Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə39/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

TEVHÎD-İ SIFÂT:

Fenâfillâh mertebelerinin ikincisidir. Hayat, ilim, irâde, kudret, semî, basar ve kelâm sıfatları Hakk’ın olup, bu sıfatlar sâlike ayna olmakta ve orada Hz.Mevlâ müşâhede edilmektedir. Burada sâlik zevken bu sıfatlar ile mevsûf olanın Hakk teâlâ olduğunu bilecektir. Bunun için de bu mertebede dört şühûd öğretilir: 1-Tevhîd-i  sıfat 2-Fenâ-i sıfat 3-Tecellî-i sıfat 4- Cennet-ül sıfat.Râbıta olarak da“Lâ Mevsûfe illâllâh” verilir. Bakara Sûresi 255. “Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur. O,dâima yasayan, dâima duran, bütün varlıkları ayakta tutandır. O'nu ne gaflet basar, ne de uyur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O'nundur. O'nun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine! Onların önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun hükümdarlığı, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır.Her ikisini görüp gözetmek,ona bir ağırlık da vermez O, çok ulu ve çok büyüktür.” Şura Sûresi 11.O gökleri ve yeri yaratan, size kendilerinizden esler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır.Sizi bu suretle üretip duruyor.O'nun benzeri gibi bir şey yoktur. O, öyle işiten, öyle görendir” ve Kasas Sûresi 68. “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Seçim hakkı onların değildir. Allah, onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir!” ve benzeri âyetlerden bütün subût (sâbit) sıfatların halîkının Allah olduğunu anlamaktayız.

Sıfatlar gayba aittir, zuhûra gelince şehâdete intikâl ederek esmâ adını alır. İlim bir sıfattır, zuhûra gelince âlim adını aldığı gibi bu mertebeyi gören sâliklerde edeb, ahlâk ve yüceliklerin görülmesi lâzımdır. Zira fiil ve subût sıfatların nisbîyetlerinden kurtulan bir kulun mâğfirete ermesi,temizlik,doğruluk ve Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin güzel ahlâkını sergilemesi lâzımdır. Ef’âl ve sıfat mertebelerini görenlere Tevhîdde tarîkat ehli de denilir.

 

TEVHÎD-İ ZÂT:

Tevhîd-i Zât, vücûd birliği demektir. Vücûd Hakk’ındır. Ef’âlin vücûdu yoktur.Sıfattan tecellî ediyordu. Sıfatın da vücûdu yok, o da vücûddan tecellî ediyor. Allah Vâcib-ül Vücûd’dur. İşte sâlike Fenâfillâh mertebelerinin sonuncusu olan Tevhîd-i Zât Mürşidi tarafından  dört  şühûdla tarif edilir. 1- Tevhîd-i  Zât 2-Fenâ-i Zât 3-Tecellî-i Zât  4-Cennet-ül Zât. Râbıtası ise “Lâ Mevcûde illâllâh” dır.

Bu Makâmda sâlik hissen, aklen ve hayâlen gerek ef’âl, gerek sıfat ve gerekse Zât aynalarından Vücûdullaha bağlanıp cümle eşyânın vücûdu Hakk olduğunu mülâhaza eder ve zevk alır. Dâimî zevkte kalabilmesi için râbıtaya sımsıkı sarılır. Halkın fânî Hakk’ın ise bâki ve zâhir olması halinde zevkiyâb olur.Bu halle hallenen kişi ihtiyarî bir ölümle ölmüştür. “Mutu kable ente mutu” “Ölmezden evvel ölünüz.” Hadis-i Şerifi budur. Kasas Sûresi 88. Allah'la birlikte diğer bir tanrıya daha çağırma;O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun Zâtından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O'nundur ve nihayet döndürüIüp O'na götürüleceksiniz.” Rahmân Sûresi 26 ve 27. Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir;Yüce ve iyilik sahibi Rabbinin yüzü bâkidir” ve Yunus Sûresi 62. “Uyan! Allah dostlarına ne korku vardır,ne de onlar mahzun olurlar!” âyetlerinde açık olarak bu mertebenin hâlini görmekteyiz.

Fenâfillâh mertebelerini gören bir sâlik nefsini bildiği için Rabbini de tanımıştır. “Nefsini bilen Rabbini bilir” (H.Ş.) Her ne kadar ilimle Fenâfillâh olunmuşsa da yine de zaman zaman nefsine tâbiliğinden geçemediği için hem mahcûbiyeti görülür hem de Makâm zevkleri tecellî ettiğinde ehl-i keşiftirler. Yâni halkla olduklarında hicâbları, Hakk’la oldukları zaman keşifleri artar. Ehl-i velâyettirler.

CEM MAKÂMI:

Bekâ Makâmlarının birincisidir. Fenâfillâh mertebelerini zevk eden kul, kendisinin zannettiği fiil, sıfat  ve Zâtın da yok olduğunu anlayınca bu mertebe telkîn edilir.

Sâlik bu yerde Hakk’ı zâhir halkı bâtın müşâhede edecektir. Bu Makâmda halk ayna olup, oradan Hakk zâhir olmaktadır. Ve Vahdet şühûdu kişiyi istilâ eder.Cem Makâmı telkîn edilen sâlik Hakk’a kuvve olup onun kuvvesinden Hakk zâhir olurken,kendisi bâtın olur. Aynı zamanda eşyâ da butûna girer.Bir cismin gölgesinin, öğle vakti cisimde yok olduğu gibi halk mazharından Hakk’ın zâhir olmasıdır. Ef’âlin, sıfatın, Zâtın birliği zevkiyle her nereye bakarsa Hakk’ın cemâl yüzünü görmesi onun zevki olacaktır.Bakara Sûresi 115.âyetteDoğu ve batı Allah’ındır, yüzünüzü her nereye çevirirseniz Allah’ın cemâl yüzü oradadır” buyrulmaktadır. Sâliki ismi ile çağırsalar ismini bile duyamayışı onun zevki olacaktır. Bu Makâma Kurb-i Ferâiz, Ulûhiyyet, Rûh Makâmı gibi isimler de verilmiştir. Bu Makâmda sâlik fazla durdurulmaz. Sâlik kabızlık ve yalnızlık içindedir.Cem Makâmı  Hz.Îsâ (A.S.)’nın Makâmıdır.

HAZRETÜ’L-CEM MAKÂMI:

Bekâbillâh mertebelerinin ikincisidir. Bu Makâmda halk zâhir Hakk bâtındır. Hakk aynasından halk zâhir olarak müşâhede edilir.Cem’de bilen, gören ve işiten abdın kuvvesiyle Hakk idi. Bu Makâmda ise,Hakk kulun kuvvesi olmaktadır. Hadis-i Kudsî’de “Kulum bana nevâfille yaklaştığı zaman duymasına kulak, görmesine göz,konuşmasına dil olurum...” buyrulmuştur. Her nereye nazar edersek edelim zâhirde halkı bâtında ise Hakk’ın tecellîsini zevk ve ifade ederiz.Necm Sûresi 8. “Sonra yaklaştı ve sarktı âyeti Zât olan Allah’ın Muhammed olan sıfatlara yani kesret âlemine zuhûrâtı olarak da zevk edilir.

Hazretü’l-Cem’e, bütün sıfatların, Zâtı Hakk ile kâim olduğunun müşâhede ve zevk olduğu bir Makâm olması nedeniyle bu zevke sahip olanlara Sıfâtiyyûn da denilir. Bu mertebedeki sâliklerin şerîatlarında kemâlat, yücelik ve ahlâk-ı Resûlullah (S.A.V.) görülmektedir. Bu sâliklerin enfüsünde cem,âfâkında fark hali zuhûr eder.Bunlar mukarrebîndirler.

 

CEMÜL CEM MAKÂMI:

Bekâbillâh mertebelerinin üçüncüsüdür. Makâm-ı Cem ile Makâm-ı Hazretü’l-Cem’i kendinde toplayan yani ‘Vahdet’ve‘ kesret’i cem eden bir Makâmdır. Buna tenzih ve teşbihi Tevhîd yapmak yeri de diyebiliriz. Bâtın  olan mutlak ve zâhir olan mukayyedin  hepsi Hakk’tır diye zevk ederiz.

Kur’ân-ı Kerîm Hadid Sûresi 3.âyeti “O evveldir, O Ahîrdir, O zâhirdir, O bâtındır” bu zevkimize delildir. Ayrıca Necm Sûresi 9.âyette “Aradaki mesâfe iki yay boyu oldu, hattâ daha yakın” belirtilen ‘celâl’ ve ‘cemâl’ yaylarının birleştiği Kalb mertebesi de denilir. Vahdet aynı kesret, kesret de aynı Vahdet olarak zevk edilir. Tevhîd-i Ef’âl mertebesinde fiillerden soyunan sâlik bu yerde Hakk’ın fillerini giyer. Peygamber ve velîlerin sırlarına vâkıf olmak isteyenler bu Makâmı gerçek yönüyle zevk etmelidirler. İşte o zaman hafî şirklerin de tamamen yok olduğu bu yerde‘ibâdet eden’, ‘ibâdet’ ve ‘ibâdet edilen’i birlemişlerdir. Mürşid-i Kâmillerin sâliklere  telkîn ettikleri son mertebedir.

 

AHADİYYETÜ’L-CEM MAKÂMI:

Bekâbillâh mertebelerinin dördüncü ve sonuncusudur. Bu Makâm Makâm-ı Muhammed’dir. Makâm-ı Mahmûd da denilir. Kesret olan varlıklardan kaydın kaldırıldığı yerdir.Bundan sonra başka bir Makâm da yoktur, en yüce mertebedir. İbrahim (A.S.) Tevhîd babası olduğu halde bu Makâma ancak Muhammed (S.A.V.) Efendimizin müsaadeleri ile girebilir. 1-Ahadiyyetü’l-Ayn 2-Ahadiyyetü’l-Kesret diye iki kısımda mütalaa edilir. İhlas Sûresi 1.âyet “De ki: "O Allah tek birdir. ”Enfâl Sûresi 17.âyet “Sonra onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın,lâkin Allah attı. Bu da mü'minlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Gerçekten Allah işitendir, bilendir!” İsra Sûresi 3.âyetYetimin malına da yaklaşmayın. Ancak rüşdüne erişinceye kadar en güzel şekilde yaklaşma başka; verdiğiniz sözü yerine getirin; çünkü verilen sözde muhakkak bir sorumluluk vardır”, En’âm Sûresi 152.âyet “Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar en güzel şekilden başka türlü yaklaşmayın; ölçeği ve tartıyı tam ve denk tutun. Biz, hiçbir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz. Söz sahibi olduğunuz zaman yakınlarınıza ait de olsa adaleti gözetin. Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin. Duydunuz ya, O, düşünüp tutasınız diye bunları size emretti” Ahadiyet Makâmı zevkinin delilleridir.

            TEVHÎD NASIL YAŞANIR 

İnsanların Tevhîdi yaşayabilmeleri, Cenâb-ı Hakk’a üç türlü yakînlik ve bunların  şühûdu ile islâmî Tevhîdi yaşaması mümkündür. Bir kişi ilm-el yakîn olarak Cenâb-ı Hakk’ın mukayyed olan bu kesafet âleminde, zerreden küreye kadar bütün tecellîlerini bilse, bu, kulun Hakk’ı bilmesi olur ki,bu lâyıkiyle Hakk’ı bilme değildir. Zira kul Hakk’ı lâyıkiyle bilemez.Ancak Rabb’im lâyıkiyle Rabb’imi bilebilir.Bir kulun Hakk’a ibâdetleri de,Kur’ân-ı Kerîm’deki emir ve yasakları taklîdi olarak, şerîat-ı evvel seviyesinde yaptığı için mânâsız ve hayâlindeki bir ilâha ibâdet etmesi nedeniyle avâmdır. Nefsine nefsi için ibâdet edenler sınıfındandırlar.

Bundan bir ilerisi olan nefsi ile Hakk’a ibâdet edenler ise, ilm-el yakînlik sınıfında olup,her ne kadar diğerlerinden üstün bir ilime sahiplerse de,yine de şühûdları olmadığı için bu kişiler ister Melamî  olsun, ister herhangi bir tarîkat ehli olsun,isterse şerîat cemâatı olsun aynıdır. Zira bu kişiler de henüz, bildiklerini gözleriyle görüp şühûd etmemişlerdir.Onun için ayne’l-yakîn değildirler. Şahitlikleri olmadığı için,Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatlarından tecellîlerini bildiği halde göremediği için görerek değil de, görüyormuş gibi ibâdet etmiş olurlar. Bunlar Melamîlik yolunda, Tevhîdin bütün  mertebelerini su gibi bilseler bile, şühûda sahip olmadıklarından şerîat seviyesindedirler. Bir kişinin nefsiyle nefsini bilmesi veya nefsiyle Hakk’a ibâdet etmesi, onun şühûd sahibi olup ayne’l-yakîn olduğunu göstermez. Bu kardeşlerimin merâtib-i İlâhiye tahsillerinde,Hakk Mürşîdlerinin verdiği râbıta ve şühûdları lâyıkiyle kullandıklarında, kulaklarıyla duyup bildiklerini, gözleriyle gördüğü zaman Rabb’ini Rabb’inin görmesi tecellî edeceğinden, fiilin fâilini kalbin tasdîk etmesi onları ayne’l-yakîn zevkine erdirecektir. Bu da Hakk’ın  kulunu görmesi,yâni Cenâb-ı Hakk’ın kendi kul sıfatlarındaki tecellîlerini seyretmesidir.Bütün sıfatların yaratılma yerlerinde kullanılmasını,sıfatların isti’dâdlarına göre fiillerinin açığa çıkmasını ayne’l-yakîn olarak şühûd etmek sûretiyle seyreder. Bir kişi,namaz kılarken,kıyamın, rükûun,secdenin irfâniyetiyle birlikte,kendi kul sıfatından ne şekilde, tâdîl-i erkâniyle açığa çıktığını,Zâtının seyretmesi ve zevk alması onun ayne’l-yakînliğidir. Bu kişiler Rablerini namazda görüyormuş gibi değil görerek namaz kılanlardır. Zât olan Allah, Muhammed aynası olan kemâlât sıfatlarından kendisinin tecellîsini ayne’l-yakîn olarak seyreder. Hakk’ın nefsini bilme ve görmesi budur. Allah’ın nefsi,sıfatlarıdır.Bu kişilerin gönül gözleri faaliyette olduğu için, irfâniyetleriyle, Zâtının sıfatlarından tecellîlerini görmekte ve ona göre sıfatların bazı sıfatlara, âfâkta yaklaşım yapması zuhûr etmektedir.

Üçüncü olarak Hakk-al yakînlik hâli ise Hakk’ın Hakk’ı bilmesi ve görmesidir ki, gören, görme ve görülenin birliği demektir. O’nun mülkünde O’ndan başka bir varlık bırakmadan, kendisi olan Zâtının,kendi sıfatı olan Muhammed aynalarından, fiilleriyle sıfatların isti’dâd ve kabiliyetleri nisbetinde açığa çıkmasını seyretmesidir.

Nefsi ile Hakk’a ibâdet edenler ilmî olarak Tevhîd yapsalar bile şühûd sahibi olamadıkları için, ikilikten, ihtilâftan, huzursuzluk olan dünyadaki Cehennemlerinden bile kurtulamazlar. Zaman zaman kendilerini dünyadaki ilim ve hâl Cennet’inde hissetseler bile, zaman zaman da Cehennem’e girerler. Onlarda stres, üzüntü, keder,huzursuzluk ve mutsuzluk gibi azâb halleri,zaman zaman dâima vardır.

Hakk’ın nefsini bilmesi ve nefsini görmesi (Allah’ın nefsi sıfatlarıdır) kişiyi şühûd sahibi yapar. Hakk’ın zerreden küreye kadar bütün varlıklarındaki tecellîlerini şühûd ederek,ikilikten kurtulmuş ve irfâniyet Cennet’ine ayak basmışlardır.

Hakk’ın Hakk’ı bilme hâli, onun gören,görme ve görülenin birliği idrâki olup, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyenin Tevhîd halindeki görüntüsünden ibarettir. Bizler tafsilâtta, bir olan kendimizi tenimiz, aza ve sıfatlarımız, rûhumuz diye bölümler halinde îzâhını yaparız. Aslında bu saydıklarımız ayrı ayrı değildir. Hepsi bir vücûddur. Aynen onun gibi, Cenâb-ı Hakk da,mevcûd-u vücûd değildir. Mevcûd-u şühûd da değildir. O, Vahdet-i Vücûddur. Zira mevcûd-u vücûdda, mevcûd varlıklarla sınırlanma olmakta, mevcûd-u şühûdda da görülenlerle kayıtlanma yapılmaktadır. Vahdet-i Vücûdda ise hem zâhir görünenlerde, hem de görünmeyen bâtın, bütün varlıklarda tecellîsini sınırsız gösterendir.

Onun için, bizler bu Tevhîd merâtib-i İlâhisini evvelâ ilm-el yakînlikle bilmeyi öğrenmeli, sonra şühûdlarımızla her tecellînin fâilini mazharlardan görmeye ayne’l-yakînlik olarak çalışmalı, sonra da O’nda O olmak sûretiyle Tevhîd yapıp huzur ve mutluluğu yaşam içinde devam ettirmeliyiz. Çünkü ikilikte mutluluk olmaz.Mutluluk Tevhîddedir. Allah bizlere bu zevkleri ihsân etsin.

                 TEVHÎDE DAVET

İnsanlar esfel-i sâfilîn olan bu dünya yüzüne geldikten sonra,nefs vâdisinde, çamura batmış bir eşek gibi debelenmeye başlıyor. Nereye gideceğini,nasıl bir yol takip edeceğini, huzuru nasıl yakalayacağını kestiremiyor. Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’in Enfâl Sûresi 24.âyetinde “Ey îmân edenler, sizi kendinize hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Peygamberi ile Allah'a icabet edin!Ve bilin ki,Allah gerçekten kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz, kesinlikle O'nun huzurunda toplanacaksınız!” buyurmaktadır. Görüldüğü gibi,burada yalnız Allah,diriliğe davet ettiğinde veya Muhammed, Allah için diriliğe davet ettiğinde denmiyor. Onun için bu dâveti:



1 - Allah’ın diriliğe daveti

2 - Resûlullah’ın diriliğe daveti

3 - Allah’ın Resulünden diriliğe daveti şeklinde mütalaa edebiliriz.

Allah’ın daveti, mânevî yönü olan,Âdem ve âlemdeki Cenâb-ı Hakk’ın, ef’âl, sıfat ve Zât tecellîlerinin, bilinip görülmesi ile îmân edip,kalb ve gönüldeki diriliğini sağlamaktır. Çünkü "Hayy" lık yalnız Cenâb-ı Hakk’ındır.

Resûlullah’ın daveti: Allah’ın bu üç tecellîsini Muhammed olan sıfatlarından zuhûra geldiğini, Muhammedsiz hiçbir tecellînin ne bu âlemde, ne de âlem-i Âhirette görülemeyeceğini bilmektir.

Allah, her zaman Resûlullah mazharından inananları, zâhir ve bâtın yönüyle diriliğe dâvet edip durmaktadır. Çünkü Allah zâhir irşâd yönüyle, Muhammed’den davet eder. “Bu gün Resûlullah yoktur” diyorsanız "el ulemâyı vereset-ül enbiyâ"olan Resûlullah’ın vârisleri tarafında günümüzde de davet edilip durmaktadırlar. Dâvet edilen bu kişiler ölü müdür ki diriliğe davet edilmektedir? Evet, bedenen diridirler ama, rûhen ölü oldukları için,Cenâb-ı Allah’ın diriliği ile dirilmeye davet edilmektedirler. Burada, cehâletten, şirkten, irfâniyet ve kemâlâta davet var. ‘Fenâ’dan ‘Bekâ’ya davet var.Kulun kendisine nisbet ettiği,zannındaki vücûd varlığından, Hakk’ın Vahdâniyyetindeki‘Hakk’ın varlığı ile var olmaya’davet var. Taklîdi bir îmân ile îmân edenleri tahkikî bir îmâna davet var. Kalb ve gönül âleminde Hakk’tan başkasını bırakmama daveti var. Fenâfillâh olup İbrahim Makâmında  saadete davet var. Niyazî-i Mısrî  Hazretleri bir ilâhisinde bu dâvete icâbet ettikten sonra şöyle diyor:



"Yıkıldı kaleyi fikrim yapıldı dinim îmânım

Çü bildim vech-i canânı kamuda sezdim Allah’ı

Fenâyım Hak’ta vallâhî ne bilim kaldı ne danım

Ki bildim cümle Hakk imiş, arada gayri yok imiş

Bi külli anda gark imiş, ne ben varım ne irfânım"

 

Şu halde Tevhîd ilmine âşinâ olunca, eski bilişler ve kendi aklı ile bildiği ilimler,eski fikirler yıkıldı, yok oldu yâni taklîdi îmân gitti bunların yerine gönlüne tahkikî îmân yerleşti. Âyet-i kerîmedeki Allah kişi ile kalbi arasına hulûl eder yani girer konusuna gelince, İslâmiyette hulûl ve ittihat yoktur. Yani girmek ve çıkmak yoktur. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın kişi ile kalbi arasına tecellîsinin zuhûrudur. Bir kişi dâvete uyar, yüzünü Cenâb-ı Hakk’a doğru döndürerek, ilmini, irfâniyetini, hâlini, insanlarla olan muamelelerinde Kur’ân-ı Kerîm’deki yasak ve emirleri gücü yettiğince uygulamaya gayret göstermesi, o kişide Cenâb-ı Allah’ın, onun gönlünde; huzur ve mutluluk sağladığı gibi, zamanla, süflîyyât vâdisindeki,mutsuzluk ve stresleri de son bulduracaktır. Zira kişi ile kalbi arasına Cenâb-ı Allah’ın tecellî etmesi, Kâmilin sohbetleriyle onun hem irfâniyet ve kemâlâtını geliştirecek, hem de eski cehâlet bilinçleri yok olacağı için, zikirde, fikirde, ibâdet ve her türlü yaşantısında, Hakk’la beraber olma zevki ile zevkiyâb olacaktır. Kişinin Hakk’la beraber olmasıyla bütün yaşantısında O’nun emir ve yasakları doğrultusunda olacağından, dünyada da Cennet’te, âhirette de Cennet’te olduğu görülecektir. Îmân eden bir kişi, Resûlullah’ın diriliğe dâvetine icâbet etmez de ‘Ben satırlardan Kur’ân okuyorum, mânâsını bilmesem de namazımı kılıyorum’ diyerek taklîdi bir îmânla yaşantısına devam ederse,o kişilerin hicâb perdeleri açılamayacağından ömürleri müddetince süflîyyât vâdisinden kurtulmaları mümkün değildir.Dolayısıyla da,hayatları müddetince, Hakk’tan uzak oluşları nedeniyle, stres, üzüntü, asabî haller,onların dünyadaki Cehennemleri olacaktır.Allah ve Resûlullah’ın dirilik dâvetine de icabet etmedikleri için kişi ile kalbi arasına tecellî eden bu hicâb perdesi, onları maalesef Âhirette de Cehennemlik yapacaktır. Çünkü dünya Âhiretin tarlasıdır. Burada ne ekersen letâfet âleminde de onu biçersin. Onun için, bu dâveti inkâr etsen de tasdîk etsen de sonunda O’na döndürüleceksiniz. Resûlullah, inananları ilim ve irfâniyet yolunda, gayriyet ve şirklerden kurtularak, Hakk ve hakîkati zevk ederek ahlâk güzelliğine davet etmektedir. İmkânımız varken, yüzümüzü ve gönlümüzü Hakk’a döndürelim. İnsanlığa elimizden geldiğince faydalı olmaya çalışalım.Çünkü en üstün insan, insanlığa faydalı olandır. Allah’ın zikri, fikri ve O’nun tefekkürü ile zamanımızı değerlendirelim. Hakk’ı biliyorsak, Hakk’ı konuşalım. Hakk’ı lâyıkiyle bilmiyorsak sükût ederek, Hakk’ı anlatanları dinleyelim ve Hakk dostlarının sohbetlerinin,Cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu bilinciyle bu fırsatları kaçırmayalım. Dâimî kalbî zikirlerle meşgûl olalım.



 

Sohbette olursa siyaset

Mü’minde bozulur ferâset

Sohbette olursa para

Herkes olur paramparça

 

Sen dâima Hakk’la et sohbet



Rabbin de sana etsin himmet

Ahmet sen de edersen dikkat

O zaman Mevlâm eder rahmet

 

Onun için gelin kardeşlerim bu dâvete hep beraber icâbet edelim. 



               TİN  SÛRESİNİN MÂNÂSI 

Allahü Teala incire ve zeytine yemin ediyor.Neden bir çok meyve var iken yalnız bu iki meyveye yemin etmektedir? Çünkü zâhirinde incirin her tarafı yenir. Yenmeyen hiçbir tarafı yoktur. İncir, Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı olan hakîkatini remzetmektedir. Zeytinin ise dışı yenip çekirdeği yenmez. İştahı açıcılığı nedeniyle o da şerîatı remzetmektedir.

İşte burada hakîkat ve şerîata yemîn edilmektedir. Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetine yemin edilmektedir. Enfüsümüzde ise zât ve sıfat olan külliyet ve cüz'iyetimize yemîn edilmektedir. İncir rûhtur,zeytin ise kalbdir.Rûh ve kalb sâhiblerine yemîn edilmektedir. Ayrıca Tûr-i Sînâ’ya ve Emîn Beldeye de yemin edilmektedir. Tûr-i Sînâ  Musa (A.S.)’nın Allah’la konuştuğu yerdir. Her bir sâlik de kendi gönül Tûr-i Sînâsı olan Sînâ tepelerinden Rabbi ile konuşabilir. Emîn Belde de zâhirde her ne kadar Mekke şehrindeki Kâbe denmekte ise de 1978 senesinde İran’lı anarşistlerin Kâbe’ye girerek çok hacılarımızı katlettiklerini ve Kâbe’yi de harab ettiklerini gördük. Böylece oranın emin belde olmadığı anlaşılmış oldu. Şu halde emin belde insanın gönlüdür, kalbidir. Oraya müsaadesiz hiçbir yabancı giremez.

İşte kişinin gönül Tûr-i Sînâsı olan dimağı ile gönlündeki idrâke,gönlündeki yücelik  tecellîlerine mazhar olması nedeniyle yemîn ediliyor. Sonra “İnsanı en güzel biçimde yarattık.” buyruluyor. Zira insan zâhirde cemâdâttan, nebâtâttan ve hayvânâttan üstün bir yaratıktır.Çünkü Cenâb-ı Allah bu üç sınıfı da insanın emrine vermiştir. İnsana verilen akıl ve ilim gibi  yüce nimetler diğer varlıklara verilmemiştir. Onun için en büyük mahlûkattan olan fil ve timsahlar bile insanın emrindedir. “Allah insanı kendi sûreti üzere halketti.” Hadis-i Şerif Cenâb-ı Allah Hüviyyet ve Eniyyetini kemâlâtıyla insan denen o yüce varlıkta sıfatlarıyla zuhûra geldi. Burada Allah’ın sûreti sıfatları demektir. Hayat, ilim, irâde, kudret, kelâm, duymak, görmek ve tekvîn  sıfatları kemâlâtıyla insanda zuhûr etti.

Onun için Allah hakîkate, şerîate, hakîkat ve şerîat yaşamı ile ortaya çıkan her türlü  yücelik ve güzelliklere yemîn ederek “İnsanı en güzel biçimde yarattım.” diyor. Çünkü sayılan bu yücelikler yalnız ‘insan’ dediğimiz İnsan-ı Kâmillerde mevcûddur. Sonra “Onu aşağıların aşağısına gönderdik.” denilmektedir. Yani dünya diye bildiğimiz bu kötülükler ve zıtlıklar âlemine gönderildik denmektedir. Burada aklımıza “Mâdem insan en üstün biçimde yaratıldı, ne için aşağıların aşağısı olan bu dünya zindanına gönderilmiştir” sorusu gelebilir. Dünya ne demektir? Dünya Allah’tan uzaklaştıran her şeydir. Gaflet dünyadır. Yoksa üzerinde yaşadığımız bu âlem dünya değildir. Onun için bu âyeti iki şekilde zevk etmek mümkündür.

1-En üstün bir biçimde yaratılan İnsan-ı Kâmilliğini bulanlar  dünya bataklığındaki insanları kurtarmak için onların içine gönderilip onları o dünya bataklığından kurtarma görevi almalarıdır

2-Sûrette insan, sîrette henüz insanlığını bulamamış olanların dünya bataklığına gönderilmelerindeki  sebep,

 

Bekâ mülkünden eyledim teşrîf



Bu dâr-ı fenâya imtihân için

Gece gündüz niyâzım odur ki

Cemâl-i pâkini anlamak için” 

diyen bir âşıkın ifadesinde olduğu gibi imtihan için gönderildiğimiz anlaşılmaktadır. Bir İnsan-ı Kâmilin eteğinden tutarak bu dünya bataklığından kurtulmak mümkündür. Zira âyetin devamında da söylendiği gibi sâlih amel işleyebilmek ancak İnsan-ı Kâmil’e tâbi olmakla mümkündür. Şu halde esfel-i sâfilîn olan bu dünya bataklığından tek kurtuluş formülü en üstün biçimde yaratılan o İnsan-ı Kâmillere tâbi olarak sâlih amel işleyip ihlâsa ermektir. İşte o zaman onlar için tükenmez mükâfatlar vardır.

Mürşid-i Kâmil’den Tevhîd tahsili yapmadan,şirklerden kurtulup ihlâsa ermek mümkün değildir. Yoksa bu âleme hayvan gelip hayvan giden kimseler gibi azâbtan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.Onun için bu kimseler Âdemde ve âlemde Allah’ın nûr tecellîleri olan Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından da esmâ alarak fiilleriyle açığa çıkan âsârını görmemekten dolayı inkâr edişleri, onların Cehennemleri olmaktadır. Bazı kimselere bu meşiyyet-i İlâhiye tecellîlerini göstermekle mutlu kılmakta, bazı kimselere de esfelde sâlih amel işlemek için İnsan-ı Kâmil’e gitmeyip meşiyyet-i İlâhiye tecellîlerini hicâblarından mütevellit görememekten mutsuz kılan Allah hâkimler hâkimi değil midir? demekle meydan okumaktadır. Allah bu tecellîleri cümlemize görmek nasîb etsin. Âmin.

VAHDET-İ  VÜCÛD  MUHAMMEDÎ OLMAKTIR

Vahdet-i Vücûd ‘vücûd birliği’ demektir. Her yerde ve her şeyde,kişinin kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hâli ve yaşamasıdır. Onsekizbin âlem diye vasıflandırdığımız varlık âlemi, Zât-ı Mutlak'ın her an ayrı bir tecellî ile eşya ve kâinat sûretinde açığa çıkmasından ibârettir. Eşya ve kâinat Allah’ın zâhiri ve her an ayrı bir tecellî ile yenilenmekte, Allah’ın bâtını ise, eşya ve kâinattan tecellîleriyle,her varlığın isti’dâdları nisbetinde kendini şerh eden rûhu mesâbesindedir. Yaratan ve yaratılan hep O’dur. Yaratan Zâtı, yaratılan ise kul olup fânî olan hadisâtıdır. Çünkü vücûd birdir.

Elimize bir elma çekirdeği alalım. Ve onu toprağa dikelim. Belirli bir zaman geçtikten sonra diktiğimiz bu çekirdeğin, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleri olacaktır. Toprağa diktiğimiz çekirdeğin, dallardaki, yapraklardaki, meyvelerdekinin aynısı olmasına rağmen yer ve mekânlar ayrı olsa dahi hepsi vücûd birliği içindedirler ve bütün ağac gövdesinden meyvesine kadar  bütün teferruatı hep çekirdekten meydana gelmiştir. Hulûl ve ittihat da yoktur.Ömrü bitince ağaç ve yapraklar yok olacaklardır. Fakat meyvelerdeki çekirdekler dâima zuhûrunu devam ettireceklerdir.

İşte bu âlemde de bizim varlığımız yoktur.Bu fânî sûretlerde, tecellî eden ve görünen vücûd-i mutlak olan Cenâb-ı Allah’tır. Bir Hadis-i Kudsî’de “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murâd ettim ve bütün mevcûdatı halk ettim.” buyrulmaktadır. Şu halde hepsi O’dur ve bizler o ilâhî tecellînin bu hadisat âleminde, gölgeleri gibiyizdir. Onun için bizler için Cenâb-ı Allah’ın Zâtını bilmek mümkün değildir. O’nu, beşerî sıfatlardan tecellî eden kudretiyle bilebiliriz. Vahdet-i Vücûdda eşyânın kendisi değil, eşyânın hakîkati Hakk'tır. Yoksa eşyâ eşyâdır. Aslında bizim Hüviyyetimiz Hakk’tır. Sûretlerimiz O’nun görüntüsüdür. Vahdet-i Vücûd kemâlâtına sahip olan ârifler arasında hiçbir ihtilâf olmaz. Ama akılla her şeyi tartanlar arasında çok ihtilâf vardır. Vahdet-i Vücûdun dayandığı kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Nûr Sûresi 35.âyet “Allah yerlerin ve göklerin nûrudur. O’nun nûru bir fenere benzer. O fenerin içinde zeytinyağındaki fitilde yanan ışık vardır.Bu ışıkla fitil, cam bir kandil içindedir. ”demekle Vahdet-i Vücûd zevkinin tafsilât-ı Muhammediyye'den zuhûrunu anlatmaktadır. Aynen bunun gibi, bir Muhammed'den binlerce Muhammedler zuhûr ederek,Cenâb-ıAllah’ın“ Habibim, Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım. ”Hadis-i Kudsîsi gereği dâima Muhammed olan kemâlât sıfatlarından tecellîlerini devam ettirecektir. Yeter ki bizler Muhammedîliğimizi idrâk edip, dâima onunla beraber olalım.Kâmilin huzurunda, üç İhlâs bir Fâtiha okuyarak Resûlullah Efendimizin rûhuna hediye etmiştik.Fakat bunu ondört asır evvelki Resûlullah Efendimize değil (çünkü O’nun bize ihtiyacı yoktur.Bizim ona ihtiyacımız vardır.) senin gibi henüz daha Muhammedîliğini bilmeyen  sâliklerin, Muhammediliğini idrâk etmesi açısından birinci İhlâs ef'al-i İlâhiye için, ikinci İhlâs sıfat-ı İlâhiye için,üçüncü İhlâs da vücûd-i İlâhiye olduğunu idrâk edip yedi âyetten ibâret olan canlı bir Fâtiha-i Şerîf olduğunu bu vücûdda zevk etmek için okunmaktadır. İşte böylece Muhammedîliğini idrâk edenler,hem kendi Muhammedîliğinde Hakk’la beraber olma zevkine sâhip olurlar, hem de vücûd birliği içinde ayrılık görmemekten mütevellit mutlu olurlar. Her şeyi yerli yerinde görürler.

Kur’ân-ı Kerîm’i dikkatle incelediğiniz zaman bazı harflerin noktasız, bazı harflerin altı noktalı,bazı harflerin de üstü noktalı olduğunu görürsünüz. Noktasız harfler, Allah’ın Zât tecellîlerini, altı noktalı harfler ikilik içindeki celâl tecellîlerini, üstü noktalı harfler de cemâl tecellîlerinin sırlarını ifşâ etmektedir. Harflerin altında iki nokta ve harflerin üstündeki üç nokta da bulunduğu mertebelerdeki,fenâ ve bekâ tecellîlerini şerh etmektedir. Bunları velîlerde de görmekteyiz. Said-i Nursî Hazaretleri risâlelerinde genel olarak hep nebâtâtı dillendirmiştir. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri de,Mesnevi’sinde hayvanları dillendirmiştir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hz. leri,Mısri Niyâzî Hazretleri, Hacı Bayram Velî Hazretleri, Yunus Emre Hazretleri gibi bazı velîler de, ilâhîlerinde hep insanları dillendirmişlerdir. Şöyle ki:

Hakk’ı istersen yürü insana bak

Şemsü Zâtı yüzünden rahşân eylemiş

Hakk yüzü insan yüzünden görünür

Zâtını Rahmân şeklini insan eylemiş 

                                                Mısrî Niyazi



Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm.    

                                                                     Yunus Emre



Vallah Kur’ân’dır senin yüzlerin

Yâsîn-i şeriftir iki gözlerin

İnnâ fetehnâ sûresi sözlerin

Vedduhâ inmiştir kulun üstüne

                                              Nesimi

 

Her şeyin varlığı senin özündür

Kendini çok gören kendi gözündür

Bu mülke hükmeden senin sözündür

Kalbin kürsüdür Sultan sendedir.

                                                     Rıza

Demek ki, her kim hangi mertebede Muhammedî zevkine sahipse, orayı bizlere aksettirmektedir. Onun için Muhammedîliğimizi bulmağa çalışalım. Yoksa Allah ayrı, bizler ayrı olarak ikilikten ve taklîdi ibâdetlerden öteye geçemeyiz. Muhammed ağacının, gövde, dal ve yapraklarını vuslat yolculuğu ile kat edip, Muhammedî meyvelerini âfiyetle yiyelim. Allah bütün kardeşlerime bu zevki nasîb etsin.

             VEL  ASR  SÛRESİ    

Cenâb-ı Allah asra yemin ederek insanın hüsranda olduğunu bildiriyor.Yüz yıla bir ‘asr’ denir. Resûlullah Efendimiz bir hadislerinde “Dehre küfretmeyiniz. Çünkü Dehr  Allah’tır.” buyurmuşlardır. Dehr zaman demektir. Zaman ise Allah’tır. Bu nasıl olur?Senelerde aylar, aylarda günler, günlerde saatler, saatlerde dakikalar, dakikalarda saniyeler, saniyelerde saliseler, saliselerde de ‘an’ vardır. Kesret âlemindeki mesâfelere ‘zaman’, mesâfesiz olan Vahdet âlemine de “an” denilir. O da Allah’tır. Bu saydığımız bütün tecellîlerin ef’âl ve sıfat zuhûrâtına mazhar olan zât ise yüz yılda bir gelen‘müceddit’tir. Yâni yenileyicidir.İşte ona îmân edip bu Âdem ve âlemdeki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini göremeyenler zarardadırlar.Çünkü âyet-i kerîmede “İnsanlar hüsrandadır. Yalnız îmân edip sâlih amel işleyenler, Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler müstesna” buyrulmuştur. İşte bu yüz yılda bir gelen  müceddit, Zâtiyyun velîyyullah olması nedeniyle Allah’ın bu mukayyed olan âlemde canlı bir Kur’ân’dır.Ancak ona inanmak ve ondan Tevhîd tahsili yapmakla kişi sâlih amel işlemiş olur. Sâlih amel ise ihlâs, katkısız, saf, temiz amel demektir. O İnsan-ı Kâmil’e inanmayanlar bunu elde edemezler. Çünkü Allah,senelerden an’a kadar sergilediği bütün ef’âl ve sıfat tecellîlerini bir ağacın bütün yaprak, dal ve gövdesinin yekûn  sırlarını çekirdekte cem ettiği gibi ef’âl ve sıfat tecellîlerinin bütün kemâlât sırlarını Zâtiyyun velî olan o İnsan-ı Kâmil’de cem etmiştir.

İşte bu tecellîlerden habersiz olanlar hep hüsrandadır. Yalnız ona îmân edip kendi diye bildiği varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu anladığında sâlih amellere kavuşmuş olacaktır. İşte bunlar müstesna olanlardır.Elbette ilm-el yakînlikleri nedeniyle Hakk ve hakîkata vâkıf  olduklarından hem Hakk’ı tavsiye ederler,hem de sabrı  tavsiye ederler.Çünkü onlar Fenâfillâh oluncaya kadar gayriyetten kurtulup Hakk’ın tecellîsinden başka tecellî göremeyecek hâle gelmişlerdir. Hakk’ı tavsiye etmek budur. Bunlar sabrı da tavsiye ederler.Zira bu sâliklerin  Bekâbillâh olduklarında  Cenâb-ı Hakk’ın her an ayrı bir şe’nde tecellîsine sabretmek çok ama çok zordur. Her babayiğidin harcı değildir.Onun için sabrı da tavsiye ederler.Sabır iki çeşittir:

1-Başkalarından gelen her türlü kötülüklere tahammül etmek,

2-Mülkünde Hakk’tan gayri kalmayınca her an nereden ve nasıl bir tecellî ile karşılaşacağını bilmediği için sabrederek gaflete düşmeme hâlidir ki bu da çok zordur.

İşte yüz yılda bir gelen  müceddit yani yenileyici  İnsan-ı Kâmil’e inananlar ondan gördükleri Tevhîd tahsili sonucu zâten sıfatlarından fiilleriyle tecellî edişini bilirler ve bu da sâbit olan Hakk’tır. Onun için Vahdet deryasından tecellîlerinin hepsinin Hakk’ın bir zuhûru olduğunu öğretirler. Zira Hakk’a vuslat kolaydır. Fakat Bekâda Hakk üzere kullukta sabretmek çok zordur. Bu sûre üç âyetten ibarettir. Zira Allah’ın üç yüzü olan ef’âl,sıfat, Zât yüzlerinin kemâlâtını sergilemekte, bunlara vâkıf olanlar kurtulanlar, vâkıf olmayanlar ise hüsranda kalanlardır buyrulmaktadır.

 


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin