Sözlerime Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü minnettarlık duygularıyla anarak başlıyor, sizleri en içten duygularla selamlıyorum. ATATÜRK, gerçekten her yönüyle büyük bir önderdi. O, bir komutan, bir lider, bir devlet adamı, bir düşünür, bir devrimci, bir bilim, eğitim, kültür ve sanat adamıydı. Hangi yönünü anlatmaya kalksak saatler sürecektir. O sebeple ben bugün burada ATATÜRK’ün yalnızca dilimiz konusundaki bilinçli ve duyarlı tutumuna dikkat çekebileceğim.
Bana göre ATATÜRK’ün en üstün yönlerinden birisi, bir devlet adamı olarak eğitim, kültür ve sanata önem vererek bu çalışmalara doğrudan kendisinin de katılmış olmasıdır. O, siyasi bir lider gibi değil, daima hep halkını ve devletini düşünen bir “devlet adamı” ciddiyetiyle konulara eğilmiştir. Çünkü; O, bir düşünürün ifade ettiği gibi, “Politikacılar gelecek seçimleri, devlet adamları ise, gelecek nesilleri düşünürler” sözünün gereği olarak hep gelecek nesilleri düşünmüştür. ATATÜRK, bu ileri görüşlü yönünü bir sözünde şu şekilde somutlaştırmıştır: “Ufka doğru yürüyen yolcunun yalnızca ufku görmesi kâfi değildir; ufkun arkasını da görebilmesi gerekir.”
Şimdi, ATATÜRK’ün dilimizle ilgili olarak yaptığı çalışmalara şöyle bir göz atalım:
ATATÜRK, Millî Mücadele’yi başarıyla tamamladıktan sonra, ülkenin imarından önce halkın eğitim ve kültür açısından geliştirilmesine özel bir önem vermiştir. Bu gerçeği şöyle ifade eder: “Dil meselesi, memleketin yükselme mücadelesinde başlıbaşına bir geçittir.”
1928: Yazı Devrimi
1932: Dil Devrimi(Dil ve Tarih Kurumları)
1936: DTCF’nin kuruluşu
1936: Güneş Dil Teorisi
ATATÜRK, dil çalışmalarına bizzat katılmış; “açı, üçgen, dörtgen, beşgen, teğet, artı, eksi…” gibi matematik terimlerini kendisi türetmiştir.
Dil konularına, toplantılarına başkanlık edecek ve bizzat yeni terim türetecek kadar bilinçli yaklaşan ATATÜRK’ün bizleri miras bıraktığı güzel dilimiz acaba bugün ne durumdadır?
Türkiye’de kitle iletişim araçlarında Türkçenin çok güzel kullanıldığını söyleyebilmek ne yazık ki zordur. Güzel Türkçemizin söyleyişine çok fazla dikkat edilmemektedir. Yerel ve argo ifadelere çok fazla yer verilmektedir. Pek çok kelime ve kalıp, ifade yanlış kullanılmaktadır. Bu durum ise, dilimizin o güzelim ses ahengini ve estetiğini kaybettirmektedir.
Televizyon dizileri ile hayatımıza gizlice ve hissettirmeden sokulan sinsi kelimeler var. Fark ettirmeden konuşmalarımızın içine sızdılar. Gençler arasında ağızdan ağza dolaşarak yayıldılar. Gençlere bu durumun Türk dilini yozlaştırdığını söyleseniz, şu cümlelerle karşılaşırsınız herhâlde:
“Oha falan oldum” duydunuz mu? Türk dili yozlaşıyormuş. Böyle “manyak güzel” bir dil yozlaşabilir mi? “Artı” bizim dilimiz son derece köklü. Öyle kolay değil zarar görmesi. Saçmalık bunlar ve bu saçmalıklardan “kal geldi”artık. Söylenti “lan” bunlar. Ortalık bu söylentilerle “yıkılıyo”. “N’olcak” şimdi? Türkçe elden gidecek “deeermişim”. “Çüş falan, yaaani”, buna izin verecek “diiliz” “heralde”, “bi” “şiler” “yapcaz” artık.
Kitle iletişim araçlarındaki uygunsuz argo ve basit ifadelere özellikle çocuklar ve gençler arasında yoğun bir ilgi var. Duyulan bir argo sözcük özellikle üniversite gençleri arasında hemen yaygınlaşıyor.
Üniversite gençliği hem yaşı hem de içine yeni atıldığı toplumsal statü gereği kendisini gösterme ve bilgisini ispatlama gayreti içindedir. Tespitlerime göre, üniversite gençliği kendilerini iki şekilde göstermenin gayreti içindeler: Birincisi toplumun genel kabullerine aykırı kılık-kıyafetle, ikincisi ise farklı bir dil kullanma şeklindedir. Bu noktada en başta yeni ve farklı olmak kaygısıyla her türlü “absürt” kelime, deyim ve ifadeler bu gençliğin ilgi alanına girmektedir.
Ayrıca, yerel ağızların aşırı derecede kullanıldığı televizyon programları ve diziler de dilimizi yozlaştırıyor. Yerel ağızları o bölgelerde yaşayanların kullanmasında da bir mahsur yoktur. Ancak, bunların televizyon dizilerinde âdeta reklam edilmesi çocuklarda dil gelişimini olumsuz yönde etkiliyor. Bizleri ortak duygularda buluşturan dili, ortaklıktan koparıyor. Belki dizilerde yöresine göre, bir iki karakter yerel ağızları kullanabilir. Ama, bazı diziler tamamen o yörenin ağız özelliğini yansıtıyor.
Bu durumda edebî Türkçe estetiğini kaybediyor. Güzel Türkçemizdeki o eşsiz kalıplar, deyimler, atasözleri ve birbirinden güzel ikilemeler bir kenarda bırakılıyor; onların yerine yerel, basit, anlamsız, argo ile karışmış, yanlış kelimelerin sokulduğu garip ifadeler kullanılıyor. Sadece estetik bozulma da söz konusu değil. Bunlar beraberinde uygunsuz davranışları, basitleşmeyi ve hatta duyarsızlığı da getiriyor. Televizyon bağımlıları, söz ve davranışlarında ilgisiz, özensiz ve duyarsız hâle geliyorlar.
Dildeki bu tür basit ifadelerin öncelikle düşünce sistemimize önemli darbeler vurduğunu düşünüyorum. Çünkü, yapılan yeni araştırmalar gösteriyor ki dil ile düşünce arasında büyük bir ilişki vardır. “Dil, düşüncenin evidir” biçiminde ifade edilen bu gerçek, aslında Türkçemiz için de son derece geçerlidir. Dil ne kadar zengin, doğru, güzel ve işlek olursa düşünce de o oranda duru, açık, gelişmeye uygun olacaktır. Dolayısıyla burada söz konusu olan sadece dil değil, bütünüyle geleceğimizdir. Çocukların, gençlerin düşünce ufukları, hayal güçleri hep dil sayesinde gelişir. Çağdaş dünyaya ayak uydurmak, yeni bilimsel ve sanat eserleri ortaya koymak ana dili bilgisine bağlıdır.
Günümüzde basın yayın araçlarında Türk dilinin kullanılmasını bozan etkenlerden birisi de gereğinden çok fazla yabancı kelimenin ve hatta çeviri kalıplarının kullanılmasıdır. Türkçe, özellikle İngilizce kelime ve kalıpların akınına uğramış durumdadır.
YABANCILAŞMA!
Büyük iş yerlerinin müşterilerine verdiği kartlar üzerinde bulunan “club card” ifadesini son derece anlamsız buluyorum. Yine, “özgeçmiş” gibi çok güzel ve anlamlı bir kelimemiz dururken “CiVi” ya da televizyonun kısaltması olan “TiVi” gibi kısaltmaları da duyarsızlık ve özenti örneği olarak değerlendiriyorum. Bunların yanında Türkçede karşılığı olan “konsensüs (uzlaşma)”, “puzzle (yapboz)” gibi kullanımların da Türkçeye zorla sokulması beni son derece rahatsız ediyor.
TÜRKÇE ADLAR
İş yeri adlarındaki yabancılaşma ise, artık bütün sınırları aşmıştır. Ekonomik beklentiler her türlü değeri alt üst eder noktaya gelmiştir. Cadde ve sokaklarımız yabancı ülkelerin görüntü ve adlarıyla doldu! Ben buradan herkesi iş yerlerine Türkçe adlar vermeye davet ediyorum.
“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır
ATATÜRK
Dilimizi, kültürümüzü, estetiğimizi bütünüyle yok etmek isteyen, Atatürk’ün ifadesiyle “dahilî ve haricî bedhahlarımız” ne yazık ki var. Bunları tek tek adlandırmak şart değil. Bir kısmı, belki gerçekten “gaflet ve dalâlet” içerisinde olabilir. Ama, kaynağı yurtdışında olan bazı mihraklar bu yabancılaştırma hareketini plânlı, amaçlı ve eş güdümlü olarak sürdürmekteler. Bunun arka planında ulusal değerlerin yok edilmesi ve küresel egemenliğin, tektipleştirmenin yattığı biliniyor.Yine O’na kulak verelim:
“ Beni görmek demek, behemehal yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kâfidir.”
(1929)
“ İki Mustafa Kemal var: Biri ben, fâni Mustafa Kemal; diğeri, Türk milletinin daima kalbinde ve kafasında yaşatacağı Mustafa Kemaller idealidir. O, ben değil, “biz” dir. O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur.”
“Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen buna dayanacaksın. Önüne sonsuz engeller çıkaracaklardır. Kendini büyük değil; küçük, zayıf, vasıtasız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu güçlükleri aşacaksın. Ondan sonra da büyüksün derlerse, bunu diyenlere güleceksin.”
Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlik, kafa ve gönül olarak acaba bugün bu sorumluluk anlayışının neresinde yer almaktadır? İlerisinde mi, gerisinde mi? Yakınında mı uzağında mı? Görevin gerektirdiği kimlik açısından yeterli duygu ve sorumluluğa sahip midirler. ? “Sorumlu” mudurlar, “sorunlu”mudurlar?
Hemen ve üzülerek belirtmeliyim ki, gençliğimizin bu günkü portresi, dün Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençliğin tam bir portresi değildir. Ne yazık ki, günümüz Türk Gençliğinin önemli bir bölümü, Atatürk’ün güvenine lâyık olmanın çok; hem de pek çok gerisinde kalmış bulunuyor. Böyle olmakla beraber, gelinen bu noktada bütün suçu da gençlere yüklemenin haksızlık olacağını düşünüyorum. Zira, bu portre bir eserdir ve hepimizin eseridir. Ne yazık ki devlet olarak, millet olarak, anne- babalar olarak, eğitimciler olarak el ele vermişiz ve ortaya böyle üzüntü verici bir eser çıkarmışız. Şimdi karşısına geçmiş bu eseri, kendi eserimizi hüzünle seyrediyoruz. Onu eleştiriyoruz. Dahası, eleştirme hakkını kendimizde bulabiliyoruz .
İşte, kaçınılmaz sonuç: Karşımızda “sorumlu” değil, “sorunlu”bir gençlik var. Bu gençlik, kanmış, kandırılmış, kamplara bölünmüş. Birlik yok, dirlik yok. Birinin ak dediğine diğeri kara diyor. Gençlerimiz , din, siyaset ve ideoloji tacirlerinin demir tuzağına düşmüşler. Kullanılıyorlar. Hem de acımasızca kullanılıyorlar. İşin daha da acıklı yanı, bu gençlerimizin büyük çoğunluğu, nasıl bir çıkmaza girdiklerinin farkında bile değiller.
Hakkından gelebildik mi yoksulluğun, sefaletin?
Uygar uluslara eşit yeni buluşlardan ona muştular götürebildik mi?
Uzaya Türk adını ATATÜRK kapsülü ile yazabildik mi ?
Uluslar uzak dünyaların fethine çıkarken, biz uyanabildik mi?
Kahvelerde değil, laboratuvarlarda sabahlayabildik mi ?
Uygar uluslarla arayı kapatabildik mi ?
İşte, yine başlarımız önümüze eğik. Sıra bu sorulara cevap vermeye gelince, nedense, dut yemiş bülbüle dönüyoruz. Hiçbirine “evet” diyemiyoruz. Susuyoruz, susuyoruz...
Hayatı, insanları, dilimizi ve edebiyatımızı seviniz. Edebiyat eserlerini okuyunuz. Onlarda kendinizi bulursunuz ya da toplumu seyredersiniz. Öğrenirsiniz; öğrendikçe güçlenirsiniz, güçlendikçe özgür olursunuz. Sonuç olarak diyorum ki, zamanınızı iyi kullanınız. Her şey mevsiminde gerek. Su akarken testinizi doldurunuz . İlgili olunuz, bilgili olunuz. Sizleri dilimiz konusunda daha bilinçli olmaya davet ediyorum.
“ Gençler, benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! ... Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı, çok memnun ve çok mesudum. Buna cidden sevinmekteyim. Fakat beraber yaşadığımız müddetçe benim hedefime yürümenizi hepinizden talep etmek, meşru bir hakkım olarak tanınmalıdır.”
Büyük Atatürk “Türk demek, Türkçe demektir.” diyerek bir gerçeği vurgulamıştır.Peyami Safa’nın veciz bir sözü var: “Hiç kimse dilin vatandan daha az kutsal olduğunu söyleyemez”. Bence dilimiz konusunda herkes bilinçli, tutarlı, gayretli olmalıdır. Yabancı kelime ve kavram kullanmak, tek başına gelişme ve ilerlememize bir katkı sağlamaz. Ve asla unutmayalım ki bir insan en iyi, en sağlam, en verimli düşünceyi ancak ana dili denizinde üretebilir. Dilimizi korumak ve geliştirmek aslında bütünüyle kültürümüze ve geleceğimize sahip çıkmaktır. Dilimiz, kimliğimizdir; kimliğimize sahip çıkalım!
Yahya Kemal, dili “ağzımda anamın ak sütü gibi helal” bir varlık olarak değerlendirirken Fazıl Hüsnü Dağlarca, “dilimiz ses bayrağımızdır.”demektedir.
Yazar Turan Oflazoğlu, “Kimlik, kim olduğunda ayak diremektir” diyor. Gelişmeye, çağdaşlaşmaya ve evrensel değerlere açık olalım ama özümüzden de kopmayalım. “Türk, Öğün, Çalış Güven” ilkesini asla unutmayalım ve şairin dizelerine kulak verelim:
Bir damla asil kanda bin mucize saklıdır.
Bu topraklar Türklüğe inanmakta haklıdır.
Akdeniz’e tank gibi koştu bütün kağnılar,
Ey sevgili İstiklâl,şanlı Dumlupınar!
Elbet yiğit olanlar lâyık böyle toprağa,
Selâm şanlı orduya, selâm şanlı bayrağa.
Selâm istiklâl için çarpışana,ölene,
Selâm toprağa düşüp ölürken de gülene...
Selâm ey Başkumandan Mustafa Kemal,selâm!
Emanetin yaşıyor, güven, imanımız tam;
Omuzlarımız hisar,başlarımız burç yurda,
Can vermeye and içtik, hepimiz tek uğurda.
Dağlarda ateşten bir heykel midir şu beden?
Yabancı mı gönlüne ayrılık, sevgi, keder?
Kızıl bir yangın gibi coşan muharebeden,
Bir kıvılcım sıçradı,sen misin,söyle nefer?
Nasıl gökten bir damla beklerse ekinler,
Bu toprak da, süngünden sızan kanla serinler.
Sen yolunu şaşırma,ne derlerse desinler,
Kalbin acırsa,düşün:Düşmanın kalbi mermer.
Sözlerime ATATÜRK’ün o veciz sözleriyle son vermek istiyorum: