Diyanet iŞleri başkanliği trabzon-akçaabat-darica eğİTİm merkezi MÜDÜRLÜĞÜ kur’an ve hadiS’İN Şİİre bakişI (III. DÖnem biTİrme tezi) ahmet taş



Yüklə 401,78 Kb.
səhifə4/8
tarix01.03.2018
ölçüsü401,78 Kb.
#43496
1   2   3   4   5   6   7   8

IV.III.VII. El-Haris b. Hilliza

Haris’in uzun bir ömrü müteakip 570 yılında öldüğü rivayeti vardır.66 Hillize adlı bir kimsenin oğludur. Geleneğe göre Haris’de abraşlık illeti bulunduğu rivayet edilir. Haris dahi diğer muallaka sahipleri gibi kasidesine aşk ve sevda hatıralarıyla başlayıp devesini övdükten sonra hükümdar Hind oğlu Amr’ın huzurunda şair Külsum oğlu Amr’a karşı, oymağının kahramanlıklarını, hükümdara yaptıkları hizmet ve iyilikleri birer birer anlatarak muallakasına son verir.

“Onlara yaptıklarımızı bir Allah bilir. Hainlerin dökülen kanlarını kimse aramaz.”67

IV.III.VIII. En Nabiğa Ez-Zubyani

Hicazlı alimlerin İmru’kays’a tercih ettikleri En-Nabiğa da muallaka şairlerindendir. Zubyan kabilesindendi. Asıl adı Ziyad b. Muaviye olup künyesi Ebu Umame veya Ebu Sumame’dir. En-Nabiğa lakabını neden dolayı aldığı ihtilaflıdır. Bunu bazen, bir şiirinde kullandığı “nebega”(ortaya çıktı) kelimesini kullanmasına bağlarlar. Bazıları ise yaşlı iken şiir söylediği için kendisine “en- Nabiğa” denilmiştir, şeklinde görüş belirtirler. Bazıları da nebeğa kelimesinin lügat anlamını dikkate alarak, şiirinin berrak ve temiz bir kaynak suyuna benzeyişinden bu lakabı aldığını ileri sürmüşlerdir ki en makul görünen de herhalde bu olmalıdır.

En-Nabiğa, 583 yılından sonra hayatını III. Numan’ın nedimi olarak Hire sarayında sürdürmeye başladı. Muallaka şairlerinden Lebid’i çok genç yaşta burada görmüş ve onun büyük bir şair olacağını müjdelemişti.

Divanı en geniş rivayetle 76 parça ihtiva etmektedir. El- İ’tizariyat denilen meşhur kasidelerinde, eski bir dostun gözünde hain sayılmaktan duyduğu acıları, eşine pek az rastlanılır bir tarzda ifade etmiştir.

En-Nabiğa şiirinde başarılı tasvirler yapmıştır; kasidelerinin başında yer alan aşıkane kısımlar, sırf şekli tamamlamak için söylenilmiş intibaını uyandırmaktadır. Onun ayrıca hicviyeleri de vardır. O bu hicviyelerinde adi ve müstehcen kelimelere asla yer vermez. Esasen o, şiirlerinde gösterdiği iffetli, alicenap tutumu dolayısıyla halife Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük zevatın da takdirini kazanmıştır.

Hz. Ebu Bekir en-Nabiğa’yı şairler arasında üstün görür ve onu “Şairlerin en güzel şiir söyleyeni, en tatlı bahirleri seçeni ve en derin düşünceye sahip olanı” diye anardı. Şairin şiirleri, teşbihlerinin güzelliği ve ihtiva ettiği dil hususiyetleri dolayısıyla gramere ve edebi sanatlara dair eserlerde misal olarak zikredilir. Bu şiirlerin dili sağlamdır, kullanılan kelimeler nadirdir; bu yüzden büyük lügat kitaplarında şahit olarak getirilir.

Hassan b. Sabit, gençlik yıllarında büyük kabul gördüğü en-Numan’ın sarayında kendisiyle karşılaştığı en-Nabiğa için “Ona bol caizeler verildi, kendisinden güzel şiirler dinlediğim zaman duyduğum kıskançlığı hiç kimseye karşı duymadım” demektedir.68

IV.III.IX. El- A’şâ Meymun

Yemame’de Menfuha vahasında Durna’da 565 yılında doğdu. Muzar grubu içindeki büyük Kays Kabilesinin Zurk kolundan olan Ebu Başir Meymun b.Kays b. Cendel, “A’şa Kays” “A’şa Bekr” ve “el- A’şa el- Ekber” gibi farklı lakapları vardır.

Şarap meclislerinde eğlence ve israf içinde geçirdiği hayat servetini yok edince, bunlara yeniden sahip olmak için seyahatler yaptı. Kendisine ihsanda bulunan herkesi methetti. Hayatının sonlarında ama olduğu rivayet edilir.

A’şa’nın son yıllarında müslüman olmak için Hz. Peygamber’i ziyaret etmek istediği de rivayet edilir. K. el- Egani’deki bir rivayete göre o, Resulullah’ı metheden bir şiir de nazmetmişti. Kureyşliler onun, methettiği her kişiyi yücelttiğine inanıyorlar ve bu şiiriyle bütün Arapların öfkesini çekeceklerini düşündüklerinden ziyaretini engellemek istiyorlardı. Neticede muvaffak da oldular. Kendisine 100 deve vereceklerini vaat ederek onu döndürmeyi başardılar. Şairin, doğduğu Menfuha’da bu develerden birinden düşerek öldüğü rivayet edilir. K. el- Egani’de yer alan diğer bir rivayete göre gençler, onun mezarının başında içki içerler ve kadehlerinde kalan şarapları oraya dökerlermiş.69

A’şa tek Tanrıyı kabul eden şairlerdendi. Ölümden sonra dirilmeye ve öteki dünyaya inanıyordu. Bu inanışları, belki, tanıştığı hristiyanlardan almıştı. Çünkü onun yaşadığı zamanlarda, İbad’lar, çölün her yanına şarap satmak için gidiyorlardı. Özellikle A’şa Necran papazıyla da dost olmuştu. Araplar, İslam’dan önceki şairler arasında, İmru’lkays, Nabiga ve Zuheyr ile aynı büyüklükte olduğunu kabul ederler.70

V. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİRİN FONKSİYONU

Bu dönemde, şairlerin bilgilerini, ilhamlarını cinlerden, şeytanlardan ve tanrılardan aldıklarına inanırlardı. Diğer taraftan kabadayılığın, şahsiyet ve asalet duygularının bir gurur rüzgarıyla estiği bu çöllerde, herhangi bir şöhrete sözle hücum eden bir şiir, yani hiciv (satire) çok tesirli olurdu. Kılıçtan daha keskin sözlerle, bir çoklarını utançtan yaşayamaz hale koyan ve gözden düşüren hiciv, şairlerin itibarını artırıyordu.

Ateşli Arap çöllerinde iman’ın ahlaki bir disiplin kurmaktan çözüldüğü çağlarda Araplar arasında kadın, içki, kumar yasağı yoktu. Bu başıboş muhitte şairler her türlü duygu, düşünce ve hatıraları uluorta söylemekten çekinmiyorlardı. Bilhassa aşk ve kadın bahislerinde dilleri döndüğü kadar açık konuşuyorlardı. 71

Arap dünyasında söz, dini, sihirli bir kudret değerindeydi. Şiir, cahiliye Araplarının çok önemli bir silahıydı.

Yine bu dönemde cin ile herkes konuşamazdı. Her cin kendisine mahsus bir adam seçer, onunla konuşurdu. Bir adamı sevgisine layık görürse o erkek veya dişi olan cin, o kimsenin üzerine atılır, onu yere atar, göğsüne çıkar ve onu, bu dünyada kendisinin sözcüsü olmaya mecbur ederdi. Bu şiir seremonisinin başlangıcı idi. O andan itibaren o adama kelimenin tam anlamı ile “şair” denirdi. Şairle cin arasında çok içten bir ilişki kurulmuştu. Her şairin zaman zaman gelip kendisine ilham veren özel bir cini vardı. Şair, genellikle kendi cinine “Halil; samimi arkadaş” derdi. Mesela İslam’dan önceki en büyük şairlerden olan El-A’şa el- Ekber’in cini Mishal adını taşırdı.

Şair bu cinin ilhamını daima yukarıda mesela gökten aşağı gelen bir şey (ses) şeklinde hissettirirdi. Şiir ilhamının bu özelliğini anlatmak için genellikle aşağı inme manasına gelen nüzul kelimesi kullanırdı. Müşrik Arapların bildiği tek ilham şekli bu idi. Şair de esas itibarı ile böyle bir adamdı.

İslam zuhur ettiği zaman şiir düzeyi çok yükselmiş, hemen hemen bugünkü bir sanat haline gelmişti. İslam’dan önceki İmru’lkays, Tarafe ve diğerleri gibi şairler artık şaman değil sanatkar idiler. Yani cahiliye Araplarının son şiirlerinde tek tük ilkel büyü düşüncesi üzerine kurulmuş olduğu belli bir çeşit şiir dalı da mevcut olmasına rağmen yine de bu şairler modern anlamda şairdiler.

Eski Arabistan’da şair ve şuara normal insanların bilemeyeceği bir şeyin farkında olmak demekti. Görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimse şair idi. Bu bilgisini kendi şahsi görüşüyle değil, cin denen üstün varlıklardan içsel münasebetler kurarak alırdı. Onun için bu çağlarda şiir pek sanat değil, çevresindeki havada uçuştuklarına inanılan görülmez ruhlarla direkt temas kurmaktan gelen bir bilgi idi. Bundan dolayı mesela Hassan İbn Sabit, kendi şiir tecrübesini şöyle açıklıyor:

“Sakin bir gecede bir kafiye seslendi göğün boşluğundan onun inişini aldım.”

Arabistan’ın eski dinsizlik günlerinde şairin mevkii çok yüksekti. Hakiki bir şair, harpte olduğu gibi sulhte de kabile içinde büyük itibar görür aktif rol oynardı. Sulh zamanında o, cininden aldığı üstün bilgisinden dolayı kabilenin lideri idi. O kabilenin çölde konup göçmesi, şaman (şairin) emirlerine göre düzenlenirdi.

Bu anlamda “şair”in yetkisi kabile lideri ile aynı idi. Harp zamanında da şair, bir savaşçıdan daha kuvvetli sayılmıştır, çünkü o şiir şeklindeki büyülü sözlerle düşmanı daha savaş başlamadan saf dışı etmek gücüne sahipti. Onun okuduğu bu şiirlerin, oklardan ve mızraklardan daha etkili olduğuna inanılırdı. Yani şair hem kılıcıyla hem diliyle savaşırdı.

İslam’dan hemen önceki son Cahiliye devrinde şairin sosyal mevkii bu derece yüksek değildi.

Bu durum bize Hz. Muhammed (s.a.v.)’e çağdaşlarının “cinlenmiş şair (şairun mecnun)” dediklerini anlatır. Müşrik Araplar Hz. Muhammed (s.a.v.)’de onu başka cin çarpmış şairlerden ayıracak bir özellik görmeyi inatla reddetmişlerdi. Onların gözlerinde görülmez alemin bilgisine sahip olduğunu söyleyen bir insan vardı. Bu bilginin tabiat üstü bir varlık tarafından gökten indirildiğini söylüyorlardı. Bu tabiat üstü varlık, Allah olsun, melek olsun ya da şeytan olsun onlara göre neticede pek farkı yoktu hepsi cindi.

Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisine vahiy geldiği sıralarda şiddetli ruhsal ve fiziksel ızdırap göstermişti. Bundan dolayı onlar, onu da cinin yönettiği bir şair diye düşündüler. Vardıkları peşin ve doğal sonuç bu idi.

Müşrik Araplar arasında bu hükmün yaygın olduğu hakkında Kur’an ayetleri bilgi verir. Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in cin çarpmakla bir ilgisi bulunmadığını, cinin ona asla sahip olmadığını ısrarla söyler. Kur’an’ın konu üzerindeki bu ısrarı, Mekke’deki durumun böyle olduğu, Arapların böyle düşündükleri hakkında kuvvetli bir delildir.

Şimdi konu hakkında Kur’an’ın görüşüne dönersek görürüz ki Hz. Muhammed (s.a.v.)’e şair diyen müşrik Araplar Kur’an açısından çift günah işliyorlar, önce Allah’ı aşağı bir yaratık olan cinle karıştırmak, sonra da peygamberi cinin çarptığı bir şairle karıştırmak suretiyle iki günah işlemiş oluyorlar.

Kur’an’a göre peygamber (s.a.v.)’e gelen vahyin kaynağı cin değil Allah’tır. Bu ikisi arasında kesin bir ayrılık vardır. Zira Allah bütün kainatın yaratıcısıdır, oysa cinler yaratılmış varlıklardır.

Peygamber’le şair arasında da büyük fark vardır. Şair, tabiatıyla bir affaktır. Onun söylediği halis ifktir, ifk mutlaka “yalan” demek değil fakat gerçek bir temeli olmayan hak üzerine kurulmayan şey demektir. Affak söylediklerinin doğru olup olmadığını düşünmeyen, sorumsuzca ağzına geleni, hoşuna gideni söyleyen kimsedir. Halbuki Peygamber (s.a.v.)’in söylediği tam doğrudur, kesin ve haktır, başka bir şey olamaz. 72

O çağın Arapları arasında mecnun (cin tarafından sahip olunmuş kelimesi başka bir çeşit insana da söylenirdi ki bu kahin idi. Kahin (geleceği söyleyen) de cin tarafından yönetilen ve cinin verdiği ilhamın etkisiyle olağanüstü sözler söyleyen kimse idi. Kahin ile şairin ortak yanı çoktu. Dil bakımından kahini şairden ayıran en önemli nokta, kullandığı üslup idi. Kahin daima sözlerini seci denen uyumlu bir form içinde söylerdi. Sec günlük konuşma ile şiir arasında bulunan bir anlatım şeklidir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in çağdaşı olan müşrik Araplar dış üsluba bakıp ona kahin demişlerdi. Kur’an onların bu iddiasını şiddetle reddetmiştir.

“Rabbinin nimeti hakkı için sen ne kahinsin, ne de mecnunsun.”73

Kur’anda olağanüstü bir hadise olan vahiy, yapı itibarıyla insanı, konuşmasından ayırdığı gibi kaynağı cin olan bütün ilhamlardan da ayırır. 74

Bu husus Hakka süresinde Cenab-ı Hak tarafından şöyle dile getirilmiştir:

“Hiç şüphesiz o (kur’an )” çok şerefli bir elçinin sözüdür. Ve o bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz. Ve bir kahin sözü de değildir(O). Ne de az düşünüyorsunuz.

O alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (Onu yaşatmazdık). Hiç biriniz buna mani de olamazdınız. Doğrusu o Kur’an takva sahipleri için bir öğüttür.”75

Arap alemi cahiliye çağının sufli karanlığını yaşarken edebiyat ve belağatta zirvedeydi. Ancak Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ve Kur’an’ı –Kerim’in eşsiz icazı karşısında şaşkınlığa düştüler.

Son Peygamber iman bayrağını kılıfından çıkarmış kainatın merkezine dikmişti. Şimdi bütün dünyayı şahdamarından ürperten bu haber ülkeden ülkeye, kulaktan kulağa çarparak yankı yapıyordu. Mekke’de bir peygamberin zuhuru özellikle Mekke eşrafını zıvanadan çıkarmıştı.

“Allah’tan başka ilah yok, Muhammed O’nun Rasulüdür.” Araplar bu ilahi çağrı karşısında, ellerindeki en büyük silah olarak şiiri görüyorlardı. Rasulullah’ı bir elçi olarak değil, güçlü bir şair olarak veya sahir olarak görüyorlardı. Amaçları, güçlü şairleri bir araya getirerek, Abdullah’ın oğlu Muhammed’e, Kur’an ayetlerine karşı güç birliği yaparak Peygamberliğini yalanlamaktı.

Hz. Nuh devrinde zeneat, Hz, Musa devrinde tebabet, Hz. İsa devrinde sihir, Hz. Muhammed devrinde ise edebiyat, özellikle şiir zirvedeydi.

Kur’anı Kerim hem lafzı hem manası hem de muhtevası itibarıyla tam bir mucizedir. Gerek yapısındaki tasannu ve gerekse manasındaki hikmet ve ilim, onun icaz vechilerini (yönlerini) ortaya koymaktadır. İnsanlığın, ilanihaye bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kapasiteye sahip olan Kur’anı Kerim, her yönüyle ilahi bir mucizedir. Kur’an’ı Kerim fesahat ve belagat yönünden bir mucize olduğu gibi ilim, fen, teknik, astronomi, kozmografya, ruhiyat, içtimaiyat bakımından da ebedi bir mucizedir. 76

Kur’an-ı kerim nesir değildir. Nazım da değildir. O kur’an dır. O’na bu isimden başkası verilemez. Şiirin vezin ve kafiye gibi kaideleri ile mukayyet değildir. Çünkü o başka nesirlerde bulunmayan kaidelerle mukayyettir. Mesela ayetlerin sonundaki duraklar ve ona mahsus musıki ahengi….

Ağıtı ile mersiyesiyle, hicviyesi ile şiiri güçlü Arap şairlerinin dilinde tam bir silah; bir ok, bir mızrak, bir kılıç, Bedir hezimetinin üzerinden bir ay geçince bu silahlar mü’minlerin üzerine çevrildi. Kureyş ve yahudi şairleri amansız bir sanat taarruzuna başladılar. Söyledikleri etkileyici şiirlerle toplumu sarsıyor; insanların iman etmelerine mani oluyor, hatta kalplere şüphe tohumları ekiyorlardı. Münkir şairleri, yazdıkları şiirlerle azgın islam düşmanı Ebu Cehil ve Bedir’de ölen diğer büyüklerini övüyor, buna mukabil başta Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere müslümanları kötülüyorlardı. O kadar ileri gidildi ki Kur’an-ı Kerim’e nazire yazmak güya onu gölgede bırakmak için çalışmalara başlandı.

Kur’an-ı Kerim’ i dinleyenleri büyüleyen, müşriklere ve kafirlere galip gelen ayetler karşısında Mekke’nin şairleri aciz kalıyor: “Bu ancak yenilmez bir sihirdir” diyorlardı. Onlar için tek çare Kur’an-ı Kerimi dinlememek ve dinletmemekti. 77

Müşriklerin en büyük silahı Peygambere ve tebliğ ettiği esaslara (Kur’an’a ) karşı güvendikleri güçlü şairlerdi. Ancak Kur’an’ın belağatı karşısında dize gelen ve İslamı en erken kabul eden de yine şairlerdi.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

I. KUR’AN “ŞİİR” HAKKINDA NE DİYOR

Kur’an’da geçen şiir ile ilgili ayetler genellikle şu iki konuyu içerir:

a) Cahiliye şairlerinin içinde bulundukları olumsuz durum. Kur’an’ı şiirle alt edeceklerine inanmaları.

b) Peygamberimize yöneltilen şairlik ithamları.

Kur’an şiir sanatının zirveye ulaştığı bir dönemde nazil olmaya başladı. İlahi kelamın büyüleyici güzelliği karşısında şaşkınlığa uğrayan müşrikler, hemen Hz. Peygamber’i cinlerle ilişkili bir şair olarak değerlendirme yoluna gittiler. Daha sonra da müşrik şairlerin Hz. Muhammed (s.a.v.)‘e yönelik saldırıları başladı. Bu iki önemli nedenle şiir ve şairler Kur’an’ın konuları arasına girdi.

Kur’anda şiir kelimesi bir kere, şair kelimesi de beş kere (birinde çoğul olarak) geçer.78



II. KUR’AN DA ŞİİR VE ŞAİRLE İLGİLİ AYETLER

Kur’an-ı Kerim’de şiir 36/69, şair 21/5, 37/36, 52/30, 69/41, şuara 26/224 79 yer almaktadır.

“Biz ona (Muhammed’e ) şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O’nun getirdiği sade bir zikir ve parlak bir Kur’an’dır.”80

“Onlar, “Hayır! Bu sözler, karışık rüyalardır. Yok onu kendisi uyduruyor; yok o bir şairdir. (Bunlar) yoksa bize evvelki (peygamber)lere gönderildiği gibi bir mucize getirsin..!” dediler.”81

“Ve , “Biz, bir mecnun şair için, ilahlarımızı bırakır mıyız?” derlerdi.”82

“Yoksa, “O bir şairdir, biz onun felaketini gözetliyoruz” mu? diyorlar?83

“O, bir şair sözü değildir. Siz pek az inanıyorsunuz.”84

“Şairlere ise, sapıklar tabi olur.”85

Kur’an-ı Kerim’de şiir ve şair kelimeleri bu ayetlerde geçmektedir. Şiir ve şair kelimelerinin doğrudan geçmeyip, şiire ve şairlere değinen, konuya ışık tutan ayetler de vardır. Şimdi bu zikredilen ayetlerde şiiri ve onu inşa eden şairin konumunu irdelemeye çalışalım.

II.I. “Biz Ona Şiir Öğretmedik”

“Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. Onun getirdiği sade bir zikir ve parlak bir Kur’andır.”86

“Biz ona şiir öğretmedik” cümlesi Hz. Muhammed (s.a.v.)‘in Allah tarafından öğretildiğine, dolayısıyla da, Allah’ın dilediği şeyleri öğrendiğine, dilemediklerini de öğrenmediğine bir işarettir.

II.II. Kehanet Ve Sihir İsnadının Anlamı

Kafirler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, içlerinde sihir ve kehanetin de bulunduğu pek çok şeyi isnad etmiş oldukları halde, Allah, “Biz ona sihri…” ; ”Biz ona, kehaneti öğretmedik” dememiş, özellikle “Biz ona şiir öğretmedik” buyurmuştur.

Kehanete gelince, onlar bunu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, Hz.Peygamber (s.a.v.)’in gaybtan haber verip, haber verdiği şeyler de söylediği gibi çıktığı için isnat ediyorlardı. Sihri ise, mesela ayın yarılması, çakıl taşlarının ve hurma kütüğünün konuşması vb. şeyler gibi, başkasının yapamadığı şeyleri yaptığı için isnat ediyorlardı. Şiiri de, Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara Kur’an okuduğunda ona nisbet ediyorlardı. Ancak ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an ile tehaddi etmiş, meydan okumuştu. Nitekim Cenab-ı Hak, bu hususu, “Kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde iseniz, onun suresi gibi olan bir sure getirin bakalım…”87 buyurarak beyan etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Eğer benim peygamber oluşum hususunda şüphe ediyor iseniz, o kütüğü konuşturun; yahut, büyük bir kalabalığı doyurun” ve “Gaybdan haber verin” dememiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in meydan okuyuşu sözle olup ve onlar da Hz. Peygamber (s.a.v.) konuşurken “şiir söyledi” diye itham edince, Cenab-ı Hak, şiir öğretmediğini özellikle belirtmiştir.

II.III. Kur’an’ın Şiirden Farkı

“Ve ma yembeğî leh” ne demektir?

Bir takım kimseler, “ Bu, onun için mümkün değildir!” manasındadır” derken, diğer bazılarına göre, “Bu onun için kolay değildir” anlamındadır. Hatta Şöyle ki: “ O, bir şiir beyti söylemeye kalkışsa, ondan, kafiyesi tutarsız şeyler duyulur” manasındadır” demişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) “ Ve ye’tiyke men lem tüzevvid bilehbari” şeklinde okumuştur. Bu hususta, bundan daha güzel bir izah da, bu ifadenin, zahiri manasına göre manalandırılmasıdır ki, zahiri manası da, “şiir ona yakışmaz ve ona uygun değildir” şeklindedir. Bu böyledir, çünkü şiir, lafız ve vezne riayet için, mânayı değiştirmeye sevk eder; bunu gerektirir. Binaenaleyh Şari-i Hakim’e göre, lafız manaya tabidir. Şaire göre ise, mana lafza tabidir. Çünkü şair, şiirin vezninin veya kafiyesinin, sıhhate kavuşacağı lafızları seçer. Böylece de işte bu lafızlardan ötürü, manalar hayal etmeye ihtiyaç hisseder. Bu izaha göre diyoruz ki: Şiir, öncelikle, vezni göz önünde bulundurularak yazılan vezinli (ölçülü) sözdür. Ama manayı ön plana alan kimseden de, bazen ölçülü ve kafiyeli sözler çıkar. Dolayısıyla bu kimse, böylece şair olmuş olamaz. “Len tenalu’l birra hatta tunfikû mimmâ tuhibbûn” 88 ayeti, (ahenkli ve ölçülü olduğu halde), bir şiir değildir. Şairden, “Failatün failatün” vezninde, ayetteki kadar hareke ve sükunu (açık ve kapalı hecesi olan) bir söz sadır olduğunda, bu şiir olur. Çünkü şair, hareke ve sükun bakımından harflerin lafızlarını bu şekilde getirmeyi ön plana almış, manayı ise ikinci derecede almıştır. Hakim ise, manayı ön plana alır. Böylece de manayı o lafızlarla ifade eder. İşte bu izahla “Hz. Peygamber (s.a.v.) de, bir iki beyit şiir söylemiştir” diyenlerin sözleri cevaplanmış olur. Bu şiirde, Hz. Peygamber (s.a.v.) in “Ene ennebiyyu la kezib/ ene ibnu abdi’l muttalib”: “Ben peygamberim, bunda hiç yalan yok. Ben Abdulmuttalib’in oğlu (torunuyum)”89 şeklindeki şiiridir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunları söylerken vezni ve kafiyeyi ön plana almadığı için, bu bir şiir değildir. Buna göre eğer, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den kafiyeli ve ölçülü uzun bir söz sadır olsa bile, bu, Hz. Peygamber (s.a.v.), o sözlerin lafızlarını ön plana almadığı ve esas maksat edinmediği için bir şiir olmaz. Bahsettiğimiz bu hususu, şu da te’yid eder. Sen, insanların çarşı-pazarda konuştukları sözleri incelediğinde, bunlar içinde de, şiir bahislerine benzer, ölçülü tekerlemeler bulabilirsin. Fakat ne o sözü söyleyen şairdir, ne de bu söz, o kimse lafzı ön plana almadığı için, bir şiirdir. Hem sonra Hak Teala’nın, “O, bir öğütten ve açıklayan bir Kur’an’dan başkası değildir” İfadesi de, bu hususu doğrulamaktadır. Yani “Bu Kur an bir zikir (öğüt) tür ve manayı esas almış bir va’zu nasihattir.”

Şiir ise, kafiye ve vezinle süslenmiş bir sözdür. Burada şöyle bir incelik vardır: Hz. Peygamber “Şiirde, hikmet de vardır”90 buyurmuştur. Bu, “şair, lafzı esas alır, lafza göre hikmetli bir mana uygun düşebilir” demek olup, tıpkı hikmetli kimsenin manayı hedef alıp, bir şiir veznine uygun düşürmesi gibi. Fakat hakim, bu vezin sebebiyle şair olmaz, şair de bahsedilen bu şeyden ötürü hakim olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), onun şiirini hikmet diye adlandırdı. Allah Teala, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şair olmadığını bildirmiştir. Çünkü lafız, mananın kalıbıdır. Mana ise, lafzın kalbi ve ruhudur. Binaenaleyh kalp varken, kalıba bakılmaz. Böylece de sözü, ölçülü, kafiyeli olan hakim yine hakim olur. Sözünün ölçülü olması, onu hakim olmaktan çıkarmaz. Sözünden öğüt alınan şair de hakim olmuş olur.91

Şiirde anlam, dilin müzikalitesi ve ritmi karşısında genelde ikinci derecede kalırken, Kur’an’da tam tersi geçerlidir. Çünkü Kur’an’da, kelimelerin seçimi, sesleri ve cümle içindeki konumları ve dolayısıyla melodisi ve ritmi daima kastedilen anlamın destekleyicisi niteliğindedir.92

Yani; Biz Azîmüşşan Muhammed (s.a.v.)’e şiir ta’lim etmedik. Zira şiir; külfetle söylenir, kafiye ve vezinle örülmüş muzahref uydurma bir söz olduğu gibi evham-ü hayalat üzere bina kılınmış bir takım mevhumattan ibarettir. Binaenaleyh; Kur’an’la şiir beytinde asla müşabehet yoktur, böyle mevhumat ve hayalatla uğraşmak Muhammed (s.a.v.)’e layık olmaz, yakışmaz ve Muhammed (s.a.v.)’in söylediği Kur’an ise bir takım makul fenler ve hükümlerle dolu, saadet-i dareyne isal edecek ahkamla müzeyyen, şiirde mevcut olan mevhumattan münezzehtir.93

Kureyşli müşriklerin bir kısmının peygamberi şair ve getirmiş olduğu Kur’an’ı “şiir” diye nitelemelerine karşılık vermektedir. Oysa Kureyş’in büyükleri için, durumun hiç de öyle olmadığı ve Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği mesajın onların dillerinde alışık olduklarından başka bir şey olduğu aşikardı. Oysa Kur’an ile şiiri birbirinden ayırt edemeyecek kadar gafil değillerdi. Ancak bu yaptıkları bu yeni dine ve onu getirene karşı halkın arasında açmış oldukları propaganda savaşından başka bir şey değildi. Onlar, bu mücadelelerindeki propagandası belki halk Kur’an’ı şiirle birbirine karıştırabilirler diye Kur’anın etkileyici, edebi üslûbuna dayanmakta idi.

Yüce Allah burada, Rasulullah’a şiir öğrettiği iddialarını reddetmektedir. O öğretmediğine göre, kim öğretebilir şiiri ona? Hiç kimse Allah’ın kendisine öğrettiğinden başka bir şey bilemez.

Sonra da Yüce Allah, “zaten ona gerekmezdi” diyerek ona şiirin yakışmadığını ifade buyuruyor.

II.IV. Şiir Duygusal Bir Tepkidir

Şiirin kendine özgü, peygamberlikten ayrı bir yolu vardır. Şiir duygusal bir tepkidir. Ve bu tepkiyi ifade etmektir. Tepki ise şekil değiştirir, durumdan duruma değişebilir. Peygamberlik ise sabit, değişmez bir yol, sırat-ı müstakim üzere bir çizgidir. Peygamberlik, yüce Allah’ın şu varlık alemine hakim olan değişmez kanunlarına uyar.

Bu yol, şiirin bir hal üzere kalmayan yenilenip duran iç tepkilerine göre değişmesi gibi gelip geçici duygulara göre değişmez.

Peygamberlik, sürekli yüce Allah ile irtibat, onun vahyini direkt olarak almak ve hayatı Allah’a yöneltmek için sürekli bir gayrettir. Oysa şiirin en yüksek mertebesinde, bilen insanın anlayışı, yetenekleri ile sınırlı olan düşünceleri ve insan olması sebebi ile nisbi güzellik ve olgunluğa yönelik özlemleridir. Şiir bu, en yüksek mertebesinden daha aşağı basamaklara düşünce artık duygusal tepkiler ve iç güdülerden öteye gidemez.

Şiir en yüksek mertebesinde yeryüzünden yükselen özlemler iken peygamberlik özünde gökten inen bir hidayettir.94

Kur’an’ın sözlerinde şiir sözünün vezin ve kafiyesi yoktur. Mana bakımından ise şiir, gerçek olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayali kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara, duygu oyunlarına aittir. Kur’an ise Hakk’ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi ve ilahi yadigardır.95

Rasulullah’a şiir öğretilmediği zaten ona yaraşmayacağı ifadesi ilk bakışta şiiri kötüleme izlenimi vermektedir. Halbuki o dönemde şair kelimesi sadece şiir sanatında becerisi olanlar için değil, aynı zamanda görünmeyen alemle irtibatları bulunan kişiler hakkında da kullanılıyordu. Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kabul etmek istemeyen ve hakkında türlü sıfatlar uyduran müşriklerin onu şair olarak nitelemeleri de bu sebebe dayanıyordu. Zaten Kur’an’ın şiir olmadığı açıkça görüldüğü için, Hz. Peygamber hakkında bugün bilinen anlamıyla şair demeleri, ileri sürdükleri iddiaya güç katamaz ve böyle bir gerekçeyle kamuoyunu etkileyemezlerdi. Nitekim müşriklerin Resulullah hakkında ithamlar içeren ifadelerinde Kur’an için “şiir” nitelemesi yer almamakta, sadece Hz. Peygamber şair olarak nitelenmekteydi. (Bk. Enbiya 21/5; Saffat 37/36; Tur 52/30; Hakka 69/41). Kur’an’da şiir kelimesi sadece bu ayette (Yasin Sür. 69 da) geçmektedir.


Yüklə 401,78 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin