"Anlaşılan bu sorunun bazı yönleri hoşuma gidiyor!" diye düşündü.
Ama sonra birden tedirgin oldu: beklenmedik, kaygı verici bir düşünceyle rahatsız olmuş gibiydi. Tedirginliği gitgide artmaktaydı. Bakaleyev'in pansiyonuna gelmişlerdi.
Birden:
"Sen yalnız gir, dedi, ben şimdi dönerim."
"Nereye gidiyorsun? Geldik artık!"
"Gitmem gerek... Gitmeliyim... Bir işim var... Yarım saate kalmaz dönerim... Bizimkilere söyle"
"Öyleyse ben de seninle geliyorum!"
"Sen de mi bana işkence edeceksin!"
Raskolnikov bu sözleri öyle acı bir öfke, bakışlarında öyle derin bir umutsuzlukla söylemişti ki, Razumihin'in kolları yanına düştü. Bir süre merdivenlerde durup yüzü bir karış, Raskolnikov'un hızlı adımlarla evinin bulunduğu yönde yürüyüşünü 'izledi. Sonunda, dişleri kenetli, yumrukları sıkılı, Porfiri'yi hemen o gün bir limon gibi sıkacağına and içerek, kendilerini uzun süredir beklemekten herhalde telâşlanmış olan Pulheriya Aleksandrovna'yı yatıştırmak üzere merdivenleri çıkmaya başladı.
Raskolnikov evine vardığında tere batmış gibiydi, güçlükle soluyordu. Merdivenleri hızla çıkıp, kapısı kilitsiz duran odasına girdi ve hemen kapıyı çengelledi. Sonra, korkmuş, çılgına dönmüş bir halde, duvar kâğıdının arkasındaki deliğin bulunduğu köşeye atıldı, elini deliğe sokup birkaç dakika duvar kâğıdının en küçük kıvrımlarına varana dek her yanı yokladı. Bir şey
330
bulamayınca, ayağa kalktı, derin bir soluk aldı. Az önce Bakaleyev'in pansiyonunun önünde, birden, ya delikte bir şey kaldıysa, diye düşünmüştü: bir zincir parçası, bir kol düğmesi, ya da bunların sarılı olduğu, üzerinde kocakarının el yazısı bulunan bir kâğıt parçası..? Daha sonra reddedilmesi olanaksız bir delil olarak karşısına çıkabilirdi bunlar.
Dalgın, düşünceli, öylece ayakta duruyor, dudaklarında aşağılayıcı, bilinçsiz, tuhaf bir gülümseme uçuşuyordu. Sonunda şapkasını aldı ve sessizce odadan çıktı. Kafası karmakarışıktı. Dalgın bir halde sokak kapısına vardı.
Kalın bir sesin: "Işte kendisi!" dediğini duyunca, başını kaldırıp baktı.
Kapıcıydı bu, kendisini uzunca boylu, esnaf kılıklı bir adama gösteriyordu. Adamın sırtında bir yelek ve ropdöşambrı andırır bir elbise vardı. Bu haliyle, uzaktan köylü kadınlara benziyordu. Yağlı bir kasket bulunan başını öne doğru eğmişti: aslında adamın bütün vücudu öne doğru eğikti, kamburcaydı. Buruşuk, porsumuş yüzü, yaşının elliden fazla olduğunu gösteriyordu. Çukurlarına gömülmüş küçücük gözleri sert, hoşnutsuz bakıyordu.
Raskolnikov kapıcıya yaklaşarak:
"Ne var?" diye sordu.
Esnaf kılıklı adam, hiç acele etmeden gözucuyla onu uzun uzun ve dikkatle süzdü; sonra yavaşça döndü ve hiçbir şey söylemeden çıkıp yürümeye başladı.
"Ne oluyor?" diye bağırdı Ras'kolnikov.
Kapıcı:
"Şu adam", dedi, "gelip sizin adınızı vererek, burada şu adda bir üniversite öğrencisi oturuyor mu, kimin dairesinde oturuyor, diye sordu. Tam o sırada siz indiniz, kendisine sizi gösterdim, ama gördüğünüz gibi, çekti gitti!"
