1. a) fâilâtün {-------)
habn ile feilâtün (——),
b) fâilâtün (-------)
keff ile fâilâtü (-------).
c) fâilâtün (— —)
şekl ile feilâtü (~-----),
d) fâilâtün {-------)
tesis ile mef ûlün (-----);
2. a) müstefilün {-------)
habn ile mefâilün (-—-),
b) müstefilün (-------)
keff ile müstef ilü (-------),
c) müstefilün {—«-) şekl ile mefâilü (-—-),
d) müstefilün (—--) kat' ile mef ûlün (-----):
HAFÎF
3. a) fâilâtün (——)
hazf ile fâilün {-----);
4. a) fâilün (-----)
habn ile feilün {—-),
b) fâilün (-----)
tesis ile fa'lün (—);
5. a) mef'ûlün (-----)
habn ile feûlün (-----) olur.
Ortaya çıkan bu neticelerin her birini tek şekil üzerinde toplayarak şöyle göstermek mümkündür:
1. *—= 2. *—c 3. *— 4. ^—
[-----] [-----] [—]
Bunların açılarak yazılışları ise sırasıyla şöyledir:
1. a) fâilâtün (——)
b) feilâtün (------)
c) fâilâtü {——)
d) feilâtü («~_w)
e) mef'ûlün (-----)
2. a) müstefilün (—-)
b) mefâilün (~—-)
c) müstef'ilü (-------)
d) mefâilü (-----~)
e) mef ûlün {-----)
3. a) fâilün (-----)
b) feilün (-----)
c) fa'lün (—)
4. a) mef ûlün (-----)
b) feûlün (-----)
Buna göre, üç aruz ve beş darbı olan hafîf bahrindeki aslî tef itelerle bunlara illet ve zihaf kaidelerinin uygulanması sonucunda ortaya çıkan ve aslî tef'ile yerine kullanılabilen tâli tef itelerin teşkil ettiği vezin grupları şöyle sıralanabilir:
I. aruz ve 1. darbı ile:
I. aruz ve 2. darbı ile:
*—= / *—^ / -—= //
II. aruz ve 3. darbı ile:
III. aruz ve 4. darbı ile:
III. aruz ve 5. darbı ile:
HAFİF
Köşeli parantez içindeki tâli tef 'ileler nadiren kullanılır. Aslî tef ileden sonra tâli veya tâli tef "ıleden sonra aslî tef'ile gelebilir. Ancak keffin dahil olduğu tef i-leyi takip eden tef'ilede habn olmaması, yani "mekfûf1 (kısa hece ile biten) bir tef'ileyi "mahbûn" (kısa hece ile başlayan) bir tef'ilenin takip etmemesi gerekir ki bu husus, "Muâkabet caiz değildir" şeklinde ifade edilir. Hafif bahrinin mec-zû, yani her şatrda birer cüzün düşmesiyle ortaya çıkan dörtlü şeklindeki fâilâ-tün müstefilün tef'ileleri, mûstef'ilün fâ-ilâtün tertibine kalbedilirse Halîl b. Ah-med'in "müctes" diye adlandırdığı bahir ortaya çıkar (Safa Hulûsî, s. 183 vd.).
Aruza dair klasik kitaplarda ve bunlara muhteva bakımından sadık kalan yeni eserlerde hafif bahrinin yukarıda sayılan vezinleri zikredilir. Ancak sanatkârların nazım tekniğinde yaptıktan yenilikleri de göz önüne alarak yazılan eserlerde bu bahrin başka vezinleri de ele alınmıştır. Meselâ Celâl el-Hanefi aşağıdaki vezinleri de tesbît etmiş ve örnekleriyle vermiştir [et-'ArÛi. s. 257, nr. 7, s. 267, nr. 10 vd.).
«__/—//*----/ —
„__/**-_//----1 —
^-----/ «-----/ *-----// *-----/ *-----
(--------= müstef i lâtün ve mefâilâtün).
Bu arada serbest nazımla şiir yazanlar, genelde tercih ettikleri müfredat bahirlerden olmamasına rağmen, ritmik
yönden ifade İmkânları ve nesri andıran tarzı ve hafifliği dolayısıyla hafif bahrinde şiir yazmayı denemişlerdir (bk. Ab-dürrızâ Ali, s. 38, 125). Hafif bahri İran ve Türk edebiyatlarında da kullanılmıştır. İran şiirinde bu bahirde türemiş olan müseddes vezinlerin başlıcalan şunlardır:
fâilâtün (feilâtün)*-----/
mefâilün------/ mef'ûlün-----
fâilâtün (feilâtün) *-----/
mefâilün-------/ feilâtün-------
fâilâtün (feilâtün) *-----/
mefâilün-------/ feilün
fâilâtün (feilâtün) *-----/
mefâilün-------/ feilân -»=
fâilâtün (feilâtün) *-----/
mefâilün-------/ fa'lün —
fâilâtün (feilâtün) *-----/
mefâilün-------/ fa'lân -=
fâilâtün (feilâtün) *-----/
mefâilün-------/ fa' -
Bu vezinlerden fâilâtün (feilâtün) / mefâilün / feilün (fa'lOn) şekilleri bilhassa mesnevilerde rağbet görmüştür. Farsça tasavvufi" mesnevi tarzının kurucusu Se-nâTnin Hadîkatü'l-hakika'Si, Nizâmî-i GencevTnin Heft Peyker'i, Emîr Hüsrev-i DihlevTnin Heşt BihişVi ve Evhadüddîn-İ Merâgi'nin Câm-ı Cem adlı mesnevisi bu vezinle nazmedilmiştir. Türk edebiyatında bu vezinle kaleme alınmış pek çok mesnevinin başlıcalan şunlardır: Şeyhî*-nin Harnâme'si, Hamdullah HamdTnin Yûsuf u Züleyhâ'sı, Lâmiî Çelebi'nin Şem' u Pervâne'si, Fazirnin Gül ü Bül-bül'ü. Nevlzâde Atâînin Hett Hân'\ ve Sabitin Edhem ü Hümâ'sı. Yeni Türk edebiyatında ilk manzum piyes yazan Ali Haydar Bey ve daha sonraları Ahmed Hâşim ve Yahya Kemal gibi sanatkârlar da bu vezinle şiir yazmışlardır.
BİBLİYOGRAFYA :
İbn Abdürabbih, et-%dû'l-ferîd,\, 469-471, 491; İsmail b. Hammâd el-Cevherî, Kitâbü 'Arûti'i-uaraka ve Kitâbü'l-Kavâfi (n§r. Sâllh Cemâl Bedevi), Mekke 1985, s. 55 vd., 82-85; İbn Reşîk el-Kayrevânî, el-'ümde (nşr. M. Muh-yiddin Abdülhamîd), Kahire 1353/1938, I, 114 vd.; Zemahşerî, el-Kts(âş (nşr. Fahreddin Ka-bâve). Beyrut 1989, s. 115-118; Reşîdüddin el-Vatvât, Risâle-i cArûi (nşr. Ahmed Ateş - Ab-dülvehhab Tarzî), İstanbul 1962, s. 252-262; Şems-i Kays, ei-Muccem fi mefâyîri eş'âri'/-'Acem (nşr Muhammed-i Kazvînî - Müderris Rezâvî), Tahran 1338 hş. -* Tahran, ts.; Ahmed Safî, Câm-ı Muzaffer, İstanbul 1264; Ahmed Hamdi, TeshUü'l-arûz oe't-kauâfi ve'l-bedV, İstanbul 1289; Pervîz N. Hânlerî, Tahkiki Inti-kâdi der *ArûZ-i Fârsî, Tahran 1317 hş. bk. İndeks (bu eserin aynı müellif tarafından tashih edilerek kısaltılmış şekli olan Vezn-İ Şi'r~i Fârsî, Tahran 1337 hş.}; İbn Ebû Şeneb, Tuhfetû'l-edeb, Paris 1954, s. 74-80; Gibb, HOP, I, 109; Safö Hulûsî, Fennü't-takftVş-şi'ri ue'l-kâpye. Beyrut 1966, s. 158-165, 183 vd.; Seyfî Buhârî, Risâle-İ ıArûi [Câmfnin Rİsâle-i Kâfiyesi ile birlikte, Farsça metin ve Ing. trc. H. Blochmann, The Prosody of the Persians: According to Sa-ifi, Jâmi and Other Writers içinde), Calcutta-Amsterdam 1970, s. 57-60, ayrıca bk. tür.yer.; L. P. Elvrell-Sutton, The Persian Metres, Carn-bridge 1975, bk. İndeks; Celâl el-Hanefi. el-'Arûz, Bağdad 1398/1977-78, s. 245-286; Ab-dümzâ Ali, el-'Arûz ve'i-kâftye, Musul 1409/ 1989, s. 38, 122-129; M. Fuad Köprülü, "Aruz" [İran, Türk), İA, 1, tür.yer.; Gotthold Weil. "Aruz", a.e., 1, 626; a.mlf., "Arûçl", EI2{lng.), 1, 670, 672,673; G. Meredith-Owens, "Arüd", a.e., 1, 677; Nihad M. Çetin. "Aruz", DlA, 111, 424, 427-429; a.mlf.. "Bahir", a.e., IV, 484-485.
m TtevFİK Rüştü TopuzoĞlu r HAFİF n
L
Türk mûsikisinde bir usul.
XV veya XVI. yüzyılda oluşturulduğu tahmin edilen otuz iki zamanlı bir usuldür. Sekiz adet dört zamanın, yani değişik formda sekiz adet sofyan usulünün birleşmesinden meydana gelmiştir. 32/ 8'lik birinci, 32/4'lük ikinci ve 32/2'lik üçüncü mertebeleri kullanılmıştır. Bazı kârların içinde kullanılan 32/8'lik birinci mertebesine "murassa' hafif*. 32/2'lik mertebesine "ağır hafif adı verilmiştir.
Hafif usulü eskiden darblan daha sade olarak vurulurdu. Bu ilkyapı. zaman içinde bazı vuruşların velvelelendirilmesiyle değişikliğe uğramıştır.
Gidişi hareketli ve daha çok II. bestelerde kullanılan bu usulle ayrıca peşrev, kâr, tevşîh ve ilâhiler ölçülmüştür.
BİBLİYOGRAFYA :
Ezgi. Türk Musikisi, II, 131-140; Özkan, TMÜÜ, s. 672-674; Rauf Yekta, Türk Musikisi, s. 127-128; Sadeddin Heper. "Türk Mûsikisinde Usuller 4", MM, sy. 347 (1978). s. 13-14.
m İsmail Hakki Özkan
dOm
1
|
ddm
,[
|
d0m2 te 1 J
|
dQm
,1
|
düm2 te
1 1
|
dQm ddm te
|
|
dOm tedüm hekte te
ı h ı h h
|
İ' .
|
i" ■
|
4 i -4
|
4 -
|
4 ■ 4
|
|
* •
4 -
|
:♦ ' '
|
■II I tek tek2 tek tekî ke
|
1 i ı
tek tekî ke Eski şekil
|
1 V 1 V 1 V V
tek ke tek ke ta ke ki
dUm dûm dOm dllm dom te J J III 1
|
i* ,'
|
»
|
|
lek tek tek tekî ke
düm dom dOml te dlim d0m2 te dümdümle düm tedOm hekte te
7\L
T^ T
Hafif usulünün
TT
tek tek2 tek tekî ke tek tek2 ke tek ke tek ke tâ ke ke gösterilisi
114
r
HAFÎFÎYYE
Huzur ve gaybet konusundaki
fikirleriyle tanınan Ebû Abdullah Muhammed b. Hafife
(ö. 371/982) nisbet edilen bîr tarikat
(bk. İBN HAFİF). L J
HAFİYE
Gizli bilgi toplayan kişiler için kullanılan bir tabir.
L J
Arapça hafâ (gizli olma, gizlilik) kökünden türemiş bir isim olup daha çok başkaları hakkında araştırma yapan ve bilgi toplayan gizli ajan, sivil polis ve detektif gibi görevlileri ifade eder. Osmanlı padişahları, halkın şikâyet ve düşüncelerini öğrenmek için değişik kişi ve kuruluşlardan bilgi alırlardı. Bizzat görevlendirdikleri bu kişilerden aldıkları haberlerin yanı sıra kendileri de zaman zaman değişik kıyafetlerle halk arasında dolaşarak bilgi toplarlardı. Bu sırada kendilerine "tebdil hasekileri" refakat ederdi. Bostancı Ocağı içinde mevcut hasekilerden seçilen ve on İki kişi kadar olan tebdil hasekileri şehir içinde dolaşarak elde ettikleri malumatı padişaha aktarırlardı. Ayrıca gerektiği zamanlarda gizli emirle taşraya da gönderilirlerdi. Aynı şekilde Enderun ağalan da değişik kıyafetlerle halk içinde dolaşarak topladıkları bilgileri saraya bildirirlerdi. Yeniçeri ve Bostancı ocaklarının kaldırılmasından sonra bu görevi Mâbeyn-i Hümâyun mensupları yapmaya başladılar. Ayrıca ülkenin her tarafına yayılmış tekke şeyhlerinden ve dervişlerinden de faydalanılıyordu. İL Mahmud bunlara gezginci dervişlerini de ekledi. Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde bazı kişiler bilgi toplamak İçin saray tarafından görevlendirildi. Hafiye denilen bu istihbaratçıların sayılan giderek arttı ve en yaygın şekline II. Abdülhamid döneminde ulaştı. Bunda II. Abdülhamid devrinde yaşanan iç ve dış olayların rolü büyüktür.
Daha önceki iki padişahın hal'ine ve birinin ölümüne şahit oian M. Abdülhamid kendisinin de tahttan indirileceği endişesini taşıyordu. Mason teşkilâtlarının, Çırağan Sarayı'nda göz hapsinde tutulan V. Murad'ı tekrar tahta çıkarmak için giriştikleri birkaç teşebbüs (bk. çıra-
Ğan vakası) padişahın bu endişesini bir fikr-i sabit haline getirdi ve esasen mizacında bulunan şüpheciliğini arttırdı. Avrupa devletlerinin Osmanlı devlet adamlarını çeşitli şekillerde elde ederek politikalarını bu yolla yürütmeleri de onu birtakım tedbirler almaya şevketti. Babıâli'ye güvenmeyen II. Abdülhamid yavaş yavaş devlet idaresini Yıldız Sarayı'nda topladı ve yönetimde katı bir merkeziyetçiliği benimsedi. Bu durumda ülke çapında kurulan gizli ayrılıkçı örgütlerin denetlenmesi ve bunların kışkırtmaları neticesinde ortaya çıkan çeşitli olayların bastınlabilmesi ancak geniş ve güçlü bir haber alma sistemiyle mümkün olabilirdi. Bu sistem 11. Abdülhamid'in sarayda oluşturduğu merkezî idarenin tabii bir sonucudur. Böylece padişah, ülkenin muhtelif yerlerinden saraya gönderilen bilgiler sayesinde olup biten her şeyden haberdar olma imkânına kavuştu.
Hafiyeler, belli bir teşkilâtın elemanları olmaktan ziyade çeşitli beklentilerle harekete geçen gönüllülerden ibaretti. Yaptıkları işten dolayı padişah tarafından çeşitli ihsanlarla taltif edilirlerdi. Bu dönemde başta Mâbeyn-i Hümâyun mensupları, sadrazamlar, nazırlar ve hanedan mensupları olmak üzere hemen hemen herkes hafiyelik yapmaktaydı. Vilâyetlerde valiler ve pek çok memur, yabancı ülkelerdeki elçiler ve elçilik memurları bu görevi ifa ediyordu. Bunların her birinin Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipliğinde şifreleri mevcuttu ve her türlü bilgiyi doğrudan doğruya saraya bildiriyorlardı. Yabancı elçilik mensupları ve Osmanlı tebaası gayri müslimler de hafiyelik işinde kullanılıyordu. Nazır ve kumandanların konaklarında, ayrıca yabancı sefaretlerde çalışanlardan da faydalanılıyordu. "Jurnal" adı altında saraya mâruzâtta bulunmak bir ara öyle bir hal aldı ki jurnal sunmayan devlet memurları haklarında kuşku duyulmasından korkmaya başladılar. Jurnalciliği teşvik eden hususların başında, istihbarat şebekesinin çökeceği endişesiyle yalan jurnal verenlerin cezasız bırakılması geliyordu. Ayrıcajurnal verenlerin yeni rütbe ve görevlerle ödüllendirilmesi de jurnalciliği teşvik ediyordu. Bundan dolayı hafiyeler her gün gerçek veya düzmece jurnaller vermekten çekinmiyorlardı. Bilhassa siyasî olayların arttığı zamanlarda verilen jurnallerin sayısı günde bir kaç bini buluyordu. İL Abdülhamid, kendisine gelen jurnalleri bir mabeyinciye veya kâtibine okutur, doğruluğuna kani olduktan son-
HAFIYE
ra gereğinin yapılması için ilgili daireye gönderirdi. Padişah sadrazamlardan, şeyhülislâmlardan, nazırlardan ve önemli mevkilerde bulunan diğer devlet adamlarından gelen jurnalleri bizzat açardı. Bütün jurnallerin padişah tarafından açılıp okunduğu iddiası ise doğru değildir. Nitekim II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra dairesinde sandıklar içinde hiç açılmamış binlerce jurnal bulunmuştur (Tahsin Paşa, s. 26).
II. Abdülhamid'in uzun yıllar Mâbeyn-İ Hümâyun başkâtipliğini yapan Tahsin Paşa'ya göre devlet işlerinin Yıldız Sarayı'nda toplanması ve ülke çapında hafiyeliğin yayılması Küçük Said Paşa'nın tesiriyle olmuştur. Said Paşa ilk sadrazamlığı sırasında bir hafiye teşkilâtı talimatnamesi bile hazırlamıştı (a.g.e., s 27). II. Abdülhamidln, eniştesi Mahmud Celâ-leddin Paşa'nın kurduğu özel istihbarat teşkilâtını kendi üzerine aldığı da kaydedilmektedir (Sultan Abdülhamid'in Hatıra Defteri, s. 81-83). İstihbarat teşkilâtının Önemi üzerinde duran padişah bunda aşırılığa gidilmemesi gerektiğini, eğer bu konuda gayretkeşlik gösteriliyorsa bunun kabahatinin Tahsin Paşa gibi Mâbeyn-i Hümâyun başkâtiplerinde olduğunu belirtir. Bu arada olup biten her şeyin öğrenilmesi ve gerekli tedbirlerin alınması için kurulan hafiyeliğin aslında kötü bir şey olmadığını savunur (Sultan Abdülhamid, s. 102-103). II. Abdülha-mid'e görejurnalcilik ayıp ve kötü bir şey olmakla birlikte döneminde bundan vazgeçmek de mümkün değildi; zira dünyanın hiçbir yerinde entrika Osmanlı topraklarındaki kadar feci boyutlara ulaşmamıştı. Kendisine iki defa suikast tertiplendiğini belirten padişah, göze girmek için mübalağalı jurnaller yazan gayretkeşleri diğerlerinden ayırabildiğini de kaydetmektedir {a.g.e., s. 212-213).
Hafiyelerin belli büroları ve merkezleri yoktu. Görünüşte Zabtiye Nezâreti'ne bağlı olmakla birlikte jurnallerini Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipliğine gönderdikleri için emirleri de buradan alırlardı. Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipleri ve bazı ünlü hafiyeler "ser-hafıyye-i şehriyârî" olarak nitelendirilirdi. Dört gruba ayrılan hafiyelerden "tabaka-i bâlâ" denilen birinci gruptakiler daha çok saray erkânın-dandı. Bunlar jurnallerini doğrudan padişaha arzederlerdi. İkinci gruptakiler bu iş için merkezde, taşrada veya dış ülkelerde görevlendirilmiş kimselerdi. Üçüncü grup hafiyeler birinci ve ikinci gruptakilerin maiyetinde çalışırdı. Baş hafiye-
115
HAFİYE
lerine göre bunlara "Tahsin Paşa avane-si", "Fehim Paşa avanesi" gibi adlar verilirdi. Dördüncü gruptakiler İse genellikle kamu görevlileriydi.
II. Meşrutiyet'in ilânından sonra ünlü serhafiyeierin bir kısmı yurt dışına kaçmaya çalışırken yakalandı. Bunların bazıları idam edildi, bazıları da halk tarafından linç edildi. Kânûn-ı Esâsfnin yeniden yürürlüğe konulması, genel af çıkarılması ve mebus seçimlerine karar verilmesi üzerine asayiş düzeldi, çeteler silâhlarını teslim ettiler. Rumeli'deki İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin hükümete gönderdiği telgrafta Rumeli'de askerlerle halk arasında birlik ve beraberliğin geliştiği, milletle devlet arasını bozan tek şeyin hafiyelik olduğu kaydedilmekteydi. Bu telgrafta ayrıca her ülkede gizli emniyet teşkilâtlarının bulunduğu, ancak bunların kişilerin namus ve haysiyetlerine dokunacak davranışlardan kaçındıkları vurgulanıyordu. Osmanlı Devleti'nde meşru emniyet güçlerine yardımcı olacak memurların kullanılması uygun görülmekle birlikte kanunen yetkisi bulunmayan dairelere ve kişilere böyle bir görev verilmemek üzere hafiyeliğin kaldırıldığının resmen ilân edilmesi isteniyordu. Konu Meclis-i Vükelâ'da görüşülerek kabul edildi ve padişaha sunuldu. II. Abdülha-mid'in de kararı aynen kabul etmesi üzerine 31 Temmuz 1908'de irade çıktı (Düstur, İkinci tertip, 1, 9-10). 11. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra (27 Nisan 1909) Yıldız Sarayı'nda bulunan yüz binlerce jurnal büyük bir sıkıntıya yol açtı. Basında ve mecliste yapılan tartışmalarda bazı kişiler jurnallerin aynen yayımlanmasını savunurken bunun kötü neticeler doğurmasından endişe edenler de vardı. Sonuçta Yıldız'dan Harbiye Nezâ-reti'ne getirilen jurnallerin bir heyet tarafından incelenmesi kararlaştırıldı. Heyet, o sırada devlet yönetiminde bulunan önemli kişilerin birbirleri aleyhine jurnalcilik yaptığını tesbit edince jurnallerin imhasına karar verilerek büyük bir kısmı yakıldı, çok azı devlet arşivine gönderildi. Bu arada bazı jurnaller heyet üyelerinin eline geçti. Faiz Demiroğlu'nun Abdûlhamid'e Verilen Jurnaller (50 Yıldır Neşredilmeyen Vesikalar) (İstanbul 1955) ve Âsaf Tugay'ın İbret: Ab-dülhomid'e Verilen Jurnaller ve Jui-nalciler (İstanbul 1964) adıyla yayımladıkları kitaplar bu jurnallerden oluşmaktadır. Mehmet Zeki Pakalm'ın eline geçen 1307-1309 (1890-1892) tarihlerine ait jurnaller ise Atıf Efendi Kütüphane-
116
si'nde bulunmaktadır (Pakalın Yazmaları, nr. 18).
BİBLİYOGRAFYA :
BA. İrade-Hususi, nr. 1603-97 (1312); Düstur, İkinci tertip, İstanbul 1326-27,1, 9-10; Sultan Abdülhamid, Siyasî Hatıratım, İstanbul 1984, s. 102-103, 212-213; Suttan Abdûlha-mid'İn Hatıra Defteri (nşr. İsmet Bozdağ), İstanbul 1992, s. 81 vd.; İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesİ-ll. Abdüthamid'in Son Mâbeyn Başkatibi Ali Ceuat Bey 'in Fezle-fces£(nşr. Faik Reşit Unat|, Ankara 1985, s. 161; Tahsin Paşa. Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, İstanbul 1931, s. 26-27, 30-32, 61-62, 67, 75-76; BirDeulet Adamının Mehmet Tevfik Bey'İn (Biren) II. Abdüthamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları (nşr. R Rezan Hürmen), İstanbul 1993,1, 21-22, 415 vd.; Faiz Demiroğlu. Abdûlhamid'e Verilen Jurnaller (50 Yıldır Neşredilmeyen Vesikalar), İstanbul 1955, tür.yer.; Asaf Tugay, ibret: Abdûlhamid'e Verilen Jurnaller ve Jurnalciler, İstanbul 1964, s. 37; Nizamettin Nazif TepedelerUioğlu, Ordu ve Politika, İstanbul 1967, s. 72-75; İsmail Hâmİ Da-nişmend. Sadrı&zam Tevfik Paşa'ntn Dosyasındaki Resmî ve Husûsî Vesikalara Göre 31 Mart Vak'ası, İstanbul 1974, s. 185; Orhan Ko-loğlu, Abdüthamit Gerçeği, İstanbul 1987, s. 338 vd.; Hüseyin Kılıç, "Hafiyeliğin İlgası Hakkında İrâde-i Seniye", 77", IV (1985), s. 13-14; "Hafiyelik". TA, XVIII, 313-314; R. Ekrem Koçu, "Abdülhamid II Devrinde Hafiye Teşkilâtı ve Hafiyelik", lst.A, I, 110-115; Necdet Sa-kaoğlu, "Hafiyelik". DBİstA, III, 493-494.
Mİ Emrullah Tekin
T . 1
HAFIZ
Allah'ın isimlerinden
(esmâ-i hüsnâ) biri. L J
"Korumak, görüp gözetmek, ihmalkâr ve gafil davranmayıp dikkatli ve basiretli bulunmak: anlayıp bellemek, ezberlemek" anlamlarındaki hıfz kökünden sıfat olup "koruyan, hiçbir şeyin kaybolmaması ve ihmal edilmemesi için gerekli tedbirleri alan" demektir. Aynı mânadaki hafız kelimesine nisbetle mübalağa ve süreklilik ifade eder. Hafız. Allah'ın isimlerinden biri olarak "kâinatta zerre kadar bir şey bile gözetiminden uzak olmayan ve tabiatı dengede tutan" anlamına gelir (LlsanüVArab, "hfz" md.; Kamus Tercümesi, "hfz" md.).
Hıfz kavramı Kur'ân-ı Kerîm'de kırk yerde geçmekte olup bunların on üçü Allah'a, dördü meleklere, altısı peygamberlere, biri İlm-i ilâhî veya levh-i mahfuz mânasındaki "kitâb"a, diğerleri de insanlara nisbet edilmiştir (bk. M. E Ab-dülbâki, "hfz" md). Allah'a izafe edilen kelimelerin ikisi bizzat kendi fiilinin, ikisi de 0'nun tarafından korunan levhin (levh-i
mahfuz) ve yine kendi iradesiyle dünyayı bir tavan gibi gök taşlarından koruyan sakfın (sakf-i mahfuz) sıfatı durumundadır (en-Nisâ 4/34; el-Hicr 15/17). Üç âyette yer alan hıfz ise tabiatın yaratıcısı, yöneticisi ve geliştiricisi olan Allah'ın onun işleyiş sistemini koruyup sürdürdüğünü. Özellikle insanlarla meskûn dünyanın maddî olan ve olmayan zararlılardan muhafaza ettiğini belirtmektedir (el-Bakara 2/255; es-Sâffât 37/7; Fussılet 41/12). Kur'an'ın üç âyetinde birer sıfat olarak Allah'a nisbet edilen hafız kelimelerinden birinde Hz. Ya'küb'un dilinden Allah'ın en hayırlı koruyucu olduğu (Yûsuf 12/64), diğerinde Kur'an'ı 0'nun mutlaka koruyacağı (el-Hicr 15/9), üçüncüsünde de Hz. Süleyman'ın emrinde çalışıp dalgıçlık ve benzeri işlerle meşgul olan elemanların Allah'ın gözetimi altında bulunduğu ifade edilmektedir (el-En-biyâ 21/82). Hafîz ismi de üç âyette tekrarlanarak bunların ikisinde Allah'ın "her şeyi gözeten" olduğu (Hûd 11/57; Sebe' 34/21). diğerinde Allah'tan başka dostlar edinenleri 0'nun daima gözetim altında tuttuğu açıklanmaktadır (eş-Şûrâ 42/6). Kur'an'da meleklere İzafe edilen hıfz. insanları koruma ve işledikleri amelleri kayıt altına alma mânasında kullanılmakta, peygamberlere nisbet edilenlerse onların sadece tebliğle mükellef olduklarını, iradelerini diledikleri gibi kullanan İnsanların üzerine birer bekçi gibi görev-lendirilmediklerini bildirmektedir.
Hıfz kavramı çeşitli hadislerde Allah'a, meleklere ve insanlara nisbet edilmiş (bk. Wensinck,el-Mu'cem,"hfz" md), hafîz, doksan dokuz ismi ihtiva eden Tirmi-zî ve İbn Mâce rivayetlerinden sadece Tir-mizrdeyer almıştır (Tirmizî. "Da'avât", 82).
Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, hafîz isminin tabiatın düzenini koymak ve onu sürdürmekten başka "bilen" (alfm) mânasına da gelebileceğini söylemiş (İbn Fûrek, s. 54), Fahreddin er-Râzî de bu görüşü desteklemiş (Leuâmfu'l-beyyinât, s. 270). fakat Abdülkâhir el-Bağdâdî. hıfz kavramının "bilmek" anlamında Allah hakkında kullanılamayacağını belirtmiştir iel-Esmâ' ue's-şıfât, vr. 89a). Ebû Mansûr el~Mâtürî-dî hafîz için, ne kadar gizli ve farkedil-mez olursa olsun hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığı, 0'nun hiçbir şeyden gafil olmadığı ve mutlaka amellerin karşılığını vereceği mânasını tercih etmiştir (Te'uî-lât, vr 341b).
Ebû Abdullah el-Halîmî, Allah'a nisbet edilen hâfiz ismi veya sıfatına "gerek din
gerekse dünya konularında kulunu tehlikelerden koruyan", hafîz ismine de "ihmal göstermeme ve gaflete düşmeme hususunda kendisine güvenilen" anlamlarını vermek suretiyle bir ayırım yapmaya çalışmışsa da {el-Minhâc, I. 204-205) genellikle âlimler aynı kökten gelen bu iki kelime arasında fark gözetmemişlerdir. Söz konusu isimlere Kur'an'daki kullanılımlan da göz önüne alınarak verilen mânaları üç grup halinde incelemek mümkündür, a) Kâinatın düzenini koyup sürdüren; b) İlâhî mesaja muhatap olan insanları çeşitli tehlikelerden koruyan, onların niyetlerini ve bütün sırlarını bilen, davranışlarını melekleri vasıtasıyla tescil ettiren, dostlarını kötülüklerden koruyan; c) Kur'ân-ı Kerîm'İ tahriften, unutulmaktan veya ihmal edilmiş olmaktan muhafaza eden. Gazzâlî, hafîz İsminin mânasının hafıza nisbetle daha kapsamlı olduğunu ve süreklilik gösterdiğini belirtir. Ona göre hafîz, kâinatın varlığını sürdürme yanında tabiatın işleyişinde göze çarpan "zıtlann dengede tutulması" gibi daha belirgin bir anlam taşır. Meselâ tabiatta su ile ateşin bulunması, suyun ateşi ortadan kaldırmaması ve ateşin suyu tamamen buharlaş-tırıp yok etmemesi bunun örneklerinden biridir. Bu tür hararet ve rutubet tezadı organik varlıklarda da mevcuttur. Allah'ın, tabiattaki birçok zıtları belli bir denge içinde tutması hafîz isminin bir tecellisi-dir. Gazzâlî, hafîz ismini ilgilendiren ve tabiatın işleyişini ortaya koyan başka Örnekler de verir (e/-Afafc$adü7-esnâ, s. 119-122). Fahreddin er-Râzî ise hafîz isminin kişiyi dinî-mânevî tehlikelerden koruma fonksiyonuna dikkat çekerek başta şeytan olmak üzere nice bilim ve düşünce adamının basit şüphelerin şevkiyle gerçekten uzak kaldığını İfade etmiş, dolayısıyla insanlığın İyilik, güzellik ve doğruluk namına sahip olduğu baha biçilmez mirasın hafîz isminin tecellisinin bir ürünü olduğunu vurgulamıştır iLeuâmfu'l-bey-yinât, s. 270-271).
Dostları ilə paylaş: |