3.İslam mezhebleri Arasında Tefrikaya Son Verme
Yolundaki Çalışmalar
Türkler ve Kafkasyalıların tarihlerinde din değiştirdikleri ancak iman değiştirmedikleri bilinen bir husustur. FıtRi olarak İbrahimi imana sahip oldukları için özellikle İslamiyete geçişlerinde travma yaşamadılar. Ancak tarihi, coğrafi ve kültürel gelenekleri gereği İslamiyetin farklı akâid yorumlarını kabul etmişler; netice olarak bir kısmı Sünni (Hanefî, Şafii vd.), Şii (Caferi/ İsNa AşeRi), Alevi/ Kızılbaş, Ehl- Hakk, Zeydî ve İsmailî gibi mezhepleri benimsemişlerdir. Türkler arasında Hıristiyanlık ve Musevilik gibi semavî dinlerin yanı sıra, yakın bir tarihî zaman içerisinde tesis edilmiş olan Bahai dini, öte yandan Altay dinlerinin sâlikleri de bulunmaktadır. Öte yandan birbiri ile cedelleşen ve tekfirle suçlayan onlarca tarikat ve cemaat da cabası…
Türklerin İslam dinini kısa sürede ve topluca denEbilecek bir çoğunlukla kabul etmiş olmasını Antakya Süryani/ YakuBi Patriği Mikail şöyle yorumlamaktadır: “Türkler, üç sebepten dolayı İslamiyeti kabul ettiler. Bunun birinci sebEbi; Türkler, eskiden oturdukları iç bölgelerde bile gözle görünen gökyüzünü Tanrılaştırmış olmalarına rağmen daima tek Allah’a iman etmişlerdir. Bu hal o kadar kat’idir ki; bugün bile içlerinden birine sorulacak olsa hemen cevap verir: “Gök Tanrı” der. Çünkü onların dilinde “Gök”, mavi; “Tanrı” da Allah demektir. Türkler, gökyüzünü yegâne Allah zannederler. İşte bundan dolayı Arapların tek bir Allah ilan ettiklerini öğrenince hemen onların dinini kabul ettiler.” (Süryani Mikâil, Chronik, s.56/ Kemal Vehbi Gül, Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması, s.19)
Bildiğimiz üzere Saddam’ın Kuzey Irak’a saldırısından sonra Irak’tan Türkiye’ye büyük bir göç dalgası yaşanmışdı. Çok sayıda Kerkük/ Irak Türkmeni ve Kürt Türkiye’ye sığınmışdı. Kimlik tespitinde;
(…)
-Milliyeti: Türkmen
-Dini: İslam/ Şii; İslam/ Hanefi; İslam/ Alevi
veya
(…)
-Milliyeti: Türkmen
-Dini: Hıristiyan/ Katolik; Hıristiyan/ Ortodoks.
Velhasıl hem askeriye, hem de çeşitli kuruluşların temsilcileri şaşırıp kalmış, ne yapacaklarını bilememişlerdir. O günlerin gazete ve dergi koleksiyonlarına göz atılırsa yetkililerin şaşkınlığını görebilirsiniz. Yani bir insan hem Türkmen, hem de Hıristiyan, Kızılbaş veya Şii olamazmış gibi. Bu şaşkınlık ve politika üretememe bugün Irak Türkmenleri’nin paramparça olmasına neden oldu. Türkmenlerin bir grubu Kürtler içerisinde, bir grubu Güney Şiileriyle birlikte hareket etmektedir. Şiiler de, Sünniler de şaşkın ve sahipsiz vaziyettedir. 30-50 bin arasındaki Hıristiyan Türkmen ise, kendilerine sahip çıkılmaması nedeniyle çil yavrusu gibi dağılmıştır. Türkmenlerin perişan olmalarının altında yatan gerçek din ve mezhep ayrılıklarıdır. Kürtler, Hıristiyan, Musevi ve Yezidîlerine, ayrıca Süryani ve Ermenilere sahip çıkarken, Türkmenler hâlâ sığ Sünni-Şii, Kızılbaşlık derdinde zavallı vaziyettedirler. Ortak lider çıkarma becersi bile gösteremediler. Halbuki Türkmenlerle Kürtlerin nüfusu birbirine yakındır. Ancak aralarında derin bir fark var: Kürtlerin Amerika ve İsrail gibi uzatmalı sevgilileri var.
Kerkük-Türkmen petrolü mü? Onun akıbeti gerçekten belirsiz. Kesin olan, mezhep kavgası ve çekişme içerisindeki sahipsiz Türkmenlere koklatmayacaklarıdır.
Kasr-ı Şirin Antlaşması 17 Mayıs 1639:
Kasr-ı Şirin Antlaşması, Türkiye-İran ilişkilerinin normalleşmesinin Miladıdır. Kasr-ı Şirin’den sonra Osmanlılar ile İranlılar çatışmamış mıdır? Elbette çatışmıştır. Sınırda düzeleme olmamış mıdır? Elbette olmuştur. Ancak gerek savaş ve çatışmalar, gerekse sınır düzenlemeleri Kasr-ı Şirin ruhunu değiştirememiştir. Bağdat Safevilerin eline geçtikten sonra, Osmanlılar bu kenti geri almak için savaşmak durumunda kalmıştır. IV.Murat Revan seferine de bu dönemde çıkmıştır. Bağdat alındıktan sonra, Osmanlılar Safevilerle antlaşma masasına oturmuştur. 13 gün süren müzakerelerin ardından 17 Mayıs 1639 tarihinde Kasr-ı Şirin’de barış antlaşması imzalanmıştır. Bu dönemde Osmanlı tahtında IV.Murat, Safevi tahtında ise Şah Abbas’ın torunu Şah Safi oturmaktaydı. Bağdat Osmanlı’da kaldı, İrevan İran’a bırakıldı. Antlaşma metnine; İran’ın Kars, Ahıska, Van, Şehr-i Zor, Bağdat ve Basra’ya taarruz etmeyeceği hususu da ilave edildi. Daha sonraki tarihlerde iki imparatorluk arasında savaşlar ve çatışmalar çıksa da, meseleler bu antlaşma temelinde çözümlenmiştir. Kasr-ı Şirin, aynı zamanda günümüz Türkiye-İran ve Irak-İran sınırlarını da büyük ölçüde belirlemektedir.
Kasr-ı Şirin Antlaşması, iki ülkenin mezheb meselesini aşma yönündeki gayretlerine de şahitlik etmektedir. “Hülefâ-i Râşidin’den Ebu-Bekir, Ömer, Osman ve peygamberin eşlerine sebb ve lânet edenlerin men’i” hususu da sulh şartları arasına girmiştir. Kasr-ı Şirin, bundan sonra Selçuklu coğrafyasını ayıran değil, birleştiren barış ve huzur antlaşması olarak hizmet etmelidir. Sınırın her iki yakasında yaşayan toplumlar, Selçukluların mirasçısıdır. İranlılarla Türkler arasındaki ortak payda, Selçuklu’dan miras kalan müşterek coğrafya, tarih ve kültürdür.
Nadir Şah Afşar:
Nadir Şah Afşar, Mugan Çayırlığı’nda düzenlenen büyük kurultayda şahlığı kabul etmek için bazı şartlar ileri sürdü. Kurultaya katılan hanlar ve beyler, saltanat makamının Nadir Han’ın hakkı olduğunu ifade ediyordu. Kurultaya 15 bin kişinin katıldığı kaydedilmiştir. Öte yandan Osmanlı ve Rus sefirleri de bu kurultayı izlediler. Nadir, 12 sütunlu çadırının önünde “Taht-ı Nadiri” adıyla şöhret kazanmış olan tahtın üzerine çıkarak, misafirlere “Hoş geldiniz!” dedikten sonra, misafirlere gönderdiği mesajı bu defa şahsen Türkçe tekrar etti. Katılanların tamamı, Nadir Han’ı İran Şahı olarak görmek istediklerini beyan ettiler. Nadir Han-Kırklu Afşar, üç maddelik bir ahitNamenin kabul edilmesi halinde Şahlığı uhdesine alacağını ifade etti. Bu ahitName metninde şu ifadeler yer almaktadır:
1.Safevi hanedanı mensupları saltanattan vazgeçeceklerdir.
2.Müslümanlar arasında fitne, fesat ve katliamların kaynağı olan Safevi mezhebi terk edilecek ve Hülefâ-yı Râşidin’den Ömer ve Osman’a lânet okunmasından vazgeçilecekdir.
3.Bundan sonra saltanatın benim oğullarıma kalacağı taahhhüt edilsin ve buna vefa gösterilsin!
Nadir’in HusuSi Münşibaşısı Mirza Mehdi-Han Esterabadî, bu ahitName metnini iki nüsha hazırlayarak, üç gün süreyle kurultaya katılanların isimleri ve ünvanlarını yazarak mühürletti.
Bu ahitName metninin suretlerinden biri, bir süre önce Kelat’ta bulundu. Dâniş BozorgNiya vesilesiyle satın alınarak “İran BasTan” Müzesi’ne hediye edildi. Ancak zamanın yıpratıcılığına maruz kaldığından bir bölümü kararmış ve okunmaz hale gelmiştir. Bkz.→Batı Azerbaycan BV
Osmanlı ordusu Şah Tahmasb’ı yendikten sonra, yapılan antlaşma ile Aras nehri iki ülke arasında sınır kabul edildi. Osmanlılar lehine İran’ın toprak kaybı büyüktü. İran’ın doğusundaki gailelerle uğraşan Başkumandan Tahmasb-kulu Nadir Afşar, İran’ın toprak kaybı ile sonuçlanan bu antlaşmayı duyunca, şiddetle kaşı çıkdı. Şah Tahmasb’ı ülkeye ihanetle suçlayan hakaret dolu bir mektup yazarak Isfahan’a gönderdi. Osmanlılarla yapılan bu antlaşmayı tanımadığını bildirdi. Ordusuyla hızla başkent Isfahan’a girdi. Şah Tahmasb, kaçma imkânı bulamadığından Nadir’i büyük bir merasimle karşılamak durumunda kaldı. Bütün yetkilerini Nadir Afşar’a devretti. Nadir, Şah Tahmasb’ı azlederek, yerine altı aylık olan oğlu Abbas Mirza’yı Şah ilan etti. Kendisi de saltanat naibi oldu. Ardından Osmanlıların eline geçen toprakların geri alınması için harekete geçti.