Kapıcının da ilgisini çekmiş gibiydi durum, ama anlaşılan bu o kadar fazla değildi; bir an düşündükten sonra dönüp odasına girdi.
331
Raskolnikov hemen adamın arkasından sokağa atıldı ve kendisini caddenin karşı yanında, yine bir şeyler düşünüyormuş gibi gözleri yerde ve yine aynı ölçülü, ağır adımlarla yürürken gördü. Adımlarını hızlandırıp adama yetişti, ama iyice yanına varmayıp, bir süre arkasından yürüdü. Sonunda aynı hizaya gelip yandan yüzüne baktı. Adam onu hemen farketmişti, bir an gözlerini kaldırıp baktı, sonra yeniden indirdi. Böylece bir dakika kadar yan yana, hiçbir şey konuşmadan yürüdüler.
Sonunda Raskolnikov:
"Kapıcıya... Beni soruyordunuz?" dedi, sesi nedense çok yavaş çıkmıştı.
Adam karşılık vermedi, hattâ dönüp bakmadı bile. Yine sessizce yürüyorlardı.
"Bu da ne demek oluyor?.. Hem gelip soruyorsunuz, hem de hiçbir şey söylemiyorsunuz..?" Sözcükler sanki ağzından çıkmak istemiyor gibiydi, sesi kesiliyordu Raskolnikov'un.
Adam bu kez gözlerini kaldırdı, uğursuz, karanlık bakışlarla Raskolnikov'u süzerek:
"Katil!" diye tısladı. Yavaşça, ama çok açık ve anlaşılır bir biçimde söylemişti bunu.
Raskolnikov'un birden bacakları kesilir gibi oldu, sırtında bir ürperti dolaştı, bir an yüreği bile sanki çarpmaz oldu; sonra birden, kendisini tutan bir çengelden kurtulmuşçasına hızla çarpmaya başladı. Böylece yüz adım kadar yanyana ve hiç konuşmadan yürüdüler.
Adam ona hiç bakmıyordu.
Raskolnikov duyulur duyulmaz bir sesle:
"Ne diyorsunuz siz?.. Ne katili?.. Kimmiş katil olan?" diye mırıldandı.
"Sen!" dedi adam, daha açık, anlaşılır ve etkileyici bir sesle ve Raskolnikov'un rengi gitmiş yüzüne, ışığı sönmüş gözlerine bakarak, gülümsedi: nefret dolu bir zafer gülümsemesiydi sanki bu. Bu sırada bir dörtyol ağzına gelmişlerdi. Adam soldaki caddeye saptı, sağa sola bakmadan doğruca yürümeye başladı.
332
Raskolnikov adamın ardından bakakalmıştı. Elli adım kadar yürüdükten sonra adam dönüp kavşakta hâlâ kımıldamaksızın duran Raskolnikov'a baktı. Gerçi bu kadar uzaklıktan seçilemezdi, ama adam yine nefret dolu bir zafer gülümseyişiyle bakıyor gibi geldi Raskolnikov'a.
Güçlükle yürüyerek gerisin geri odasına döndü, dizleri titriyor, müthiş üşüyordu. Şapkasını çıkarıp masanın üzerine koydu ve odanın ortasında on dakika kadar hiç kımıldamadan öylece ayakta durdu. Sonra bitkin düşüp kendini divana attı, hafif, hastalıklı inlemelerle bacaklarını kaldırıp iyice uzandı. Gözleri kapalıydı. Yarım saat kadar böylece yattı.
Hiçbir şey düşünmüyordu. Daha doğrusu dağınık, birbiriyle bağlantısız birtakım düşünceler, düşünce uçları uçuşuyordu kafasında, tâ çocukluğunda gördüğü, bir daha da hiç karşılaşmadığı, hiçbir zaman hatırlamayacağı birtakım insan yüzlerini görür gibi oluyordu: "V" kilisesinin çan kulesi, meyhanenin birinde bir bilardo masası ve bilardo oynayan bir subay, bodrum katta bir tütüncü dükkanındaki sigara kokuları, bir birahane, bulaşık suları .dökülmüş, her yanı yumurta kabuğu kırıklarıyla dolu, karanlık, pis bir merdiven, bir yerlerden duyulan çan sesleri... Bütün bu görüntüler kafasının içinde bir kasırga gibi dönüyor, yerlerini birbirlerine bırakıyorlardı. Bunlardan bazıları hatta hoşuna bile gidiyor, onları daha uzun süre canlı tutmaya çalışıyor, ama başaramıyordu: görüntüler parladıkları gibi, çabucak sönüyor, yitiyorlardı. Aslında, çok da fazla olmamakla birlikte, içinde onu ezen bir şeyler vardı. Bu, bazen hoşuna bile gidiyordu. Sırtındaki hafif ürpertiler henüz geçmemişti. Bu ürpertileri duymaktan da hoşlanıyor gibiydi.
Birden Razumihin'in telâşlı ayak seslerini ve konuştuğunu duydu. Hemen gözlerini yumdu, uyur gibi yaptı. Razumihin kapıyı açtı, bir süre eşikte durdu. Düşünüyor gibiydi. Sonra usulca içeri girdi, yine usulca divana yaklaştı:
"Bırak, uyusun! Yemeğini sonra yer!"
Ses Nastasya'nındı, fısıldayarak söylemişti.
333
Razumihin:
"Haklısın" dedi, ikisi birden usulca çıkıp, kapıyı kapattılar.
Yarım saat daha geçti. Raskolnikov gözlerini açtı, sırtüstü dönüp, kollarını başının altına geçirdi.
"Kim bu adam? Yerin dibinden çıkar gibi karşıma dikiliveren bu adam kim? Neredeydi ve ne gördü? Her şeyi görmüş, buna kuşku yok... Peki ama o sırada nerede duruyordu, nereden bakıyordu? Ve niçin bugüne dek durdu da, şimdi, yerin dibinden çıkar gibi çıkıveriyor? Hem nasıl görebildi, mümkün mü görebilmesi?.. Hımm... Sırtında yine o soğuk ürpertileri duydu. Nikolay'ın kapının arkasında bulduğu kutu..? Bu mümkün müydü sanki? Deliller? Bir milimlik bir şeyi gözden kaçırırsın, Mısır Piramitleri büyüklüğünde bir delil olarak karsına çıkar... O sırada orda bir sinek uçuyordu ve o gördü! Böyle mi yani? Hiç olacak şey mi bu?"
Birden, derin bir tiksinti ile çok zayıfladığını, vücutça düştüğünü duydu. Acı bir gülümsemeyle düşüncelerini sürdürdü:
"Bunu bilmeliydim... Kendimi tanımama, kendimi sezmeme rağmen, hangi cesaretle baltalara sarılıp da ellerimi kana buladım! Bunu önceden bilmek zorundaydım..." Umutsuzluk içinde mırıldandı. "Ben bunu önceden de biliyordum..!"
Arada bir, bazı düşünceleri, onu sanki hareketsizleştiriyordu:
"Hayır, o adamların yapıldıkları malzeme başka... Kendisi için hiçbir yasak olmayan gerçek hükmedici, Toulon'u topa tutar, Paris'te kırımlar düzenletir. Mısır'da ordularını unutur. Moskova'ya sefer düzenler, yarım milyon insanı harcar, Vilna'da bir kelime oyunuyla yakayı sıyırır, ölünce de heykelleri dikilir*.... Demek ki onun istediği her şeyi yapmasına izin var... Hayır,
1. Napolyon'la ilgili gerçekler... Toulon'un alınışı (17 Aralık 1793); Paris'te kralcıların ayaklanmasının bastırılması (Ekim 1795). Napolyon 1799'da Mısır seferine çıktı, ancak bu serüvenin çıkmaza girdiğini anlayınca, ordularını Mısır'da bırakarak Fransa'ya kaçtı ve burada iktidarı ele geçirerek, diktatörlüğünü ilân etti. 1812 yılında "yüce ordu"su Rusya'da bozguna uğradı. Bozgundan sonra yaptığı söylenen kelime oyunu ise şöyledir: "Yücelikten cüceliğe, bir adım". (Çev.)
334
böyleleri etten kemikten yapılmış olamazlar, tunçtan yapılmış bunlar!"
