NÛRÂNÎ VE ZULMANÎ PERDELER
İnsanlar yaradılış gereği aceleci yaratılmışlardır. Az bir mücâdele sonunda hemen murâdlarına ermek isterler. Yaptıkları ibâdetler sonunda hicâblarının açılmasını,her şeyin Hakk ve hakîkatini görmek ve mutluluğa kavuşmak isterler. İşte böyle idrâkteki Musalara Kur’ân-ı Kerîm’de, Musa (A.S.) “Görün bana bakayım sana” dediğinde “Ya Musa!Sen Beni göremezsin” (Len terâni ya Musa) denmiştir. Musa (A.S. )“Karşı dağa bak” diye hitâb duyunca dağa baktı. Oradan tecellî eden ism-i celâl ateşi ile o benlik dağı eridi ve Fenâfillâh oldu. Kendine geldiğinde “Ya Rabbim benim arzu ettiğim gibi seni görmek isteyenlerin ilk tövbe edicisi ben olayım” diye niyâzda bulunmuştur.
Şu halde bizlerin bir Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla nisbîyetlerimizden kurtulup, nefs deryâsından rûh âlemine geçme ilmini öğrendikten sonra zulmânî perdeleri yırtmamız mümkün olduğu görülmektedir İkilikle yapılan ibâdetler müşâhedesiz olduğu için zulmanî perdeler kalkmaz. Kıldığımız vakit namazları, Ramazan’da bir ay tuttuğumuz oruçlar bizlere perdedir. Çünkü bedenle yapılan ibâdetlerin fiillerinin fâilini, görüntüde mevcûd olan sıfat ve esmâya nisbet ettiğimizde zulmanî perde inmektedir. Zira bedenin kendine has bir gücü ve kuvveti yoktur.Güç ve kuvvet sahibi Allah’tır. Kelâmla “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahilazim” diyoruz ama yaşantımızda ‘Bu ten kafesinden her ne fiil zuhûr ederse bunların fâili Allah’tır’ diyemiyoruz, şühûd edip esmâ ve sıfatlara nisbet etmeden, Rûhullahın tecellîsinin zuhûrunu zevk edemiyoruz. Her varlığın yaratılma yeri neresi ise orada fiil ve icraatını gösterecektir. Biz de onu yerinde farkıyla seyredebilirsek, işte o zaman zulmânî perdelerimiz kalkmış olacaktır. Yoksa ikilik yaşantısında kendi vücûdumuz bize perde teşkil etmektedir. Çünkü sûretten sîrete geçmeden her varlıktaki birliğin zevkine eremeyiz. Okuduğumuz kitaplar bize perde olabilmektedir. Çünkü o yazarın fikirlerine bağlılık yaratmaktadır. Vücûdumuz bize perdedir. Çünkü nisbîyette kalmamız dâima yenilenmektedir.
Hakk’a nisbîyet şühûdlarımız galebe çalmadıkça her an gaflete düşmemiz mümkün olmaktadır. Kıldığımız vakit namazlarımız bile bize perde olmaktadır. Çünkü dâimî namazda olamadığımızdan, müşâhedemiz tecellî etmediği için nisbîyetlere bağlılığımız devam ediyor. Bütün bunları ilmen bilsek bile gaflete düşmemize engel olamıyoruz.Nakşibendi,Kadiri,Nurcu gibi grup ve ekoller bizlere perde olabilmektedir.Çünkü bu grupların mazharlarından Hakk’ın, yaratılma yerlerine göre tecellî ettiğini, onların da yerli yerinde Hakk olduklarını kabullenemiyoruz.Bir bahçede bulunan gül, karanfil, menekşe, sümbül gibi hepsinin birer çiçek tecellîsi olduğunu kabullenecek, onlara ihtilafın Hakk'a ihtilaf olduğunu, onlara buğz etmenin Hakk'a buğz etmek olduğunu anlayarak,onları da yerli yerinde görüp, sevmeye gayret etmemiz gerektiğini anlayacağız. Halka hizmet Hakk'a hizmettir. Halkı sevmek Hakk’ı sevmektir.Çünkü Hakk, halktan tecellîsini göstermektedir. Onun için Hakk, halktan ayrı değildir. Bu zevk ile zevkiyâb olduğumuzda Hakk’tan gayri olmadığımız o zaman anlaşılacaktır. İşte o zaman saydıklarımız bize perde olmadığı gibi bunlar bizler için günah da olmayacaktır. Çünkü en büyük günah Hakk’tan ayrı olmaktır. En büyük sevap da Hakk’la beraber olmaktır. Onun için yaptığımız ibâdetlerde dâima Hakk’ı müşâhede edelim. Dâima onunla beraber olmamız,bizim,bütün ibâdetlerden üstün olan dâimî zikrimiz olacaktır.Bizler Hakk teâlânın birer aletiyiz. Bizleri nerelerde kullandığını şühûd edelim. Emrettiği yerde mi?Yoksa yasak ettiği yerde mi? İşte biz oyuz.
Nûrânî perdeler ise birliği bozmayan ikilik perdeleridir. Nasıl bir evin penceresinin tülünden dışarıyı seyrettiğimizde her şeyi net görmek mümkünse aynen onun gibi Fenâfillâh olup Bekâbillâha erenler Allah’ın Cemalullahını bütün sıfatlardan seyrederler. İşte bu birliği bozmayan ikilikte Zâtını, sıfat aynalarından seyretme halidir. Seyreden ve seyredilen şekliyle anlatılsa da bu zevke erişen bir sâlik irfâniyeti ile kendi zâtını kendi sıfatlarından seyredenin ayrı olmadığını zevk etmektedir.Bir kişi aynaya baksa, bakan ayrı aynadaki ayrı değil ki ayrı mütalâa etsin. İşte buna da nûrânî perdeler denilmektedir. “Allah âlem-i Âhirette ayın ondördü gibi Cemalullahını mü’min kullarına gösterecektir.” sözünün gerçek anlamı budur. Allah,Zâtını ne bu âlemde ne de âlem-i Âhirette mazharsız göstermeyecektir.Zâtının bulunduğu yerde başka bir varlık yok ki gören veya görünen olsun. Allah cümlemize nûrânî perdeler altında Cemalullahını seyretmek nasîb ve müyesser etsin. Âmin.
ORUÇ
Oruç, yükselmek demektir. Nereden nereye yükselmektir? İkilikten birliğe yükselmektir. Cehâletten irfâniyete yükselmektir. Şirkten, gayriyetten, nisbîyetten birliğe, ayniyete yükselmektir. Oruç dört bölümde mütalaa edilir:
1 - Bedenin orucu(şerîat-ı evvel orucu)
2 - Kalbin ve gönlün temizlik orucu(tarîkat orucu)
3 - Hakîkat orucu (ikilikten birliğe yükselme orucu)
4 - Mârifet orucu (esmâ ve sıfatların seyri)
Bedenle ilgili olan oruçta evvelini ve âhirini bilerek her ikisi arasında, yemek içmek ve nefsânî istek ve arzulardan uzak kalmak olarak mütalaa edilir. Çünkü bu beden onbir ay çalışıp bir ay bakıma tabi tutulan bir fabrika gibi dinlendirilirse sıhhatte kalacağı muhakkaktır. Bir hadiste "Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız" buyrulmuştur. Yalnız sahurda, akşama kadar aç kalmaktan korkarak tıka basa mideyi doldurup rahatsız olmak, iftar vaktinde de yine tıka basa yemek yemek bedeni dinlendirmek değildir.Aç kalmak kişiye tam mânâsıyla ölümü hatırlatıyor ve nefs muhasebesini yaptırıyorsa ancak o zaman bedenin orucunun faydasını kişi görebilir. Yoksa oruç tutmamıştır. Bedenin orucunu tutanlar, bu satırlarda îzâh edilemeyecek kadar çok sayıda faydalar elde etmektedirler. Fakat İslâmiyetin oruç emrindeki daha fazla yüceliğe sahip olmak için beden orucuyla beraber olan kalb ve gönül temizliği olan tarîkat orucu da tutmağa gayret göstermelidir. Böylece bedensel orucun yetmişbin katına mazhar olur. Çünkü yalnız bedensel orucu tutanlar kalb ve gönül terbiyesinden lâyıkiyle nasîb alamadıkları için,onların yaşantılarında, sinirlilik, sağa sola sataşma gibi, sabırsızlık halleri görülür. Halbuki oruç,günahlardan, kişiye zarar verecek her türlü kötülüklerden sakınmak içindir. Gaflet ve dalâlete düşerek,ahlâksızlıktan sakınılmalıdır.
Oruçta güzel ahlâk,edeb ve iffet vardır. Peygamberimiz, "Bir kişi size kötü bir söz söylediği zaman, siz ona kötü bir söz söylemeyin. ‘oruçluyum, oruçluyum’ desin" buyurdular. Görüldüğü gibi oruçlu bir kişinin, el, ayak, göz, dil gibi her türlü sıfat ve a’zalarını kötülüklerden sakınması gerektiği anlaşılmaktadır. Bunlarla her hangi bir hata yaptı ise,hemen tövbe etmesinin orucun aslı olduğu beyan edilmiş oluyor. Orucun güzel ahlâk ve hakikî insanlığın ta kendisi olduğu, benlik, nisbetten, gurur, kibir, haset, fesat, yalan ve buna benzer bütün kötülüklerden sakınmanın oruç olduğu anlaşılmış oluyor.
Oruç nefs terbiyesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de yasak kılınan, nefsin canavarlıklarını terk etmek tahsilidir. Oruç, kişinin kalb ve gönlünü nefsin hükmünden kurtarmalıdır. Kalbin ilim ve irfâniyet doğrultusunda güçlenmesi gerçek oruçtur. Bir kişi oruçlu olduğu halde sağa sola saldırıyor,onun bunun kalbini kırıyor, ahlâk ve edeb kâidelerine riâyet etmiyorsa onun orucu yoktur. Çünkü oruç kötülüklerden, ahlâksızlıktan, bilgisizlikten, kötü düşünüş ve davranışlardan sakınmak, güzel ahlâka ve bütün iyiliklere yükselmek için emredilmiştir. Gelin kardeşlerim bu seviyede bir oruç tuttuğumuzu söylüyorsak gıybet dinlememeye özen gösterelim. Kötü görmemeye, kötü şeylerle dilimizi meşgul etmemeye, kötü şeyler düşünmemeye, gönlümüzü ve bütün sıfatlarımızı elimizden geldiğince Hakk’la meşgul etmeye,zikir ve fikirle uğraşmaya gayret gösterelim. Unutmayalım ki zikrimiz ne ise fikrimiz de o olacaktır. Bir günümüzün kaç saatini Hakk için ve kaç saatini halk için harcadığımızı dâima kendimize sorup muhasebemizi yapalım.
Hakîkat orucunu ise ancak yukarıda açıkladığımız oruçları tutabilenler tutmağa hak kazanırlar.Zira bedensel oruç olmazsa ahlâk güzelliği olan tarîkat orucunu tutamaz. Bütün kötülüklerden uzaklaşmayan ve ahlâk güzelliği elde edemeyen de ikilikten birliğe vuslat olan hakîkat orucunu tutamaz.Hakîkatte oruç ‘uruc’etmektir.Yani ikilikten birliğe yükselmektir.Kişinin kendi varlığı ayrı, Hakk’ın varlığı ayrı iken, cehâletinden, gayriyetinden, şirkinden kurtularak, kendi varlığının olmadığını,varlık sahibinin Hakk olduğunu şühûd etmesi ve yaşamına geçirmesi onun orucu olacaktır.Bu da bir Mürşid-i Kâmilden tahsil etmeden olmaz.
Bir sâlikin,zerreden kürreye kadar her neye bakarsa baksın Hakk’tan gayri bir tecellî görmemesi,onun ikilikten birliğe vuslatı olacaktır. Onun gayriyete çıkmaması,dolayısıyla da ikilikteki bütün şirk ve kötülüklerden sakınması,onun orucu demektir.Bütün ihtilâf ve kötülükler ikilikte olur. Birlik deryasında ihtilâf ve kötülükler olmaz.Hakîkatte ikilikle oruç da olmaz.Ölmeden evvel ihtiyarî bir ölümle ölenler oruç tutma zevkine sahip olabilirler. Oruçlu,her şeyi bir olan Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsini şühûd etmektedir. Hz.Îsâ (A.S.) "İkiliğe çıkmak orucu bozar" buyurmuşlardır. Yani, kişi kendisini Hakk’tan ayrı bir varlık sahibi olarak görüyorsa bu ikiliğe çıkma olacağından orucu bozulur demektir.
Görüldüğü gibi, nasıl bir cevizin dış yeşil kabuğu olmadığı zaman, içindeki ağaç kabuk teşekkül etmiyor, bu kabuklar olmayınca da içindeki cevizin özü olan hakîkati teşekkül etmiyorsa oruç da böyledir.Hakîkat orucuna sahip olabilmek için, cevizin yeşil kabuğu olan bedensel terbiye, cevizin ağaç kabuğu olan, ahlâk güzelliği ve kötülüklerden uzaklaşma orucu olan tarîkat orucunu tutabilenler, ancak cevizin özünü yemeğe hak kazandığı için, birlik deryasına ayak basarak hakîkat orucunu tutabilirler.
Mârifet orucu ise bu üç mertebede tutulan oruçların idrâkini, gönlünde yaşama hâlidir.Kişi kendisine baksın, hangi mertebede bulunuyor ve oruç tutuyorsa onun orucu o seviyededir.
Bir kişinin hakîkat orucunu tutabilmesi için,kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek, Fenâfillâh olup, “Mutu kable ente mutu”sırrına sahip olması lâzımdır.Kendi varlığı olmayan bir kişinin kötülük yapması, kötülük düşünmesi,şirk ve gayriyet içinde bulunması düşünülemez. Zira bunlar ikilik vâdisinde yetişen ürünlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın güzel ahlâkına sahip olmamışsa, insanlarla zaman zaman takışıyorsa, şirk ve gayriyet fiillerinden kendisini sakındıramamışsa o kişinin orucu yok demektir. Cenâb-ı Allah, bütün kardeşlerime,bu dört mertebenin oruç idrâkine sahip olarak oruç zevklerini ihsân etsin. Âmin.
ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE DEMEKTİR
Ölüm üç türlüdür:
1 - İzdirari ölüm
2 - İhtiyârî ölüm
3 - Her nefesteki ölüm
“Her nefs ölümü tadacaktır” (H.Ş.) gereği her canlı varlığın belirli bir ömürden sonra bu âlemi terketmesine izdirari ölüm denir. İhtiyarî ölüm ise bir kişinin kendi istek ve arzusuyla bir Mürşid-i Kâmile gelip merâtib-i İlâhiyedeki fenâ-i tam tahsilinde kendine nisbet ettiği varlığı yok edebilirse ölmeden evvel irâde ve idrâkiyle ölmüşlerden olur.Bunu Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Mutu kable ente mutu” sırrıyla tavsiye ediyor. Yani “Ölmeden evvel ölünüz.” buyuruyor. Sahabeye “Siz yiyip içen ve gezen ölü görmek ister misiniz? Ebubekir (R.A.) Hz.lerine baksın demekle, onun sahabeler içinde şirklerinden kurtulup Fenâfillâh mertebesini zevk ettiğini göstermiş oluyor.
Bizler de kendimize nisbet ettiğimiz fiilimizin fiilullah, sıfatlarımızın sıfatullah, zâtımızın da Zâtullah olduğunu idrâk edersek ölmeden evvel ölenlerden oluruz. Bakara Sûresi 28. âyetinde “Allah'a nasıl küfrediyorsunuz ki, ölü iken sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra sizleri yine diriltecek, sonra da döndürülüp O'na götürüleceksiniz!” buyruluyor. Bizler de Mürşid-i kâmile gelmezden evvel manevî yönümüzle ölüydük. O bizi zikirle diriltti. Tekrar öldürüldük. Yani kendimize nisbet ettiğimiz ef’âlimizin,sıfatımızın, Zâtımızın kendimizin olmadığını irfâniyetle öğrenince gayriyetlerimiz ölmüş oldu. Tekrar dirilmemiz ise Fenâfillâh olduktan sonra Hakk’ın varlığı ile var olduğumuzu anlamakla ihtiyarî olarak olacaktır. Ondan sonra da O’na döndürüleceğiz.
Zira Rabbimizi tanıyınca, bizdeki Rabbil has, Rabbü’l-Âlemîn’e muhtaç olduğunu kendisindeki sevk ve idârenin Rabbü’l-Âlemîn’in bir şûbesi olduğunu anlayacaktır. Sonunda elbette dönüş de O’na olmuş olur. Bakara Sûresi 260.âyetinde “Bir vakit İbrahim: ‘Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.’ demişti. Allah buyurdu:‘ Yoksa inanmadın mı?’ İbrahim: ‘İnandım, ancak kalbimin iyice yatışması için.’ dedi.Allah buyurdu ki: ‘Öyle ise kuşlardan dördünü tut ve onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra her dağ başına onlardan birer parça dağıt. Sonra onları çağır, koşa koşa sana gelsinler. Bil ki, Allah gerçekten güçlüdür ve hikmet sahibidir.’ buyrulmaktadır.
İşte sendeki dört kuş
1 - Leşle beslenen ‘kuzgun’ 2 - Obur ve doymak bilmeyen ‘kaz’ 3 - Eteğe düşkün ‘horoz’ 4 - Gururlu ve kibirli ‘tavus kuşu’ dur..
Kuzgun, helâl haram gözetmeden her şeyi yer. Kaz, obur, açgözlü ve asla doymak bilmez. Horoz, haram ve helâl gözetmeksizin şehvete düşkündür. Tavus kuşu, tüylerinin güzelliğyle ve rengârenk oluşuyla mağrur olan bir kuştur. İşte saydığımız bu dört kuştaki hasletler insanlarda da vardır.
Bu kuşların taşıdığı hasletlerden geçersen, yani kendine nisbet ettiğin bu varlığı öldürüp, Hakk’ın bunların karşılığı olan güzel hasletleri, Hakk’ın varlığı ile dirildiğinde sende dirilir ve senin bu kötü hasletlerinin öldüğünü sendeki Hakk’ın güzel hasletlerinin dirildiğini görürsün. Yani ölmeden evvel ölmekle, dirildiğini görürsün buyurmuşlardır.
Zâhir bedenimizde nefesimizle aldığımız oksijenle dirilir, verdiğimiz nefesle de bedenimizdeki karbondioksiti atarak ölürüz. Bu bedensel faaliyetimiz her nefeste dirildiğimizi ve öldüğümüzü göstermektedir. Tevhîdde ise her nefeste ölüp dirildiğimiz Kâmilimizden aldığımız “nefehtü” âyetinin idrâkiyle anlaşılacaktır.
ÖLÜM ÖTESİ
Bizler dünya âleminde öldükten sonra bedenlerimizin toprağa girmesi ile Cennet’e veya Cehennem’e gideceğimizi zannederiz. Halbuki bu âleme gelesiye kadar üç âlem geçirdik. Bu âlemden sonra da üç âlem geçireceğiz. Ondan sonra Rabbimize kavuşmuş olacağız.Yoksa herkesin bildiği gibi ölünce hemen Cennet veya Cehennem’e girecek değiliz.
Bizler baba sulbünde iken meni halinde bir damla su idik. Orada ismim diyelim ki Ahmet idi. Oradaki vücûdum da bir damla sudan ibaretti.Oradan anne rahmine düştüm. Oradaki adım yine Ahmet oldu.Orada ayrı bir vücûd giydim. Yani anne rahminde yeni vücûd giydim. Burada göbek bağımla annemin kanından gıdalanıyordum. Anne karnından dünyaya geldim. Özüm yoluna dünyada devam etmeye başladı. Dünyadaki gıdamı artık ağız yolu ile almaya başladım. Dünyadaki adım yine Ahmet oldu. Vücûdum da dünyadaki bedensel olan vücûdum oldu. Dünyadaki vücûdumu da yetmiş-seksen senelik bir yaşam sonunda, baba ve anne sulbündeki vücûdlarımı nasıl bıraktıysam, aynen onun gibi dünyadaki vücûdum da,topraktan geldiği gibi toprağa gömülüp bırakılacak. Şimdi geriye baktığımızda, baba sulbündeki, anne sulbündeki ve bu dünyadaki vücûdumuzun nasıl olduğunu biliyorsak aynen onun gibi âlem-i berzaha geçtiğimizde de orada da lâtif bir vücûd giyeceğimizi bilecek ve göreceğiz.
Aslında, baba sulbünde de,anne sulbünde de,dünya âleminde de kesafet vücûdlarımızın altında ayrıca bir lâtif vücûdumuz dâima vardır. Yunus’un “Bir ben vardır bende,benden içeri” dediği işte o lâtif vücûdumuzdur. Kâinatta her varlık‘dış’ve ‘öz’den ibarettir. Bir ceviz bile kabuğunun içindeki özün durumunu lâyıkiyle bilemez. Fakat cevizin özü kabuğun durumunu çok iyi bilir. Kesâfet vücûdundan letâfet vücûduna geçmeden (Fenâfillâh) letâfet âlemi lâyıkıyle bilinemez. Fakat lâtif varlığımız kesâfet varlığımızdan zuhûra geldiği için onu çok iyi bilir ve görür. Kesif vücûdumuz fânî olduğu için ölüm onu yok eder. Fakat lâtif vücûdumuza ölüm yoktur. O, bir âlemden diğer bir âleme geçmekle yolculuğuna devam etmektedir. Lâtif vücûdumuz,bu dünya âleminde kesif vücûdumuz olan bu unsur vücûdun sıfat ve a’zalarından kendisini sergilemektedir. Evliya ve ehl-i ârifler, kesif olan bu zâhir vücûddan, gözle zâhirde görülmeyen lâtif olan vücûdu gördükleri için,ona göre tavır takınırlar. Bizler de onlara‘ Ne mübârek insanmış, içimizi okudu’ deriz.
Gözle gördüğümüz zâhir vücûd, bu dünya âleminde gününü tamamlayınca aramızdan bir daha gelmemek üzere ayrıldığı için ona öldü deriz ve toprak olan cemâdâta teslim ederiz.Fakat lâtif olan vücûd bâkidir. O ölmemiştir. Berzah âlemine lâtif olan vücûd intikâl eder. Sakın bu âlemlerde bir yerlere gidilip gelindiğini zannetme. Sefer, senden sanadır. Anlaşılması için ikilik içersinde kelâmla bu şekilde ifade edilmektedir. Berzah âlemi, rûhlar âlemi, melekût âlemi diye bildiğimiz âlem, dünya ile Âhiret arasında bir bekleme salonudur. Burada, dünyada nasıl bir yaşam içerisindeysen, her anının çekilmiş fotoğrafları ve dünyadaki yaşamında söylediğin her sözün banta kaydedilmiş olarak tasnif edildiği yerdir.Ayrıca hakîkat ehli olarak da gönülden geçen her şey banta kayıt yapılmıştır. Bu fotoğrafların banyo yapılması ve bantların tasnifi, melekût âleminde yapılmaktadır.Bu âlemde de ismimiz yine aynıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyet yönünün her şeyi ihâta etmesi nedeniyle, bir çekirdeğin içerisinde bütün bir ağacın dal, yaprak ve meyveleri gizli olduğu gibi, berzah âleminde de kişinin dünyadaki çekilen fotoğrafları ve söz bantları henüz açığa çıkmamıştır. Gizlidir. Onun için buraya Vahdâniyyet âlemi, bekleme salonu veya berzah âlemi denmiştir. Burada sorgu ve sual yoktur. İnsanlar, burada da her ne kadar kalacaklarsa,kaldıktan sonra,rûhâniyetimiz olan lâtif vücûdumuz yoluna devam edecektir. Çünkü ölüm bedenedir. Rûha değildir.
Berzah âleminden sonra,Âhiret diye bildiğimiz, ceberrut âlemine, yani mârifet âlemine ölümsüz olan lâtif vücûdumuzla geçeceğiz. İşte bu âlemde, Cennet de var,Cehennem de var,Sırat da var, Mizan da var. Dünyada iken tencereye ne koydu isek,burada kepçemize o çıkacaktır. Cenâb-ı Allah,hesâbını seri görendir. Bu âlemde, frekanslar, dalgalar, şualar gibi bazı etkenlerle, kişilerin Vahdet ve kesret âlemindeki yıldızlardan etkilenmeleri mümkündür. İşte bu ceberrut âleminde, letâfet vücûdları ile kişiler günahkârlarsa Cehennem’de azâblarını çekecekler, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını uyguladılarsa Cennet’i görüp yaşayacaklardır. Dünyada çekilen fotoğrafların, zâhir ve bâtın bantların hesabı bu âlemde verilmektedir.Dünya âhiretin tarlasıdır. “Dünyada gönül tarlana ne ektiysen, âlem-i Âhirette onu biçersin” (H.Ş.) burası için söylenmiştir.
Âlem-i Âhirette, bizlerin bildiği gibi kesâfet bir vücûd değil,lâtif bir vücûd azâb ve mükâfatı görmektedir. Bir kişi nasıl rüyasında zâhiri vücûdu azâb ve mükâfatı görmediği halde, letâfet vücûdu azâb ve mükâfatı görmekteyse aynen onun gibi letâfet yönü ile bu imtihanı geçirecektir. Cenâb-ı Allah’ın her nefesin bile hesabını çok çabuk gördüğü göz önünde bulundurmak gerekir. Dünya mâdem bir imtihan âlemidir,her türlü yaşam hâlimizin hesabını vereceğimiz muhakkaktır.
Dünyada iken bu lâtif vücûdu tanımak ve her türlü nefs terbiyesi sonunda, kalb ve gönlü,Rabbinden başkalarından temizlemek lâzımdır. Allah kendisinden başkasının o gönülde olmasını istemez. Peygamberimiz "Nâs uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar" buyurmuşlardır. Kalbin cehâlet ve gafletten uzak olarak ilim ve irfâniyetsizliği,kişinin gaflet uykusunda olduğunu gösterir. Ömrü boyunca bedensel vücûdunun huzur ve rahatını düşünerek yaşamak, kişinin Hakk ve hakîkat yolunda uyuduğunu gösterir. İşte kalbin bu cehâlet ve gafletinden uyanması, kişinin aynı zamanda ilim ve irfâniyetle lâtif olan Âhiret âleminde uyanması demektir. Dolayısıyla da daha yaşarken,lâtif olan Âhiret âlemini görür. Kendisinin diye bildiği varlığın olmadığını,varlık sâhibinin Hakk’ın varlığı olduğunu şühûd etmeye başlayınca,gönlünde canlandırdığı benlik varlığının kendisinin olmadığını,bu varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu anlayınca, dâima O’nu görmeye ve O’nun yaşamını seyretmeye başlar.
İşte,bir kişi gaflet ve cehâletten ölerek,Hakk’ın varlığında dirilirse,gaflet uykusundan uyanmış,ilim ve irfâniyetle dirilmiş demektir.Zira ilim ve irfâniyet Hakk’ındır. Diri de O olmuş olur. Bir âyet-i kerîmede" Mü’minler ölmezler, fenâ evinden bekâ evine göçerler" buyrulmuştur. Artık o kişi Hakk’ta fânî olmuş ve Hakk’ta Hakk ile bekâ bulmuştur. Onun Allah’tan gayri kendine ait varlığı olmadığı için, ona ölüm de yoktur.Rûhullah olan letâfet vücûdu, Zât deryası olan Lâhut âlemine kadar yoluna devam edecektir. Yunus Sûresi 62.âyette “Uyan! Allah dostlarına ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar!” buyrulmaktadır. Birlik deryasında O’ndan başkası olmayınca kimden korkacak ki?
Berberin önünde saçlarımızın önümüze döküldüğünü gördüğümüz gibi, âlem-i Âhiret diye bildiğimiz ceberrut âleminde, Cennetlikler Cennet’e, Cehennemlikler de Cehennem’e gireceklerini göreceklerdir. Bu âlemde iken,bu âleme gelesiye kadar bütün âlemlerdeki vücûdumuzu görüp bildiğimiz gibi bu âlemde de vücûdumuzu görecek ve bileceğiz.
Ceberrut âleminde kaldıktan sonra Cennetlikler Lâhut âlemi olan Zât âlemine intikâl ederler. Her âlemde lâtif vücûdumuzla seyir yaptığımız gibi bu âlemde de Lâhut âlemine seyir yapılır. Mârifet âlemi olan Ceberrut âleminde, Cehennemlikler günahları bitesiye kadar azâblarını çekecekler. Bittikten sonra, îmân etmişlerse Cennet’e geçebileceklerdir. Günahları miktarınca ya devamlı Cehennem’de kalacak veya günahlarının bitiminde Cennet’e onlar da sonunda geçeceklerdir. Cennetlikler ise Rablerinin emir ve yasaklarına uymanın mükâfatı olarak ebedî mutluluk ve huzur hâli olan Cenâb-ı Hakk’la beraber olma dâimliğine nâil olmuşlardır. İşte bunlar Rablerine kavuşmuş olanlardır. Irmak ve derelerin deryaya kavuştuğunda nasıl sesi ve sedâsı çıkmazsa Rablerine kavuşanların da mutluluklarına diyecek yoktur. Onlar bütün imtihan ve merhaleleri başarı ile geçmiş, Rablerine kavuşarak mutlu olmuş ve kurtuluşa ermiş kişilerdir. Her nereye bakarlarsa baksınlar,Cenâb-ı Hakk’ın yüzünü görmekte ve kendi sıfat mazharlarından, diğer bütün başka sıfatlarda tecellî eden Zâtın zuhûrunu seyretmektedirler. Bu âlemin bir seyir âlemi olduğunu bildikleri için,her an ayrı bir şe’nde tecellî eden Cenâb-ı Hakk’ın zuhûrâtını fark ile şerîat-ı ahkâmiyeyi seyreder ve yaşarlar. Allah bütün kardeşlerimi bu minval üzere vuslat bulan, kurtulmuş kişilerden eylesin. Âmin.
PEYGAMBERİMİZİN SEVR MAĞARASINA SIĞINMA VAK’ASI
Peygamberimiz Mekke şehrinde İslâmiyeti tebliğ ederken, Mekke müşriklerinin çok büyük kötülüklerine muhatap oldu.Hatta O’nu Mekke şehrinden çıkardılar. Bir gün Peygamberimiz Ebubekir (R.A.)’e gelerek Mekke şehrini terk edeceğini söyledi. Ebubekir (R.A.) beraberinde kendisini de götürmesini istedi. Peygamberimiz de Ebubekir (R.A.)’in bu isteğini kabul etti. O gece Ebubekir (R.A.) ile birlikte Resûlullah Efendimiz Mekke şehrini terk ettiler. Peygamber Efendimiz kendi yatağına Hz.Ali’yi yatırmıştı. Mekke müşrikleri Resûlullah’ın evini sarmışlar, kuş bile uçurtmuyorlardı. Kapıyı kırarak yatak odasına daldılar. Resûlullah’ı öldürmek için yorganı kaldırdıklarında O’nun yerinde Hz.Ali’yi yatıyor buldular. O’ndan Muhammed’in nerede olduğunu sordular.O da çıkıp gittiğini söyledi. Müşriklerin başı Ebucehil Resûlullah’ın ellerinden kaçtığını öğrenince çok hiddetlenerek “O’nu bana kim bulursa 100 deve vereceğim”dedi.
Müşriklerden bir kişi çok güzel iz takip edebildiğini, O’nu en kısa zamanda bulup getirebileceğini söyledi. O kişi ve beraberindekiler hemen harekete geçtiler. Resûlullah Efendimizin arkasından izleri takip ederek Sevr mağarasına doğru yola koyuldular.
Resûlullah Efendimiz ve Ebubekir (R.A.) mağaraya vardıklarında Ebubekir (R.A.) “Ya Resûlullah evvelâ ben mağaraya girip orayı temizleyeyim,ondan sonra siz girersiniz” diyerek mağarada temizlik yaptı.Sonra ikisi de mağaraya girdiler. Ebubekir, mağarada sekiz delik gördü,bunların yedisini kapattı.. Kalan delikten zararlı bir mahlûkun girmesini önlemek için o deliği de ayağı ile kapattı. Resûlullah Efendimiz mağaraya kadar yolculukta yorulmuş idi Biraz dinlenmek için, Ebubekir’in dizine başını koyarak istirahata çekildi. Ayağı ile kapattığı delikten, Ebubekir’in ayağını bir yılan soktu. Acıdan, Ebubekir’in gözlerinden akan yaşlar dizinde yatan Resûlullah Efendimizin yüzüne düşmeye başlayınca,Resûlullah Efendimiz “Ya Ebubekir ! Ne için ağlıyorsun, bir şey mi oldu?” dedi.O da ayağının yılan tarafından sokulduğunu, onun için gayri irâdî olarak gözünden yaşlar aktığını, istemeyerek de olsa kendisini rahatsız ettiğini söyledi.Resûlullah efendimiz, yılanın soktuğu yeri okuyarak, tükürüğüyle mesh edip ağrısını geçirdikten sonra “Bırak, yılan girsin içeriye ”dedi. Yılan içeriye girince dile geldi ve “Ya Resûlullah! Ben sizi üç yüz yıldan beridir bekliyorum.Arkadaşın benim içeriye girmeme engel olduğu için ayağını soktum. Ben de îmân ettim. Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” dedi.
Müşrikler Sevr mağarasının yanına kadar gelmişlerdi. Resûlullah ve Ebubekir müşriklerin konuşmalarını içeriden duymaktaydılar. Ebubekir korkmaya başladı. Peygamberimiz de “Korkma Allah bizimle beraberdir” diyerek onun korkusunu giderdi. Tevbe Sûresi 40.âyette“ Eğer siz ona yardım etmezseniz, biliyorsunuz ya, o küfredenler onu çıkardıkları sırada mağarada bulunan ikinin bir iken Allah ona yardım etmişti ki, o, arkadaşına: "Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!" diyordu. Bunun üzerine Allah ona manevî güç ve huzur verdi, onu görmediğiniz ordularla destekledi ve küfredenlerin kelimesini en alçak etti. Allah'ın kelimesi ise en üstün olandır. Allah, güçlüdür, hikmet sahibidir” bu olay anlatılmaktadır. Mağaranın ağzına hemen bir örümcek ağ örmüş, bir güvercin de orada yuva yaparak yumurtasının üzerine oturmuştu. Müşrikler örümcek ağı ile yuvasındaki güvercini görünce “Gelen olsaydı örümcek ağı olmaz, güvercin de buraya yuva yapmazdı” diyerek mağaranın boş olduğuna kanaat getirdiler. Böylece üç gün orada kaldıktan sonra Resûlullah Efendimiz Medine’ye hicret etmiş oldu.
Bu gün de aynı olaylar olup durmaktadır. Bizlerin nefs-i emmâre müşriklerinden, akıl ve rûh kuvvelerimizin, kendimize nisbet ettiğimiz bu vücûd şehri olan Mekke şehrinden, Hakk ve hakîkatin tecellî ettiği gönül Medinesine gitmekten ibarettir.
Anlatılan bu vak’ada müşrikler Hz.Ali’yi Resûlullah efendimizin yatağında buldukları halde neden öldürmediklerini, Sevr mağarası, mağaradaki sekiz delik,yılan ve yılanın îmân etmesi, örümceğin mağaranın ağzına ağ örmesi, güvercinin hemen bir yuva yaparak mağaranın ağzında oturması, mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine şehrine hicret etmelerinin sırlarını öğrenmemiz ve vuslatımızda, kendimizi yakın takibe alarak yaşamamızda uygulamamız gerekmektedir. Yoksa anlatılanları hikaye gibi algılamak bizlere fayda vermeyecektir.
Hz.Ali ilm-i velayeti remzeder. Nefs-i emmârenin bütün kuvveleri onu asla öldüremezler. Çünkü kendileri de yok olur. Sevr mağarası ise bu rûhumuzun mülkü olan vücûd mağaramızdır. Bu mağaradaki sekiz adet delik sekiz sıfat-ı subûtiyemizdir. Bir sâlik nefs terbiyesini Kâmilinden tahsil ettikten sonra mutmain olmuş nefs haline döner. İşte o zaman yılan gibi nefs sahipleri de (nefs-i emmâre sahipleri) nefislerini mutmain ettikleri için üçyüz yıl beklemiş olurlar. Üçyüz yıl ef’al, sıfat ve Zât mertebelerinin idrâk edilmesi demektir. Onun için yılan “Ya Resûlullah ben sizi üçyüz yıldır bekliyordum. Ben de şimdi imân ettim. Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” dedi.
Bir sâlik de ancak Fenâfillâh olduktan sonra lâyıkıyle Hz.Muhammed’e îmân etmiş olur. Çünkü îmân etmeden evvelki hâli, yılan olan nefsin dünya istekleri doğrultusunda halk ediyordu. Îmân ettikten sonra, artık nefs-i emmârenin istekleri doğrultusunda değil, rûhun istekleri doğrultusunda halk ediciliğini yapacaktır. Daha evvel ef’âl yüzü, sıfat yüzü, Zât yüzü olarak üç yüz yıl kişinin mutmain olmuş bir nefs halinde, kemâlât mazharı olan Muhammed’den zuhûrunu bekliyormuş. Burada enfüste Ebûbekir aklı, Resûlullah ise rûhu remzetmektedir. Âfâkta ise Mürşid ile sâliki remzeder. Bu nefs terbiyesi yolculuğunda sâlikler, nefs-i emmârenin kötülüklerinden çok korkarlar. Fakat onların kâmilleri“Korkmayın Allah bizimle beraberdir” diyerek, kendi varlıklarının olmadığını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu, hiçbir şeyden zarar gelmeyeceğinin güvencesini verirler. Zâten O’nun mülkünde O’ndan başkası yoktur. Kişinin kendisine en büyük zarar kişinin cehâletidir.Bir kişiye en büyük zarar yine kişinin kendisinden gelmektedir.
Kâmilde tahsil eden kişi,cehâlet ve nisbîyet hicâblarından kurtulduğu için, mağaranın içinden dışını,yani nefs-i emmârenin niyet ve isteklerini görür ve bilir. Fakat ilim ve irfâniyette hicâblı olan örümcek kafalılar, ilim ve irfâniyet sâhiplerinin durumuna vâkıf değillerdir. Onun için hicâb perdesi gibi örümceğin ağı da dışarıdan içeriyi göstermez.Zira nefs-i emmâre sahipleri veya nefs kuvveleri, gönül mağarasındaki rûh ve akıl nimetlerini idrâk edemez ve niyetini bilemez. Onun için örümceğin ağı burada cahil olanlara hicab perdesi olmuş oluyor. Güvercin de tefekkür nimetinin haberciliğini remzetmektedir. Çünkü kuş gök ehlidir. Anında istediği yere uçabilme hasletine sahiptir. Müşrikler mağaraya kadar geldikleri halde içeriye giremeyişlerinin sebebi câhil ve bilinçsiz oluşları, mağaranın onlar için karanlık oluşundandır. Velevki mağaranın içine baksalar bile onları orada göremeyeceklerdi. Zira nefs-i emmârenin kuvveleri, rûhun sıfat kuvvelerini idrâk edemez. Fakat içeridekiler, akıl ve idrâk, dışarıdaki müşrikleri, yani nefsin isteklerini bilirler.Üç gün mağarada kalmaları, Cenâb-ı Hakk’ın kendi mazharlarındaki tecellîlerin mutmain haline dönüşmesini remzeder. Üç gün sonra, Medine’ye hicret etmişler. Bizler de nefs Mekkesi olan şehirden, kalb ve gönül şehri olan Medine’ye, Sevr Mağarası olan nefs terbiyesi sonunda hicret etmiş oluyoruz.
Bu gün, bir Kâmilden nefs terbiyesi tahsilini yaparak, nefs ülkesi olan Mekke’den gönül ve kalb şehri olan kurtulmuşların diyarı, emîn belde olan Medine’ye hicret edenler,hem dâima Resûlullah ile birlikte,hem de mutluluk içinde, Âhireti dünyada yaşamaktadırlar. Resûlullah efendimiz, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra orada toparlanarak tekrar Mekke’ye dönmüşler, Bedir Muharebesi, Uhud Muharebesi gibi bazı cihâdları ondan sonra yaparak İslâmiyet çığ gibi ilerlemiştir. İşte bizler de et ve kemikten meydana gelmiş bu beden olan nefs Mekkesinden, sîret zevkimiz olan gönül ve kalb Medinesine hicret ederek, gönlümüzdeki Tevhîd zevklerimizi, zâhirimizdeki Mekke şehri olan vücûdumuzdan zuhûr ettirerek bunu yaşamımıza geçirmeliyiz. İşte bu gün de Peygamberimizin hicretini vücûd ülkemizde yaşıyoruz. Yeter ki,dünyaya bağlanarak hiç ölmeyecekmiş gibi, mal, mülk elde etmek ve evlatları düşünmekten, bir gün olsun gönül âlemine inmekten uzak kalmayalım. Zâten bedensel olarak yaptığımız bütün amel ve ibâdetlerimiz, vücûdumuzun hakkıdır. Sîret olarak Tevhîd akidesi doğrultusunda yapılan idrakî ve şühûdî ibâdetler ise rûhun hakkıdır. Zâhir ibâdetler bizi gönül âlemine götürüyorsa bize fayda sağlamaktadır. Yoksa taklîdde kaldığı müddetçe faydasını göremeyiz.Allah hepimizi, Allah’a gönül vererek gönül âlemine inen ve yaşayanlardan eylesin. Âmin.
RAHMÂN SÛRESİ
Kur’ân-ı Kerîm’in bütün sûrelerinin başındaki âyet-i kerimelerde o sûrenin tüm sırlarının yekûn olarak bulunduğunu görüyoruz. Rahmân Sûresinin de bütün sırları baş tarafındaki âyetlerde gizli olarak ifşâ edilmiştir.
Âyet 1, 2- “Errahmânü allemel Kur’ân” “Rahmân olan Allah Kur’ân’ı tâlim etti.” Peki Cenâb-ı Hakk Kur’ân’ı nasıl ve kime tâlim etti? İşte bizim gibi isti’dâdlarında insanlığını bulma hasleti olanları, Mürşîd-i Kâmil mazharından Tevhîd tahsili yapmak sûretiyle canlı Kur’ân olan insanın aslını onlara tâlim etti. Cenâb-ı Hakk’ın İki rahmeti vardır. 1-Rahîmiyyet rahmeti 2-Rahmâniyyet rahmeti. Bu tâlim edilen Rahîmiyyet rahmetidir. Çünkü Hakk’ın emirleri red kabul eder. Fakat murâdı red kabul etmez. Cenâb-ı Hakk faydalı olan her şeyi emretmiştir. Zararlı olan her şeyi de yasak etmiştir.İnsanların bazıları bu emirleri yerine getirmeyerek reddediyorlar. Fakat murad ettiği insanlarda ise uygulanmakta ve onlar da reddedemiyorlar. Onun için tâlim olunan Kur’ân,sîrette insan fıtratlı olanların bir Mürşîd-i Kâmilden insanlıklarını öğrenmeleridir.
Âyet 3-”Halekal insâne” “İnsanı yarattı” Kur’ân’ın tâlimini gördükten sonra bu nâkıs insanlar anladılar ki insan: 1-Sûrette insan sîrette hayvan, 2-Sûrette insan sîrette nâkıs, 3-Sûrette insan sîrette de insan olmak üzere üç nev’idir. İşte sûret ve sîrette insanlığını bulduğunda insan yaratılmış olur. Alak Sûresi 1, 2, 3, 4.âyetlerinde de “Oku Rabbinin adı ile, insanı kan pıhtısından yaratanın adıyla oku. Ve kerem sahibi ki kâlemle insanın bilmediklerini öğretti” diye bahsedilen okunması gerekli olan işte insanın aslıdır. Onu İnsan-ı Kâmilden tahsil edip okuyanlar,insanlığını bulmuştur.
Âyet 4- “Allemel beyan” “Âlemleri beyan etti” insanlığını bulanları ifade etmektedir. Artık rûhun, bütün sıfatlarından kendini sergilediği gibi,tırnağından saç teline kadar cemâdât yönünü, nebâtât yönünü, hayvânât yönünü ve insanî yönünü akl-ı Kur’ân ile sergiledi, beyan etti.
Âyet 5- “Güneş,ay ve yıldızlar bir hesap dahilinde seyrederler.” Yani rûh güneşi ile kalp ay’ı insanda bir hesapla kendi mertebelerinde seyrederker ve birbirlerinin mertebelerine de tecavüz etmezler. Tartıyla haksızlık yapılmasın diye de ölçüyü doğru koydu. Yani rûh ile beden arasındaki her şeyi akıl terazisiyle yerli yerinde, adaletle yarattı. İşte bu yukarıdan beri saydığımız Rabbimizin nimetlerini ve tecellîlerini bildiğimiz ve gördüğümüz halde ‘Nasıl olur da hâlâ inkâr edersiniz’ buyrulmaktadır. Otuz bir defa tekrar edilen bu ikaz,bizlere mukayyed olan bu Âdemdeki Zât, sıfat ve ef’âl tecellîlerinin,zaman, mekân ve ihvân durumuna göre zuhûrâtını anlatmaktadır. Tasdîk edip görenler için Cennette Cemalullah bahşedileceği, inkâr edenler için de Cehennem azâbında yaşama olacağı bildirmektedir. Cenâb-ı Hakk Rahîmiyyet rahmeti olan letâfet âlem zevklerinden bizleri mahrûm etmesin.
RAMAZAN BAYRAMI
Ramazan kelimesi ‘yanmak,kor ateş, günah ve gayriyetleri yok eden’ anlamlarına gelmektedir. Ramazan bayramına‘ Fıtır bayramı’da denilmektedir. Fıtır insanların yaradılışı, yani fıtratı demektir. Resûlullah Efendimiz Ramazan ayını üçe bölerek“On günü rahmet, on günü mağfiret,on günü de Cehennem’den azâttır.” buyurmuşlardır. İşte bir kişi de kendine nisbet ettiği fiilleri on duygusu ile yakıp yok edebilirse rahmete kavuşur. Kendine nisbet ettiği sıfatları yakıp yok edebilirse mağfirete, yani kurtuluşa kavuşur. Yine kendine nisbet ettiği vücûdunu yok edip Vücûdullah olduğunu zevk edebilirse, Cehennem’den azât olmuş olacaktır. Bunların yok edilmesi, idrâkle olacaktır. Çünkü Cehennem kişinin cehâletinden mütevellit kendini Hakk’tan ayrı görmesidir. Bizlerin bu âleme gelmekten gâyemiz, nefsimizde ve ufkumuzda Rabbimizi müşâhede etmektir. Bunca enbiya ve evliyanın halkı davet eylemesi bu kâinattaki Rabbimin Vahdâniyyet sırrını öğrenmek içindir. Fıtır sadakası inananlara vâcibdir. Onun için bir ay oruç tutarak yaratılma gâyemizi idrak edip fıtır sadakasını da vermemiz lâzımdır.Bazı kardeşlerimiz “Kendimize nisbet ettiğimiz, ef’âlin, sıfatın ve vücûdun yokluğundan sonra neyimiz kaldı ki, fıtır sadakasını veriyoruz, ‘yok’olan nesini verecek ki?” diye bir soru sorabilirler. Bizlerin bir Kâmildeki tahsilimizle Fenâfillâh olduktan sonra hiçbir şeyimiz kalmamıştır. Fakat hâlâ bir esmâmız kalmıştır. İsim ise o sıfatın hüviyyet etiketidir. Kişinin esmâsını da vermesiyle,bayrama çıkması zuhûr edecektir.
Onun için fıtır sadakası verilmeden, bayrama çıkılamaz. Bu yüzden esmânın verilmesi, sadaka-yı fıtırımızın verilmesi demektir. Şevval ayının birinci günü, Ramazan bayramına kavuşmuş oluruz. Bayram dostla buluşma, dostla sevişmek, dostla beraber olmak demektir. Ramazan bayramı üç gündür.
Birinci günü, kendimize nisbet ettiğimiz fiillerimizden kurtulduğumuz için bayram yaparız. İkinci günü, kendimize nisbet ettiğimiz sıfatlarımızdan kurtulduğumuz için bayram yaparız. Üçüncü günü de kendimize nisbet ettiğimiz vücûdumuzdan kurtulduğumuz için bayram yaparız. Dolayısıyla bu üç varlıktan geçtiğimiz için, fıtır bayramını yapmağa hak kazanmış oluruz.Bayramda,zâhiren büyüklerimizi, eşimizi dostumuzu ziyâret etmek,onların gönüllerini almak, bir telefonla da olsa onların sesini duymak nasıl en büyük sadaka ise,bâtında da dâima dostla olmak en büyük mutluluk olacaktır.
Bir Hadis-i Şerifte “Güzel ve tatlı söz,en büyük sadakadır” buyrulmuştur. Ayrıca bir Âyet-i Kerimede“ Allah sizleri ve bizleri mağfiret etsin’ diye birbirlerinize dua ediniz.” buyrulmaktadır. İşte Ramazan bayramına erişenler, Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyet deryasında oldukları için, herkesle sevişip kucaklaşmalıdırlar. Dargınlık ve küslükler nefsin ikiliği içinde bulunanlara aittir. Yoksa Vahdâniyyet deryasında ihtilâf olmaz. Varsa bilinmelidir ki, o kişiler hâlâ nefsin tahakkümü altındadır. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimi dostla buluşma ve sevişme zevkine nâil kılsın. Âmin.
RAMAZAN AY’I
Ramazan ay’ı onbir ay’ın sultânıdır. Zira bu ay Zât'ı remzetmektedir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin “Ümmetimin ay’ı” demesindeki hikmet, her inanan kişinin ef’âlini, sıfatını ve vücûdunu Hakk’a nisbet ettiğinde kendine ait hiçbir şeyi kalmadığı için şirklerden kurtulduğu ve “Mutu kable ente mutu” (H.Ş.) ile ‘Ölmezden evvel ölme’ zevkine sahip olduğu içindir.Bu ayın 27’sinde de ‘Kadir Gecesi’ vardır. Şirklerden kurtulmuş bir kişinin artık kadire ermemesi düşünülemez. Rabbine kavuşmuştur. Bakara Sûresi 185. “O Ramazan ayı ki, insanları irşâd için,hak ile bâtılı ayırt eden, hidayet ve deliller halinde bulunan Kur’ân onda indirildi. Onun için sizden her kim bu aya erişirse oruç tutsun. Kim de hasta veya yolculukta ise tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kazâ etsin.Allah size kolaylık diliyor, zorluk dilemiyor. Bir de o sayıyı tamamlamanızı ve size gösterdiği doğru yol üzere kendisini yüceltmenizi istiyor. Umulur ki, şükredesiniz!” âyetinde Kur’ân’ın Ramazan ayında indirildiğini, Kadir Sûresi 1. âyetinden de “Doğrusu Biz onu (Kur’ân'ı) Kadir gecesinde indirdik.” Kur’ân-ı Kerîm’in Kadir gecesinde indirildiğini anlamaktayız.
Bir sâlik de kendine nisbet ettiği ef’âlinden, sıfatlarından ve vücûdundan geçerek şirklerden kurtulursa, Hakk teâlâ ona mükâfat olarak kendisini verir.
İşte bin aydan hayırlı olan bu Vahdet zevkine sahip olmak, zâhirdeki gecelerdeki kandil geceleriyle değil, bir Mürşid-i Kâmil'den tahsil ederek bu saydığımız kandil gecelerinin taşıdığı mânâların zevkine ermektir. Yoksa binlerce mübârek kandil geceleri kutlasak,bu idrâk olmadığı için bir adım dahi ilerlemiş olamayız. Melamîler Receb ve Şaban aylarında vücûdun orucu olan avâmın orucunu tutmazlar. Çünkü bilmektedirler ki fiil ve sıfatın vücûdu yoktur. Ancak Ramazan geldiğinde fiil sıfattan,sıfat da vücûddan tecellî ettiği için bir ay orucu tam tutarlar. Zâhiren Ramazan’da bir ay oruç farz derlerse de hakîkatte sâlikler Receb ayında da, Şaban ayında da ve bütün aylarda da oruçludurlar. Zira oruç hakîkatte yemek ve içmekten uzak kalmak değildir.
Oruç demek uruc etmek yani ikilikten birliğe yükselmek demektir. Sâlikler, Receb ayında fiilerin fâiline Allah demekle ikilikten birliğe çıktıkları için fillerin orucunu tutmaktadırlar. Şaban ayında sıfatların mevsûfunun birliğine yükseldikleri için sıfatların orucunu da tutmaktadırlar. Ramazan ayına gelince ef’âl, sıfat ve vücûddan soyundukları için hem zâhirde hem de bâtında oruçludurlar.
Dostları ilə paylaş: |