “Ya Muhammed sana Kur’ân’ı Arapça indirdik. Tâ ki anlayasın diye” buyrulmuştur. Şu halde anlamadan okunan Kur’ân bile zikir olmuyor. Zikirden gâye zikredilenin bilinmesi ve fikredilmesidir. Yoksa taklîdî bir anma olacaktır.

Zikir üç türlü yapılır:

1 - Cehrî zikir: Açıktan ve  yüksek sesle yapılan zikir.

2 - Kalbî zikir: Dil damağa yapışık, ağız kapalı, burundan derin bir nefes alıp o aldığımız nefesi üçe bölerek tekrar burundan  verilmesi sûretiyle yapılan ve akıl nimetiyle takip edilen zikirdir.

3 - Tefekkürî zikir: Bu da Tevhîd mertebelerinde râbıta ve şühûdların düşünülmesi ise de, merâtiblerin  zevkî tefekkürüne sâlikleri alıştırarak, esas kalb zikri olan müşâhedeyi sağlamaktadır. Çünkü zâtımız yedi sıfatımızdan  fiillerini sergilemektedir. İşitme fiili işitme esmâsının tahakkümünde, görme fiili ise görme esmâsının tahakkümündedir. Dolayısıyla zâtımız nasıl bir halde ise sıfatlarımızdan da o fiil zuhûra gelecektir.

Zuhûra gelen bu fiillerin cibilliyetine bakarak o şahsın veya varlığın Allah’ın indinde ma’lûmiyeti derecesinde tecellî ettiğini görmek ve ona göre tavır almak lâzımdır. Çünkü bu zikirde hem Zât, hem  sıfat, hem fiil tecellîlerini müşâhede etmek, hem de Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşam biçiminin uygulanması elde edilmektedir. Bu zikir aded olarak dil ile vücûdumuzun yaptığı zikir değil; gönlün kemâlâtla yaptığı lâtif olan müşâhede-i zikirdir. Ahzab Sûresi 41 ve 42.âyetlerinde “Ey îmân edenler, Allah'ı çok anış anın! O’nu sabah akşam tesbih edin!” buyruluyor. Bu ‘Nefs mertebesinde ve rûh mertebesinde Allah’ı çok zikrederseniz hesapsız mükâfatlara nâil olursunuz’ demektir. Zikir yapmayanlara Mücâdele Sûresi 19.âyette “Şeytan kendilerini istila etmiş ve kendilerine Allah düşüncesini unutturmuştur. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdırlar. Uyanık ol ki, şeytanın yandaşları hep hüsrana düşenlerdir.” denilmektedir. Taha Sûresi 124.âyette “Her kim de zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu Kıyâmet günü kör olarak haşrederiz.” buyrulmaktadır. Yine Ankebût Sûresi 45.âyetten“Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak (zikir) en büyük iştir ve Allah, her ne işlerseniz bilir.” anlaşılacağı gibi zikir en büyük ibâdettir.Bakara Sûresi 152.âyette “O halde anın Beni, anayım sizi;Bana şükredin,nankörlük etmeyin!” buyrulmakla zikrin ne kadar önemli olduğu görülmektedir..

Zikir, Allah’ın ef’âlini, sıfatını ve zâtını remzeder. Üç kez,  “Allah! Allah! Allah!” denmesinin hikmeti budur. Zira bu üçlü zikirde tarif edilemeyecek kadar sırlar vardır.Besmele-i Şerîf’teki ‘Bismillâh’ Allah’ın zâtını, ‘Rahmân’ Allah’ın sıfatlarını, ‘Rahîm’ ise Allah’ın ef’âl-i ilâhiyesini remzetmesi nedeniyle bu üç lafzın manâsı tüm Kur’ân’ın sırrı olmuş oluyor. Allah lâfzı Arapça’da “elif”, iki “lâm” ve “Hu” harfleriyle yazılmaktadır. Bu üç harfin  mânâsı,Hakîkat-i Muhammediyye’nin sıfatları olan Tafsîlât-ı Muhammediyye’den fiilleri ile açığa çıkması demektir.

Şu halde ister nefs mertebesinde lafzî olarak“Allah” densin, ister kalb mertebesinde Allah’ın ef’âlini, sıfatını ve zâtını şühûd etsin,isterse rûh mertebesinde kendi tecellîsinin bu üç yüzünü zâhir ve bâtında müşâhede zevkiyle zevkiyâb olsun, bunların hepsi zikirdir ve bu zikirler en büyük ibâdettir.Zamanla büyük dille yapılan cehrî zikir, küçük dille yapılan ağız kapalı kalbî dediğimiz akli zikre tebdil olacak ef’âl mertebesinde şühûdî zikirle kalbin tasdîki ve her bir âzasıyla müşâhedeye geçerek, her tecellînin Hakk’ın bir tecellîsi olduğunu, fakat bu tecellîler mazharlardan zuhûr ettiği için, mazharların yaratılma yerlerine göre tecellîsini gösterdiğini seyretmek en büyük bir zikir olacaktır. Bir kişinin kalbi saat gibi zikirle kurulursa, Cenâb-ı Hakk onu kat’iyen bir daha durdurmaz. Bir kişinin de hicâbı açıldığında Allah’ın şanından değildir ki onu kapatsın.

    

ZİKİRLE BİRLİKTE RÂBITA  NASIL KULLANILIR

Bir sâlik yüzünü Rabbine çevirerek, bezm-i elest demi olan İnsan-ı Kâmilin dizinin dibinde zikir telkînâtını alır.Bu, “Rûhumdan Âdeme bir rûh üfledim” âyet-i kerimesi gereğince, zikir rûhudur.Her nefesteki “Allah, Allah, Allah” diye yaptığı bu zikir, ister Âdem’de isterse âlemdeki Cenâb-ı Allah’ın üç tecellîsinin idrâkini sağlayıp, Vahdâniyyeti ile diriliğini ihtiyarî olarak zevk ettirecektir. Zikir Makâm olmayıp bir derstir. Dolayısıyla da zikirde râbıta da yoktur.

Sâlik Tevhîd mertebelerinin Fenâ Makâmlarının birincisi olan Tevhîd-i Ef’âl’i telkîn aldığında, “Lâ fâile illallah” “Fiillerin halk edicisi yalnız Allah’tır.” râbıtasını hissiyle kullanmaya başlayacaktır. Bir kişi kalbiyle dâima“ Allah, Allah, Allah” diyerek hissiyle de,yani bakışı,düşünüşü,görmesi, duyması gibi hissi müştereki ile bunu aklından hiç çıkarmaması, aynı zamanda râbıtayı da kullanması demektir.Râbıta bağ demektir. Neyin bağı? Kendisine üfürülen ef’al-i İlâhiye rûhunun, gönlündeki fiillerin kendisinin değil, halk edicisinin Allah olduğunun bağı.

Tevhîd-i Sıfât mertebesinde, zikirle birlikte sâbit sıfatların halk edicisinin Allah olduğunun râbıtası, Tevhîd-i Zât mertebesinde zikirle birlikte vücûdun  Vücûdullah olduğunun râbıtası olmalıdır. Bir sâlik bir üst mertebeyi aldığında,daha evvelki mertebelerin râbıtaları o aldığı mertebenin râbıtasının içinde zaten mevcûddur. Sâlik kalbiyle dâimî zikrini, hissiyle de râbıtasını kullandığında, kendisinin ve kendisinden başka varlıkların hiçbir varlıklarının olmadığını,tek varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunun irfâniyetine sâhib olacaktır. Bilmek ve idrâk etmek irfâniyet değildir. Bilmek ve idrâk etmek ilm-el yakînlik içinde bir şeye vâkıf olmaktır. Kulağınızla duyduğunuzu gözünüzle görebilmişseniz onu kalbiniz tasdîk eder,yoksa tasdîk etmez. İşte kalbin tasdîkinden sonraki o şuhûdu zevke irfâniyet denir. Yoksa bilmek veya ona vâkıfım demek irfâniyet değildir. Zaten kulağımızın duyduğunu gözümüz görmezse kalbimiz bunu tasdik etmez. Bu irfâniyete ilm-el yakînlik değil, ayne’l-yakînlik denmektedir. İhtiyarî olarak kendi varlığımızı Hakk’ın varlığında yok ederek,Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyeti ile zevklenmemiz, her neye bakarsak bakalım O’nun Vahdâniyyetinden başka bir tecellî görmememiz demektir. Bu mertebenin râbıtasında, Hakk’ın kulunun kulağından ve gözünden görenin, dilinden konuşanın Hakk olduğunu zevk etmek kişiye râbıta zevki sağlayacaktır.

Bekânın ikincisi olan Hazret’ül-Cem Makâmında, halkın zâhire çıkmasıyla,tafsilât-ı Muhammediyye olan bu âlemde, bütün varlıkların yani Hakk’ın sıfatlarının “Sen bizlerde tecellî etmemiş olsan bizler olmazdık, bizlerdeki varlıkta tecellî eden de Sensin ya Rab!” diye acziyetlerini ifâde ettiklerini, hissi müşterek olan bu bâtın duygularımızla, dâima kendimiz diye ikilikle ifade edilen Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının isti’dâd ve kabiliyetlerine göre farkıyla düşünmek, rûhun emrine geçmiş olan akıl nimetiyle kendimizi yakın takibe almak,bizleri Kâbe kavseyne ulaştıracaktır.İşte, sîretimiz olan rûhaniyet yönümüzün sûret olan fiziksel bedenimizden nasıl zuhûra geldiğini, Cenâb-ı Allah’ın vahdet-i şuhûd olan yalnız sîretten ibaret olmadığını,vahdet-i mevcut olan yalnız görünen varlıklarla da kayıtlı olmadığını, vahdet-i şuhûd olan sîreti, vahdet-i mevcûd olan sûretten tecellîsiyle vahdet-i vücûd olduğunu anlamış oluruz. Cenâb-ı Hakk’ın Zâtının, Muhammed olan sıfatlarından tecellîsini farkıyla izlemek ve yaşamak kemâlâttır. Zaten bekâ Makâmları olan bu mertebelerde kalbî zikirle birlikte verilen râbıtalar, o kişiyi dâima illallah irfâniyetine sahip kılacaktır.

Şu halde hangi mertebe ve Makâmda olursak olalım, dâima kalbî zikirle birlikte râbıtayı kullanmak bize vuslat sağlatacaktır. İlimle bu yerleri bilsek bile şuhûd ve râbıtamız yeterli değilse, saydığımız Allah’ın manevî nimetlerine sahip olamayız. Zikir fikirdir. Fikir ise zikirdir. Kalbî zikir her mertebede râbıta olan fikirle birleşmeden vuslat olmaz. Onun için fikir yalnız ilmî olarak bir şeye vâkıf olmak değildir. Ayne’l-yakînlikteki şuhûd ve irfâniyet bizleri vuslat bulduracaktır. Arzu eden kardeşlerime Allah bu yerleri zevk ettirsin. Âmin.

 

ZİYÂRET NİYETİYLE MESCÎDLERE GİTMEK

 “Evinizden üç yer için ziyâret kastıyla çıkınız.1-Mescîd-i Harâm 2-Mescîd-i Nebevîyye 3-Mescîd-i Aksâ’’dır. Bu üç yerin dışında ziyâret kastıyla çıkmayınız.” (H.Ş.)

