Bazı kütüphane kurucuları hâfız-ı kütübiere oturmaları için ev temin etmişlerdir. Atıf Efendi, Râgıb Paşa, Veliyyüd-din Efendi. Karavezir Mehmed Paşa, I. Abdülhamid. Halii Hamîd Paşa, Çelebi Mehmed Said Efendi, Rodosî Ahmed Ağa ve II. Mahmud (Medine) kütüphaneleri vakfiyelerinde ve vakıf belgelerinde hâfız-ı kütüblerin kütüphane kurucusunun tahsis ettiği evlerde oturacakları belirtilmiştir. Bazı kütüphanelerde hâfız-ı kütübiere vakfın artan gelirlerinden ek gelir temin edilmiş, bazılarında ise ek görev vermek suretiyle maaşlarının bir miktar arttırılması yoluna gidilmiştir.
Birden fazla hâfız-i kütübü olan kütüphanelerde hâfız-ı kütüblerin ücretlerinin tesbitinde genellikle kütüphanedeki dereceleri göz önünde bulundurulmakta, bu sebeple birinci hâfız-ı kütübün ücreti diğerlerinden yüksek olmaktadır. Ancak maaş tesbitinde görevliler arasında fark gözetmeyen Feyzuilah Efen-
HÂFIZ-I KÜTÜB
di ve Amcazade Hüseyin Paşa gibi kütüphane kurucuları da vardır.
Ücretin sıralamaya bağlı olarak artmasının tabii bir sonucu olarak hâfız-ı kütüblerin terfileri daha üst derecedeki bir kadroya geçmeleriyle gerçekleşmektedir. Kadro değiştirme de ancak bir üst derecedeki hâfız-ı kütübün işi bırakması, azli veya ölümüyle mümkün olmaktadır. Ayrıca birden fazla hâfız-ı kütübün çalıştığı kütüphanelerin vakfiyelerinde terfi işinin hangi esaslara göre yapılacağı açıklanmıştır.
Kuruluş devri kütüphanelerinde bir olan hâfız-ı kütüb sayısının İstanbul'un fethinden sonra da artmadığı ve bir iki istisna dışında müstakil kütüphanelerin ortaya çıkışına kadar bu sayının değişmediği görülmektedir. Üç hâfız-ı kütübün görevlendirildiği Köprülü Kütüpha-nesi'nden sonra kurulan bazı medrese kütüphanelerinde de iki veya üç görevli tayin edilmesinde, muhtemelen Köprü-lü'nün tesiri yanında bu kütüphanelerin zengin vakıflara sahip olmaları da rol oynamıştır. Köprülü ailesinden Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın İstanbul'da Divanyolu'ndakİ medresesinin kütüphanesinde iki, yine aynı aileden Amcazade Hüseyin Paşa'nın Saraçhane'deki kütüphanesinde üç hâfız-ı kütüb görev yapmaktaydı.
XVIII. yüzyılın başlarında İstanbul'da kurulan Şehid Ali Paşa Kütüphanesi ile III. Ahmed'in Topkapı Sarayı'ndaki kütüphanesinde üçer hâfız-ı kütüb vardı. Bu asrın ilk yarısında İstanbul'da kurulan büyük kütüphanelerin hemen hemen hepsinde birden fazla hâfız-ı kütüb bulunmaktadır. Nevşehirli Damad İbrahim Paşa'nın Şehzadebaşı'ndaki dârülhadisi-nin kütüphanesiyle Hamidiye Kütüphanesi'nde dört hâfız-ı kütüb görevlendirilmiştir. İstanbul dışındaki kütüphanelerde ise genellikle bir hâfız-ı kütüb vazife yapmaktadır.
I. Mahmud'un Ayasofya Kütüphanesi'nde hâfız-ı kütüblerin sayısının altıya çıktığı görülür. Aynı padişah tarafından İstanbul'da kurulan Fâtih Kütüphanesi'nin beş, Galatasaray Kütüphanesi'nin İse üç hâfız-ı kütübü vardır. III. Osman, kardeşi I. Mahmud'un Nuruosmaniye Kül-liyesi'ndeki kütüphanesini tamamlattığında buraya altı hâfız-ı kütüb tayin etmiştir. Ayasofya, Fâtih ve Nuruosmaniye kütüphanelerinin zengin koleksiyonları ve gelir kaynaklan, muhtemelen bu kütüphanelere tayin edilen hâfız-ı kütüb
97
HÂFIZ-ı KÜTÜB
sayısının artmasında etkili olmuştur. XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılın başlarında İstanbul'da kurulan kütüphanelerde hâfız-ı kütüb sayısının dördü geçmediği, Anadolu'da kurulan müstakil kütüphanelerde ise genellikle İki veya üç olduğu görülmektedir. Birden fazla hâfız-ı kütübün görevlendirildiği kütüphanelerde hâfız-ı kütübler "hâfız-ı kütüb-i evvel, hâfız-ı kütüb-i sânî. hâfız-ı kütüb-i sâfis" şeklinde derecelendirilmiştir. Hâfız-ı kütüb-i evvele "baş hâfız-ı kütüb" de denilmektedir.
Vakıf teşkilâtında, vakıf görevlilerinin üzerlerinde bulunan vazifeleri ve karşılığında aldıkları ücretleri başka bir kimseye devretmeleri yaygın bir usuldü. "Ferağ" ve "kasr-ı yed" denilen bu tür devirlerde kadının da izni aranmaktaydı. Bazı tayin kayıtlarından bu şekildeki görev devrinin bir süre kütüphanelerde de uygulandığı anlaşılmaktadır. Ancak hâfız-ı kütüblük gibi belirli vasıflara sahip olmayı gerektiren bir hizmetin bu yolla yapılan devirlerle ehil olmayan kimselerin ellerine geçmesi, XVIII. yüzyılda bazı kütüphane kurucularının vakfiyelerine hâfız-ı kütüblerin ferağ ve kasr-ı yed yoluyla vazifelerini başkalarına devredemeyeceklerine dair şartlar koymalarına yol açmıştır. Buna teşebbüs edecek hâfız-ı kütüblerin görevine son verileceği de ayrıca bu vakfiyelerde belirtilmiştir.
Arşiv kayıtlarından anlaşıldığına göre vakıf kuruluşlarında, ölen kimsenin vazifesinin küçük yaşta da olsa oğluna verilmesi şeklindeki uygulama Osmanlı Dev-leti'nde bir Örf haline gelmiş, kütüphanelerde de bu usule göre tayinler yapılmıştır. Kütüphaneler için kötü sonuçlar doğurabilecek olan bu uygulama vakıf teşkilâtı içinde köklü bir geleneğe sahip olduğundan kaldırılamamış, ancakXVIII.
yüzyılda kurulan büyük kütüphanelerin vakfiyelerinde bazı şartlara bağlı olarak uygulanabileceği belirtilmiştir. Veliyyüd-din Efendi Kütüphanesi vakfiyesinde bulunan bazı kayıtlar bu sistemin uygulamada ortaya çıkardığı mahzurlara işaret etmekte ve görevin ehline verilmesi şart koşulmaktadır.
Osmanlı vakıf kütüphanelerinde "hâfız-ı kütüb yamağı" diye adlandırılan yardımcı bir görevlinin bulunduğu görülmektedir. Bu kadroya sadece birkaç kütüphanede rastlanır. Yamağın ilk örneğine Kanunî Sultan Süleyman devrinde Ferruh Kethüdâ'nın Balat'ta kendi adıyla anılan camisinde kurduğu kütüphanede rastlanmaktadır. Ferruh Kethüda, 973 (1565-66} tarihli vakfiyesinde hâfız-ı kü-tübe yardımcı olacak kişiye günlük 2 akçe ücret verileceğini belirtmiştir. Râgıb Paşa Kütüphanesi'nin kuruluşuna kadar diğer kütüphanelerde yamak görevlendirildiğine dair bir kayıt bulunmamaktadır. Râgıb Paşa 1176 (1762) tarihli vakfiyesinde hâfız-ı kütüb yamağının bu göreve ehil ve kabiliyetli olmasını şart koşar; ayrıca hâfız-ı kütüblere yardım etmesi, kitapları okuyuculara alıp vermede dikkatli bulunması gerektiğini işaret eder. Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'nde de Râgıb Paşa Kütüphanesi'nde olduğu gibi iki yamak görevlendirilmiştir. Râgıb Paşa Kütüphanesi'ndeki yamakların günlük ücreti 1 S'er akçe. Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'nde görevli yamakların ücreti ise 10'ar akçedir. Konya'daki Yûsuf Ağa Kütüphanesi'nde görevlendirilen iki yamağa 50'şer akçe gibi oldukça yüksek bir üeret tayin edilmiş ve yamaklık görevi birinci yamaklık ve ikinci yamaklık olarak derecelendirilmiştir. Âşir Efendi Kütüphanesi'nde ise bu görevin adı "mülâ-zim-ı hâfız-ı kütüb" olarak değiştirilmiş
ye birinci mülâzıma günlük 35, ikincisine de 30 akçe ücret tayin edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, s. 153-182 (ayrıca bu eserde söz konusu bölümde zik-
redilen kaynaklar). [Tl .
İmi I
İsmail E. Erünsal
HAFIZ OSMAN ""
(ö. 1110/1698)
Aklâm-ı sittedc devir açan Türk hattatı.
105Z'de{1642) İstanbul'da doğdu. Babası Haseki Sultan Camii müezzini Ali Efendi'dir. Küçük yaşta hafız oldu. Bu unvan âdeta onun ilk ismi gibi kabul edildi ve Hafız Osman adıyla tanındı. Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa'nın dairesinde tahsil ve terbiye görürken hat sanatına ilgi duydu. İlk hocası Derviş (Büyük) Ali'nin, yaşlılığından dolayı kendisiyle gerektiği gibi meşgul olamayınca, onu yetiştirdiği hattatların en seçkini sayılan Suyolcuzâ-de Mustafa Eyyûbfye göndermeye razı olduğu rivayet edilir. Karlı bir kış günü Haseki'den Eyüp semtine kadar yalın ayak yürüyerek derse gidişi, Suyolcuzâ-de'nin kendisine duyduğu sevgi ve takdiri daha da arttırdı. On sekiz yaşında icazet aldı.
Gençlik döneminde Derviş Ali yolunda yazdığı görülen Hafız Osman. Şeyh Hamdullah üslûbunu öğrenmek üzere, bu üslûbu o devirde en mükemmel şekliyle bilen Nefeszâde Seyyid İsmail Efendi'ye elifba meşkinden başlayıp yeniden öğrenci oldu. Bu onun, aklâm-ı sitte*de yıllar sonra gerçekleştireceği hamlenin ancak Şeyh Hamdullah mektebinde kaynak bulabileceğini sanat hayatının daha ilk devresinde idrak ettiğini göstermektedir. Daha sonra Şeyh Hamdullah'ın eserlerini İncelemeye başladı. Onun sarayda bulunan mushafını takliden yazarak bu yolda melekesini arttırdı (taklit, hat sanatında bir hattatın kendi sanat kimliğini bir tarafa bırakıp bir başka hat üstadının eserini aynen yazabilme hüneri olup makbul bir davranış kabul edilir).
Hafız Osman 1083'te (1672) Mısır'a, 108Tde (1677) hac için Hicaz'a, birçok defa da Edirne ve Bursa'ya gitti. İstanbul dışında yazdığı yazılara imza atarken bulunduğu yeri mutlaka belirtmesi gittiği yerlerin tesbitini kolaylaştırmaktadır. 1106'da (1695) Sultan 11. Mustafa'ya hüsn-i hat muallimi tayin edildi ve kendisine Filibe (veya Diyarbekir) mansıbı, daha sonra da arpalığı verildi. Şehzadeliği
sırasında III. Ahmed'e de hat hocalığı yaptı. Yazmak istediği ibareyi önce Hafız Osman'a yazdırıp sonra buna bakarak benzetmeye çalışan III. Mustafa, kendisine meşk hazırlarken hocasının yanına oturup mürekkep hokkasını etinde tutarak "hünkârı tâzim"de bulunurdu. Der-vişmeşrep bir şahsiyet olan Hafız Osman'ın, "Artık bir Hafız Osman Efendi yetişmez" diyerek kendisine hayranlığını belirten sultana, "Efendimiz gibi hocasına hokka tutan padişahlar geldikçe daha çok Hafız Osman'lar yetişir hünkârım" cevabını verdiği rivayet edilir.
Hafız Osman ölümünden üç dört yıl önce felç geçirmiş, ancak uygulanan tedaviyle hastalığı hafif atlattığından yazılarında bir gerileme görülmemiştir. Sün-büliyye tarikatı şeyhi Seyyid Alâeddin Efendi'ye intisap etmiş olan Hafız Osman (Müstakimzâde.s. 302). Kocamustafapa-şa Sancaktar mahallesindeki evinde 29 Cemâziyelevvel 1110 {3 Aralık 1698) tarihinde vefat etmiş, Sünbül Efendi Dergâhı naziresine defnedilmiştir. Mezarının cetî-sülüs kitabesini, "Hüsn-İ hattı biz bildik Osman Efendimiz yazdı" sözleriyle onun takdirkârı olan meslektaşı Ağaka-pılı İsmail Efendi yazmıştır.
Sanatının kemale erdiği devrede bile Şeyh Hamdullah'ı taklit ettiği yazılarının altına kendi imzasını koyarak ona verdiği kıymeti gösteren Hafız Osman, aklâm-ı sittede en güzeli aramakla geçen yıllardan sonra kendi üslûbunu 1090'dan (1679) itibaren bulmuştur. Şeyh Hamdullah'ın, Yâkût el-Müsta'sımî'nin eserlerinde gördüğü güzellikleri yorumlayıp şahsî üslûbunu elde etmesi gibi Hafız Osman da aynı yorumu Şeyh Hamdullah'ın yazılarında yapmış ve Osmanlı hat sanatı böylece süzülüp arınmaya doğru gitmiştir. Hafız Osman'ın üslûbu önceleri tenkide uğrayıp bazan da kıskanılmakla beraber kısa zamanda kendini kabul ettirerek Şeyh Hamdullah'ın üslûbunu unuttur-
muştur. 1100'den (1689) itibaren nesih hattında harfleri daha da küçülten Hafız Osman'ın en beğenilen dönemi 1679-1689 arasındaki on yıldır.
Kırk yıl süren sanat hayatında devamlı olarak eser veren Hafız Osman'ın, melekesini kaybetmemek için aylarca süren hac yolculuğunda bile kalemi elinden bırakmadığı, bu seyahati esnasında muhtelif menzillerde yazdığı günümüze ulaşan karalama veya cüz örneklerinden anlaşılmaktadır (meselâ bk. TSMK, Hazine, nr. 2288; Emanet Hazinesi, nr. 331). Kaynaklarda şiirle uğraştığına dair bir bilgi yoktur. Ancak yazılarının sonuna koyduğu ferağ kayıtlarının ekseriya seçili oluşu dikkat çekicidir.
Hafız Osman. 1069'dan (1659) ömrünün sonuna kadar yirmi beş mushaf yazmıştır. Bunlardan 1094 (1683) (İÜ Ktp., AY, nr. 6549) ve 1097 (1686) (TİEM, nr. 405) tarihli olanları ilk akla gelenlerdir. Fâzıl Ahmed Paşa için 1086 (1675) yılında yazdığı, bugün nerede olduğu bilinmeyen onuncu mushafmın karşılığında kendisine 350 kuruş gibi o zamana göre büyük bir meblağ hediye edilmiştir. 1097 tarihli mushaf 1298'de (1881) Sultan II. Abdülhamid'in emriyle matbaacı Osman Bey tarafından bastırılarak bütün İslâm âlemine dağıtılmış, ayrıca birkaç musha-fı daha basılmıştır. Aklâm-ı sitte ile kaleme aldığı birçok en'âm, cüz, kıta ve mu-rakkaı bulunmaktadır. Bazı kıtalarında ve bilinen iki kitâbesindeki celî-sülüs hattı (Üsküdar Doğancılar'daki Şehid Süleyman Paşa Camii Çeşmesi ve Karacaahmet Tunusbağı Kabristanı'nda Siyavuş Paşa'-
HÂFIZ OSMAN
nın mezarı) diğer yazılarıyla karşılaştırılacak seviyede değildir. Ancak celî-sülüste inkılâp yapan Mustafa Rakım bu başarıyı Hafız Osman'ın sülüs hattından aldığı ilhamla gerçekleştirmiştir. Bugünkü bilgilere göre hilye-i saadeti geliştirerek levha halinde yazan, Türkçe meâlli ilk hilye-yi tertipleyen, Delâ^ilü'l-hayrât metnini hüsn-i hattıyla sanat eseri haline dönüştürüp kitaplaştıran da Hafız Osman'dır.
Pazar günleri yoksul çocuklara, çarşamba günleri de varlıklı aile çocuklarına maddî karşılık beklemeksizin evinde hüsn-İ hat öğreten Hafız Osman bu husustaki titizliğiyle de tanınır. Ders bittikten sonra Cerrahpaşa Hamamı yakınında karşılaştığı bir talebesi gecikme sebebini kendisine anlatınca yol kenarında oturup dersi tekrarladığı rivayet edilir. Hafız Osman'ın güreş seyrinden de çok zevk aldığı bilinmektedir (Müstakimzâde, s. 172-173). Yetiştirdiği hattatlardan elli kadarının adı tesbit edilmiştir. Rodosîzâde Abdullah, Yûsuf Rûmî, İmam Derviş Ali, Derviş Mehmed Kevkeb, Yedikuleli Seyyid Abdullah. Hasan Üsküdârî, Kürtzâde Bursalı İbrahim ve Bursalı Mehmed efendiler bunların en başta gelenleridir. Hat silsilesi bu öğrencileri yoluyla iki ayrı koldan zamanımıza kadar intikal etmiştir ki hat sanatında bu mazhariyete ermiş başka bir isim gösterilemez.
Hafız Osman'ın sülüs-nesih ve rikâ' nevilerinde açtığı, daha sonra gelen hattatların ekledikleri güzelliklerle gelişen çığır günümüzde de etkisini sürdürmektedir. Bu sebeple eserleri gün geçtikçe kıymetlenmektedir.
HAFIZ OSMAN
BİBLİYOGRAFYA :
Suyolcuzâde, Devhatü'l-küttâb, s. 36-37; Müstakimzâde, Tutıfe, s. 172-173, 301-305; Ha-bîb, Hat ve Hatlâtân, İstanbul 1305, s. 121-123; Cl. Huart, Les caliigraphes et les miniaturistes de l'orient musutman, Paris 1908, s. 143-145; Kemâl Çığ, Hattat Hafız Osman, İstanbul 1949; Şevket Rado, Türk Hattattan, İstanbul, ts. (Yayın Matbaacılık), s. 109-116; M. Uğur Derman, Türk HatSanatımn Şaheserleri, İstanbul 1982, nr. 11, 16, 18; a.mlf.. İslâm Kültür Mirasında HatSan'atı, İstanbul 1992, s. 199-201; a.mlf., Sabancı Koleksiyonu, İstanbul 1995, s. 82-83; a.mlf., "Hafız Osman'ın Yazı Tarihimizdeki Yeri", HM. sy. 51 (1967), s. 8-9; a.mlf.. "Kendi îzahlanyia Hafız Osman'ın Mushafları", Sanat Dünyamız, IX/24, İstanbul 1982, s. 10-15; a.mlf.. "Hafız Osman", TA. XVIII, 307-308; Ali Alparslan. Ünlü Türk Hattatları, Ankara 1992, s. 64-81; A. Süheyl Ünver. "Hattat Hafız Osman ve Yazdığı Kur'ân-ı Kerîmler", 7Y, Vî/339
(1967), s. 5-9. rri
İM M. Uğur Derman
F HAFIZ OSMAN DEDE ""
(bk. OSMAN DEDE EFENDİ, MusuUtı).
HAPIZ POST
(ö. 1105/1694)
Türk mûsikisinin en güçlü bestekâr ve tanburilerinden.
İstanbul'da doğdu ve orada yaşadı. Ezgi, onun Üsküdarlı olduğunu kaydeder. Asıl adı Mehmed olup ilk dönemlerinde İmamzâde Mehmed Çelebi, daha sonra Hâfiz Post olarak anılmıştır. Mehmed Esad Efendi Atrabü'l-âsâr'da vücudunun çok kıllı olmasından dolayı kendisine "Post" lakabının verildiğinden bahseder. Başka bir rivayete göre ise her yere koltuğunda bir post İle gittiği için bu lakabı almıştır. On beş yaşında hıfzını tamamladı ve yine bu çağlarda mûsiki öğrenimine başladı. Kendini yetiştirerek zamanla devrinin en önemli musikişinasları arasında yer aldı. Osmanlı ve Kırım saraylarında IV. Mehmed ile (1648-1687) I. Selim Giray Han'ın huzurunda bulundu; ayrıca birçok devlet adamından iltifat gördü. Şöhretinin en yaygın dönemi ise IV. Mehmed zamanına rastlar. Hacca da giden Hafız Post divan şairi NâilTnin(ö. 1077/1666) himayesinde yetişti ve ondan edebî ilimleri Öğrendi. Gençlik yıllarında devlet kademelerinde çalışmadığı anlaşılan Hafız Post hayatının sonlarında DîVân-ı Hümâyun hâcegânı arasında yer aldı. Daha sonra kâğıt emin-liğine getirildi. Çağdaşı olan Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi onun vefatına iki ayn tarih düşürmüştür.
Hafız Post bestekârlığı, hanendeliği ve tanburîliğinin yanı sıra devrinde iyi bir
100
hattat ve şair olarak da tanınmıştır; ancak onun en önemli yönü bestekârlığıdır. Mûsikide önemli ölçüde Kasımpaşalı Koca Osman Efendi'den faydalandı. Bestelerinde kendine has bir üslûp geliştirdiği gibi bilhassa güfte seçimindeki titizliği onun iyi bir edebiyat kültürü aldığını, divan edebiyatı yanında tasavvuf edebiyatı ve halk edebiyatına da vâkıf olduğunu göstermektedir.
Kaynaklarda beste, semai, kâr. şarkı, türkü, ilâhi, tevşîh ve durak gibi dinî ve din dışı mûsikinin birçok formunda 1000'-den fazla eser verdiği belirtilen Hafız Post'un zamanımıza ulaşan on yedi eserindeki canlılık ve hareketlilik ilk planda dikkati çeker. Bu coşkunluğu ilâhilerinde de görmek mümkündür. Başta Niyâzî-i Mısrî olmak üzere bilhassa Halvetiyye'ye mensup mutasavvıf şairlerin ilâhilerini besteleyen Hafız Post'un bu tarikata intisap etmiş olduğu düşünülebilir. Ayrıca birçok güftesini klasik formda bestelediği hocası Nâilî'nin de Halveti olması bu kanaati güçlendirmektedir. Bestelerinde daha çok divan şairlerinin şiirlerini ve bu arada gazelleri tercih etmiştir. Eserlerinden, "Biz âlûde-i sâgar-ı badeyiz" ve, "Gelse o şûh meclise nâz ü tegâfül eyle-se" mısraları ile başlayan rast yürük se-mâileriyle (birinci semai bazı eserlerde rehâvî makamında kayıtlıdır), "Bir nazar
kıl hâlime âsân ola cümle sübül" mısraı ile başlayan hisar tevşîhi, "Vakt-i seherde açıla perde" mısraı ile başlayan neva ilâhisi, "Tende canım canda cânânımdır Allah hû deyen" mısraı ile başlayan acem durağı (bazı eserlerde Ali Şîruganî adına kayıtlıdır) onun en seçkin besteleri arasında yer alır.
Mehmed Esad Efendi, Hafız Post'un ahenksiz bir sesi bulunduğunu söylerse de ondan bahseden kaynakların hemen hepsinde, ayrıca Mûstakimzâde, Şeyhî, Safâî ve Salim tezkirelerinde devrinin çok iyi bir hanendesi olduğu kaydedilir. Aynı zamanda döneminin tanınmış tanburîle-ri arasında yer alan Hafız Post'un "Hafız" mahlası ile kaleme aldığı birtakım şiirlerine tezkirelerde ve güfte mecmualarında rastlanmaktadır. Kaynaklarda tarih düşürmede de maharet sahibi olduğu belirtilmektedir.
Ta'lik, sülüs ve nesih hatlarını Tophaneli Mahmud Efendi'den meşkederek icazetname alan Hafız Post devrinde bir hattat olarak da şöhret bulmuştur. Kendisinin düzenlediği ve içinde bazı bestelerinin güftelerine de yer verdiği mecmuanın müellif nüshalarından biri Top-kapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde, diğeri Halil Edhem Arda'nın özel kitaplı-ğındadır. Musikişinaslar arasında "Hafız Post Mecmuası" olarak tanınan bu ese-
rin sonradan iyi bir tamir gördüğü belli olan birinci nüshası ta'iik hattıyla ve tamamen Hafız Post'un ei yazısıyladır. Eserdeki bazı ifadelerden bu nüshanın 1775'-ten sonra yazıldığı anlaşılmaktadır. Sadettin Nüzhet Ergun'un tezhip bakımından daha kıymetli, muhtevası itibariyle de daha zengin olduğunu belirttiği ikinci nüshadaki yazıların çoğu Hafız Post'a ait olup daha sonra Mustafa Itrî Efendi tarafından bazı ilâvelerle genişletilmiştir.
Hafız Post birçok talebe yetiştirmiş olmalıdır. Ancak kaynaklarda bu konuda bilgi bulunmamakta, sadece bazı eserlerde Itrî ve Ali Şîruganî*nin onun talebeleri olduğu kaydedilmektedir.
Yahya Kemal "Itrî" şiirinde Hafız Post'u "ışıklı dantelâlar bestekârı" olarak nitelendirmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
Hâfiz Post. Mecmua, TSMK, Revan Köşkü, nr. 1724; Mecmua, Süleymaniye Ktp., Kadızâ-de Burhâneddin, nr. 47, vr. 70", 91', 106"; Mec-mûa, Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 637, vr. 65», 70", 71", 75", 76", 81», 94b; Mecmua, İÜ Ktp., 7Y, nr. 3466, vr. 60b, 75", 92", 94', 204", 228"; nr. 3608, vr. 7", 66"; nr. 5640, vr. 45", 78"; Safâî. Tezkire, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2549, vr. 71-b; Beliğ, Nuhbetü'l-âsâr, hazırlayanın önsözü, s. XX, ayrıca bk. s. 84-85; Salim, Tezkire, İstanbul 1310, s. 213-214; Şeyhî. Vekfytu'l-fuzalâ, il, 109-110; Kemiksizzâde Safmt Mustafa, Nutıbetü'l-âsâr min feuâidi't-e?&t IÛ Ktp., TY, nr. 6189, vr. 25"; Esad Efendi,
Atrabü'l-âsâr, \Q Ktp., TY, nr. 6204, vr. il-"; Mehmed Veted [Izbudak], - Atrabü'l-âsâr", Mefc-teb Mecmuası, sy. 4, İstanbul 1311, s. 183; Müstakimzâde, Tuhfe, s. 729; a.mlf.. Mecelle-tü'n-nisâb, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 628, vr. 178"; Mehmed Tevfîk. Kâfıle-i Şuarâ, İstanbul 1290. s. 117; Ezgi. Türk Musikisi, II, 6-8, 149-150, 162-164; IV, 30; Ergun. Antoloji, I, 25, 45-50, 91-97, 122, 129; II, 713;a.mlf.. Türk Şairleri, I, 58-59, 303, 400; Uzunçarşılı. Osman/ı Tarihi, 111/2, s. 567; Baki Süha Ediboğlu, Ünlü Türk Bestekârları, İstanbul 1962, s. 31-37; Kip. TSM Sözlü Eserler, s. 28, 63, 71, 77, 88, 90, 127, 197,219; Türk Mûsikisi Klâsikleri: Itâhi-ter(nşr. Yusuf ömürlü). İstanbul 1979-81,1,22-23; III, 168; M. Hurşit Ungay, Türk Mûsikisinde Usuller ve Kudüm, |lstanbul| 1981, s. 201-202; İlahîler (Yapı ve Kredi Bankası yayınlan), İstanbul 1986, s. 6-7, 90-91, 104-105; M. Ekrem Karadeniz, Türk Mûsikisinin Nazariye ue Esasları, Ankara, ts., s. 269; R. Ferit Kam, "Hafız Post", Radyo Mecmuası, sy. 71, Ankara 1947, s. 9; [Hüseyin Sadettin Arel], "Türk Bestekârlarının Terceme-i Halleri", MM, sy. 14(1949), s. 24; Sabâhat Bakıraoğlu, "Hafız Post'un Bestelemiş Olduğu Şiirler", a.e., sy. 63-64-65 (1953). s. 130-132; sy. 66 (1953), s. 158-159; sy. 67(1953). s. 211; sy. 68 (1953), s. 241; sy. 69 (1953), s. 273, 275; Güttekin Oransay, "Yayınlanmış Türk Din Musikisi Sözlü Anıtlarının Ezgileyicileri", AÛ İlahiyat Fakültesi İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, sy. 3, Ankara 1977, s. 159; öztuna. BTMA, I, 319-320. m
Mİ Nuri Ûzcan
HAFIZ RAHMET HAN
Kûtâ Bâbâ Hafız Rahmet Hân
b. Şâh Âlem b. Mahmûd Hân
(ö. 1188/1774)
Hindistan'da hüküm süren
küçük Rohilla Afgan Devleti'nin
nevvâbı.
1708'de doğdu; babası. Bat Pakistan'ın Pişîn bölgesindeki Şûrâbek'ten Çeç He-zâre'ye göç eden Afgan Berîç kabilesinin reisi Şah Âlem Han'dır. Şah Âlem Han, eski gulâmlarından Dâvud Han'ın Hindistan'ın Ketîr (şimdiki Röhilkend) bölgesinde kendilerine hizmet ettiği raca ve zemindârlar nezdinde nüfuz kazanıp yavaş yavaş yeni bir prenslik oluşturması üzerine onun bu başarısına ortak olmayı umarak Ketehîr'e yöneldi: ancak Dâvud Han'ı kıskanması yüzünden aralarında çıkan ihtilâf sonucu Öldürüldü. Çok geçmeden Dâvud Han'ın da öldürülmesi üzerine yerine cesur bir asker olan evlâtlığı Ali Muhammed Han geçti ve kendisine devrin Bâbürlü hükümdarı tarafından "nevvâb" unvanı verildi. Ali Muhammed'-den cesaret alan bölgedeki Afgan aşiretleri (Rohillalar) Bareilly bölgesinde talana başladılar. Şikâyetler üzerine Bâbürlü Hükümdarı Nâsırüddin Muhammed Şah (1719-1748) onlan cezalandırmak için harekete geçti. Ancak Rohillalar Bâbürlü-ler'e karşı umulmadık bir zafer kazandılar ve daha fazla yer ele geçirmek için cesaretlendiler. Eskiden beri yayılma siyaseti takip eden Eved Nevvâbı Safder Cenk Şiî olduğundan Sünnî Rohillalar'dan hoşlanmıyordu. Bundan dolayı Bâbürlü hükümdarını Ali Muhammed'e karşı kışkırttı ve düzenlenen sefer sonunda Ali Muhammed esir alınıp Delhi'ye götürüldü. Ali Muhammed Han'ın serbest bırakılan sağ kolu Hafız Rahmet Han, büyük bir kuvvet toplayarak efendisini kurtarmak için Bâbürlü başşehrine yürüdü ve onun serbest bırakılarak Sihler'le Cât-lar'ın tehdidi altında bulunan Sirhind valiliğine tayin edilmesini sağladı. Bu arada Rahmet Han, itaatsiz zemindârlann gücünü kıran ve çapulcuları dağıtan kimse olarak temayüz etti. Afgan Hükümdarı Ahmed Şah Dürrânfnin Hindistan'ı istilâ etmeye başlaması üzerine (1748) Ali Muhammed Han Rohillalar'ın karşı tarafa geçmelerini önlemek amacıyla Sirhind"-den alınıp Ketîr'deki görevine yeniden tayin edildi.
Aynı yıl Bâbürlü Muhammed Şah ile veziri Kamerüddin'in ölümü üzerine ve-
HÂFIZ RAHMET HAN
zirlik makamında gözü olan Safder Cenk, Ali Muhammed Han'ın desteğini almayı başardı. Ali Muhammed Han Safder'e yardım etmesi için Rahmet Han'ı görevlendirdi; Rahmet Han da 1000 kişilik seçkin bir ordu ile Delhi'ye yürüyerek Bâbürlü Hükümdarı Ahmed Şah'ın vezirlik görevini Safder Cenk'e vermesini sağladı. Ali Muhammed Han 3 Şevval 1162'de (16 Eylül 1749) öldü. Ölümünden İki gün önce Rahmet Han'ı halefi olarak aday göstermişti. Fakat Rahmet Han, Ali Muham-med'in henüz reşid olmayan oğlu Sâdul-lah Han'ın lehine adaylıktan çekildi. Sâ-dullah Han'ın ağabeyleri Abdullah Han ile Feyzullah Han Afganistan'da Ahmed Şah Dürrânînin elinde esirdiler. Rahmet Han, Sâdullah reşid oluncaya kadar ona vekâlet etti. Bu durumdan rahatsızlık duyan Safder Cenk, Bengaş Nevvâbı Kâim Han'ı Rohillalar'a karşı kışkırttı. Ancak Bedâ-ûn'un 3 mil kadar uzağında meydana gelen savaşta Kaim Han öldürüldü ve 60.000 kişilik ordusu dağıldı. Bu zaferin bir sonucu olarak Rahmet Han Bengaş'ın birçok yerini kendisine bağladı. Safder Cenk'in Kâim Han'a ait toprakları istilâya kalkışması üzerine Kâim Han'ın kardeşi Ahmed Han karşı harekâta geçti. Ahmed Han'ın isteği üzerine Hafız Rahmet Han savaşa katıldı ve Eved ordusunun büyük bir yara almasına sebep oldu. Bu savaştan canı yanan Safder Cenk, Malhar Rao Holkar ve Cay Appa Sindiya yönetimindeki Maratalar'ı yardıma çağırdı. Mara-talar'la baş edemeyeceğini anlayan Hafız Rahmet Han, basiretsiz bir kararla bu sırada tekrar Hindistan'a yönelen Afgan hükümdarı Ahmed Şah Dürrânî'ye yardımı reddedince hem maiyetindeki Afgan-lar'a sefalet getirmiş hem de Ketehîr'in bağımsız hükümdarı olma şansını azaltmıştır. Ayrıca Rahmet Han, Maratalar'la Ferruhâbâd hükümdarı arasındaki silâhlı çatışmada da anlaşılmaz bir şekilde tarafsız kaldı.
Dostları ilə paylaş: |