Aklına bambaşka bir şey geldi, gülümsedi:
"Napolyon, Piramitler, Waterioo ve bir memurdan dul kalmış karyolasının altında kırmızı çekmece bulunan sıska, iğrenç, tefeci bir kocakarı... Porfiri Petroviç'e nasıl anlatmalı bütün bunları? Nasıl inandırmalı? İnanır mı hiç böyle bir şeye! Bir kez, estetik engel buna. Hiç Napolyon bir kocakarının karyolası altına girer mi? Sünepe sende!"
Arada bir sayıkladığını sanıyordu: öylesine ateşleniyor, öylesine büyük bir coşkunluğa kaptırıyordu kendini.
"Kocakarı meselesi çok saçma! Evet, belki bir hataydı bu, ama sorun kocakarı sorunu değil! Kocakarı yalnızca bir hastalıktı... Ben onu bir an önce aşıp geçmek istedim. Ben bir insan öldürmedim, bir ilkeyi öldürdüm! Evet, bir ilkeyi öldürdüm, ama üstünden aşıp ötesine geçemedim, bu yanda kaldım... Yalnızca adam öldürmeyi becerebildim. Hatta, anlaşılan bunu bile beceremedim... İlke mi? Şu Razumihin denilen ahmak demin sosyalistlere niçin sövüyordu ki? Sosyalistler çalışkan adamlar... Ve tüccar kafalı... " "Genel mutluluk" için uğraşıyorlar... Hayır, ben dünyaya bir kez geldim ve bir daha da gelmeyeceğim: "genel mutluluk" falan bekleyemem... Ben kendim için yaşamak istiyorum, yoksa hiç yaşamayayım, daha iyi... Ben yâlnızca, cebimdeki rubleyi sımsıkı tutup, "genel mutluluk" bekleyerek aç bir annenin önünden geçmek istemedim. "Genel mutluluğu kurmak için gerekli tuğlaları taşıyor ve bundan da gönül rahatlığı" duyuyorlarmış!* Hah-hah-ha! Beni unuttunuz! Ben bir kez geldim dünyaya ve yaşamak istiyorum. -Birden delice bir gülüşle- estetik bir bitim ben, başka bir şey değil, diye sürdürdü düşüncesini; başkalarının felâketleri karşısında öç alırcasına sevinç duyanların duygularına benzer bir duyguyla bu düşüncesini didiklemeye,
Fourier öğretisini izleyenlerden Considerant ve 1831-40'ların öteki ütopik sosyalistlerinin yapıtlarında geçen bir cümleyi Raskolnikov alay etmek için çarpıtıyor. Cümlenin aslı şudur: "Apportez sapierre a T'edilice nouveau" (Yeni dünya yapısına kendi taşımı taşıyorum. (Çev.)
335
onunla oynamaya, ondan avuntu ummaya başladı. Evet, gerçekten bir bitim ben, çünkü, ilkin, şu anda bir bit olduğumu düşündüğüm için, bitim: ikincisi, bir ay boyunca, bu işi kendi zevk ve keyfim uğruna bir şeyler sağlamak için değil, sözde, soylu ve güzel bir amaca erişmek için yaptığıma, o yüce varlığı tanık gösterdiğim, onu rahatsız ettiğim için bir bitim. Hah-hah-ha! Üçüncüsü, işi yaparken, eşitlik ilkelerine ve aritmetik ölçülere olanaklar ölçüsünde uymayı benimsemiştim; bitler içinde en yararsızını, en bit olanı seçmiştim, onu öldürüp, ilk adımımı atmak için bana gerekli olan kadarını alacaktım, ne bir fazla., ne bir eksik... (Bu durumda geri kalan da herhalde kocakarının vasiyeti gereğince manastıra gidecekti, hah-ha!)... Ben kesinlikle bir bitim. Dişlerini gıcırdatıyordu. Ben belki de öldürülen, bitten de iğrenç bir bitim. Çünkü cinayeti işledikten sonra kendime böyle söyleyeceğimi sezinliyordum. Acaba dünyada bundan daha dehşet verici bir şey var mıdır? Ne alçaklık! Ne bayağılık! Atının üzerinde yalın kılıç naralanan "peygamber"! ne güzel anlıyorum: Allahın emri bu, ey "titreyen" yaratık,* boyun eğ! Askerlerini sokağın ağzına yerleştirip, herhangi bir açıklama yapmayı bile gerekli görmeden ve suçlu suçsuz demeden ateş açan "peygamber"in çok, ama çok hakkı var. Boyun eğ, ey titreyen yaratık ve istek duyma, sen, isteyemezsin, bu senin işin değil!.. Ah! Hiçbir zaman, hiçbir zaman bağışlamayacağım şu kocakarıyı!"
Saçları ter içinde kalmış, titreyen dudakları kurumuştu. Gözleri tavana dikiliydi.
"Annem, kızkardeşim... Nasıl da severdim onları! Şimdi neden nefret ediyorum? Evet, şimdi nefret ediyorum onlardan, fiziksel olarak nefret ediyorum, yanımda bulunmalarına katlanamıyorum. Bugün annemi öpmüştüm... Onu kucaklamak, sonra da böyle bir şey yaptığımı bilseydi, diye düşünmek... Acaba o sırada söyleyiverse miydim? Ne iyi olurdu! Hımm! Onu bütünüyle pençesine alan sayıklama haliyle mücadele ediyormuş gibi, büyük bir zorlulukla düşünüyordu: Benim gibiydi herhalde
... "titreyen" yaratık: Puşkin'in "Podrajaniya Koronu" (Kuran'ı taklit) şiirinden alıntı. (Çev.)
336
o da, bana benziyordu..? Ah! Nasıl nefret ediyorum şu kocakarıdan! Dirilse, sanki bir daha öldürebilirim! Zavallı Lizaveta! O da sanki ne diye çıkıp geliverdi! Tuhaf şey, o hiç aklıma, gelmiyor, sanki onu öldürmedim! Lizaveta! Sonya! Zavallı, uysal insanlar, tatlı bakışlı insanlar..! Sevimli insanlar!... Onlar niçin ağlayıp sızlamıyorlar? Onlar her şeylerini veren insanlardır... Sessiz sessiz, tatlı tatlı bakarlar... Sonya! Sonya! Ağzı var, dili yok Sonya!.."
Kendini kaybetmişti; bir anda kendini sokakta bulunca çok şaşırdı. Akşam iyice ilerlemişti, karanlık gitgide yoğunlaşıyordu. Tekerlek gibi bir ay, ortalığı her an biraz daha aydınlatıyordu. Ama hava nedense gündüze göre daha bir bunaltıcıydı. Yollar kalabalıktı. Esnaf ve çalışanlar, evlerine dönüyor, ötekiler geziniyorlardı. Hava kireç, toz ve durgun su kokuyordu. Raskolnikov üzüntülü, dalgın yürüyordu: evden bir amaçla çıktığını, bir şeyler yapması, hem de acele etmesi gerektiğini çok iyi hatırlıyor, ama bunun ne olduğunu bir türlü çıkaramıyordu. Birden durdu. Caddenin karşı tarafında bir adamın kendisine eliyle işaret ettiğini görmüştü. Yolun o yanına geçti, ama adam. birden arkasını döndü ve yürümeye başladı: sanki çağıran o değildi, başını eğmiş, hiçbir yana bakmadan yürüyordu. "Çağırdı mı, çağırmadı mı?" diye düşündü Raskolnikov, ama yine de adamın arkasından koşmaya başladı. Daha on adım bile atmamıştı ki, adamı tanıdı, korktu. Deminki adamdı bu, yine kamburdu, üzerinde yine aynı elbise vardı. Raskolnikov uzaktan adamı izlemeye başladı; yüreği hızla çarpıyordu. Bir sokağa saptılar. Adam hâlâ dönüp arkasına bakmamıştı. "Acaba arkasından geldiğimi biliyor mu?" diye düşündü Raskolnikov. Adam büyük bir evin avlu kapısından içeri girdi. Raskolnikov adımlarını sıklaştırıp kapıya yaklaştı ve bakmaya başladı: dönüp bakmayacak mıydı adam, çağırmayacak mıydı kendisini? Gerçekten de adam kapıdan geçip avluya girince, birden arkasına döndü ve tıpkı deminki gibi bir işaret yaptı. Raskolnikov hemen kapıya atıldı, avluya girdi. Ama adam yok olmuştu. Herhalde en yakındaki merdivene sapmıştı. Raskolnikov arkasından koştu. Gerçekten
337
de, iki kat kadar yukarıdan, birinin ağır, ölçülü adımlarla merdivenlerden çıktığı duyuluyordu. Şaşılacak şey! Bu merdivenler hiç yabancı değil! Işte birinci katın penceresi gizemli, kederli bir ay ışığı süzülüyor pencereden. Işte ikinci kat. Vay anasına! Burası boyacıların çalıştığı daire değil mi? Nasıl olmuş da hemen çıkaramamıştı? Adamın ayak sesleri duyulmaz olmuştu: "ya durdu, ya da bir yere gizlendi bekliyor". Işte üçüncü kat! Devam etmeli mi acaba? Nasıl sessizlik bu böyle, insanı ürkütüyor! Çıkmaya devam etti. Kendi ayak seslerinden de ürküyor, heyecanlanıyordu. Aman Tanrım, nasıl da karanlık! Adam herhalde buralarda bir köşeye gizlenmiş olacak! Aa! Kapı ardına kadar açık... Raskolnikov biraz düşündü ve içeri girdi. Hol çok karanlık ve bomboştu. Her şey götürülmüş gibiydi. Ayaklarının ucuna basarak usulca salona girdi: ay ışığıyla yıkanıyor gibiydi salon. Sandalyeler, ayna, sarı divan, duvarda asılı resimler... her şey yerli yerindeydi. Bakır rengi kocaman yusyuvarlak bir ay pencereyi dolduruyordu. "Aydan ileri geliyor bu sessizlik herhalde" diye düşündü Raskolnikov. "Sanırım bir bilmece soruyor şimdi ay." Durmuş bekliyordu. Uzun bir süre böylece bekledi. Ayın sessizliği arttıkça, onun yüreğinin vuruşları da şiddetleniyordu, hatta acı duyuyordu yüreğinin vuruşlarından.Sessizlik olanca görkemiyle sürüyordu. Birden, ince bir dal kırılmış gibi hafif, kuru bir çıtırtı duyuldu, sonra yine ortalık sessizliğe gömüldü. Uyanan bir sinek birden uçmaya başladı, sonra cama çarparak yakınırcasına vızıldadı. Tam bu anda, köşede, komodinle pencere arasında, duvarda mantoya benzer birşey görür gibi oldu. "Bu da nesi? Daha önce burada böyle birşey yoktu!" diye düşündü. Usulca mantoya yaklaştı. Sanki arkasında biri gizleniyor gibiydi. Ucundan tutup yavaşça kaldırdı... Ve köşede, bir sandalyenin üzerine oturmuş kocakarıyı gördü. Kadın başı öne eğik, yumulmuş gibi oturuyordu, bu yüzden, yüzünü görememişti, ama bu oydu. Kadının başında dikilip duruyordu. Sonra "korkuyor!" diye düşündü ve baltayı yavaşça ilmikten kurtarıp kadının kafasına indirdi. Bir, bir daha vurdu. Şaşılacak şey! Bu vuruşlara rağmen kadın kımıldamamıştı bile; sanki tahtadan
yapılmıştı. Raskolnikov korktu. İyice eğilip kadına yakından bakmak istedi. Ama kocakarı da başını biraz daha aşağı indirdi. Bunun üzerine Raskolnikov yere, döşemelere kadar eğilip kadının yüzüne aşağıdan baktı ve korkudan donakaldı. Kocakarı sandalyesine oturmuş, onun duymaması için büyük bir çaba harcayarak, kıs kıs gülüyordu. Birden, yatak odasının kapısı da aralanmış gibi geldi Raskolnikov'a, sanki orada da birileri gülüşüyor, fısıldaşıyordu. Kan beynine sıçramıştı: baltasını bütün gücüyle ve ardarda kocakarının kafasına indirmeye başladı. Ama baltayı her indirişinde, yatak odasından duyulan gülme sesleri artıyor, fısıltılar daha bir duyulur oluyordu. Kocakarı da sarsıla sarsıla gülüyordu. Raskolnikov kaçmak için atıldı, ama bütün antre, kapı ağzı merdiven aralığı salkım saçak insanla doluydu. Birbirlerinin başları üzerinden bakıyorlar, ama aynı zamanda hepsi de gizlenmiş, bekliyor ve susuyorlardı... Raskolnikov'un yüreği sıkışır gibi oldu, bacaklarını kımıldatamıyordu, büyümüş dev gibi olmuşlardı sanki... Bağırmak istedi... ve uyandı.
Güçlükle soluyordu. Ama şaşılacak şey, düş görmeye devam ediyordu sanki: kapısı ardına kadar açıktı ve kapının eşiğinde hiç tanımadığı bir adam, gözlerini dikmiş ona bakıyordu.
Raskolnikov gözlerini daha tam açamadan yeniden kapadı. Kımıldamadan, sırtüstü yatıyordu. "Düş görmeye devam mı ediyorum, yoksa bu gördüğüm gerçek mi?" diye düşündü ve kirpiklerini hafifçe aralayarak baktı: yabancı, aynı yerde duruyor ve ona bakmaya devam ediyordu. Birden, usulca eşiği geçti, kapıyı arkasından özenle kapadı, masanın yanına kadar geldi; burada bir dakika kadar bekledi, -bu arada gözlerini bir an bile ondan ayırmamıştı, -sonra hiç gürültü etmeden divanın yanındaki sandalyeye oturdu. Şapkasını yanına, yere bıraktı. İki elini bastonuna, çenesini de ellerine dayadı. Uzunca bir bekleyişe hazırlandığı görülüyordu. Raskolnikov'un, kırpışan kirpik yerinin arasından görebildiği kadarıyla, bu tıknaz, beyazımtırak sarı sakallı, pek genç denemeyecek bir adamdı.
338
339
On dakika geçti. Ortalık hâlâ aydınlıktı, ama artık akşam oluyordu. Odada derin bir sessizlik vardı. Merdivenlerden bile tek ses gelmiyordu. Yalnız arada bir cama çarpa çarpa uçan irice bir sineğin vızıltısı duyuluyordu. Sonunda bütün bunlar Raskolnikov için dayanılmaz bir hal aldı, birden yerinden doğrularak:
"Pekâlâ, söyleyin bakalım, ne istiyorsunuz?" dedi.
Yabancı, sakin sakili gülümseyerek, Raskolnikov'un sorusuna oldukça tuhaf bir karşılık verdi:
"Ben zaten sizin uyumadığınızı yalnızca uyur gibi yaptığınızı anlamıştım. Kendimi tanıtmama izin verin: Arkadiy İvanoviç Svidrigaylov..."
340
Dördüncü Bölüm
I
Raskolnikov bir kez daha, "yoksa hâlâ düşmü görüyorum?" diye düşündü. Karşısında duran beklenmeyen konuğa güvensizlikle, kuşkuyla baktı. Sonunda şaşkınlık içinde:
"Svidrigaylov!? Ama bu... Çok saçma! Olacak şey değil!" diye söylendi.
Onun bu şaşkınlığı konuğu hiç de şaşırtmışa benzemiyordu:
"Size uğramamın iki nedeni var: İlki, sizinle tanışmak istemem. Nicedir son derece ilginç şeyler duyuyorum hakkınızda. İkincisi, doğrudan doğruya kız kardeşiniz Avdotya Romanovna'nın çıkarlarının sözkonusu olduğu bir girişimde benden yardımınızı esirgemeyeceğinizi umuyorum. Hakkımdaki düşüncelerinden dolayı kız kardeşiniz birinin tavsiyesi olmadan bana kapısından içeri adım bile attırmaz. Ama siz yardım ederseniz, öyle sanıyorum ki..."
Raskolnikov onun sözünü keserek:
"Yanılıyorsunuz", dedi.
"Izninizle sorabilir miyim: onlar daha dün geldiler, değil mi?"
Raskolnikov karşılık vermedi.
"Dün geldiler, biliyorum. Ben de önceki gün geldim zaten. Bakın Radion Romanoviç, kendimi temize çıkarmaya çalışacak değilim, ama açıklamama izin verin: boş inançları bir yana bırakarak sağduyu ile düşünecek olursak, bütün bu olup bitenlerde benim yönümden özellikle suç sayılabilecek bir şey var mı?"
Raskolnikov konuşmadan ona bakmaya devam ediyordu.
"Yani benim suçum, kendi evimde korunmasız bir kızı sıkıştırmam ve onu "tiksinç önerilerimle aşağılamam" dir, öyle değil mi? (Herkesten önce kendim itiraf ediyorum bunu!). Yalnız, kabul ediniz ki, ben de bir insanım... et nihil humanum*... Kısacası,
Et nihil humanum! (Aslında da Latince) :Ve açması bir insan!
341
ben de âşık olur, sevebilirim (ne yaparsınız, böylesi şeyler bizim irademizle olmuyor). Bu durumda da her şeyin açıklaması son derece doğallık kazanıyor. Burada bütün sorun şu: ben bir canavar mıyım, yoksa bir kurban mı? Kurbansam, nasıl bir kurban? Düşünün: ben sevdiğim kıza benimle birlikte Amerika'ya ya da İsviçre'ye kaçmasını önerirken, belki de ona karşı sonsuz bir saygı besliyorum içimde. Yalnızca bu da değil: her ikimiz için mutlu bir gelecek kurmayı düşünüyorum. İnsan aklı, algılaması, tutkuların tutsağı oluyor çoğu kez. Ben belki de ondan çok kendime kıydım..."
Raskolnikov onun sözünü tiksintiyle keserek:
"Hayır", dedi, "hiç de dediğiniz gibi değil! Siz ister haklı olun, ister haksız, ben sizden tiksiniyorum! Sizi tanımak, bilmek istemiyorum. Kovuyorum sizi! Defolun!"
Svidrigaylov birden bir kahkaha attı:
"Pes doğrusu! Sizi kandırmak olacak şey değil! Kurnazlık edeyim dedim, ama hayır, siz sorunun en canalıcı noktasına parmak bastınız!"
"Ama siz şu anda bile kurnazlık ediyorsunuz..."
Svidrigaylov çıngıraklı bir kahkaha daha atarak:
"Ne olmuş sanki? Ne olmuş?" dedi. "Bonne Guerre* derler buna, bu kadarcık bir kurnazlığa da mı izin yok artık? Ama siz benim sözümü kestiniz. Öyle ya da böyle, ben bir kez daha tekrarlıyorum: eğer bahçedeki o olay olmasaydı, hiçbir tatsızlık da olmayacaktı. Marfa Petrovna..."
Raskolnikov onun sözünü kabaca keserek:
"Duyduğuma göre", dedi, "Marfa Petrovna'yı da öbür dünyaya siz göndermişsiniz?"
"Demek bunu da duydunuz? Hoş, duymamanız olacak şey değildi ya... Sorunuza gelince, bu konuda vicdanım tümüyle rahat olduğu halde, doğrusu nasıl yanıt vereceğimi bilemiyorum. Yani korktuğumu, çekindiğimi falan sanmayın, bu konuda gizli kapaklı hiçbir şey yok, her şey apaçık ortada: doktor raporları, tıka basa yemek yedikten ve bir şişeye yakın da şarap
Bonne Guerre (Aslında da Fransızca): Mertçe dövüş. (Çev.)
342
içtikten sonra tok karnına banyoya girmenin neden olduğu beyin inmesinden sözediyor. Raporlarda başkaca hiçbir şey yok. Bu kesinlikle böyle. Ama ben epeyce düşündüm olay üzerinde, özellikle de buraya gelirken, trende; bu acı, bu mutsuz sonda benim hiç mi payım yok? Onu sinirlendirdiğim için, ya da başka herhangi bir nedenle benim yüzümden olmasın tüm bunlar? Ama böyle bir şeyin sözkonusu olamayacağı sonucuna vardım."
Dostları ilə paylaş: |