Peygamber Efendimiz Mescîd-i Haram için ziyâret kastıyla seyahata çıkmamızı uygun buluyor .Çünkü Mescîd-i Haram Mekke şehrindeki Kâbe’nin bulunduğu yerdir. Kâbe Allah’ın Zât’ını remzetmektedir. Dolayısıyla orayı ziyâret Cenâb-ı Hakk’ı ziyâret demektir. Yoksa zâhirde taştan yapılmış bir binanın hiçbir özelliği yoktur. Hatta bir gün Hz.Ömer Kâbe’yi tavâf ederken  Hacer-ül Esved taşına şöyle hitapta bulunmuştur: “Ey taş! Senin bir taştan ibâret olduğunu biliyorum. Yalnız Resûlullah Efendimiz seni öptüğü için ben de öpüyorum. ”Hacer-ül esved taşı Mürşîd-i Kâmil’in sağ elidir. Onu öpmek Cenâb-ı Hakk’ın elini öpmek gibi olacaktır.

Hakk ve hakîkat yolcusu Tevhîd ehillerinin bu insan toplumlarının içinde gizli olan Zâtiyyun olan velileri ziyâreti Kâbe’deki Hacer-ül Esved taşını öpmeleri gibidir.El öpmekten gâye et ve deriden meydana gelmiş bir eli öpmek değil “El ele, el Hakk’a” ifâdesinin sırrına vâkıfiyet ve ondan ilim ve irfâniyeti verenin bizzât Cenâb-ı Allah olduğunu bilmektir. Yoksa Kâbe’deki taşın hiçbir hikmeti yoktur. O İnsan-ı Kâmil’in elini öpmeği remzetmektedir. Bedensel olarak İnsan-ı Kâmil’in bizlerden hiçbir farkı yoktur.Fakat sîret yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın kemâlâtıyla ‘insan’ diye vasıflandırdığı o resimden veliyyullah olarak bizlere bizzât Cenâb-ı Hakk’ın konuştuğunu anlamaktır.

İkincisi Mescîd-i Nebeviye ise Resûlullah efendimizin Medine-i Münevvere’deki Ravzâ-i Mutahhara’sıdır. Buranın  ziyâreti de Sıfâtiyyûn velilerin ziyâretini remzetmektedir. Çünkü bu kâinatta Allah Zâttır, Muhammed sıfattır. Sıfatlardan her ne tecellî ederse Zât’ın o sıfatın isti’dâdı nisbetinde onun mazharından görünmesidir. Sıfatıyyun velîler zâtiyyun velilerin bir uydusudur. Bulundukları yerlerde kendi isti’dâdlarına göre Zâtın tecellîlerini sıfat mertebesinde kemâlâtıyla zuhûra getirenlerdir. Ayrı değildir. Görevleri orası olduğu için o mertebedeki isti’dâd sahiplerini irşâd ederler.

Üçüncü ziyâret yeri de Mescîd-i Aksâ’dır. Zâhirde Kudüs şehrinde bir mescîddir. Taşıdığı mânâ ise kalb sahibi olan Ef’âliyyûn velilerin ziyâret edilmesinden ibârettir.Bu veliler de Zâtıyyun velilerin Sıfâtiyyûn velilere manevî tâlimatlarının kendi mertebelerinde uygulama ve uygulatma emrini vermesi, Sıfâtiyyûn velilerin de Ef’âliyyûn velilere ef’âl mertebesinde kemâlâtıyla uygulama ve uygulatma görevini vermesidir. Bütün bu velîler kendi yerlerinde mertebeleri gereği görev yaparlar.

İşte Allah’ın Zâtıyyun, Sıfâtiyyûn ve Ef’âliyyûn velîlerinin ziyâretleri anlamına gelen bu Hadis-i Şerîf Allah’ın başka bir tecellîsinin olmadığını bütün tecellîlerin bu üç tecellî içinde olduğu için bu üç yerden başka yerlere ziyâret kastıyla evinizden çıkmayınız buyrulmuştur.

Günümüzde yatırlara, türbelere ve bazı Allah’ın büyük velîsi diye bildiğimiz kabirlere ziyâret edenler var.Hadis-i Şerîf’e göre bu ziyâretler yasaklanmıştır. Çünkü rûh hiçbir zaman ölmez. Onların rûhları toprak altında değil, âriflerin gönlündedir. Ancak ârif olan velîleri ziyâret edersek onları aynen ziyâret etmiş oluruz. Yoksa kabirlere gitmek sadece“Ey kişi ! Bir gün sen de buraya geleceksin. Gelmeden evvel hazırlığını yap!”diye ibret ve ders almamızı sağlar. Orada başka hiçbir şey yoktur. Onlara bir müşkül sorsanız  kabirden o velî cevap veremez. Fakat bir ârifin ziyâretine  gitseniz sizin bütün müşküllerinizi halleder. Bir Hadis-i Şerîf’te Resûlullah Efendimiz şöyle buyuruyorlar: “Kabirdekiler sizi duyar fakat cevap veremezler.” Bu‘Sendeki rûh ne söylersen  yine senden biliyor ve duyuyor. Fakat cevap veremiyor. Zira o isimdeki mazhardan cevap vermesi mümkün değildir.’ anlamına gelmektedir.  Rûh birdir. Parçalanma kabul etmez. Yalnız tecellî ettiği mazharlarda Ahmet, Mehmet.. gibi isimler alır. Allah bizlere Zâtıyyun,Sıfâtiyyûn ve Ef’âliyyûn velîleri ziyâret ettirmek nasîb etsin. Onlarla tanışmak ve onların irfâniyetlerinden faydalanmak nasîb etsin. Âmin.

 

       ZÜLKARNEYN (A.S.)  KİMDİR



Kur’ân-ı Kerîm Kehf Sûresi 83 ilâ 98.âyet-i kerimelerde bahsedilen nebîlerden birisidir.   

Doğu ve batı ülkelerini de  emrinde tuttuğu için “Zülkarneyn” denmiştir. Bu âyetler müteşâbih  olduğu için tevilâta ihtiyacı vardır. Zâhir olarak garb ve şarka hükmettiğini söylediğimiz  Zülkarneynler bu gün var mıdır? Kimlerdir? Onu tanımak ve bu âyetlerden istifade ederek yaşama geçebilmemiz için, vücûd ülkemizde onun yerini bulmamız ve zevk etmemiz gerekmez mi? Enfüs ve âfâkta Zülkarneyn (A.S.)’ın doğuya ve batıya gitmesi nedir? Üçüncü bir yola gitmesi nedir? Oradaki halkın Ye’cûc ve Me’cûclerden şikâyet etmesi nedir? Oradaki halk Zülkarneyn'in himmetiyle Ye’cûc ve Me’cûc'ten nasıl kurtulmuşlardır? Günümüzde Ye’cûc ve Me’cûc var mıdır?Varsa bizler bunlardan nasıl kurtulmalıyız? İşte bu soruların cevaplarını bilmemiz bu kıssaya vâkıfiyetle mümkün olacaktır.

Günümüzde Zülkarneynler kalp sahibi olan İnsan-ı Kâmillerdir.Onlar hem sıfatlar âlemi olan beden arzına, hem de rûh arzına hükümdarlık yapmaktadırlar. Evvelâ nefisle yapılan ameller ülkesi beden arzına giderek oradaki halka Hakk ve hakîkati anlatıyor.Çünkü orası güneşin battığı, yani rûh güneşinin bâtın olduğu yerdir.Sonra doğuya giderek,oradaki ahâlîyi üryân bulmuş ve onlara da aynı şeyleri anlatmıştır.Doğu,Vahdâniyyet yeri olduğu için rûhun birlik zevkine sahip olmaları nedeniyle bazı kâidelere itibar etmek istemediler. Zira Hakk’ın sarhoşu olmuşlardı.Şeriat elbiseleri olmadığı için bunlar üryân yani çıplaktılar. Sonra üçüncü bir yola giderek orada Ye’cûc ve Me’cûc'ten şikâyet eden bir topluluk buldu.Onlar Zülkarneyn (A.S.)’den “Bize yardım et. Bizim sabahtan akşama kadar kazandığımız her şeyimizi Ye’cûc ve Me’cûc denilen bu varlıklar yiyip bitiriyor. Size ücret de ödeyelim” diyerek yardım istediler. Zülkarneyn (A.S.) de onlara “Ben hiçbir ücret istemem,benim ücretimi Cenâb-ı Hakk verir.Sizler bana yardımcı olursanız ben de sizleri onlardan kurtarırım”dedi.Halkın ellerinde ne kadar demir ve bakırları varsa,bir meydanda toplayarak ateşte eritti. Çin seddi gibi bir set yaparak,onları Ye’cûc ve Me’cûc'ten kurtardı.

İşte günümüzdeki İnsan-ı Kâmiller de,bâtınımız olan nefis ülkesine giderek, teşbih tecellîlerini öğretmekte, doğumuz olan rûh ülkesine giderek de tenzih tecellîlerini öğretmektedir. Üçüncü bir yol olan,halkı dâima rahatsız eden Ye’cûc ve Me’cûc varlıklarının bulunduğu esfel-i safîlin olan avâmın ülkesine gitti. Avâm, ilim ve irfâniyetsiz olarak ne kadar ibâdet   yapsalar da onların enfüsündeki vehim ve hayâl gibi, Ye’cûc ve Me’cûc’ten kurtulmaları,yani ihlâsa ermeleri mümkün değildir. Onun için mutlaka bir Mürşîd-i Kâmile ihtiyaçları vardır. Âfâkta da avâmın kendi varlıklarını Hakk’a vermiş olan Tevhîd ehlinden rahatsız oldukları malûmdur. Yunus Emre bir ilâhîsinde “Bir sinek kartalı aldı vurdu yere, ben de gördüm tozunu” buyurduğu gibi, âlimim diyen bir kişi bir dervişe cevap bile veremiyor.



İşte bu topluluğa İnsan-ı Kâmil sohbetleriyle, ‘inşâallah’ ve ‘mâşâallah’ sözlerinin sırlarını öğreterek bu rahatsızlıktan kurtuluyorlar. İnşaallah demek,işlerin sâhibinin Allah olduğunu bilmektir. Çünkü bütün fiillerin fâili Allah’tır. Mâşâallah demek de mâişetin sahibi Allah’tır demektir. Zira mevsûf sıfatların sahibi de Allah’tır. Bir insan fiil ve sıfat şirkinden kurtulursa, o kişi ne sevap işleyebilir,ne de günah işleyebilir.Artık o kişi, fiil ve sıfatsız olduğu için cehâlet ve gayriyetten ölmüştür. Her ne kadar henüz  vücûdu varsa da,boş bir kütük gibi onun hiçbir şey yapması mümkün değildir. Tecellî-i sıfatı zevk eden sâliklere,“kurtuluş beratını almıştır” denilmektedir. İnsan-ı Kâmiller de Zülkarneyn gibi, batıya ve doğuya giderek her ne kadar teşbih ve tenzih mertebelerindeki kişilere vuslat zevklerini öğretiyorsa da esas üçüncü yol olan inançlarında taklîdden kurtulamayan, ister enfüslerinde vehim ve hayâlden kurtulamayıp ibâdetlerinden zevk alamayanlar olsun, isterse pozitif ilimle bir şeyler bilenlerin manevî rûh nurlarına sâhib olmadıkları için Tevhîd ehlinin Hakk ve hakîkat sözleri, onlara diken gibi batması nedeniyle,İnsan-ı Kâmile ihtiyaçları vardır. İnsan-ı Kâmilsiz bu rahatsızlıktan kurtulmak mümkün değildir. Onun için de ‘inşâallah’ ve ‘mâşâallah’ sırlarının bizlere öğretilmesiyle mümkün olacağını bizlere bildiriyor.

MUHABBETNAME KİTAP SONU

                                            Ahmet ARSLAN : 2007
Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin