Süleyman Demirel931
28 Şubat’ın Demirel’i
Gazeteci Sedat Ergin’in Demirel’in nabzını tuttuğu köşe yazısında önemli gündem maddeleri cevapları şöyle sıralandı:
“Demirel, RP’nin hükümete katılma hakkının inkâr edilemeyeceği” görüşünü bir kez daha vurguluyor:
“Bu ülkenin 6 milyon insanını ikinci sınıf vatandaş sayabilir misiniz? Ama 6 milyon oy, hükümet olmaya yetmiyorsa, bu oyu alanlarında hükümet olma iddiaları da düşer. Onların da ‘millet bize hükümet verdi’ deme iddiaları yoktur. Millet kimseye hükümet falan vermedi. Millet şuna bu kadar, buna bu kadar oy verdi. Hadi bunun içinden hükümet çıkarın...”
Ve ardından Demirel açıklamasına devam ediyor:
“Bir de devletin en önemli kurumlarından birisi olan silahlı kuvvetleri ki onun başkumandanlığını ben temsil ediyorum, bu tartışmaların içine sokup illa işletmeye çalıştığımız bu demokrasinin üstüne gölge düşürmek şart mı? Bu kimin menfaatinedir? Silahlı Kuvvetler, kendi tarihlerindeki en sakin dönemlerini yaşıyor. Kendi görev-lerinin başında, siyasetten uzak ve biraz sabrederek, bu rejimin işlemesi suretiyle, her şeyin hallolacağı kanaatin-deler. Bu rejimin inancıdır. Ordu üzerine yapılan spekü-lasyonları ayıplıyorum ve üzülüyorum. Silahlı kuvvetleri sanki demokrasinin üstüne çıkarmış gibi bir duruma düşürmemek lazım. Ordu bu işin içinde değil. Orduyu bu işe bulaştırmayın.”
Sedat Ergin’in köşe yazısına ilk tepki, aynı köşeyi paylaştığı Yavuz Gökmen’den gelmişti. Gökmen, etli kuru fasulye tarifi ile Demirel’in sözlerini adeta yerden yere vurdu:
“Başkomutanlığını ilan ettikten sonra, ‘Ordunun hükümet süresince rolü olmadığını’ söylemişti. Sedat’ı okuyunca, Fatma’ya ‘Akşama ne yemek yaptın diye sordum Etli kuru fasulye’ dedi. Yıldırım hızıyla düşün-düm. Demirel’i akşam yemeğine davet etseydim. Birlikte etli kuru fasulye yerken gözlerini üstüme devirip bana: ‘Senaryo yazıp durma, ordunun bu işlerde hiç rolü yoktur’ deseydi. Aynen Eylül 1986’da gözlerimin içine bakarak: ‘Demokrasi askerin sivil otoriteye bağlı olduğu rejimdir. Türkiye’de demokrasinin en büyük eksiği budur’ dediği gibi deseydi. O zaman sofradan kalkıp boy-nuna sarılabilirdim.”932
Gökmen’e göre, Demirel tüm hayatı boyunca olmasa da 12 Eylül sonrası giriştiği demokrasi mücadelesiyle bir takım övgülere hak kazanmıştı. “Kendim için bir şey isti-yorsam namerdim” diyen Demirel, hem bu övgüyü hak etmediğini ve söylediği bu sözün yanlışlığını kendiliğin-den ortaya dökecekti.933
Türkiye gündemi, asker vesayetinde bir hükümet modeli tartışmasına odaklanmıştı. Herkes konuşuyordu. Bu arada asker de konuşuyordu tabi...934
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı, Cumhur-başkanı Demirel’i arayarak kendisini Genelkurmay’da bir brifinge davet etti. Bu arada, irtica tehdidi konusunda hazırlanan metnin yazımı büyük ölçüde tamamlanmıştı.935 Demirel, 17 Ocak 1997 Pazartesi günü sessizce Genel-kurmay’a gitti, burada yaklaşık 2 saat kaldı. Milli Savun-ma Bakanı Turan Tayan’da bu brifinge çağrılmıştı. Genelkurmay, yürüttüğü hazırlıklardan hükümetin haber-dar olmasını istiyordu. Genelkurmay, basının yoğun bilgi talepleri karşısında, Demirel’e verilen brifingde “Kuzey Irak, Kıbrıs ve TSK’nin ihtiyaçlarının ele alındığını” duyurdu. Bir sivil Cumhurbaşkanı, TSK’nın brifingine katılıp yönlendirilmeyi içine sindiriyorsa ‘helal olsun’ demekten başka ne denilir? Böylece Genelkurmay’ın da-ha sonra medya, iş çevreleri ve yargıya da verdiği ünlü irtica brifingleri serisinin açılışı 17 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Demirel ile yapılmıştı936 Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak emekli ol-duktan sonra bir televizyon programına yaptığı açıklama-da, 28 Şubat Sürecinin bu brifingle başladığını iddia etmiştir.937
Demirel, Genelkurmay’dan ayrıldığında yepyeni bir denklemle karşı karşıya olduğunu anlamıştı. İşler kont-rolden çıkıyordu. Cumhurbaşkanı, hâlâ zaman kazan-maya çalışıyordu. Nitekim, MGK’nın Ocak toplantısının hazırlıkları yürütülürken Demirel, MGK Genel Sekreter-liği’ne, Erkaya’nın irtica tehdidine ilişkin önerisinin gündeme alınması talimatını vermek zorunda kaldı.938
Demirel’in, Millî Güvenlik Kurulunun şeriat tehlikesine dikkati çeken 28 Şubat 1997 kararlarından kısa süre öncesine kadar, şeriatçılığı bir tehlike gibi görmediği, kendi sözleriyle sabittir. Örneğin 1995 yılında şöyle demektedir:
“Türkiye özgür bir ülkedir ve dini inanç ve kanaat özgürlüğü vardır. Eğer özgür bir ülke iseniz, çeşitli sesler duymanız doğaldır. Fakat bunlar devleti tehdit edebilecek bir düzeyde değildirler ve kamu düzeni için-de bir tehdit oluşturmamaktadırlar. Demokratik Türkiye Cumhuriyetinin varlığına yönelik bir tehdit söz konusu değildir”939
Demirel’in Mektubu
Gelişmeler, yıldızları pek barışmasa da, iki üniversite sıra arkadaşının sık sık bir araya gelmesini gerekti-riyordu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 21 Şubat 1997 Cuma günü Başbakan Erbakan’ı kabul ederek, laiklikle ilgili endişelerini aktardı. Endişeler sadece sözlü anlatılmamıştı. Demirel, 4 Şubat tarihinde Erbakan’a dört adet de mektup yazmıştı. Bu tarih, Başbakan Erbakan’a yönelik bir işbirliğini gösteriyordu. Asker tepkisini Sincan’da yürüttüğü tanklarla, Demirel ise dört adet mektupla iletiyordu.
Demirel’in mektupları bir bakıma 28 Şubat karar-larının özetiydi. Demirel, mektubunda; RP’li belediye-lerin faaliyetlerine ilişkin uyarıda bulunuyor, İslamcı yazar Abdurrahman Dilipak’ın Atatürk aleyhinde yazdığı kitapdan dolayı yargılanırken nasıl kayırıldığını en ince detayına kadar anlatıyordu. Demirel’in mektubunda önemli iddialar vardı. Kayseri Büyükşehir Belediye Baş-kanı aleyhine açılan soruşturmayla ilgili Cumhuriyet savcısına (bilirkişi oluşturulmasında) baskı yapıldığı, irti-cai faaliyetlerden dolayı Askeri Şura kararlarıyla ordudan çıkartılan subay ve astsubayların belediyelere ve bakanlıklara yerleştirildiği, bazı siyasi kimliği olan konuş-macıların laiklik, ırk, dil konularında ulusal bütünlüğü yıpratmaya gayret sarf ettikleri, Atatürk düşmanlığı yapıldığı gibi iddialar mektupta altı çizilecek konulardı.
Mektuplardan ortaya çıkan sonuç şuydu: Demirel, 28 Şubat sonrası yazılan senaryoyu görüyor gibiydi. Ama yorumlara bakılırsa Demirel 28 Şubat sürecini her tara-fıyla ince ince detaylandırmıştı.940
Demirel, sesini duyurmak için sadece mektup yazmı-yordu. Demirel’in 8 Şubat günü yayınladığı Ramazan Bayramı mesajı bu nedenle dikkat çekicidir. Demirel, kamuoyu önünde Refah-yol’a karşı ilk çıkışını yapı-yordu. Demirel, “dini duyguların siyasi amaçla istismar edilmesi suçtur” diyor ve yargıyı bu suçun üzerine gitme-ye davet ediyordu.
“Nemelazımcı, giden ağam gelen paşam zihniye-tinden kurtulmak gerekir” diyen Demirel, askerlerden sonra sivil toplum örgütlerini de devreye sokma niyetin-deydi. Cumhurbaşkanın mesajı şöyleydi:
“Varlığını Cumhuriyete borçlu olan her kuruma sesleniyorum. Cumhuriyete, demokratik, laik rejime sahip çıkın !”
Bu sözün ardından Türkiye’de altı milyon aileyi temsil eden üç büyük kuruluş, Türk-İş, DİSK ve TESK bir araya geldi. Demirel’in son uyarılarının “dikkate alın-ması gerektiğini” vurgulayan üç sivil kuruluş, “RP’siz hükümet” mesajı verdi.941
Bayramın dördüncü günü Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek’in bir ülkenin Baş-bakanına söylediği sözler yenilir yutulur cinsten değildi. Özbek Paşa’nın sözlerini Demirel kendine göre yorum-ladı.
“Paşa’nın öfkesi bir boşalmadır.”942
Havada İkmal-Yere Çakılan Hükümet
Refahyol hükümetinden kurtulmak için senaryo hazırdı… Açıkça kendilerinden rahatsızlık duyulduğu belli edilen Başbakan Erbakan’ın başkanlığında, hükümet istifa ettirilecek ve Çiller’e yeni hükümeti kurma görevi verile-cekti. Böylece “havada ikmal olacak” yani sadece başba-kan değişimi yapılarak ortam yumuşatılacaktı. Ancak işler Erbakan’ın da Çiller’in de beklediği gibi olmadı. Erbakan istifa edince Demirel teamüllere aykırı olarak, senaryo gereği görevi Çiller’e değil Mesut Yılmaz’a verdi. Havada ikmal tabiri yere çakılan hükümete dönüşmüştü…
RP, DYP ve BBP milletvekilleri ile üç bağımsız mil-letvekili imzalarını sundukları Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e Ret cephesi açtılar ve Yılmaz’ın görevi iade-sini isterken, Demirel’e yönelik sert eleştiriler getirmeyi de ihmal etmediler.
Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Doğruyol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller ve Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Parla-mento’da düzenledikleri basın toplantısında Mesut Yılmaz’ın başkanlığında kurulacak hükümete ret oyu vereceklerini belirten imza metinlerini basına gösterir-lerken birlik havası sergilediler.
İlk olarak Erbakan söze başladı.
RP Genel Başkanı ve Başbakan Necmettin Erbakan, gelinen süreci anlattıktan sonra Cumhurbaşkanı Süley-man Demirel’in “Kimse milletvekilleri üzerine ipotek koyamaz” sözünü hatırlattı. “Ağzımız yandığı için yoğur-du üfleyerek yiyoruz” diyen Erbakan, toplanan imzaları Cumhurbaşkanı Demirel’in önüne koyacaklarını söyledi.
Erbakan, “Demokrasi çocuk oyuncağı” değil diyerek Yılmaz’ın görevi iade etmesini istedi.
Üç liderin hazırladığı metni Erbakan okudu. Metin de; “Aşağıda imzaları bulunan milletvekilleri olarak Sayın Mesut Yılmaz tarafından kurulacak Hükümetin güven oylamasında Meclise gelerek ret oyu vereceğimizi beyan ederiz” sözleri yer alıyordu.
Hoca daha sonra açıklamasına devam etti:
“278 oy çoğunluktur. İşte bu demokrasidir. İşte bu milli iradedir. Kendi sicilini kurtarmış olur. Herhangi bir hükümet çalışması yapılamaz. ‘Ben meclisi hiçe sayıyo-rum, milli iradeyi hiçe sayıyorum, demokrasiyi tanımam’ demekle eşdeğerdir. Güvenoyu almayacağı kesinleşen bir kimsenin hükümet kurmakla iştigalinin adı nedir Allah aşkına? 943
Türk Milletini siyasi vesayetten kurtarma amacında olduğunu tüzüğüne yazan AP’nin ULU başkanı Demirel, 28 Şubat ile bu vesayeti anayasal bir temele oturtacaktır. Aslında 28 Şubat’ın uygulayıcısı ve Türkiye’deki yöneti-mi, askeri vesayet rejimi değilmiş gibi gösterme telaşın-da, siyasi önceliği kendi üzerine almış gibi gösteren Süleyman Demirel’dir.944 Demirel, 12 Mart döneminde Cumhurbaşkanı Sunay’ın askeri kanatın yönlendirme-siyle kurdurduğu hükümetlere ‘gayri meşru’945 diyecek-tir. Ancak kendisinin benzer şekilde kurdurduğu hatta kurduramadığı 28 Şubat Hükümetlerini bizzat kendisi kurdurduğu için ‘zemzemle yıkanmış’ kabilinden hükü-metlerdir. Aynı Demirel, 1977 seçiminden birinci parti çıkan ancak güvenoyu alması zor olan Ecevit’in hükümet listesini onayladığı için Korutürk’ü top ateşine tutacak, eski koalisyon ortaklarıyla benzer bir basın toplantısı düzenleyecekti.946
18 Şubat 1995’te kongreden SHP’nin CHP’ye katılma kararı çıkmıştır ve CHP’nin yeni Genel Başkanı Hikmet Çetin olmuştur. Hükümetin geleceği ise hâlâ muallaktadır. Çiller’in, Demirel’in kendisine hükümet kurma görevini vermemesi olasılığıyla ilgili kaygılarına Hikmet Çetin: “Demirel, demokratik kurallara karşı hare-ket etmez, biz 250’ye yakın milletvekili ile hükümet kuracağız, dersek itiraz etmez. Hükümetin kurulması görevini size verir” cevabını vermiştir.947
Çiller: “Birleşme CHP’de de olsa istifa etmeyece-ğim”948 sözleriyle Başbakanlıktan ayrılmamakta kararlı olduğunu belirtmiştir. Buna karşılık Demirel: “Neden böyle davranıyor?” diye sormuş, sonra kendi sorusunu kendisi “Başbakanlığı, eğer ayrılırsa, istifa ederse, bir daha alamayacağından korkuyor”949 diyerek cevaplamış ve Tansu Çiller’in nasıl bir ruh hali içerisinde olduğunu ortaya koymuştur. Bu olayda nihai noktayı 27 Mart 1995’te Cumhurbaşkanı Demirel, yeni kabine üyelerini onaylayarak koymuştur.950
Bundan iki yıl sonra Demirel, Çiller’e o korktuğu oyunu atacaktır. Havada yakıt ikmali yaparken Refah-yol hükümetini korsan parti ve balans ayarı yapan kişilerle yere çaktıracaktır. Bir pehlivanın ustasına meydan oku-ması anlatılır. Usta tüm oyunları uygular ancak çırağını yenemez. En sonunda çırağına öğretmediği bir oyunla onu açık düşürür. Çırak ustasına bu oyunu kendisine neden öğretmediğini sorar. O da böyle bir durumla karşılaşma ihtimalinden olduğunu söyler. Demirel’de oyun tükenir mi?...
Deniz Baykal, hükümete karşı tavrını, “Türk Silâhlı Kuvvetleri, rejimi değiştirmek isteyen hükümete karşı bir demokratik kitle örgütü gibi çalışıp RP’nin maskesinin indirilmesine katkıda bulundu, kamuoyu oluşumunda yardımcı oldu” diyerek değerlendiriyor.951 27 Mayıs Dar-besinin muteber adamı iken pişmanlık ifadesi hissi uyandıran “En kötü sivil yönetim, en iyi darbeden iyidir” sözüne bizi inandıran Sayın Türkeş de, ömrünün son deminde Atatürkçülük ve lâiklik adına ortaya çıkarak, müdahaleyi desteklemiştir.952
Dün muhalefette “hükümet zaaf içerisindedir” diyen Mesut Yılmaz, iktidar olduktan sonra MGK kararlarını birer birer uygulamaya başladı. TSK, siyasilerle doğru-dan tartışmaya giriyor, Deniz Kuvvetleri Komutanı bütün hükümet yetkililerini atlayarak basın toplantısı yapıyor, Batı Çalışma Grubu sivil devlet personeli hakkında bilgi toplamaya devam ediyor, bir partinin kapatılması için dosya hazırlıyor, General Osman Özbek görevine devam ediyor, darbe hazırlıklarını araştıran sivil memurlar askeri mahkemelerde yargılanıyor, eski bir başbakan ve içişleri bakanı casuslukla suçlanıyor... Aslında her şey çok komik olmasına rağmen Başbakan Yılmaz ciddiyetini hiç bozmadan, demokrasiden, meclisin hür iradesinden, Cumhuriyetin temel ilkelerinden ve lâiklikten bahsede-biliyordu.
Millet Meclisinde bulunan parti grupları, millet ira-desine yapılan müdahalelere aldırmaz görünüyorlar. Millî iradenin temsilcisi olması gereken yüce Meclis, millî iradenin devre dışı bırakıldığı yerde, hükümetten hesap sorma yerine, kendine sığınmaya çalışan hükümetten kaçıyor ve konuyu meclise getirme girişimlerine şiddetle karşı çıkıyor.953 Başbakanlıktan bir kararnamenin kurye ile gönderilmesi karşısında kıyameti koparan Meclis Başkanı, millî iradenin tanklarla balans ayarının yapıl-masına hiç aldırmıyor.954
Orta Asya gezisinden dönen Meclis Başkanı, alelacele Genelkurmay Başkanını ziyaret ederek, ne ilgisi varsa, gezi raporunu veriyor.
Tanklar yürüyor, garnizon komutanları şehirlerin uygun gördükleri yerlerine heykeller dikiyor, rejimi tenkit eden oyunlarda rol alan tiyatro oyuncuları hakkın-da yüzlerce yıl hapis cezası isteniyor, farklı giyinen in-sanlar karakollara götürülüyor, ‘ellerindeki asalarla devletin temel düzenini değiştirecekler’ iddiasıyla insan-lar, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanıyor, Kur’an Kursları basılıyor, başörtülü analar orduevine oğlunun düğününe sokulmuyor, gazeteler, ordunun kendi ideolojik değerlendirmelerine göre birçok ticari kuruluşa ambargo koyduğunu yazıyor, ordu, bir yabancı ülke topraklarında çok önemli bir harekâtı sürdürürken, Genelkurmay yetkilileri devletin aczini ortaya koyan bir ödenek tartışması başlatıyor, siviller askeri mahkemeler-de yargılanıyor. Yüce mecliste bunların hiçbiri konuşul-muyor.955
Coşkun Kırca, 4 Nisan 1997’de RP/DYP hükümeti-nin sonunun kimin tarafından ve nasıl getirilmesi gerekti-ğini çok önceden ilân ediyor: “... Millî Güvenlik Kurulu kararlarını önce kabul edip sonra savsaklamanın mümkün olmayacağı anlaşılacaktır. Bu kararları makul bir süre içerisinde uygulamak istemeyen bir iktidar Anayasa suçlu-sudur ve ya def olur ya da defedilir. Öyle anlaşılıyor ki bu makul süre bu ay sonunda bitecektir. Ancak iş bu safhaya gelmeden, baş mürteci Hacı Efendi de, Cumhuriyet tarihinde Atatürk’e ihanetin en anlamlı timsali hâle gelmiş olan Bacı Hanım da, önce, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin ne istediklerini çok iyi bilen değerli komutanları tarafından bir kez daha topaca çevrilmelidirler.”956
Erbakan, DYP’lilerin meraklı bakışları altında şunları söyledi:
“Sayın Demirel ile ortak bir arkadaşımız var. Ben de aldığımız bu duyumlar üzerine, Süleyman Bey'e mesaj gönderdim. ‘Süleyman Bey hesap adamıdır’ dedim. ‘Biz kendisine 282 imza gönderdik. Başbakanlığın Mesut Yılmaz'a verileceğine ilişkin laflar dolaşıyor. Güvenoyu alamayacak durumda olan Mesut Yılmaz'a görev verilmemesi gerekir’ dedim. Ancak arkadaşım bana şu mesajı getirdi. Demirel demiş ki, Hoca doğru söylüyor. Ben hesap-kitap adamıyım. Elbette ki güvenoyu almayacak durumda olan bir kişiye görev vermem. Ancak Hoca bilsin ki, şu saat itibariyle Mesut Yılmaz 272 rakamına ulaşmıştır.”957
Siyaset satrancının ustası Demirel, Çiller'e görev vermeyerek önce “Şah” demiş, Yılmaz'ı görevlendirerek ise Refah-Yol cephesini “Mat” edip, oyunu bitirmişti.958
Sonunda Refah-Yol hükümeti gider. Coşkun Kırca durumdan tamamen değilse de kısmen memnundur, ama bu işin şerefinden Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Hüsamettin Cindoruk, Yalım Erez gibi politikacılara pay vermek niyetinde değildir: “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin açık, kararlı ve ısrarlı ifadeleri olmasaydı, bazıları RP’yle ortaklık kurmakta Bayan Çiller’e dalkavukluk bile yapmış günümüzün kimi demokrasi aslanları, DYP’den istifa ederler ya da kovulmalarını tahrik ederler miydi?.. Ülkemizde siyasî sistem son bir toparlanma teşebbüsü içindedir. Ama bu teşebbüs Türk Silâhlı Kuvvetlerinin caydırıcılığı sayesinde ortaya çıkabilmiştir”.959
Kırca’yı doğrulayan bazı olaylar olmuştur. Refah-Yol Hükümeti yıkılmıştı. Görev Mesut Yılmaz'daydı. Doğan Güreş istifaya karar vermişti. Ancak isminin transfer iddialarına karışmasını istemediği için istifasını bir süre daha bekletmeyi uygun gördü.
O sırada Güreş'e sürpriz bir telefon geldi. Telefonun diğer ucunda Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya vardı. Refah-Yol Hükümeti'nin kuruluşun-dan bu yana ilk kez komuta kademesinden bir komutan kendisini arıyordu.
Erkaya, “Komutanım, ellerinizden öperim. Bir istir-hamımız var” diye söze başladı. Erkaya Güreş'e, “Biz bir şeye girdik, sizin de desteğinizi istiyoruz” dedi. Erkaya, RP'siz bir hükümet kurulması için açıkça yardım istiyordu.960
Yukarıdaki örnekler basında da Güngör Mengi’den, Yavuz Donat’tan, Güneri Cıvaoğlu’dan, Hasan Pulur’dan, Ertuğrul Özkök’ten, Fatih Altaylı’dan, Emin Çölaşan’dan, Oktay Ekşi’den, Cüneyt Arcayürek’ten, Oktay Akbal’dan, İlhan Selçuk’tan, Hikmet Çetinka-ya’dan vs. verilen örneklerle kolayca çoğaltılabilir.961 Hatta kendisini Türk basınının “Emir-al Gemisi” olarak tanım-layan Hürriyet Gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün “Silahsız Kuvvetler görevde” başlığı en tipik örnektir. Bu manşeti çok beğenen Sayın Demirel, “Aman çerçevelet de as” diye hem ona hem de gazetenin yazarlarından İsmet Solak’a telkinde bulunmuş.962 Münasip bir yer buldular mı? Bilinmez!...
Chomsky sanki Türk basının durumunu anlatıyor:
“Sistem içine giren gazetecilerin genel olarak değerleri içselleştirerek ideolojik baskılara uyum sağlamadıkları sürece başarılı olmaları olasılık dışıdır; bir şeye inanırken başka bir şey söylemek kolay değildir ve sağlamayanlar benzer mekanizma-larla eleneceklerdir.”963
Bu dönem artık siyasetçisinden basınına, askerinden üniversitesine kadar elit toplum kesimi aklıselimini kaybetmişti. Belki bir ülkede, bir üniversitenin açılış töreninde, demokrasiyi doğru anlamak istemeyen bir politikacı “Hiçbir demokratik rejim, varlığını tehdit eden ve ortadan kaldırmak isteyen düşünce ve eylemlere özgürlük tanımaz” diyebilirdi. O üniversitede üniversite rektörünün de çıkıp, Üniversite kürsüsünden ‘düşünce özgürlüğünü kısıtlama’yı öneren hiçbir düşünceye katıl-mam. Ülke, bütün sorunları üniversite kürsüsünden tartış-malı. Üniversite, özgürlükleri kısıtlamamalı. Farklı düşün-celer yok edilmemeli. Üniversite varoluşunu özgürlüklere borçlu. Düşünceyi kısıtlamayı öneren hiçbir düşünceye katılmıyorum. Düşünce gelişip, değişip, serpilmeli. Her türlü düşünce dile getirilmeli” demesi gerekirdi. Ne var ki Türkiye’de bunun tersi oldu. İstanbul Üniversitesinin açılış töreninde rektör Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu gü-dümlü düşünceyi savunurken, bir politikacı, Turizm Bakanı Erkan Mumcu, özgür düşünceyi savunmak zorunda kaldı.964
Ne yazık ki Kemal Alemdaroğlu, düşüncesinde yal-nız değildi... Alemdaroğlu’nun konuşması salonda bulu-nan öğretim üyeleri tarafından hararetle alkışlanırken, Mumcu’nun konuşması protestolarla karşılanacaktı. Bazı öğretim üyeleri Mumcu’ya sataşacak, Onuncu Yıl Marşı söylenirken Mumcu, daha canlı söylemesi için Alemdar-oğlu tarafından uyarıldığında da daha yüksek sesle bağır-maya başlayacaktı.
Kemal Alemdaroğlu’na alkış tutan bilim adamları salondakilerden ibaret değildi... Milliyet’e konuşan bilim adamlarından, İÜ’den baskıcı yönetimi protesto için istifa eden Prof. Dr. Burhan Şenatalar dışında, hemen hepsi Kemal Alemdaroğlu’nu destekliyorlardı.
Prof. Dr. Ural Akbulut (ODTÜ Rektörü): ‘‘Demok-rasi, kendisini yok etmeye yönelik görüşlere özgürlük vermez. Mumcu’nun konuşmasında Silâhlı Kuvvetler’in adını neden kullandığını anlayamadım.”
Prof. Dr. Türkan Saylan: “Özgür düşünce ancak lâik düzenin temellendiği üniversitelerden çıkar. Üniversite-lerde düşünceye özgürlük derken, tarikatlar, şeriatçılar, Fethullah Gülen gibilerinin hâkimiyetini özgürlükten say-mak aymazlıkların başında gelir. Mumcu, sözlerini dikkatle seçmeli.”965
Prof. Dr. Ahmet Serpil (Yeditepe Üniversitesi Rektörü): “Bakanın oraya çıkıp cevap vermesi gereksiz. Ordu Türkiye’de işini en doğru yapan kurum. 28 Şubat’tan sonra ülke politikasını da aslanlar gibi yürütüyorlar. Türkiye demokrasisi içinde ordunun önemli bir yeri vardır.”
Prof. İsmet Vildan Alptekin (Mimar Sinan Üniversitesi Rektörü): “Erkan Bey’in orduya saygılı olduğunu biliyorum. Ancak ordu hassas kurumdur, gereksiz yerlerde telâffuz edilmesi doğru değil.”
Prof. Dr. Kadir Erdin (Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı): “Bu tip tartışmaların üniversite çatısı altında yapılması çok üzücü... Üniversiteler tabiî ki cumhuriyetimizin savunmasını yapacaklardır.”966
Ve bir de Türkiye’nin bağımsız yargısı karşınızdadır. 10–12 Haziran 1997’de Genelkurmay’ın konferans salo-nunda Yargıtay üyelerine verilen brifinge katılan Emekli Yargıtay Üyesi Dr. Ekrem Serim, brifingde askerlerin sanki ihtilal yapmışlar da bunun haklılığını vurgular gibi açıklamalar yaptığını belirtmektedir:
“Otobüsler dolusu yüksek yargı mensubunun, askerden brifing almak için Genelkurmay’a gitmesi yargı bağımsızlığı açısından hiç hoş bir durum değildi… Öğrencilere ders anlatma şeklinde yüksek yargı mensup-larına brifingler verilmesi hoş bir durum değildi. Yüksek yargıçlar adeta emir alan kişiler durumuna sokulmuştu… Anlatılanlara bakılınca bizden hukuka, adalete değil, rejimi korumaya öncelik vermemiz gerektiği ima edili-yordu. Sanki ihtilal olmuş, bunun haklılığını anlatan açık-lamalar yapılıyordu.”967
Demirel “Bekleyen Adam” olarak 40 yıl sonra ulaştığı “Cumhurbabalığı” bir türlü bırakmak istemiyordu. 2000 yılında “uzatmalı başçavuş” olma isteği ve olaylar ile sanki zaman tüneline girmişti, Türk siyaseti.
12 Mart sürecinde cumhurbaşkanlığı seçimi kilitle-nince ve mevcut adaylarla netice alınamayacağı uzun temaslar sonunda anlaşılınca AP, Cumhurbaşkanlığı seçi-minin iki yıl ertelenmesi için karar aldı ve bu husustaki 212 imzalı Anayasa değişikliği teklifini Meclise verdi.968 CHP’de erteleme için oybirliği ile karar alınca Gürler ve Arıburun adaylıktan çekildiler. Bozbeyli adaylıktan çekilmediği için turlara devam edildi.
DP ve CGP’nin karşı çıktığı bu Anayasa değişikliği süratle komisyondan çıkarılarak Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülmeye başlandı. Ancak müzakereler sonunda bir oy eksik çıktığı için gerekli olan 300 oy temin edilememiş olması dolayısıyla teklif Millet Meclisi’nde reddedilmiş oldu. Dört AP’li, bir CHP’li parlamenter oylamaya katılmamışlardı.
Bu netice üzerinde Demokratik Parti tarafından yayınlanan bildiride “Meclisin aldığı karar gurur vericidir. Millet Meclisi hukuk dışı formülleri sonuçsuz bırakmıştır,” deniliyordu.
Teklif ilginç müzakerelere sahne olan Cumhuriyet senatosunda da reddedildi.969 Oylamada iki ilginç olay yaşanmıştı. Bu ilginç durumlardan biri Başbakan Ferit Melen’in oylamaya katılmaması, diğeri ise Tabii senatör İsmet İnönü’nün konuşması idi.970
İsmet Paşa konuşmasında ordunun siyasete karışma-ması hususundaki fikirlerini belirttikten sonra, siyasette düşmanlığı vesveselerin doğurduğunu, birbirlerine küsk-ün olanların birbirlerini düşman görmeyecekleri bir ortam yaratmak lazım geldiğini söyledi. Bunu ise ancak tecrübeli politikacıların yapabileceğini, bu meselede başlıca sorumluluğun Adalet Partisinde olduğunu, Adalet Partisi senatörlerinin yüksek vatan hisleri ile meşbu olduklarını isabet etmiş bulunduklarını, onların sağdu-yularına inandığını söyleyerek aşağıdaki şekilde konuş-masını tamamlamıştır:
“Bu kanun aslında Cumhurbaşkanlığındaki zatın müddetini uzatmak için getirilmiştir… Bunu yapama-yız… Müddetini dolduran insan bırakmasını bilmelidir… Bu gibi halleri tertiple halletmek siyasi hayatın en büyük ayıbıdır. Uzatılırsa ne yapacak? Şimdiye kadar yaptıkla-rına devam edecek… siyasi hayatta küçük tertiplerle ila nihaye muvaffak olmak ihtimali yoktur… Bu kanun, tertiple memleketi idare etmek usulünü teşvik ediyor. Müddetini dolduran bir insan onu bırakmasını bilirse, şerefle vazifesini ifa etmiş bir insan olur.”971
Bu konuşma, 2000 yılında hala iktidar hırsının peşin-de çatlayacak olan Demirel için 30 yıl önceden bir sesle-niş gibidir. Tabiî ki şerefli olan şerefi ile ayrılır… onursuz bir şekilde iktidara tutunmak için yapmayacağı şey olmayanlar… onlar ayrı… Özal’ı “Onursuz bir şekilde” Çankaya’dan indireceğini söyleyen Demirel, onursuz bir girişimle kalmak istediği, nam-ı diğer ‘864 rakımlı tepe’nin sakinliğinden tıpış tıpış inecekti. Pekala, ne olmuştu da Demirel Cumhurbaşkanlığına yeniden niyetlenmişti? Sistemi zorlayacak olmasına rağmen Demirel’in görevinin devamı, Sayın Ecevit’in istikrarın sürmesi gerekçesiyle istemesine bağlanamaz. Demirel ‘Devlet Aygıtı’nın üst katlarında benimseniyordu. Derin devlet denilen güçten destek alıyordu. Demirel de derin devleti iyi kolluyordu.972
O dönemde Devlet Bakanı olan İrtemçelik; “Demokrasi, Türkiye’mizin istikrarının kişilerle kaim olarak düşünebileceğimiz veya kişisel hesaplarınızla öyle takdim edeceğiniz rejimin adı değildir” sözleriyle Demirel’in süresinin uzatılma girişimine tepki göster-miştir.973 Bir tek kişiye kilitlenmiş istikrar anlayışına demokratik cumhuriyet denebilir mi? Ancak 2000 yılında Anayasa değişikliği şahsa endekslenmiştir.974
28 Şubat çerçevesine Türk milleti yakışmıyor. Buna mukabil, sürecin sembol ismi haline gelen Demirel, bir dönem daha göreve gelmesi için o çerçeve içinde piyasa-ya sürülüyor. 28 Şubat’ta yakalanan sun’i istikrar, halkın değişim arzusunun önünü tıkayan statüko, Demirel saye-sinde korunacak. Demirel, sıcak darbeyi önleyen, demok-rasiyi aslanın ağzından alan kişi olarak kamuoyuna tak-dim ediliyor. Değil Cumhurbaşkanlığına bu ülkeye yakış-mayan büyük bir baştır, Sayın Demirel…28 Şubatçı Demirel de, hiç yakışmaz; yakışmıyor, bu ülkeye.
“28 Şubat’ın adayına” bu Meclis’ten fazla destek çıkmayacağını tahmin ediyoruz, diyor Ilıcak. Meclis onu-ruyla gitmeyeni, kendi hırsında boğuyordu. Çandar ise olayı; Gidişi de, … yüz kızartıcı biçimde oldu… TBMM, 28 Şubat’ın “sivil heykeli”ni devirdi… TBMM, “put”u kırdı, diye yazacaktı.975
Güngör Mengi’nin değerlendirmesi şöyledir:
“Meclis dün tarih yazdı. Kuralların yerine kralları geçirme dayatmasının püskürtülmesi zaferdir!”
Cüneyt Ülsever’de Demirel’in süresinin uzatılması yönündeki anayasa teklifinin TBMM’de görüşülmesini “Cumhuriyet tarihinin bu en zırva ve yüz kızartıcı oylaması” olarak tanımlamıştır.976
Nazlı Ilıcak, 2000 yılında ‘Hacı Yatmaz’ın bu bitmeyen, yan yatmaz hırsına karşı o da ancak çok nazik bir üslupla kalemini kıracaktır:
“Ya, ikinci defa Cumhurbaşkanlığına soyunan Demirel’e ne demeli?
1980’den sonra, demokrasi mücadelesi için kendisi ile birlikte insanları, yıllarını bu uğurda harcayanları yarı yolda bıraktı.
“Demirel var ya... Ahmak müslümanların sırtında, önce Başbakanlık sonra da Cumhurbaşkanı koltuğuna oturdu”…. Ahmak Müslümanlar! Ahmak demokratlar.
Bendeniz de bu “ahmaklardan” biriyim. 1980’den sonra, tam 10 yıl “demokrasi mücadelesinde” Demirel’in yanı başındaydık. Bugünkü şartlara bakarak ona şöyle seslenirsek haksız mıyız:
“Yalanmış yeminlerin, yıllarımızı geri ver.”977
Demirel’e bakılırsa, 28 Şubat, geçici değil, ezelden ebede devam edecek olan bir süreç!
Şöyle diyor Cumhurbaşkanı: “Herkes, kendisini bu çerçevenin içinde bulduğu ve bu çerçeveyi zorlamadığı takdirde Türkiye’de barış olur.”978
28 Şubat 1997 müdahalesinin önceki askeri müdaha-lelere nazaran daha hafif olmasının en temel nedeni ise iki askeri müdahaleye maruz kalmış olan dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, yeni bir müdaha-lenin gelmiş olduğunu önceden sezmesi ve devreye gire-rek, askerlere, olayın Mecliste çözüleceği güvencesini vermiş olmasıdır. Nitekim sorun, Tansu Çiller'in yaptık-larından rahatsızlık duyan bir grup DYP'linin partilerin-den istifa ederek yeni bir koalisyona destek vermeleri yoluyla Meclis'te çözülmüş ve Erbakan’ın başbakanlığı Çiller’e devretmek üzere istifa etmesinin ardından Demirel’in hükümet kurma görevini Çiller yerine Mesut Yılmaz’a vermesi ile ortam sakinleşmiştir.979 Demirel’in cumhurbaşkanlığında sergilediği politik performans, dev-let, büyük sermaye ve büyük medya tarafından beğenilir. Bunun asıl nedeni de bu kesimlere göre “28 Şubat süreci”nin “klasik” bir askeri darbeye dönüşmesini engel-lediği inancıdır.980
Cumhuriyet tarihimizin dördüncü askeri müdahalesi 28 Şubat 1997 tarihlidir. Bu tarihte dönemin Başbakan’ı Necmettin Erbakan’ın başbakanlığındaki Refah-Yol Hükü-metince şeriat tehlikesinin gündemde olması gerekçesiyle 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararlarının kabul edilmesi sonucu, birkaç ay içinde hükümet düş-müştür.981
Aksiyon Dergisi’nin Aydın Menderes’le yaptığı “Menderes Taştı” isimli söyleşide;
-Demirel, “28 Şubat darbe değil” diyor. Askeri müdahalelere maruz bir kişi nasıl böyle düşünebilir? şeklinde yönetilen soruya ise Menderes şu cevabı vermektedir:
“Benim kişilerin düşüncelerine saygım var. Ayrıca cevaplandırmayı düşünmüyorum. Yalnız şunu söyleye-yim. 28 Şubat’ın ne olduğunu o şöyle kabul eder, bu şöyle kabul eder. Önemli olan milletin ne kabul ettiği. Türk milleti 28 Şubat’ı; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi ‘askerî müdahale’ olarak kabul etmiştir. Gerçi 28 Şubat çok fazla kitabına uydurulmak istenmiş, iyi kamufle edilmiş. Ve bunun için ‘postmodern darbe’ adı konmuş. Millet bu kısmını atmış, ‘askerî müdahaledir’ demiş. 28 Şubat döneminde yaşananların hepsini unutsak dahi yüksek yargı mensuplarının bir brifing için Genelkurmay Başkanlığı’na çağırılmalarını ve gitmelerini, demokrasi ve hukuk devleti adına kara bir gün olarak unutmamız mümkün değildir. Başka tarafına gitmeye gerek yok, millet aldanmaz. Milletin dediği doğrudur, milletle inat-laşılmaz. İsteyen istediği kadar “28 Şubat askeri müda-hale değildir” desin, milyonlar bunu öyle kabullenmiş, bunu değiştiremezsin. Böyle kabul edersek iş gelir bize de dayanır mı, o ayrı bir konudur. Herkes 28 Şubat karşı-sındaki tutumunu izah etmekte hürdür. “28 Şubat askerî müdahale değildir” demekle tarih, millet o dönemi kapat-maz. Özellikle siyasetin içinde bulunan insanların milletin bu noktadaki kanaatine önem vermesi lazım.”982
Sayın Gülay Göktürk, Bugün Gazetesinde 02.03.2011 tarindeki yazısında “28 Şubat darbe sayılır mı sayılmaz mı” tartışmalarına değinmektedir.
“Şekil yönünden klasik darbeye benzememesi, birilerinin vicdan azabını hafifletebilir belki ama özünde hiçbir şey değiştirmez. Bana kalırsa 28 Şubat bal gibi darbeydi hem de sadece siyasi kadroları değil halkın büyük çoğunluğunu hedef alan bir darbe...
Hatırlayın, 27 Mayıs Demokrat Parti kadrolarını hap-se yolladı ama Demokrat Parti'ye oy vermiş geniş kitlele-re pek dokunmadı. 12 Mart ve 12 Eylül esas itibarıyla “sağda ve solda vuruşan” küçük toplum kesimlerini hedef aldı; onları hapislerde çürüttü; işkenceyle, idamlarla kıyımdan geçirdi; ama onlar dışındaki halk kesimlerine ilişmedi.
28 Şubat, ilk defa, sadece siyasi kadroları değil, doğrudan geniş halk kitlelerini hedef aldı. Halkın belki de yüzde 60'ını “iç düşman” ilan ederek hedefe oturttu. Sadece siyaseti değil, toplumu da yeniden dizayn etmeye kalkıştı. Dini, sadece siyaset alanından uzaklaştırmakla yetinmedi; kamusal alandan tümüyle kazımak; toplum içindeki görünürlülüğünü yok etmek gibi “radikal” bir işe girişti. Başörtülü öğrencilerden, demokrat basına, “yeşil sermaye” diye adlandırdığı Anadolu sermayesinden (ki, kebapçılar bile bu gruba dahil edildi) üniversitelerdeki muhafazakâr öğretim üyelerine, İmam Hatipliler'den, Kur'an kursu öğrencilerine ve ordu içindeki dindar subaylara kadar geniş kesimleri izledi, fişledi, tırpanladı, hayatını kabusa çevirdi.
O bakımdan da, “Darbe miydi” ne kelime; belki de en çılgınca, en gözü dönmüş darbeydi.”
Demirel’in bunu bir darbe olarak adlandırmaması askeri müdahale olmadığını göstermez. Zaten müdaha-leyi yapan askeri kanat da bunu bir darbe olarak vasıflan-dırmıştır. 1997 yılının Haziranında Refah-Yol Hüküme-tinin devrilmesinden Genelkurmay oldukça memnundu. Çevik Bir hükümetin gidişinden sonra subaylara verdiği bir brifingde şunları söyledi: "Arkadaşlar, Türkiye tarihi bir dönem yaşamıştır. İlk defa Silahlı Kuvvetler öncülü-ğünde, sivil toplum örgütleri ve halkın desteğiyle, Türkiye'yi laiklikten uzaklaştırmaya çalışan güçler engel-lenmiştir. Bu, silah kullanılmadan, rejimin özgücü ve sivil inisiyatif ile yapılan post modern bir darbedir".983
Milli Güvenlik Kurulu 1982 Anayasası’nın ilk düzenleniş halinde, milli güvenlikle ilgili politikanın tespit edilmesinde ve uygulamasıyla ilgili kararların alınmasında görüşlerini Bakanlar kuruluna iletir, bakan-lar kurulu da bu kararları öncelikle dikkate almaktadır. Cumhurbaşkanı dâhil beş sivil üye ve beş askeri üyeden oluşan kurulda kararlar oyçokluğuyla alınmaktadır. Dola-yısıyla TBMM’ye ve diğer herhangi bir kuruma karşı hiçbir sorumluluğu bulunmayan kurulda asker ağırlıklı bir yapının olduğu söylenebilir.
03.10.2001 tarih ve 4709 sayılı kanunun 32. madde-siyle anayasanın MGK ile ilgili 118. maddesinde değişik-lik yapılmıştır. Buna göre kuruldaki mevcut üyelere Başbakan yardımcıları ve Adalet bakanı dahil edilmiştir. Yeni düzenlemeyle kurulda sivil üyelerin sayısı artırı-larak askeri üyelere karşı çoğunluk sağlanmıştır. Yine aynı düzenlemeyle kurulun “tavsiye niteliğindeki kararla-rının Bakanlar kurulunca değerlendirileceği” belirtilerek, maddenin ilk halinde yer alan “öncelikle dikkate alınır” ibaresi yumuşatılmıştır.984
Silahlı kuvvetlerin ülke yönetimindeki etkinliği açı-sından, 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararları da önem taşımaktadır. 28 Şubat 1997’deki MGK bildirisiyle, özü irticaya karşı olan bir program hükümete sunulmuştur. Silahlı kuvvetler bu kararların alınmasında oldukça etkili olmuştur. Kısacası, silahlı kuvvetler 28 Şubat 1997’de anayasal bir organ olan MGK aracılığıyla sivil yönetime alınması gereken kararları bildirmiş oldu.985
Ocak 1997’de çıkartılan “Başbakanlık Kriz Yönetim Merkez Yönetmeliği” ve askerlerin girişimi sonrasında İsrail ile yapılan anlaşmaların hükümete imzalattırılması, askerlerin günlük politikada etkinliğini göstermektedir.986
Politik bir sistemin sivil otoriteye dayanabilmesi için bazı şartlara sahip olması gerekmektedir. İlki, politik ikti-darın değişimini düzenleyen yöntemin halk tarafından kabul görmesi ve bu yöntem dışında iktidarı ele geçirme-nin gayri meşru sayılmasıdır. İkincisi, meşru iktidarın kim olduğu konusunda genel bir fikir birliğine varılması ve bunun dışındaki kişilerin veya merkezlerin meşru ikti-dar olmadığına inanılmasıdır. ABD, İngiltere, İskandinav ülkeleri ve İsviçre, Kanada, Hollanda gibi ülkelerde, poli-tik iktidarın kararları ve eylemleri, silahlı kuvvetlerin zorlaması ya da yönlendirmesiyle olmamaktadır. Hükü-metler kararlarını uygularken silahlı kuvvetlerin düşün-celerini almaktadır. Bu herhangi bir karar alınırken sivil toplum temsilcilerinin görüşlerini dikkate almak gibidir.987
Böyle bir yapıda silahlı kuvvetler, sadece kendi alanı ile ilgilidir ve önemli politik kararlar alınırken görüşüne başvurulan mercidir. Bunun dışında ordunun politik hayata müdahalesi söz konusu olmamaktadır.988
Sanayileşmiş ve bu nedenle gelişmiş diye adlandı-rılan ülkelerde, politik iktidar ile silahlı kuvvetler arasın-daki ilişki olağan bir şekilde sürmektedir. Bu ülkelerde silahlı kuvvetler, politik iktidarın emri altındadır. Asker-lerin politikaya müdahalesi sınırlı olup, etkileri daha çok dış politika ve ülke savunmasında hissedilmektedir. Bu ülkelerde askeri profesyonelliğin derecesi çok yüksektir. Meslekleşme, silahlı kuvvetleri politikadan uzak tutarak, sadece kendi görevi ile baş başa kalmasını sağlamaktadır. Sürekli olarak meslekleri ile uğraşan askerler, politikayı etkileme konusunda fazla istekli davranmamaktadırlar. Meslekleşme düzeyinin yüksek olması ve etkin bir sivil kontrolün varlığı, silahlı kuvvetlerin politik sürece ancak sınırlı bir biçimde müdahalede bulunmasına imkân ver-mektedir. Bu ülkelerde silahlı kuvvetler, milli çıkarlar doğrultusunda işlev gören, ancak; politik bakımından tarafsız kurumlar olarak değerlendirilmektedir.989
Askeri müdahale sonucu askeri bir rejim kurulmak-tadır. Bir rejimin “askeri rejim” sayılabilmesi için “hükü-metin silahlı kuvvetlerin elinde bulunması veya büyük ölçüde silahlı kuvvetlerin emriyle hareket ediyor olması” gerekir. Tüm askeri rejimlerde, ya doğrudan hükümette yer alsalar ya da dolaylı olarak hükümette yer almadan kendi kararlarını uygulatma yönünde davransalar da nihai güç olarak silahlı kuvvetler ortaya çıkmaktadır.990
Dolaylı askeri rejimlerde, görünürde politik açıdan sorumlu bir hükümet olmasına karşılık, önemli kararları gerçekte askeri cunta almaktadır. O güne kadar yaşanan darbelerin oluş sürecine ve sonuçlarına bakıldığında 28 Şubat'ın klasik bir darbe olmadığı söylenmektedir. Bunun için de olayın aktörleri “post-modern darbe” diye nitele-me ihtiyacı duymuşlardır. Fransızcadaki coup d'Etat”nın tercümesi olan darbeyi, seçilmiş meşru iktidarı zorla veya gayri meşru yöntemlerle iktidardan uzaklaştırma ve ikti-darı kullanacak ekibi belirleme eylemi olarak tanımladı-ğımızda 28 Şubat'ın da sonuç olarak bir darbe olduğu açıktır.991 Bu süreçde ordu-toplum ilişkisi modelini geç-mişten farklı kılan yan, TSK’nın yükselen siyasal özerk-liğinin gerçek sırrı kontrol merkezli stratejisinde değil, “hegemonyaya rıza gösteren vatandaş üretme” projesine medya ve sivil toplum kuruluşlarını katarak eğilmesinde yatmaktadır.992 28 Şubat bir “askeri vesayet” harekâtıdır; yasama ve yürütme gibi yargıyı da tahakküm altına almıştır!993
Silahlı kuvvetleri bir demokratik kitle örgütü olarak tanımlayan Deniz Baykal, silahlı demokratik kitle örgütü terminolojisinin mucidi olmuştur.994 Sayın Deniz Baykal, siyaset bilimi terminolojisinde ordunun teknik adı, silahlı bürokrasi, silahlandırılmış devlet memurları veya silahlı kuvvetlerdir. Dolayısıyla, ordu politik değil, meslekî organdır. Silahlı kuvvetlere girenler de bu bilinç ile askerlik görevini yapmaktadır. Bir silahlı kuvvetlerde değişik politik fikirlere sahip kimseler bulunabilmektedir. Demokraside silahlı kuvvet mensuplarının kişisel görüş-leri olabilmekte, ama silahlı kuvvetlerin bir bütün olarak politik görüşünün ve tercihinin olmaması uygundur.995 Ordunun demokratik rejimlerde “siyaset dışı kalması gerektiği” görüşünden hareket ederek 28 Şubat’ı anti demokratik bulanlara göre bu süreç, Türkiye’de yaşanan askeri darbe halkalarından dördüncüsünü oluşturmuştur. Klasik darbelerden farklı olarak bu darbe, en özgünü ve en uzun süreye yayılanı olması açısından “postmodern darbe” olarak nitelendirilmiştir.996
Hükümet olarak askeri idare 34 ay bize bir şey dememiş. 20–25 milyon (1979 seçimlerinde-nüfus bazında) taraftarı olan bir partinin bir tek mensubu cinayetten, bölücülükten, yıkıcılıktan, devlet düşmanlığından mahkeme-ye çıkarılmamış. 1961 sonrasında yapılan beş seçimin ikisini tek başına iktidar olacak şekilde kazanmış ve 1961–1980 döneminde 17 senenin 11 senesinde iktidar olmuş.997 Bu zorlamalarla hiçbir yere varılamaz. Parti kapat, gazete kapat, politikacı kapat, sorarlarsa ne yapı-yorsun diye, “Demokrasiye dönüyorum” de. Buna pişkin-lik derler.998
Hâlbuki kendisi 1973 yılında Trabzon’da yaptığı konuşmada MSP’nin derhal kapatılmasını isteyecek, güdümündeki hükümetin, MGK’ya kapatılması teklifini götürmesini sağlayacaktı. Hatta o konuşmada partilerin kapatılmasının kolaylaştırılmasını yetersiz bulduğunu söyleyecekti.999
12 Eylül sonrası muvazaa yoluyla parti açtığı için YTP ve DYP engellenince veryansın edecekti. Kendisine 1973 yılında bunu savunduğu söylendiğinde konuşmasını inkâr bile edecekti.1000
Demirel, “28 Şubat’a karşı çıkmak cumhuriyetin temel niteliklerine karşı çıkmaktır” demişti.
Gül şu cevabı verdi: “Öyleyse biz, görev süresince açtığı-nız okullara, ilişki kurduğunuz cemaatlere bakıp, cumhuri-yetin temel niteliklerini aşındırdığınız sonucuna varabilir miyiz?”1001
Vatan Gazetesi’nden Semra ve Bilal Çetin ikilisi Demirel’le konuştu:
“28 Şubat darbedir” diye 28 Şubat’ın üzerinden 11–12 sene geçtikten sonra bu iddialar yapılıyor. Türkiye darbenin ne olduğunu biliyor. Darbe dediğin zaman, darbeciler geliyor, Meclis’i kapatıyorlar yahut Meclis’i kontrol altına alıyorlar, hükümeti ortadan kaldırıyorlar, Anayasa’yı ortadan kaldırıyorlar ve kendilerine göre bir düzen kuruyorlar. Ya idareyi tümüyle ele alıyorlar yahut idare tam kontrol altında tutuluyor. Peki, 28 Şubat MGK’dan sonra 29 Şubat günü Türkiye’de hükümet var mı, Parlamento var mı? Var. Anayasa var mı? Var. Peki, kimsenin kılına dokunulmuş mu? Hayır. Herkes yerli yerinde duruyor mu? Duruyor. Bunun nesi darbe?
12 Mart’la benzerliği yok mu?
Hiç yok. 11 Mart günü ben burada oturuyorum, be-nim arkamda yüzde 50 oy var. Benim gelip elimden hükümeti aldılar. 28 Şubat’ta kimin elinden ertesi gün hükümeti aldılar?1002
Gerçi; işbaşındaki hükümet, 12 Mart’ta olduğu gibi, istifa etmiştir. Daha doğrusu, istifa etme zorunluluğunu kendisinde hissetmiştir. Ancak; bu çekilme, hemen gerçekleşmemiş, 28 Şubat’tan dört ay sonra yönetimden ayrılmıştır.1003
28 Şubat, devletin başı olarak anayasanın uygulan-masını ve devlet organlarının uyumlu çalışmasını gözet-mekle yükümlü olan cumhurbaşkanının, bizzat inisiyatif alarak taraf olduğu askeri bir darbedir.1004
Hükümet versus devlet. Bu çelişki, hararetli tartış-malarda ve doğrudan hükümeti hedef alan eleştirilerde sık sık telaffuz edildi. Cumhurbaşkanımız bu çelişkiyi veciz bir ifadeyle somutlaştırıp, bilhassa “devlet”le neyi anlamamız gerektiğini bizlere gösterdi. Cumhurbaşkanı-mızın tanımına göre hükümet siyasi bir kurumdu, Milli Güvenlik Kurulu ise devleti ifade ediyordu.
Demirel’in tanımı siyasi bir tanımdır. “Devlet’in başında yer alan kişi, MGK'yı “devlet” olarak tanımlı-yorsa bunun bir önemi olmalıdır. Hükümetle devlet arasında keşfedilen bu çelişkinin derinlerinde ise “derin devlet” kavramının yattığı anlaşılıyor. Hükümetle devlet arasında gerçekten bir çelişki var mı? Kendini korumak ve hayatını sürdürmek üzere programlanmış, bir şahıs gibi düşünen ve hareket eden bir “derin devlet” gerçek-ten var mı? Bu anlayışta devlete her alanda öncelik tanınır. Devlet her şeyin önündedir; akla gelecek her şeyin.
Demirel’e göre, Hükümet bir siyasi kurum ve MGK'da devlet olduğuna göre devletten dışladığımız hükümeti, MGK'dan da çıkarmamız gerekiyor. Siyasi bir kurum olan hükümeti MGK'dan çıkarttığımız zaman geriye kalanlar, galiba asli biçimiyle, saf haliyle devleti oluşturuyorlar. Tabii bu devlete, MGK'yı "Devlet" olarak tanımlayan Cumhurbaşkanını da “başkomutan” sıfatıyla eklemek gerekiyor.1005
Sunay’ın 12 Mart’ta insiyatifini MGK’nın askeri üyeleri yani asıl devlet tarafına yönelttiği gibi Demirel de 28 Şubat’ta sivil iktidardan tarafa insiyatif koymayı göze alamayacaktır.
Demirel 28 Şubat’ın darbe olduğunu inkâr etse bile tarihin bir cilvesi olarak ara rejimi çağrıştıracak olan hükümeti kurdurma girişiminde bulunacaktı. DYP’den kopmuş bağımsız milletvekili Yalım Erez’i hükümeti kurma ile görevlendirdi. Bu 12 Mart ara rejimi döneminde uygulanmış olan bir yöntemdi.1006 Aslında 28 Şubat’ın 12 Mart’la benzeşmesinin ötesinde 27 Mayıs ile 28 Şubat arasında bile bağ ve benzerlik vardı. İkisinde de, elit sınıf olarak adlandırılacak kesimin iktidarını kay-betme kaygısı ve halkın oylarıyla seçilmiş ve demokratik olarak kurulmuş bir hükümetin demokratik olmayan bir yöntemle iktidardan uzaklaştırılmış olması bu benzer-liğin kanıtıdır.1007 Lewis de hem 12 Mart’ı hem de 28 Şubat’ı aynı kategoride değerlendirmektedir. İkisinde de askeri güçlerin müdahalesi ve onların devlet yönetimin-deki siyasiler üzerindeki etkisi perde arkası baskı şeklinde olmuştur.1008 28 Şubat’ı döneminin Genelkur-may Genel Sekreteri Emekli Tümgeneral Erol Özkasnak da “Postmodern darbe” olarak adlandırdı.1009
Aslında Demirel kendi sandığı gibi esas oğlan değil, Hacivat Karagöz olmuştur.
Dostları ilə paylaş: |