Osmanlıların tanınmış kumandanı Topal Osman Paşa ile Dicle ile Tur-Abidin arasında karşılaştı, başarılı olamadı. Ordusuna düzen verdikten bir süre sonra Bağdat’ın kuzeyinde takrar karşılaştılar. 26 Eylül 1733 tarihinde cereyan eden savaşda, 70 yaşında olan Osman Paşa şehit oldu ve Osmanlı ordusu yenildi. Nadir Afşar, Osman Paşa’nın cenazesine büyük saygı gösterdi ve Bağdat’a gönderdi. Osman Paşa’nın ölümünün ardından doğu cephesine Köprülüzade Abdullah Paşa gönderildi. Erivan yakınlarında cereyan eden savaşta Abdullah Paşa da hayatını kaybetti ve Osmanlı ordusu yenildi.
1735 yılı barış görüşmeleriyle geçti. Osmanlı, Gürcistan ve Batı Azerbaycan arazisini (Türkmençay Antlaşması’ndan sonra Rusların yarattığı günümüz Ermenistanı) İran’a bırakıyordu. Ancak Nadir Afşar Diyarbakır, BAbil ile Fırat’ın doğusundaki bütün araziyi istiyor ve Fırat’ın iki ülke arasında sınır olmasını talep ediyordu. Bunun yanı sıra, yüklü bir tazminat da istekleri arasındaydı. Osmanlılar, özellikle Fırat’ın sınır kabul edilmesine şiddetle karşı çıktı. Nadir de fazla ısrarcı olmadı. Nasıl olsa Afganlılar zamanında kaybettiği yerlerin tamamını almış bulunuyordu. Nadir için artık Şah olma sırası gelmişti. Bu isteğine de Nail oldu.
Osmanlı ve İran delegeleri Erzurum’da idiler. Bir türlü neticeye varamıyorlardı. İran’ın istekleri şunlardı:
1.Diyarbekir ile beraber Fırat’ın ötesindeki bütün arazinin İran’a terki.
2.Osmanlı’nın Tebriz, Gürcistan ve Batı Azerbaycan üzerindeki haklarından vaz geçmesi.
3.Hind padişahları ve İran’ın düşmanları ile Osmanlı’nın ittifak yapmaması.
4.Osmanlı’nın Ermeni ve Gürcü esir satmaması, Osmanlı’daki İran esirlerinin yol masrafları Osmanlı tarafınca karşılanmak şartıyla serbest bırakılması ve İran’a gönderilmesi.
5.İran’ın Mekke’de Şiilere mahsus bir camiye sahip olması, İran’dan Mekke’ye giden paraların Şah adına toplanması için orada İranlı tahsilDarlarının bulunması.
6.Sünni ve Şii mezhepleri arasındaki ihtilafın kaldırılması.
Birinci ve beşinci maddedeki şartları Osmanlılar kabul etmediler. Beşinci maddenin, “İranlıların Mekke’ye serbestçe Osmanlı arazisinden gidip gelebilecekleri” suretinde değiştirilmesini istediler. Şah bunu kabul etti. Birinci teklifi kabul etmektense, ebedi bir harbe gireceklerini bildirdiler. Nadir Şah, nihayet bu maddeden de vazgeçti. Ancak Osmanlı’nın kendisini meşru Şah olarak tanımasını şart koştu. Anlaşılıyordu ki, artık Şah olmuş, sulh arzu ediyordu. Savaşa gerek kalmamıştı.
Bu şekilde barış yapıldı. Taraflar birbirlerine elçi gönderdiler. İran elçisi Bakî Han antlaşmayı onayladı. Altıncı maddeyi uygulatmakla görevlendirildi.
*
EDerundan yetişmiş olan Topal Osman Paşa, Nadir Han’a gönderdiği mektuplarından birinde, onun deve çonbanı olduğuna vurgu yapmış olmalı ki, Nadir mektubunda şu nazma yer vermiş:
Şóbânî be-Şahan eger Budî ayb
Çerâ Budî Musa şóbân-ı Şuayb
Çobanlık şahlara ayıp idiyse
Musa, neden Şuayb’ın çobanlığını yaptı? (Dr.Rıza Nur, Türk Tarihi, 5.cilt, s.124-151)
Ali Merdan Topçubaşı/ Topçuyev:
Kendisi Dağıstan Sünnilerinden olan Ali Merdan Topçubaşı, 16-21 Ağustos 1906 tarihinde Moskova’da “Sünnilik-Şiilik arasında fark olmadığı” yönünde prensip kararı aldırabilmiştir. Onun sayesinde Azerbaycan ve diğer Kafkas ülkelerinde yaşayan Sünni ve Şii Müslümanlar arasındaki ihtilaflar ortadan kalkmıştır.
Ali Merdan Topçubaşı siyaset, diplomasi, idarecilik, hukuk, basın ve sosyal alanlarda temayüz etmiş seçkin bir şahsiyettir. Mümtaz şahsiyetler arasında hak ettiği şerefli yerini, “Azerbaycan İstiklal Mücadelesi”nde vermiş olduğu hizmetlerle pekiştirmiştir. Tam adı Ali Merdan Bey Topçubaşı Ali-Ekberoğlu’dur. Aristokrat ve varlıklı bir ailenin çocuğu olarak 04 Mayıs 1862 yılında Tiflis’te dünyaya gelmiştir. Hakkında bilgi verilen kaynaklardaki tarihlerde birer yıllık tarih değişiklikleri bulunmaktadır. Bu Hicri tarihlerin Miladî’ye çevrilmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Ali Merdan Bey, küçük yaşta babasını kaybetmiştir. 1884 yılında Bir Numaralı Tiflis Lisesi’ni tamamladıktan sonra, Petersburg Hukuk Fakültesi’ne girmiş ve 1888 yılında üstün başarı ile bitirmiştir. Ana dili Türkçe’nin yanı sıra Rusça, Farsça, Fransızca, Gürcüce ve İngilizce dillerine vakıfdı. Bir süre Rusya’da meslekî çalışmalarda bulunduktan sonra 1894 yılında Bakü’ye gelmiştir. Aynı yıl Azerbaycan Matbuâtının kurucusu Hasan Bey ZerdABi Melikzade/ Melikov’un kızı Peri hanımla evlenmiştir.
Avukatlık yapan Topçubaşı, bütün engelleri aşarak, perde arkasından Bakülu ünlü petrol zengini Hacı Zeynelabidin Takizade/ Takiyev’in finanse ettiği Türkçe “Hayat” dergisini çıkarmıştır. Kısa süre içerisinde “İbtida”, “Kaspi” ve “Bakinsky Torgovı-Promışlenniye Listok” gazetelerini de kontrolüne almıştır. Kafkas Müslümanları’nın problemlerini, kıvrak zekâsı ve hukuk bilgisi ile donatarak kaleme alması kısa sürede dikkatleri üzerine çekmiş, Türklerin hâmisi ve lideri konumuna yükselmiştir. Bu nedenlerden ötürü sıkı takip altına alınmıştır.
Ali Merdan Topçubaşı ve Hacı Zeynelabidin Takizade’nin ev sahipliğinde yapılan bir toplantıda; “Kafkas Bölgesinde SiyaSi ve İdari Reform”un kaçınılmaz olduğunun Çar Hükümeti’ne bildirilmesi ve Azerbaycan’dan Petersburg Temsilciler Meclisi/ Devlet Duması’na temsilciler gönderilmesi hususları görüşülerek karara bağlanmıştır. Çar Hükümeti’ne gönderilecek istekleri içeren “TalepName”nin kaleme alınması görevini de Ali Merdan Bey üstlenmiştir. Bu “TalepName”, Azerbaycan tarafından yapılan ilk yazılı istek olması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır.
Başladığı her işi sonuçlandırmadan bırakmayan Ali Merdan Bey, bu sahadaki çalışmalarının da neticesini almıştır. Nihayet 8 Nisan 1905 Tatar Türkü Reşid İbrahimov’un Petersburg’daki evinde, diğer Müslüman delegelerin de katılımı ile “Rusya Müslümanlarının İlk İstiŞaRi Toplantısı” gerçekleştirilmiştir. Bu toplantıda bir siyasi partinin kurulması da kararlaştırılmıştır.
Ali Merdan Bey, Rusya Müslümanlarının I. (15 Ağustos 1905), II. (13-23 Ocak 1906) ve III. (16-21 Ağustos 1908) Kongrelerine Azerbaycan’ı temsilen katılmıştır. Yine Ali Merdan Bey başkanlığında yapılan Nijni Novgorod Kongresi, I. ve II. Kongrelerden farklıydı. Zira Çar Hükümeti, bu kongrenin yapılmasına müsaade etmişti.
Kongrede, Topçubaşı’nın hazırlamış olduğu “İttifak” Partisi’nin tüzük ve programı yeniden görüşülmüş ve gene kendisi tarafından hazırlanmış olan 32 maddelik Türk/ Müslüman çocuklarının eşit eğitim talepleri ile ilgili taslak da görüşülerek kabul edilmiştir.
Bu toplantıda iki mühim mesele karar altına alınmıştır. Bunlardan biri “Müslüman Kadınlara seçme ve seçilme hakkı”nın verilmesi, ikincisi de “Şii Kafkasya Müslümanları ile Sünni Tatarlar/ Türkler Arasında Mezhep Ayrılığı”nın “İttifak” çalışmalarını etkilememesi idi. Her iki teklif de Ali Merdan Bey tarafından yapılmış ve onun savunması ile karara bağlanmıştır. Burada Tatar Türkleri kasdedilmektedir. Bunun yanı sıra Rusların, Azerbaycan Türkleri’ni zaman zaman “Tatar” olarak da isimlendirdiğini de vurgulamak gerekir.
27 Nisan 1906-22 Temmuz 1906 tarihleri arasındaki yasama döneminde, I. Devlet Duması’na Azerbaycan’ı temsilen A.M.Topçubaşı, Memmed Taki Aliyev, Esadullah Muradhanov, İsmailhan Ebulfeth-Hanoğlu Ziyadhanov ve Dramaturg Abdurrahman Hakverdiyev seçilmişlerdir.
Ali-Merdan Bey Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ve Kuzey Kafkasya halklarının din, milliyet farkının yanı sıra –doymaz Ermeni iştihasını bilmesine rağmen, müşterek menfaatleri bakımından “Bir Arada Yaşama” imkânına sahip oldukları görüşünü, yani Kafkasya Federasyonu’nu her zaman savunan bir politikacı idi. Kuzey ve Güney Kafkasya halklarının birleşmemesi halinde, yabancı boyunduruğuna düşme riskinin her zaman olduğuna inanıyordu.
Topçubaşı, 1918 yılının sonlarında İstanbul’da yayınladığı “Azerbaycan’ın Teşekkülü” kitabında, “Kafkasya Seymi”ni şöyle dile getirmektedir: “Mavrerâ-yı Kafkas Seymi, bu memleketin tarihinde en parlak şanlı sayfası olarak icraatını 9 Nisan 1918’de Maverâ-yı Kafkas İstikLalini ilan etmekle yapmıştır. Mavererâ-yı Kafkas Seymi, işbu teşebbüsü ile Azerbaycan Türkleri, Ermeniler ile Gürcüleri bir derece daha birleştirmiş ve Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan adı ile her birini müstakil ve ayrı birer vahdet-i siyasiyye add ve telakki ettiğine biNaen üçünden mürekkeb bir Mavrerâ-yı Kafkas Cumhuriyeti Birliği vücuda getirmekle üç milleti hukuki rabıtalarla birbirine daha ziyade bağlamıştır”.
O’nun tek hedefi vardı: Kayıtsız şartsız Azerbaycan’ın bağımsızlığı.
Ne yazık ki, 09 Nisan 1918’de “Kafkas Seymi”nin Kafkasya’nın İstikLalini ilan ettiği toplantıya rahatsızlığı nedeniyle katılamamıştır. Üstelik de bu sırada bulunduğu Bakü’de kanlı Mart hadiselerini bütün feCaati ile yaşamıştır.
28 Mayıs 1918’de Azerbaycan’ın millî bağımsızlığının ardından, Haziran 1918’de Gence’de kurulan II.Fethali Han Hoylu Kabinesi’nde Devlet Bakanlığı’na getirilmiş, 06 Ekim 1918’de kabinede yapılan değişiklikte Dışişleri Bakanlığı görevi verilerek, hükümeti temsilen önce Gürcistan’a, daha sonra da fevkalade yetkili murahhas olarak İstanbul’a gönderilmiştir.
Ali Merdan Topçubaşı, İslam dinine son derece bağlı, iman ve inanç dolu bir Müslüman idi. Sünni olmasına rağmen, daima mezhep ayrılıklarının karşısında olmuştur. Her fırsatta bunu dile getirerek, İslam dünyasına, özellikle Azerbaycan’a zarar verdiğini ifade etmiştir.
02 Ekim 1918’de Osmanlı Sadrazamı TAlât Paşa tarafından kabulünde, TAlât Paşa: “Berlin’i ziyaretimde, oradaki Rus Sefiri Loffe, ‘Kafkasya’daki Müslümanlar Şii’dirler, siz Türkler ise Sünni’siniz’” dediğini, kendisinin de Sefire, “Bak, ben Türküm ama Şii’yim” cevabını verdiğini anlatmış. Ali Merdan Bey de, “Eğer ben de sizinle Berlin’de bulunmuş olsaydım, Loffe’ye derdim ki; bak ben de Kafkasya Müslümanıyım, ama Sünni’yim” derdim. Bu ifadesiyle mezhep ayrılığının artık önemli olmadığını vurgulamak istediği aşikârdır.
Topçubaşı, yeni seçilmiş Şeyhül-İslam’ı 28 Ekim 1918’de ziyaretinde, Şeyhül-İslam’ın Kafkasya’da, bilhassa Azerbaycan’da gençlerin dine karşı ilgilerini sorması üzerine Topçubaşı, “Azerbaycan’da müstemleke idaresinin manevi değerleri tahrip ettiğini, Kafkasya’daki din adamlarının Rusların elinde oyuncak olduklarını, ancak şimdi Azerbaycan’da Sünni-Şii meselesinin ortadan kalktığını” ifade etmesi üzerine, Şeyhül-İslam: “Buna çok sevindim, bunu bilhassa sizin ağzınızdan duymak beni çok-çok Şad etti. Elbette ki bu fark, bir Allah’ı tanıyan ve Kur’an’ı kabul eden Müslümanları ayırmamalıdır. Bu bize tarih boyunca çok zarar vermiştir. Şükür olsun Allah’a ki, Kafkasyalılar bu belayı anlamışlardır”. Konuşmaları neticesinde Topçubaşı, Şeyhül-İslam’a; “Bu I.Petro’dan kalma Rusların ananevî bir siyaseti idi, artık iflâs etmişdir” dedi.
A.M.Topçubaşı’nın başkanlığında 16 Ağustos 1906 yılında Rusya Müslümanları’nın III. Kurultayı’nda, kendisi tarafından hazırlanıp Kongrece de kabul edilen 32 maddelik Rusya Müslümanları’nın eğitim ve diğer problemlerini içeren karar taslağında, Topçubaşı’nın “Kafkasya’daki Sünni-Şii mezhep ayrılıkları”nın, kurduğumuz bu teşkilata etkili olmaması teklifi “İttifakül-Müslimîn”ce kabul edilmiştir.
Bağımsız Azerbaycan kurulduktan sonra yerleşmiş olan bu gelenek devam etmişdir. Sünni ve Şii mezheb temsilcilerinin katılımıyla “Meşîhat-ı İslamiyye” kurulmuştur. Sünni müftü ile Şii şehulİslam, birlikte köy köy dolaşarak, mezheb ihtilafı diye bir şeyin mevcut olmadığını halka anlatmış, İslam tarihinden örnekler vermişlerdir. Halk, bu samimi dini temsilcilerin telkinlerini saygı ile karşılamış ve kabul etmiştir. Günümüzde Kafkasya’da Sünnilik ile Şiilik arasında herhangi bir ayrılık kalmamış, camiler de o dönemden itibaren birleşmiştir. (Dr.M.Kengerli, “Ali Merdan Topçubaşı…, Azerbaycan Kültür Dergisi, Kasım-Aralık 1996, s.6-12; Dr.Hamit Civeger, Azerbaycan Folklor Derlemeleri; Hüseyin Baykara, Azerbaycan İstiklal Mücadelesi, s.279)
Millî Müsavat Partisi Kurultaylarında Din ve Mezhep:
Azerbaycan Millî Müsavat Halk Partisi 1911, 1919 ve 1936 yılları kurultaylarında kabul edilen programlarında mezhepler arasındaki ihtilafları ortadan kaldırmak amacıyla bazı yapıcı hususlara yer vermişdir:
Müsâvât Partisi’nin 1911 yılı programı:
Madde 4: “Milliyet ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün Müslüman halqın birleştirilmesi gerçekleşdirilecek”.
Müsâvât Partisi’nin 1919 yılı programı:
İkinci Hisse, Madde 12: “Hürriyet-i vicdan temam me’nası ile icra olunub, ehaliden kimse din ve mezhebi ve e’tiqadı üçün veyahut mövcud dinlerden ve mezheblerden herhangi birini isterse gebul ve red etdiyi üçün te’qib ve tezyiq edilemez”.
İdare-yi Ruhâniye Meselesi, Madde 52: “İslam din âlimlerinin heysiyyet ve hürriyyetlerini temin etmek ve eyni zamanda dahi möminleri etiqad ve içtihadlarında temamiyle şer-i şeRifin ve’z elediyi esaslara bağlamaq üçün firge, İdare-yi Ruhaniyye’nin ilqasını ve ülemanın ‘RuHani’ Nam-ı mes’uli ile memuRin-i dövletde bir sınf-i mehsus teşkil etmemesini müvafiq görür”.
Müsâvât Partisi’nin 1936 yılı programı:
Madde 5: “Din, mezheb ve cinsiyet ferqi gözetmeden her Azerbaycanlı qanun nezerinde her cihetce müsavî ve tam hukuklu bir vetandaş olub medenî, siyasi, aqidevî ve fikRi hürriyetlerden istifade edecekdir”. (“Millî Müsavat Halk Partisi Vatan Azerbaycan’a Döndü ve Halkımızın Sevgilisi Oldu”, Azerbaycan Kültür Dergisi, yıl: 41, sayı: 285. Metnin diline müdahale edilmemiştir)
Şeyh Mahmut Şaltut:
Aydın ve ıslahatçı bir kişiliğe sahip olan Şeyh Mahmut Şaltut (1893-14 Aralık 1963), Mısır Ezher Üniversitesi hocalarından ve daha sonra aynı üniversitenin rektörlüğünü yapmıştır.
Şaltut, Rektör Şeyh Muhammed Merağî zamanında Ezher’e çağrılmıştır. Merağî, dışa bağımlı yönetimin ıslahata ve eğitimin yenileştirilmesine karşı olması nedeniyle istifa etmiştir. Yerine tutucu bir kişi olan ZevâhiRi atanmış ve devlet programını uygulamıştır. Şeyh Mahmut Şaltut, 17 Eylül 1931 tarihinde ZevâhiRi tarafından Ezher’den uzaklaştırılmıştır. Avukatlığa başlamış, 1935 yılında üniversiteye geri çağrılmıştır.
Şeyh Muhammed Merağî, 1937 yılında tekrar rektörlüğe getirilince, mezhep ve fırkalar arasındaki taasuba karşı olması ve vahye olan tutkusu nedeniyle Şeyh Mahmut Şaltut’u İslam Hukuku Fakültesi’ne dekan yardımcısı olarak tayin etmiştir.
Şeyh Mahmut Şaltut, daha sonraları Ezher Üniversitesi’nin rektörü oldu. Rektörlük görevi sırasında en önemli çalışması, Ehli-Sünnet fıkhının yanı sıra, Şia fıkhını okutmasıydı. Şöyle diyordu: “Ezher Üniversitesi’nde, Mezhepleri Yakınlaştırma Kurulu’nun gözetimi altında her türlü taassuptan uzak ve delillere dayalı olarak Ehli-Sünnet ve Şia fıkhı tedris edilmelidir”. 1948 yılında Kahire’de İslam mezheplerini yakınlaştırmak amacıyla “Dar’üt-TagRib teşkilatı”nı kurdu. Aynı dönemde İran’da da benzer amaçla “Mecme-i TagRiBi MeZahib-i İslami/ İslam mezheblerini Yakınlaştırma Kurulu” adıyla bir merkez oluşturuldu. Şeyh Şaltut, bu merkezi övmüş ve desteklemiştir. Her iki merkez Hanefi, Hambelî, malikî, Şafii, Şii-Caferi ve Zeydî mezheplerinin hak mezhep olduğunu savunmaktaydı.
Şeyh Mahmut’un ünlü fetvası şöyledir:
“İslam dini, kendisine inananları belli bazı mezheplere uymak zorunda bırakmamıştır. Her Müslüman, doğru bir şekilde nakledilmiş ve ahkâmları kendi kitaplarında yazılı olan herhangi bir mezhebe uyabilir. Söz konusu dört mezhepten (Hanefî, Hambelî, malikî ve Şafii) birine mensup olan bir Müslüman, bu dört mezhebin dışında başka bir mezhebe geçEbilir.
Caferi mezhebi olarak bilinen İmamiyye mezhebine uymak, diğer Ehli-Sünnet mezheplerine uymak gibi Şer’î açıdan Caizdir.
Dolayısıyle Müslümanlar, söz konusu mezheb hakkında yersiz taasuplardan vazgeçerek, bu hakikati anlamalıdır. Zira Allah’ın dini, herhangi bir fırkanın tekelinde değildir. Bütün mezheb kurucuları müctehid idiler ve ictihadları Allahi dergâhın indinde kabul edilecektir. Müctehid olmayan kimseler, herhangi bir mezhebe uyup, o mezhebin fıkhıyla amel edebilir. Bu hususda ibâdetler ve muameleler arasında hiçbir fark yokdur”.
Şeyh Mahmut Şaltut
Bu fetva doğrultusunda, Caferiler Sünni mezheblerden birini seçEbileceği gibi, Sünniler de Caferi mezhebine geçEbilecektir. (http://www.taghrib.ir -Ali Ahmed)
Âyetullahül-Uzma Seyyid Kâzım Musevi ŞeRiatmeDaRi:
Tebriz Türkleri’nden olan Ayetullahül-Uzma Seyyid Kâzım Musevi ŞeRiatmeDaRi, din adamlığının yanısıra, efsâne bir kişilik olarak da tarihe geçmiştir. Hayatının son döneminde hak etmediği muamelelere maruz kalmışdır.
Şeriatmedari’nin, Alevi/ Kızılbaş, Ehl-i Hakk ve Görânlar için verdiği “Pâk/Temiz” fetvası, Türkler ve Müslümanlar arasındaki mezhep ihtilaflarının ortadan kaldırılmasına büyük katkı sağlamışdır. “Alevi/ Kızılbaş, Ehl-i Hak ve Gôranlar, Pâk/Temiz’dir” fetvasının anlamı şudur: “Alevi/ Kızılbaş, Ehl-i Hakk ve Görânlar, İslam dairesi içerisindedir”. Kum’da üst seviyede din adamı olan öğrencileri, aynı fetvayı kabul ve tekrar etmiştir. Şeriatmedari’nin öğrencisi olan bu din adamlarından biri Hemedan Türklerinden olan Ayetullahül-Uzma Hacc Ağa NuRi Hemedani’dir.
Şeriatmedari, bir dönemin tanımış Ayetullahlarından olan Burucerdi’nin öğrencisidir. Tebriz Türklerinden olan Ayetullah Engecî, Şeriatmedari’nin hem medrese arkadaşı, hem de yakın dostudur. Hocaları Burucerdi gibi mezhepler arasındaki tefrikaya her zaman karşı olmuşlardır. Tebriz’deki çeşmelerin büyük bir bölümü, geniş bir aile olan Engecîlerin hayratıdır.
03 Nisan 1986 yılında vefat etmesine rağmen Azerbaycan Türkleri, Gilan, Mazenderan ve Kürdistan Caferilerinin büyük bölümü merci-i tAglid olarak Ayetullah Şeriatmedari’nin fetvalarına uymaya devam etmektedir.
Rejim değişikliğinin ilk yıllarında, Sünni Türk bölgelerinde şöyle bir slogan dolaşmakta idi: “Sünni-Şîe ferqi niye?/ Rehber-i Ma Humeyniye”. O dönemde propaganda merkezlerinin bulduğu takdir edilecek bir slogan. Sloganın tutarlı olmasından ziyade, içinin lâyıkıyla doldurulup doldurulmadığıdır. Sünniler üzerinde baskı yoksa, görev verilirken Sünni-Şii arasında fark gözetilmiyor ve liyakat esas alınıyorsa, bu saygı duyulacak bir gelişmedir. Haliyle bu problemin muhatabı İran’da yaşayan Hanefi ve Şafii mezhebine mensup Sünnilerdir.
*
Alevilik/ Bektaşîlik, Ehl-i Hakk/ Kızılbaş, Göran:
İsna Aşeriyye/ İmamiyye ve Ehl-i Sünnet tarafından Bâtınî zümre telakki edilip, “küfür” suçlamasına maruz kalan Ehl-i Hakk topluluğu, hem İran’da, hem de Türkiye’de büyük bir nüfusa sahiptir. Milyonlarla ifade edilen Alevi/ Kızılbaş/ Eh-i Hakk/ Görânların ekserisi Oğuz/ Türkmen’dir. İran’ı, Kafkasya’yı, Türkiye’yi ve Balkanları Müslümanlaştıran ve Türkleştiren Yesevî yolundaki bu insanların kendilerini ifade hakkı, sanki İmamiyye ve Ehl-i Sünnet’in tekelinde imiş gibi davranılmaktadır. Aralarındaki ihtilafları tam anlamıyla halledememiş olan İmamiyye ve Ehl-i Sünnet, Ehl-i Hakk Alevileri’nin Şiileştirilmesi veya Sünnileştirilmesi konusunda sanki ittifak halindedir. Ehl-i Hakk mensupları akla, hürriyete, inançlarına düşkünlükleri, laik tutumları ve üstün ahlaki vasıflarıyla bilinir. Ne inanç sistemleri, ne den ibadethaneleri, İmamiyye ve Ehh-i Sünnet tarafından bir türlü hazmedilip, kabul edilememiştir.
Sade haliyle Alevi/ BekTaşî, Ehl-i Hakk/ Kızılbaş ve Görân öğretisi ve öğütleri şunlardır:
“MezhEbini bil. Rehberini peder bil; Mürşidini Pirin vârisi bil; Yalan Söyleme; Haram yeme; Şehvetperest olma; Zina ve livata etme; Kin ve kibir tutma; Gıybet etme; Haset eyleme; Gördüğünü ört, görmediğini söyleme”. (M.Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İçyüzü, s.51)
Alevi/ Ehl-i Hakk/ BekTaşi/ Kızılbaş, Görân Öğretisinin Esasları:
1.Tarikatın şartları: Kabul, sevgi, rıza, hizmet, kalp bağı.
2.Tarikatın Ahkâmı: Marifet, cömertlik, bilme, sıdk, tevekkül, tefekkür, ihlâs, rıza.
3.Tarikatın Erkânı: İlim, hilmiyet, sabır, şükür, iyi ahlak.
4.Tarikatın Binası: Tövbe, teslimiyet, Allah korkusu, kanaat.
5.Tarikatın Vâcipleri: İrâde, korku, Allah’ı anma, dünyayı terk, hevesleri terk.
6.Tarikatın Farzları: Tenhaya çekilme, kalp ferahlığı, şevk ve ihsan. (KeMal Vehbi Gül, Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması, s.99)
“Âmentü” ortak paydasının, mezhepler arasındaki ihtilafların ortadan kaldırılması için yeterli olduğunu bilen Şeriatmedari, “Pâk/Temiz” fetvasını vererek, noktayı koymuşdur.
Dostları ilə paylaş: |