Âdem ile havva'nin vücudumuzdaki yeri Âdem ile havva'nin yaradilişI Âdem ilk insan ve ilk peygamberdiR



Yüklə 2,44 Mb.
səhifə38/40
tarix30.05.2018
ölçüsü2,44 Mb.
#52080
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

1 - Allah’ın birliğine îmân

2 - Âhiret gününe îmân

3 - Allah’ın meleklerine îmân

4 - Allah’ın Peygamberlerine îmân

5 - Allah’ın kitaplarına îmân

6 - Kazâ ve kaderin Allah’tan geldiğine îmân

Maddelerinden sonra “Ben şahîtlik yaparım ki Allah birdir, Hz. Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür.” denmektedir. Bir kişi bu altı maddeyi görmeden, bilmeden nasıl şâhitlik yaparım diyebilir.  Demek ki ancak görenler, bilenler bunu diyebiliyor. Bilmeyen ve görmeyenler, görenlerin sözlerinin taklîdini yapıyorlar. Taklîdin ise asılla hiçbir ilgisi yoktur.

Allah bu mukâyyet olan âlemde ve Âdemde “Lâ ilâhe” demekle, zanda, hayalde olmadığını, zandan,hayalden münezzeh olduğunu söylüyor. Sen ise O’nu hâlâ sıfatlarında aramıyorsun.

Hadid Sûresi 3.âyette “O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir!” “Ben zâhirim” dediği halde nasıl olur da O’nu sıfatlardaki tecellîleriyle zâhir olarak görmek istemeyiz? Peygamberimiz "O" nu Zât ve mutlakiyet yönü ile düşünmeyiniz” dediği halde, Allah’ı  Zât yönüyle düşünmek, zanda yer tayin etmek,hayâlde bir varlık olduğunu tahayyül etmek cehâlet değil de nedir? Halbuki bu âlemde ve Âdemde, O’nun Zât ve mutlakiyetini hiçbir şeye benzetmeden yalnız îmân ederek, kesret âlemine tecellîsiyle, üç yüzünün birliğini şühûd edenler, ‘Allah birdir’diyerek ayne’l-yakînlik derecesinde îmân etmişlerdir. Çünkü kulakları duymuş, gözleri O’nun her sıfattan Zâtını ilân edişini görmüş, kalbleri de tasdîk etmiştir.

Meleklere îmân, Cenâb-ı Hakk’ın her sıfatından tecellî edişinin bir kuvvet ve kudret ile zuhûra geldiğine inanmaktır. Arapça’da‘melek’, kuvvet veya kuvve anlamına gelir.Ârif olanlar Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından tecellî eden bütün fillerin birer kuvvetle zuhûra geldiğini görür ve bilirler.Zira gök yüzünden inen her bir yağmur tanesinin bir melek vasıtasıyla yer yüzüne inmesi, ikinci defa bir meleğe görev verilmemesi bunun ispatı değil midir?

Âhiret gününe inanmak da îmândandır.Âhîr,bedensel âlemin sonu demektir.Bu da kesâfet olan bu vücûdumuzun sona erip letâfet olan sîret yüzümüzün zuhûru demektir. Bedene ölüm vardır.Rûha ölüm yoktur.Bu âlemde letâfet vücûdlarından haberdâr olanlar, ölmeden evvel ihtiyârî bir ölümle öldükleri için aynı zamanda Âhiret âlemini de görerek yaşamaktadırlar. Onlar, Cennet ve Cehennemi, Sırat’ı, haşr ve neşri lâtif vücûdlarıyla daha dünyada iken görmekte ve hesap vermektedirler. Âhiret âleminde sorgu ve sualin olması,Cennet ve Cehennemin mevcûdu gibi,bütün dünya âlemindeki iyilik ve kötülüklerin birer sıfata bürünerek hesap verileceğine îmân etmek de îmândandır.

Yine yüz suhufun ve dört büyük kitap olan Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’tan geldiğine ve Kur’ân-ı Kerîm’de isimleri geçen yirmisekiz peygambere inanmak da îmândandır.

Hâsılı bu altı îmân maddesine inanmak, ister kendi vücûd ülkemizde olsun,isterse âfâktaki bütün varlıklarda olsun,bunların tecellîlerini görmek ancak bizlere şâhitlik yaptıracaktır.

Allah Zât yönü ile sıfat olan kemâlât mazharları olan Muhammed sıfatlarından tecellî olup durmaktadır. Allah’ın Muhammed sıfatı olan kemâlât mazharlarına da kul denilmektedir. Zira kulun kendi varlığı yoktur. Taşıdığı esmâ bile  halkiyyete ait olan Cenâb-ı Hakk’ın kulluk esmâsıdır. Şu halde Allah’ın Muhammed mazharından tecellî ettiği alete de kul denilmektedir.

İnsanlardaki îmân bir meyve ağacına benzer.Toprağa atılan bir meyve tohumu nasıl sulanır, çapalanır, ilaçlanır ve gelişmesi için her türlü ilgi gösterilirse o meyve ağacının dalları, yaprakları ve meyveleriyle çok güzel olduğunu görürüz. Sulamaz, çapalamaz ve her türlü bakımını yapmazsak o meyve ağacının hem cılız, hem de meyvesiz olduğunu görürüz. Bunun gibi insanlarda îmân da bir meyve ağacı gibi zamanla gelişir ve kemâlâta ulaşır. Sulanması, çapalanması ve her türlü bakımının yapılması ise kâmillerin sohbetlerinde bulunmaktır. Hz.Muhammed’in yolu sohbet yoludur. İlim irfâniyet yoludur.Sevmek ve sevilme yoludur. Ahlâkı güzelleştirme yoludur. İnsanlardan uzak kalarak bir kenara çekilme yolu değil, bilâkis insanlarla iç içe olup onlarla yardımlaşma yoludur. Cenâb-ı Hakk bile, Muhammed'siz kendi yüceliklerini zuhûra getirmiyor. Dâima Muhammed’le beraber oluyor.Sen ise neden Muhammed'siz yaşıyorsun? Bu yüzden ‘kulluk’ tasavvufta en son mertebedir. Tevhîde gönül verenler şunu çok iyi bilirler ki, bu yola ‘bilmek’ ve ‘olmak’ için değil, ‘hiç olmak’ ve ‘hiçbir şey bilmemek’ için gelinir. Çünkü ‘Bilen’ ve ‘Mevcûd’ olan Allah’tır. Zâten Melamî, kendi varlığının olmadığını bilip kabullenerek, Hakk’ın varlığında yok olan demektir. Bilen ve gören kul değil, Allah’tır.

Bilmek ve olmak amacıyla gelenler maalesef bu yolda ilimden başka bir şey elde edemezler. İnanan kardeşlerim de, gönüllerindeki gayriyet ve cehâlet  temizliğini sağlayarak, îmân ağacı altında Allah, Muhammed ve kulluklarının idrâk zevkini dâima yaşarlar.

Allah bütün kardeşlerime,kendi vücûd ülkelerinde Allah, Muhammed ve kulluk idrâkini yaşatmak nâsib etsin. Âmin.

 

TEN GÖZÜ, KALB GÖZÜ, CAN GÖZÜ NEDİR

Ten gözü, mahlûku mahlûk gören gözdür. Her nereye bakıyorsa onun zâhir varlık yönünden başka hiçbir şey göremez. Bu göz bütün hayvanlarda ve insanlarda vardır. Hiçbir mânevî yönü yoktur. Bir şeye mahlûk gözüyle bakıldığında o mahlûk olur. Kesafet âleminde bütün mahlûkat için bir ihtiyaçtır.

Kalb gözüne gelince,onun iki kapısı vardır. Bir kapısı nefse bakar bir kapısı da rûha bakar.Bir kişi İnsan-ı Kâmilden Tevhîd ilmini alıp nefs kapısını kapatarak rûh tarafındaki kapıyı açabilirse irfâniyet sahibi olması nedeniyle kalb gözü görmeye başlar.İlimle‘Bütün fiilerin fâili Allah’tır’diyen bir kişinin kendine ve başkalarına nisbet ettiği fiili,tecellî-i ef’âl şühûdu ile görmeye başlaması, kulağının ilim olarak duyduğu tecellî ilmini gözüyle de görünce kalb tasdik etmiş olacaktır.Bunu görene ârif denilir. Malûmunuz âriflik de ikidir. 1-Bilen ârif 2-Gören ârif. İşte bu tasdîk, şühûd sonunda olduğundan fiillerin fâilinin Allah olduğunu kişinin irfâniyet gözü ile bu fiil resmini çekmesi,kalb gözü olan irfâniyetle görmesi anlamına gelmektedir. Çünkü nefs kapısından gelen zulmanîyyet ve cehâlet karanlığı kapanıp rûh tarafından gelen nûrun kalbi aydınlatması sonunda kalb irfâniyetle görüntüye geçmektedir. Onun için   Niyazi-i Mısrî Hazretleri :

 

Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân ondadır



Her ne işitse kulağın mahz-ı Kur’ân ondadır

Bir şeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur

Hakk gözüyle baki bi şek nûr-u Yezdân andadır”

  buyurmuşlardır.

Can gözüne gelince,burada gayrî yoktur.Hakk Hakk’ı görür. Vahdâniyyet deryası olması nedeniyle kesret ve Vahdet ayrımı görülmez.Her şey tek yüzdür. Kul da, Sultan da bir görünür. Tafsilde ise kul kuldur,Sultan Sultan’dır.

 

TERÂVİH  NAMAZI NE DEMEKTİR

Ramazanda terâvih namazları ne için henüz oruç başlamadan evvel kılınmaktadır? Ramazan, bir kişinin bütün nisbîyetlerini yakıp yok etmek, cehâletini ifnâ etmek, bütün günâh ve şirklerini ateşte yakarak fenâ etmek anlamına gelmektedir. Terâvih ise‘tervih’ten gelme olup rahatlatan, feraha kavuşturan, dinlendiren anlamlarına gelmektedir. Terâvih namazı oruca ait değildir. Ramazan ayına aittir. Her Ramazan ayına çıkan bir mü’min hastalık vb. gibi nedenlerden orucunu tutamıyorsa Ramazana çıktığı için müekkede sünnet olan terâvih namazını kılmalıdır.Kamerî aylardan Şaban ayının son günü ikindiden sonra bittiği için henüz sahura kalkmadan bir gün evvel terâvih namazlarını kılarız. Gecesinde de sahura kalkarız. Sahurda imsak vaktine kadar yer içeriz.

Aynen bunun gibi bâtında da Mürşid-i Kâmilimizin sohbetlerinde orucun mahiyetini, ikilikten birliğe yükselmenin ilmini öğrenmek sahurdaki yemek içmek gibidir. Onun için sâliklerin sohbetlerde bulunmaları çok önemlidir. Resûlullah Efendimiz “Sahura kalkınız, sahurda çok bereketler vardır.” buyurmuşlardır. Sahurda bereket vardır çünkü  bâtın yönündeki bütün müşküllerimizi sahurlarda elde ediyoruz.

Bu yeme içme beyaz ipliğin siyah iplikten ayırdedilmesi olan imsâk vaktine kadar devam eder. Yani ikilikten birliğe geçinceye kadar bu sohbetlerimize devam ederiz. 

Bir sâlikin her nefeste zikretmesi Allah’la alış-verişidir. Tecellî-i ef’ali şühûd etmesi onun kendine nisbet ettiği fiillerin Allah’ın olduğunu görmesiyle siyah iplik olan cehâlet karanlığı bitmiş, beyaz iplik olan hakîkat fiil tecellîsinin görünmesi zuhûr etmiştir. Böylece oruca girildi demektir. Fâil, mevsûf, mevcûd tecellîleri onun birliğe geçişi olacağından hakîkatteki orucu böylece tutmuş olacaktır. Orucu zâhir ve bâtınını bilerek tutmak lâzımdır. Yalnız zâhir ve yalnız bâtın oruç eksiktir. Beden rûhsuz ayakta duramadığı gibi rûh da bedensiz kendini ispat edemez. Onun için tek taraflı orucun olabileceğini savunanlar kendi kendilerini aldatanlardır. Oruçlu olan bir kişi birlik içinde akşamı ettiğinde, fâil, mevsûf, mevcûdu kendi vücûd ülkesinde birlediğinde sıfatlarından tecellî etmesi ona vâcib olmuştur. İftarını açmıştır. Nasıl sabahtan akşama kadar aç olan bedeninin gıdasını almak için iftara hak kazanmışsa kişinin rûh birliğinin idrâki de sıfatlarında kendini göstermek sûretiyle iftarı olacaktır. Onun için Resûlullah Efendimiz“Sahuru mümkün mertebe geciktirin.İftarda ise acele ediniz” buyurmuşlardır. Rûhun sıfatlardan tecellîsine de hakîkatte iftar denilmiş oluyor. Elbette acele etmek lâzımdır. Tevhîd mertebelerinin hepsinde ayrı ayrı Zât ve sıfat vardır. Bir Makâmda yedi merâtibin mertebeleri de mevcûddur. Bir kabın içindeki malzemeyi boşalttığımızda tekrar o kabın içine bir malzeme koyasıya kadar geçen zamana tervih yani dinlenme dendiği gibi, bir kişide kendine nisbet ettiği varlıkların Cenâb-ı Allah’a ait olduğunun idrâki zuhûr ettiğinde bir dinlenme,selâmete çıkma, külfet ve günahlardan kurtulduğu için ortaya çıkan mutluluk hâline terâvih denmiştir.

Terâvih namazının aslı her namazın aslı gibi iki rek’attır. Fakat Resûlullah Efendimiz bir gün iki rek’at kılmış, bir gün dört rek’at kılmış, bir gün de 8 rek’at kılmıştır. Hiçbir zaman yirmi rek’at kılmamıştır.Yalnız Hz.Ömer’in cemâatla kıldığı yirmi rek’atlık terâvih namazına hiçbir şey söylememiştir.Tabi ki iki, dört,sekiz ve  yirmi rek’atın da Tevhîdde zevki ve mânâsı vardır. Bu âlem Hüviyyet ve Eniyyet yüzü ile iki rek’attan ibarettir. Bu zevk ve müşâhede ile iki rek’at kılanlar Hüviyyet ve Eniyyet yönü ile zevkiyâb olanlardır. Bu zevke sâhib olamayanlar vücûd ülkesinde dört anasır-ı unsuriyyesi olan toprak, su, hava, ateş tecellîlerini zevk ederek terâvih namazını dört rek’at kılabilirler. Resûlullah Efendimizin bilhassa fazlaca devam ettiği sekiz rek’at terâvih namazıdır. O da sekiz sıfat-ı subûtiyenin tecellîlerinin müşâhedesinden ibârettir. Hz.Ömer’in yirmi rek’at olarak kıldığı terâvih namazını Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri zâhir ve bâtın on duygu ile vahdet ve kesretteki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerinin zevki şeklinde açıklamıştır. Allah dâima terâvih kılmak,sahura kalkmak ve oruç tutmak nasîb etsin. Taklîdlerin ötesinde bunların tahkîklerini nasîb ederek zevkine erdirsin. Müşâhedelerini nâsib edip  bütün ihvân kardeşlerimize bu yolda şevk ve zevk versin. Âmin.

                 TESBİH NE İÇİN ÇEKİLİR 

Namazlardan sonra çektiğimiz tesbihlerin mânâsını açıklamaya bir Hadis-i Şerîf ile başlamak istiyorum. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Bir kimse namazdan sonra otuzüç defa Sübhânellah, otuzüç defa Elhamdülillah, otuzüç defa Allahüekber derse ormanlar kâlem, deryalar da mürekkep olsa ecrini yazmaktan deryalar biter, ecri bitmez.” buyurmuşlardır.

Otuzüç defa ‘Sübhânellah’ demenin mânâsı nedir? Neden  otuziki veya otuzdört değil  de otuzüç defa buyrulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, üç fenâda,üç bekâda bu tesbihlerin mânâlarını bizden zevk etmemizi istiyor. Üç fenâ ve üç bekâdaki iki üçün yan yana gelmesi rakamsal olarak 33 oluyor. ‘Sübhânellah’ Allah’ı tenzih etmek demektir. Allah Vahdâniyyetiyle bütün varlıklarda tecellî ettiği halde hiçbirine benzemez. İşte o bu yönüyle ‘Sübhanallah’ tır. Sayıda eksiklik olduğunda tecellî de eksik olacağından Allah’a eksiklik isnâd edilmiş olunur. Hâşâ Allah eksiklikten münezzehtir.

O Vahdet olarak tecellî eden tek Allah bütün yarattıklarında  mertebelerine göre sıfatlarıyla her an ayrı bir şe’nde tecellî ediyor olması nedeniyle bütün sıfatlarda dile gelerek tecellî eden Rablerine otüzüç defa “Elhamdülillah” diyerek teşekkür ederler. ‘Bütün sıfatlardan tecellî eden sensin. Seni tesbihâtınla zevk etmekteyiz’ diyerek ‘Elhamdülillah’ derler.

Tenzih, teşbih ve ikisinin birlenmesiyle Tevhîd yapılıp otuzüç defa “Allahü Ekber” yani “Allah uludur, yücedir" denilir. Çünkü Vahdet âlemine nazar ettiğinde tenzih ederek, kesret âlemine nazar ettiğinde teşbih ederek Hakk’tan gayrî varlık görmeyince O’nun ululuğunu ve yüceliğini zevk edenler elbette “Allahü Ekber” demekten başka bir söz söyleyemezler. İşte onun için Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Mi’ractan dönerken İbrahim (A.S.) ile altıncı kat semâda karşılaştığında Tevhîd babası olarak bilinen İbrahim (A.S.), kavseyn mertebesindeki Peygamber Efendimize“Cennet  bomboş bir arazidir. Buranın nimetleri Sübhânellah, Elhamdülillah, Allahü Ekber’dir. Benden ümmetine selam söyle. Buna çokça devam etsinler. O zaman bütün Cennet’in nimetlerine nâil olurlar” buyurmuşlardır. Bu, tenzih, teşbih ve Tevhîd yapanların Allah’ın Cemâlini zerreden kürreye kadar şühûd etme zevkine lâyık oldukları anlamına gelir.

Bir kişinin Cehennem’i cehâletidir. Cennet’i de irfâniyet ve kemâlât zevkidir. İnsanlar kendilerindeki ten ve can esmâlarıyla Tevhîd ederek bu tecellî zevkine sahip olmuş olsalar dâimî Cennet’te olduklarını göreceklerdir. Zulmanî perdeler çoğu kişiye engel olmaktadır. Dolayısıyla esmâ ve adet olarak ömür boyu çekilen tesbihât onlara fazla fayda vermemektedir.

 

                TEVHÎD  NEDİR



Tevhîd birlemek demektir. Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak demektir. Bu da“Lâ ilâhe illâllah” sözleriyle ispat edilmiş olur. Bir kişi “Lâ ilâhe illâllah vahdehu lâ Şerike leh Lehül mülkü ve lehül hamdu vehuve âlâ külli şey’in kadir” “Allah’tan başka Mabud yoktur. O bir olan Allah’tır. Ortağı yoktur. Mülk ancak O’nundur.Hamd ancak O’na mahsustur. O her şeye hakkiyle kâdirdir” dese, diliyle Tevhîd etmiş olabilir. Fakat bu ifadeyi kullandığı halde kalbi bundan gâfilse, lafzî ve taklîdi bir Tevhîd olur. Allah’ın bu mukayyed  olan âleme (hadisâta) tecellîsi üç yüzüyle olup ef’âl, sıfat ve Zât yüzlerini idrâk ederek zerreden kürreye her varlıkta fiil ve işlerin fâilinin Allah’ın olduğunu,bütün sıfatların mevsûfunun (sabit sıfatların) Allah’ın olduğunu,bütün Mevcûdun Allah’ın olduğunu (Allah Vâcib-ül Vücûd’dur) bilir ve şühûd ederse Tevhîd etmiş olur.

Bir sâlik hiçbir zaman Allah’ı kendi Tevhîd edemez. Zira “Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhilaliyyil azîm” yâni güç ve kudret Allah’ınsa nasıl olur da onu Tevhîd edebiliriz? Yalnız kendine nisbet ettiği bu ef’âlin, sıfatın ve zâtın yokluğunu,  sağlayabilirse işte o zaman Allah’ın varlığı Tevhîd olarak ortaya çıkar. Siz yok olursanız, sizin varlığınız aradan çekilirse işte o zaman Yaradan kalır.

Şu halde biz, o zanlarımızdaki kendimize nisbet ettiğimiz varlıktan geçmeden, O’nu Tevhîd etmemiz mümkün değildir. Bizler Tevhîd etmiyoruz. Kendi varlığımız diye bildiğimiz varlığın yok olması ile O’nun varlığı ortaya çıkmış oluyor. Demek ki Tevhîdi de kendi yapmış oluyor.

“Lâ ilâhe” ‘zanlarımızdaki gibi  hayâlimizde öyle bir ilâh yok, bizim kendimize nisbet ettiğimiz ef’âl, sıfat ve Zâtımız  da  yok’ demektir. “İllâllah” ise ‘illâ o görünen ve bilinen bütün varlıklarda, Zâtını zerreden küreye kadar ilân eden, Zâtını sıfatlarından tecellîsi ve fiilleriyle açığa çıkaran tek Allah vardır’ demektir. Hâdid Sûresi 3.âyetinde “Huvel'evvelu vel'ahıru vezzâhiru velbatınu ve huve bikulli şey'in 'aliymun” “O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir!”  Allah, “Ben  zâhirim” buyurmaktadır. Zâhir olmak da açıkta, görünen demektir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri  bir ilâhisinde:

İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün

 Hakk’tan âyân bir nesne yok gözsüzlere pünhan imiş”  buyuruyor.

Zâten Allah’tan başka bir varlık yoktur ki O’nu örtücü olsun. “Vahdehu lâ şerikeleh” ‘Bütün varlıklarda tecellî eden senin tekliğindir,bu varlıklarda tecellînin senden başkasına nisbet ederek şirk eden (ortak koşan) hiçbir kimse de yoktur.’ demektir. “Lehul mülkü”‘ Bu mülk de senindir. Yani senin tecellî mazharlarındır (âletlerindir)’ “Lehül hamdu” ‘Bütün hamd (övmek) sanadır.’ “Vehuve alâ külli şey’in kâdir” ‘O her şeye muktedirdir, gücü yeter.’ demektir. Böylece ister kendimizde,ister âfâkta (bizden gayri varlıklarda) bütün varlıkların Allah’la kâim olduğunu, bütün varlıklarda tecellî edenin Hakk olduğu bilinciyle şühûd edersek, Tevhîdi idrâk etmiş oluruz. Kur’ân-ı Kerîm’in Zariyat Sûresi 56. âyetinde “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyrulmaktadır. Sahabeler Resûlullah efendimize “İbadetten kasıt nedir?” diye sormuşlar. O da“Ehl-i ârifîn ve ehl-i muvahhidîn olmaktır” buyurmuşlar. Yani Allah’ı Tevhîd ederek bilmek demektir. Yunus Sûresi 105.âyetinde “Bir de Tevhîd inancı içinde hak dine yönel ve sakın müşriklerden olma!” buyrulmuştur. Bu ne demektir? İslâm dini Tevhîd dinidir. Bu kesret âleminde zerreden kürreye her şeyde Zâtını ilân eden Allah’tır. Bütün varlıklar O’nunla kâimdir. Yani her şeyin sîreti Hakk, sûreti mahlûktur. Şu halde her şey dediklerimiz Hakk değil bunların hakîkati Hakk olmuş oluyor. Eşyanın hakîkati ef’âl-i İlâhiyedir, ef’âlin hakîkati esmâ-i İlâhiyedir, esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir, sıfatın hakîkati ise Zât-ı İlâhiyedir.

Cenâb-ı Allah’ın Zâtına hakîkat-ı İlâhiyye, sıfatına hakîkat-ı Muhammediyye, esmâsına hakîkat-ı insâniyye, ef’âline hakîkat-ı Âdemiyye, bunların kemâlâtıyla bir mazhardan tecellîsine de, cami’ül esmâ veya âlem- i kübrâ olan İnsan-ı Kâmil diyoruz.

İşte biz de kendimize ve bütün varlıklara, Allah’ın mukayyed olan bu âlemdeki bu üç tecellîsini nisbet etmekten, şirk etmekten kurtulabilirsek,o varlıkların yaratılma yerlerine göre fiillerini şühûd ederek ihtilâflardan kurtulmuş oluruz.Çünkü Allah Âlîm’dir,bizler ise ma’lûmuz. Allah bütün yarattıklarının ma’lûmiyetleri nisbetinde tecellîsini gösterir. Dolayısıyla da bütün fiillerin fâili (halk edicisi) Allah olduğu için hem kendimizle, hem bütün insanlarla, hem de bütün âlemle barışık oluruz. İşte böyle bir Tevhîd inancı İslâm dininde bölünmeleri yok eder, insanlarla olan münasebetler en üst düzeyde iyi ve güzel olur. Sahtekârlık, yalancılık, kıskançlık, dedikodu vb. gibi Kur’ân-ı Kerîm’de yasak edilen kötü hasletler de olmaz.

İnsanlar  Tevhîd akîdeleriyle kucaklaşarak hem dünyalarını hem de Âhiretlerini mutluluk ve refah   haline dönüştürmüş olurlar. Bu dünyaya kavga için değil, sevmek ve sevilmek için geldiğimize göre, huzur ve mutluluk bizlerin hakkı değil midir?

         TEVHÎD GÖMLEĞİ NEDİR

Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif yerlerinde Tevhîd gömleğini giyenlerin kurtuluşa erdiklerinden söz edilerek, bizlerin de Tevhîd gömleğini giymemiz emredilmektedir.

1-İbrahim (A.S.) Nemrud tarafından ateşe atıldığında, Nemrut, İbrahim (A.S.)’i ateşler içerisinde olmasına rağmen güllük gülistanlık bir ortamda beyaz gömlekli bir kişi ile oturduğunu görmüştü.Bunun sebebini sorduğunda İbrahim (A.S.) yanındakinin Cebrail (A.S.) üzerindekinin de Tevhîd gömleği olduğunu,Tevhîd gömleği sayesinde ateşin yakmadığını söyledi.

2-Kardeşleri Yusuf (A.S.)’u kuyuya attılar. Fakat Cebrail (A.S.) ona beyaz gömleği giydirdiği için kuyunun dibine kadar düşmeyip kuyu kenarında gömleği bir dala takılarak askıda kaldı. Kervancının sucusu kova ile kuyudan su çekerken ona tutunarak çıktı. Kuyunun dibine düşse idi kuyunun dibindeki yılan ve çıyanlardan kurtulması mümkün olmayacaktı. İşte Yusuf (A.S.)’u da yine o gömlek kurtarmış oldu.

3-Yusuf Mısır’a götürülüp maliye nazırına köle olarak satılınca nazırın eşi Züleyha O’na sahip olmak istedi.O ise kabul etmedi. İşte o zaman Yusuf’un üzerindeki o gömleği arkadan parçalayarak yırttı. Çünkü Yusuf’un yönü rûha dönük arkası da nefse dönüktür. Arkadan gömleği yırtılınca bu işin Yusuf’un değil, nefsin bir işi olduğu ortaya çıktı. Suçlunun Züleyha olduğu anlaşıldı. Dolayısıyla da yine gömlek Yusuf’u haklı çıkarmış oldu.

4-Yusuf zindandan çıktı ve Mısır’a Sultan oldu. Kardeşleri O’nun Yusuf olduğunu anladıklarında Yusuf kardeşlerine bir gömlek vererek “Bu gömleği babama götürüp gözlerine sürünüz,gözleri açılsın” dedi.Babası Yakup da Yusuf için yanıp tutuşuyor, gelene geçene Yusuf’u soruyordu.Yakınları ise “Yusuf öleli çok seneler oldu. Bu kişiler Yusuf’u ne bilsinler, sen bunamışsın” dediler. O da “Ben Yusuf’u kime sorduğumu bilirim. Ben peygamberim.” diyordu. Sonunda gömlek geldi,gözlerine sürünce görmeye başladı.

Bu gömlek nasıl bir gömlek ki gözlere sürülünce gözler görmeye başlıyor. Bu gömlekte iki kol bir beden vardır. Bu gömleğin bir kolu tenzih,bir kolu teşbih, bedeni de Tevhîddir. Şu halde bir şeyi kalbimizle tenzih, hissimizle teşbih yaparak şühûd edersek Tevhîd gömleğini giyenlerden  olmuş oluruz. Kalb Yakub’u Yusuf olan candan veya rûhtan ziyâ gelmeden yâni nurlanmadan kalbin şûbeleri olan görme, duyma gibi sıfatlardan görmesi ve duyması olamazdı. Onun için O’nun gönderdiği mânevî Tevhîd gömleği böylece gözlerini açmış oldu.

Bizler de bu Tevhîd gömleğini giydiğimizde bize iftira etseler, her türlü kötülüğü yapmaya yeltenseler,hatta tabancayla mermi atsalar hepsinin o lâtif olan manevî gömlekten içeriye geçmediğini, patır patır gömleğin üstünden döküldüğünü göreceğiz. Çünkü “Onu biz indirdik. Onun muhafazacısı da biziz” buyrulmuştur. İşte bu Tevhîd gömleğini giymek için gerekli olan anahtarları Allah, Mürşid-i Kâmillere ihsân etmiş. Gidip onlardan alarak giyeceğiz, yoksa kâinatı dolaşsanız hiçbir pazarda bulup satın alamazsınız.

 

TEVHÎD MERTEBELERİ VE YAŞAM ŞEKLİ

Tevhîd Mertebelerini Pîrimiz Seyyid Muhammed  Nur-ül Arabî Hazretleri iki bölümde mütalaa  etmişlerdir:  



1 - Fenâfillâh Mertebeleri

2 - Bekâbillâh Mertebeleri

Fenâfillâh Mertebeleri üç Makâmdır:



1 - Tevhîd-i Ef’âl

2 - Tevhîd-i Sıfât

3 - Tevhîd-i Zât

Bekâbillâh Mertebeleri ise dört Makâm olarak isimlendirilir:



1 - Makâm-ı Cem

2 - Hazret-ül Cem

3 - Cem’ul- Cem

4 - Ahadiyet (Bu Makâm yalnız Peygamber efendimize ait olduğu için telkîn edilmez.Edilse bile anlaşılmaz.)

TEVHÎD-İ EF’ÂL:

Fenâfillâh mertebelerinin başlangıcı olup fiil ve işlerin birliği demektir. Bir sâlikin bu mertebeye gelebilmesi için her nefeste dâimî zikirle kalbinin mutmain olması, dolayısıyla da  dış temizliği olan zâhir abdesti ve dâim zikir olan bâtın abdesti alması lâzımdır. Dışını şerîat ahkâmıyla, içini de bir saat gibi dâimî zikirle kurması lâzımdır. Fecr Sûresi 27 ve 28. âyetlerindeki Ey Rabbine itaat eden huzura ermiş rûh,dön Rabbine,sen O'ndan O senden hoşnut olarak!” hitâba mazhar olarak Tevhîd-i Ef’âl telkîn ve tâlim edilir.Bu mertebede sâlike dört şühûd gösterilir. 1-Tevhîd-i Ef’âl 2-Fenâ-i ef’âl 3-Tecellî-i Ef’al 4- Cennet-ül ef’âl veya İrfan Cenneti. Râbıtası da“Lâ Fâile illallah”tır. “Allah’tan başka fâil-halkedici-yoktur.” Sâlik, enfüste, âfâkta, sükûn ve  hareket halinde bütün fiilleri birleyerek, bunların hepsini Hakk’a nisbet eder. Fiiller her ne kadar iyi ve kötü fiiller diye isimlendirilse de iyilik ve kötülükler bizler içindir.Yoksa Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi ‘hayr’ dır. Ârifler fillerin cümlesini Hakk’a nisbet ederler.Yine de’Allah kötü yaptı.’ denilmez. Zira kötü ismini icâd eden nisbettir. Eğer işin kula nisbeti olmamış olsa, o işin iyiliği ve fenalığı tâyin olunamazdı. Saffat Sûresi 96.âyetten anlıyoruz ki fiillerin fâili Allah’tır. “Allah sizleri ve sizlerin amellerinizi halk eyledi.” 

İşte sâlik  enfüsünde ve âfâkında bütün fiilleri hissî ve kalbî olarak Hz.Allah’a nisbet ederse kalbî müşâhede ile zevk hâline geçer. Karşılaştığı her olayda fiillerin meydana gelmesine vesîle olan mazhar veya kullara nisbet etmeyeceği için şirkten kurtulan o sâlik, Hacivat ile Karagözün kendilerinin hiçbir güç ve kuvvet sahibi olmadıklarını, onları kavga ettirenin, onları oynatan sanatkârın olduğunu bildiği gibi, bilecektir. Her şeyi yerli yerinde görüp enfüsünde fark(Şerîata uyup uymadığını tartması)eksikleri varsa peyderpey onları yok etmesi, nefsini levm etmesi lâzımdır. Âfâkta ise‘cem’de (Vahdette) mütalaa ederek  mutlu ve huzurlu olacaktır.

Bu sâlikler yaşamlarında sâkîn ve şer’î hükümlere tâbi olarak yaşarlar. Bütün tecellîlere nazar ederler ve zuhûrâta tâbi olurlar.Cenâb-ı Hakk’a boyun eğerek tam bir teslimiyetle,kalbi ile dâimî zikir, hissi ile de  râbıtayı kullanırlarsa, Efendisinin himmetiyle Tevhîd-i Ef’âl zevkine ermiş olurlar.

 


Yüklə 2,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin