Aliyoşa:
-Meselenin birinci kısmını öğrendim, dedi.
-Bu, mesele değil, bir facia idi. İlk perdesi orada geçti. Sonu bir haile olacak ve burada oynanacaktır.
-Bu ikinci kısımdan ben, hiçbir şey anlamıyorum.
-Ya ben?.. Ya ben, anlıyor muyum sanki!..
-Dur Dimitri, önemli bir nokta var; söyle bakayım bana, sen hala onunla nişanlı mısın?
-Sıra ile dinle... Bu nişan işi hemencecik değil, olaydan ancak üç ay sonra oldu. Ertesi gün, kendi kendime artık bu mesele kapandı dedim. Gidip onu istemek, bana bayağı göründü. Şehirde kaldığı altı hafta zarfında o da susmuştu. Arada yalnız küçük bir olaydan başka bir şey geçmedi. Bu olay da şudur: Beni ziyaretinin ertesi günü, onların oda hizmetçisi evime geldi ve bir tek kelime söylemeden üstünde adresim yazılı bir zarfı bırakıp gitti. Açtım, içinde beş bin rublenin kusuru vardı. Çeki vermek için iki yüz ruble sarraflara verilmişti. Zarfta bundan başka bir şey yoktu. Hatta tek kelimelik açıklama bile... Artan para ile öyle edepsizlikler ettim ki, yeni kumandan beni sigaya çekmeye mecbur kaldı.
Beri tarafta eski kumandanın da hesabını tam vererek kasasını teslim etmiş ve herkesin parmağını ağzında bırakmıştı. Birçokları bu neticeyi beklemiyorlar, imkansız sayıyorlardı. Ama, zavallı adamı bu olay pek sarsmıştı. Yatağa düştü. Üç hafta yattı ve beyin sulanmasından gidiverdi. Henüz emeklilik emri gelmediği için askerî merasimle gömüldü. Cenaze töreninden on gün sonra Katerin İvanovna, Agat ve teyzeleri Moskova’ya yollandılar.
Hareket edecekleri günü sabahı mavi bir kağıda yazılı şu tek cümleyi almıştım. Katerin bu tezkeresinde: “Mektubumu bekleyiniz” diyordu.
Moskova’daki durumları, binbir gece masallarının hızıyla yürüdü. Katerin İvanovna’nın arkabalarından bir general karısı, varislerinden ikisini ansızın kaybetti. Teessür ve heyecan neticesi olarak, bütün sevgisiyle Katerina’ya kendi kızı gibi sarıldı. Yeni bir vasiyetname ile Katerin’i biricik mirasçı ilan etti ve çeyiz olarak da aline seksen bir ruble verdi. Bu kadın, sinirli bir mahluktu. Sonraları Moskova’da onunla görüşmüştüm. Bir sabah Moskova postanesinden gelen dört bin beş yüz rubleyi alınca şaştım. Üç gün sonra da vaadolunan mektup geldi. Onu hala üstümde taşıyorum. Son nefesime kadar da taşıyacağım. İster misin Aliyoşa, sana da onu göstereyim?..
Oku... Oku... Bana birleşmemizi kendi teklif etti. İstersen ezberden okuyayım:
“Sizi delice seviyorum. Hem beni sevmenizi istemeyecek kadar çok seviyorum. Yalnız kocam olmayı kabul ediniz. Korkmayın, size hiçbir rahatsızlık vermeyeceğim. Evinizde mesela, masanız, çiğneyip geçtiğiniz halı gibi eşya makulesinden bir şey olacağım. Sizi ebedi olarak seveceğim. Sizi kendinizden kurtarmaya çalışacağım...”
Ah Aliyoşa, ben, bu mektubu ne üstümde taşımaya, ne de münasebetsiz dilimle okumaya layık bir adamım. Bu satırlar şimdiye kadar hep kalbimi parçaladı. Ancak bugün biraz ferahtayım. Hemen Moskova’ya gitmekliğim imkansız olduğu için, ona mektupla cevap verdim. Göz yaşlarımla yazmıştım. Onu zengin ve bol çeyizli ve kendimi meteliksiz görmek, bende acayip bir utanç uyandırmıştı. Altı sayfalık bir başka mektup İvan’a yazdım. Meseleyi anlattım ve gidip onları görmesini istedim. Niçin yüzüme böyle bel bel bakıyorsun? Nen var yine? Ha!.. Evet İvan’ın onu görünce aşık olduğunu anlatmak istiyorsun. Biliyorum bunu, ama ne çıkar sanki... Elalemin nazarında böyle hareket etmekle belki münasebetsizlik etemiş oluyorum. Ama, bizi, hepimizi kurtaracak olan da işte bu münasebetsizliktir.
Tabii kızcağız benimle onun arasında bir mukayese yapmış ve İvan’ı üstün bulmuştur. Benim burada yaptığım bunca kepazeliklerden sonra böyle hareket etmekle hakkı yok mu?..
-Onun seveceği adam, İvan değil, sensin Dimitri. Ona layık erkek olarak ancak sen varsın Mitya!
Dimitri, hiddetli bir tavırla ağzından kaçırdı:
-O, beni değil, kendi faziletini seviyor yavrum. (Sonra gülmeye çalıştı. Gülüşü zehir yapan bir gülüşle sarsıldı. Fakat bu çok sürmedi. Birdenbire kıpkırmızı kesildi ve masaya şiddetli, ağır bir yumruk indirerek) Allah’a İsa’ya ve bütün mukaddesata yemin ederim ki, ben, onun yanında bir milyon kere daha aşağılık bir mahlukum. Facia da işte bu inanışın dekorları içindedir. Nişanlımın gözleri önünde yapmadığımı bırakmadıktan sonra, yine beni tercih etmeleri garip değil mi? İvan, o müthiş zekasıyla tabiata lanet etme hakkı yok mu?.. Fakat niçin?... Nedir bunun sırrı? Çünkü bu genç kız, evvelce yapılmış bir iyiliğin minnettarıdır. Kurtarılmış iki taraflı bir namusun minnetini, kendini bedbaht ederek, ödemek sevdasına düşmüştür. Bundan daha feci bir şey olur mu? İnsan buna nasıl katlanır?.. Unutma ki, ben, İvan’a bunlardan bu tarzda asla bahsetmiş değilim. O da buna dair hiçbir imada bulunmamıştır. Fakat iş olacağına varır. Alnımıza yazılan başımıza gelecek. Hayır benim gibi bir ifritin tercih edilmesine razı olmayacağım. Kendini çamur, kepazelik, kan içinde boğacağım ve Katerin, İvan’la evlenecek!
Aliyoşa, büyük birk heyecan ve fevkalade bir telaşla:
-Dur kardeşim, dur... Meselede karanlık bir nokta var. Sen bugün onun nişanlısısın. Eğer Katerin razı olmazsa, nişanı nasıl bozabilirsin, dedi.
-Evet nişanlısıyım. Moskova’da mukaddes resimlerk altında ve Meryem’in hu huzurunda, büyük bir merasimle nişanlanarak takdis edildik. Düşün ki, Aliyoşa, generalin karısı biz e dua ederken Katerina’yı da tebrikten çekinmedi ve:
-Güzel ve iyi bir koca seçmişsin, kızım. Onun gözlerinden ruhunu okuyorum.
Demişti. Bilmem niçin İvan’dan bu kadın hoşlanmadı. Ona söz söylemedi. Nezaketen olsun, onun gönlünü almaya bile katlanmadı.
Moskova’da Katerin ile uzun uzadıya konuştuk. Ona kendimi olduğum gibi bütün kusurlarımı, bütün fenalıklarımla, hiçbirini duyuyor musun!.. hiçbirini saklamadan tasvir ettim. Hepsini dinledi ve:
“Sevgimin heyecanı sevimli bir dalgalanış oldu,
Ağzından güzel ve sıcak sözler döküldü.”
Beytini okudu. Bunlara güzel ve mağrur sözler de kattı. Nihayet allem etti, kallem etti, uslanacağıma dair benden söz aldı. Vadetmiştim, işte bak bugün de ne haldeyim...
-Yok canım abartıyorsun!
-Unutma ki, bugün seni buraya çağırmaktan maksadım, Katerin İvanovna’ya göndermek içindir. Sonra da...
-Sonrası da ne?
-Benim tarafımdan selamlayarak, bir daha sonun huzuruna çıkamayacağımı söyleyeceksin.
-Böyle şey olur mu hiç?
-Olur, olur... olmaması lazım gelen şey bu suratla onun karşısına çıkmamaktır. İşte bunun içindir ki, benim yerime senin gitmeni istiyorum.
-Ya sen?... Sen nereye gideceksin?
-Çamur uçurumuna, bataklığıma döneceğim!..
Aliyoşa, bu cevap üzerine yeisle ellerini kavuşturarak:
-Yani Gruşinika’nın evine!
Dedi. Acaba, Rakitin, hakikati mi görmüştü? Söylediklerinde haklı mı idi?.. Halbuki, ben bu gönül işini geçici bir şey sanmıştım.
-Nişanlı bir adamın, herkesin gözü önünde böyle çirkin bir münasebete girişmesini akıl alır mı?.. Hayır, bu olamazdı. Aliyoşa. Fakat ben, Gruşinika ile yuvarlanmaya başladığım günden beri, zaten namuslu bir adam hakkını kaybetmiş bulunuyorum. Böyle şaşkın şaşkın yüzüme bakma... Onun evine ilk gittiğim gün kaltağa temiz bir sopa çekmek için gitmiştim. Hani babamın Stareç’in odasında bahsettiği şu yüzbaşı yok mu, işte o, benim imzamı taşıyan bir senedi Gruşinika’ya vermişti. Bununla beni mahkemeye verecekler, “dolandırıcılık”la lekeleyerek berbat edeceklerdi. Beni böylelikle korkutmak ve haklarımdan vazgeçirmek istiyorlardı.
Daha evvelce du bu kadını bir kere görmüştüm. İlk bakışta güzelliği göze çarpmaz. Derin suların akışı gibi onun da güzelliği sessizdir. İhtiyar bir tüccarın metresi idi. Evet ihtiyar, bir ayağı çukurda bir ihtiyar. Fakat sevgilisine dolgun bir miras bırakacak. Tamahkâr, hileli ve dalavereli işler yapan bir tefeci olduğunu bilirdim. Kahpenin aklını başına getirmek için oraya koşmuştum... Koştum ve onun evinden bir daha çıkmaz oldum.
Bu kadın, mücessem bir vebadır, anladın mı, canlı veba... Bu hastalık bana da geçti. Onu derimin içinde hissediyorum. Artık herşey bitti. Artık hayat ve eşyayı nisbetlere bölen manazır kalmadı. Ne halde olduğumu şimdi anladın mı?.. O gün cebimde üç bir ruble vardı. Birlikte Makroi’ye gittik. Buradan yirmi beş fersah ötede bir yer... Çalgıcıları topladım. Herkese, köylü kadınlara ve alelade kızlara varıncaya kadar herkese şampanya ikram ettim. Üç gün içinde tırıllaştım. Sonra sanır mısın ki, bu kadın benim oldu?.. Ne gezer. Kaltağın vücudu, tam bir yılanı andırıyor. Sol ayağının küçük parmağına varıncaya kadar, bacaklarında, her yerinde bu yılanlığın izleri var. Bana ayağını okşatıp öptürdü ve sonra:
-Al, beni nikahla ama dövmeyeceğine ve istediğim gibi yaşamama mani olmayacağına da söz ver.
Dedi ve kıvrana kıvrana gülmeye başladı. Hala da gülüyor işte...
Dimitri, hiddetle ayağa kalktı, halinde zom olmuş bir sarhoş edası vardı. Gözleri kanlanmıştı.
-Ciddi mi söylüyorsun?.. Ağabey, böyle bir evlenme gerçek olabilir mi?
-Eğer razı olursa evleneceğim. Olmazsa yine yanında kalacağım, kulu, kölesi olacağım. Sana gelince Aliyoşa...
Mitya onun önünde durdu. Kuvvetli elleriyle delikanlıyı ince bir fidan gibi silkerek:
-Sen, masum ve bakir çocuk, sen bütün bunların bir nevi hezeyan olduğunu bilir misin?... Bu sayıklayışta bir haile saklıdır.
Evet korkunç bir haile... Ben, sefih, çapkın bir adamım. Çılgın bir katil olabilirim. Ama Dimitri Karamazof, hiçbir zaman adi bir hırsız derecesine düşemez. Değil mi? Hayır, yanılmışız... Mesela işte ben, bugün bir hırsızım.
Gruşinika’ya layık olduğu cezayı vermeye giderken, Katerin ivanovna, beni çağırttı ve gizili tutulmasını yalvararak, Moskova’daki kız kardeşine göndermek üzere üç bir ruble verdi. Bu gönderişi şehirde kimsenin öğrenmemesi içini de parayı, başka bir yerden postaya verecektim. Gruşinika’nın evine cebimde bu üç bir ruble ile gittim. Pakarlar da Makroi’deki ziyafetlere yaradı. Sonra güya postaya vermişim gibi yaptım makbuzu da bir türlü nereye koyduğumu hatırlayamadım... E, Aliyoşa’cık!.. Bu işlere sen ne dersin bakayım? İşte şimdi, senden istediğim şu: Katerina’ya gideceksin. Olan biteni anlatacak ve diyeceksin ki, “ağabeyim tam anlamıyla bir çılgındır. Sizin paranızı postaya verecek yerde emanete hıyanet etmiş ve vur patlasın, çal oynasın yemiş. Yalnız Dimitri Fiyodoroviç bir hırsız değildir. İşte üç bir rubleniz. Onun hürmetlerini kabul edin ve parayı kendiniz yollayın.” Evet, ama, bu parayı nereden bulacağız?
-Dimitri, sen talihsizsin, fakat asla zannettiğin kadar fena adam değilsin!
-Kafama bir kurşun sıkarak işin içinden tertemiz çıkacağımı mı sanıyorsun. Hayır... Böyle bir niyette değilim. Bu kuvveti kendimde göremiyorum... Yok canım... Gruşinika’ma döneceğim... Belki daha sonraları o işi de yaparım. Ama şimdi, dedim ya, Gruşinika var. Derimi onun eşiğine adadım.
-Yani?
-Kabul ederse, onunla evleneceğim... Aşıkları geldiği vakit, ben sofaya çıkacağım, onların pabuçlarını boyayacağım, semaveri hazırlayacağım, öteberi almaya gideceğim...
-Katerin ivanovna, nasıl bir azap cehennemi içinde olduğunu anlayacak ve seni affedecek Dimitri. O zeki bir kızdır. Senden daha talihsiz, daha zavallı bir insan bulunmayacağına inanacak.
-Hayır affetmeyecek. Bu işte hiçbir kadının affedemeyeceği bir çirkinlik var. En iyisi nedir, biliyor musun?
-Nedir?
-Ona üç bir rublesini iade etmek.
-Güzel, ma bu parayı nereden bulacağız?
-....!
-Bak, dinle... Benim iki bir rublem var. İvan da bin ruble verir ve hesap da temizlenmiş olur.
-Çocukluk etme... Sen daha reşit bile değilsin. Paran vasinin elinde. Halbuki iş acele. Yarın çok geç kalmış olacağız. İyisi hadi ihtiyara git, iste.
-Babamıza mı?
-Evet, git ondan bu parayı iste.
-Dimitri, Dimitri adama hiç o, para verir mi?
-Biliyorum yavrum, biliyorum, ama, sen de ümitsizliğin ne demek olduğunu bilir misin?..
-Evet!
-Dinle Aliyoşa, babam, belki kanunen bana hiçbir şey borçlu değildir. Fakat ahlaken borçludur. Bugünkü yüz bir rubleyi aşan servetini, benim annemden kalan yirmi sekiz bir rublemle kazandı. Bütün bunlara karşılık olarak yalnız üç bir ruble versin, hakkımı helal edeceğim. Ruhumu cehennemden kurtaracak ve bu iyiliği yüzünden onun da birçok günahları affolunacaktır.
-Metelik bile vermeyecek Mitya!
-Biliyorum... Vermeyeceğini ben de biliyorum. Hele şu son olaydın sonra hiçbir ümit kalmamıştır. Dahası da var. Babamız Gruşinika’nın benimle evleneceğini henüz dün haber aldı. O, bu kadın karakterini iyi tanır. Belki onun yanında itibarını arttırmak için parayı seve seve verecek. Malum ya babam da Gruşinika’ya delicesine tutkundur. Sonra, şunu da bil ki, beş günden beri babamız, beş yerinden mühürlü ve üstü pembe kurdelelerle sarılı bir zarfa yüzlük kaymaklardan üç bir ruble koymuştur. Olup bitenler nasıl gözümden kaçmıyor anlıyorsun ya... Zarfın üzerinde: “Eğer bana gelmeye razı olursa, melek Gruşinika’ma” sözleri yazılıdır. Bu satır kendi eliyle yazılmıştır. Böyle bir paranın ayrıldığını da kendisi kadar emin olduğu uşak Smerdiyakov’dan başka kimse bilmez. İşte dört günden beri kadının gelmesini bekliyor. Çünkü Gruşinika ona, “bekle, gelirim!” diye kaçamaklı bir haber yollamıştı. Buraya niçin saklandığımı ve kimi gözetlediğimi şimdi anladın mı?... Kaltak, oraya giderse, ben artık onunla evlenemem...
-Onu mu bekliyorsun?
-Evet. Bu oda, bana Toma isimli biri tarafından hazırlandı. Bu adam benim takımımda neferdi. Geceleri o, bekeliyor, gündüzleri de ben. Hanımlarının hiçbir şeyden haberleri yok.
-Ama, Smerdiyako biliyor, değil mi?
-Evet, biliyor. Gruşinika’nın gidip gitmeyeceğini de bana o bildirecek.
-Sana para zarfından bahseden de o mu?
-Evet o... İhtiyar, bunu pek gizli tutuyor. Hatta İvan’ın bile haberi yok. Zavallıyı “Çermaçniya”ya güya bir orman işi için yollayacak; tüccarlardan biri sekiz bin ruble vermiş. Moruk, işi İvan’a yükledi. Maksadı, kardeşimizi uzaklaştırarak Gruşinika ile yalnız kalmaktır.
-Bugün mü bekliyor?
Dimitri, Aliyoşa’nın bu sorusuna bağırarak cevap verdi:
-Hayır. Bazı alametlere göre, beklenen ziyaret bugün olmayacak. Smerdiyakov da böyle sanıyor. Hadi, yavrum git. Moruk şimdi masadadır. İvan’la beraber çekiştiriyorlar. Git de şu parayı iste...
Aliyoşa, yerinden sıçrayarak ağabeyinin yüzüne baktı ve telaş ve korkuyla:
-Nen var kardeşim, nen var?
Diye haykırdı. Çünkü Mitya’nın gözleri bir acayip olmuş ve Aliyoşa, onu çıldırıyor sanmıştı. Dimitri kardeşinin heyecanına üzülerek:
-Korkma, bir şeyim yok... Merak etme, aklım başımda. Hadi git parayı almaya bak. Ben, bir mucizenin gerçekleşeceğine inanıyorum.
-Bir mucizeye mi?..
-Evet, mucizeye... Allah, benim kalbimden geçenleri, biliyor. Nasıl bir ümitsizlik içinde olduğum ona malumdur. Elbet bu kadar korkunç şeşlerin meydana çıkmasına razı olamaz. Dedim ya mucizeye inanıyor ve bekliyorum.
-Peki gidiyorum... Sen beni burada mı bekleyeceksin?..
-Elbette. Gerçi biliyorum iş uzun sürecek. Konuya birdenbire giremezsin. Lafın açılmasını bekleyeceksin. O, şimdi sarhoştur. Bir iki, hatta gerekirse beş saat bekleyeceğim. Yalnız şu var ki, mutlaka bugün, gece yarısı bile olsa mutlaka bugün Katerin İvanovna’ya gideceksin. İster para bulunsun, ister bulunmasın, gideceksin. Unutma “Dimitri benden gelip onun namına sizi selamlamamı rica etti!” diyeceksin. Bu cümleye mim koy. Bunu aynen tekrarlayacaksın.
-Ya Gruşinika, bugün, yarın, öbür gün oraya gitmeye kalkışırsa?
-Bekliyorum ya işte. Oraya gitmek için başka yol yok. Mutlaka buradan geçecek. Yakasına sarılır, bırakmam. Gerekirse, kapıyı kırarım.
-Ya bütün bunlarla beraber, bir aksilik çıkar da engel olamazsan?
-O zaman öldürürüm!..
-Kimi öldürürsün?
-Tabii babamı... Gruşinika’ya el süremem.
-Neler söylüyorsun kardeşim?
-Bilmiyorum... Bilmiyorum... Belki öldürür, belki öldürmem... Fakat bana öyle geliyor ki, eğer böyle bir halde onunla karşılaşırsam, dayanamam. Onun gırtlağından, yüzünden, gözlerinden ve hayasız gülüşünden iğreniyorum. İşte bu nefretin beni kendimden geçirmesinden korkuyorum.
-Gidiyorum, Mitya... Sanıyorum, Allah bize acıyarak yardım edecek ve bu korkunç şeylerin hiçbiri olmayacak.
-Ben de işte bu mucizenin gerçekleşmesini bekleyeceğim... Fakat eğer umduğumu bulamazsam... O zaman...
Aliyoşa, dalgın bir halde babasına gitti.
5
Smerdiyakov
Fiyodor, daha sofradan kalkmamıştı. Masa, yemek odasında değil, asıl salonda kurulmuştu. Bu salon, evin en geniş yeriydi ve biraz gösterişli bir şekilde döşenmişti. Pek eski eşya, beyazdı. Kanepe ve koltuklar yarı ipek, yarı pamuk kırmızı kumaşlarla kaplanmıştı. Yine beyaz ve yaldız çerçeveli muhteşem endam aynaları tavana kadar yükseliyordu. Yer yer, epirmiş duvar halıları üstünde iki tablo vardı. Bunların biri eski bir valinin, öteki de çoktan ölmüş bir başpapazın resimleri idi. Kapının karşısına gelen köşede irili ufaklı putlar, haçlar göze çarpıyordu. Bunların üstünde, onlara hürmetten ziyade ortalığı aydınlatmak için bir kandil yanardı.
Fiyodor Pavloviç, pek geç, sabaha karşı yatardı. Saat üçe, dörde kadar ya bu salonda bir aşağı, bir yukarı dolaşır ya da koltuğuna gömülerek düşünürdü. Bu hal, onun için artık adet haline gelmişti. Gecelerini hemen hemen yalnız geçirirdi. Uşaklar yemekten sonra pavyonlarına çekilirler, sade uzun bir sandık üstünde yatan Smerdiyakov kalırdı.
Aliyoşa, oraya vardığı zaman, artık reçel, meyve ve kahveler gelmişti. Fiyodor, yemekten sonra tatlı meze ile konyaktan hoşlanırdı. İvan, babasıyla karşı karşıya kahve içiyordu. Grigori ile Smerdiyakov da sofra hizmetini görüyorlardı. Efendiler de, uşaklar da pek neşeliydiler. Fiyodor kahkahalarla gülüyordu. Aliyoşa, daha dehlizde iken, ahengini pek iyi tanıdığı bu kahkahaları duymuştu. Babasının daha sarhoş olmadığını anlayınca sevindi. Çünkü bu çakır keyiflik belki de Dimitri’nin hesabına bir kazanç olacaktı.
Oğlunun geldiğini görünce, memnun olan Fiyodor:
-Nihayet işte gelebildi... Diye haykırdı. Gel, beraber oturalım. Kahve ister misin? Nefis olmuş... konyak ikram etmiyorum, çünkü perhizde olduğunu biliyorum... Ama eğer istersen iç... Hayır mı?... Dur o halde, sana bir likör getirteyim. Smerdiyakov, çabuk büfeye koş likör getir. Anahtarların nerede olduğunu biliyorsun.
Aliyoşa, istemem, demeye davrandı, fakat babası:
-Gelsin, gelsin! Dedi. Eğer sen içmezsen, bize verirler. Yemek yedin mi?
Aliyoşa:
-Evet!
Cevabını verdi. Ama, doğrusu şu ki, başpapazın mutfağında bir dilim ekmekle bir yudum “kvas”tan başka ağzına hiçbir şey koymamıştı. Baygınlığını bastırmak için:
-Bir kahve içerim, dedi.
-Hele şuna bak, kahveden başka içecek şey bulamadı. Acaba tekrar ısıtmak lazım mı? Sıcak mı? Eh öyle ise Smerdiyakov’un pişirdiği şu meşhur kahveyi iç bakalım... Malum ya kahvede usta geçinir şu bizim Smerdiyakov... onun balık çorbası da yamandır. Bir gün gel de şu çorbayı beraber içelim. Ama geleceğini önceden haber ver, hem artık buna da lüzum kalmadı. Sana yastığını, yatağını alıp gelmeni söylemiştim. Oldu değil mi? He, he he!
Aliyoşa da gülümseyerek:
-Hayır, daha getirmedim, cevabını verdi.
-Ama, korktun değil mi? Bu fikrimde inat edeceğim diye korktun değil mi? Ah benim yavrum. Hiç ben sana eziyet eder miyim? İvan, bu çocuk benim gözlerimin içine böyle gülümseyerek baktı mı, dayanamıyorum vesselam. Ne isterse yaparım. Sevinç ta içime işler. Onu çok seviyorum. Aliyoşa, gel seni takdis edeyim.
Aliyoşa, yerinden kalktı, fakat Fiyodor:
-Yok, yok, zahmet etme. Buradan bir haç işaretiyle takdis yapacağım. Belamın dişi eşeği, senin de ezberinde olan bir mevzu üzerine konuşmuştu. Dinle biraz onu. Hoşuna gidecek, güleceksin.
“Belam”ın eşeği Smerdiyakov’du. Bu yirmi dört yaşındaki delikanlı, sessiz, sokulgan olmayan ve bütün insanlardan tiksinen bir adamdı. Size onun hakkında biraz açıklama yapmak zamanı gelmiştir. Marta ile Grigori’nin baktıkları bu çocuk, kendi kendine vahşi bir halde büyümüştü. Küçükken kedileri asmak ve sonra törenler yaparak gömmek en sevdiği oyundu. Kedileri astıktan sonra, yatak çarşaflarından parçalar kopararak kefen yapar ve dualar okuyarak gömerdi.
Birgün bu işi yaparken, Grigori onu yakaladı ve temiz bir sopa çekti. Tam bir hafta bir köşeye büzülen çocuk, uzaktan korkulu gözlerle etrafına bakındı durdu. Grigori, karısına:
-Bu canavar, bizi sevmiyor zaten kimseyi sevdiği yok ya!..
Demişti. Arada sırada, Smerdiyakov’a:
-Ulan, in misin, cin misin?
Diye sorar ve cevap alamayınca:
-Hayır, derdi, sen insan yavrusu değilsin... Sen hamamların ıssızlığından hasıl olmuş bir mahluksun!
Daha aşağı bahislerde görüleceği üzere, Smerdiyakov, onun bu sözlerini unutmamış ve affetmemişti. Grigori, ona okuma yazma öğretti ve din tarihinde de on iki yaşına vardığı zaman başlattı. Fakat bu başlangıç fena neticeler verdi. Daha ilk derslerin birinde çocuk güle güle bayıldı.
Grigori, gözlüklerinin üstünden sert sert bakarak sordu:
-Nen var ulan?
-Hiç... Diyorsun ki, Allah dünyayı birinci, güneşi, ayrı yıldızları da dördüncü günde yarattı... Eh ilk günde ışık nereden geliyordu öyle ise?
Grigori, bu beklenmez soru karşısında afalladı. Maskara, hocasına tuhaf bir alayla bakıyor, kızdırmaya yelteniyordu. Grigori, kendi afallayışına mı, çocuğun bakışlarındaki manaya mı, neye kızacağını anlamadan:
-İşte buradan geliyordu!
Diyerek yüzüne ağır bir şamar indirdi. Çocuk ağlamadı; fakat tekrar köşesine büzüldü. Bir hafta sonra da ilk sara nöbeti kendini gösterdi ve bir daha da hiç yakasını bırakmadı. Bu olay üzerine Fiyodor, çocuğa karşı halini değiştirdi. O zamana kadar her gördükçe eline birkaç kopek sıkıştırır, çıkışmaz, kendi sofrasından tatlı yollar, fakat başka şeylere hiç aldırmazken, bundan sonra hemen bir doktor çağırttı. Baktırdı. Ama ne yazık ki, hastalık onmaz cinstendi. Birbirini tutmaz aralarla ayda bir kere nöbet geçiriyordu.
Nöbetler, bazen şiddetli, bazen hafif oluyordu. Fiyodor, Grigori’nin çocuğu dövmesini yasak etti ve hastayı kendi yanına aldı. Smerdiyakov, on beş yaşlarına vardığı günlerden birinde kütüphanede kitapların isimlerini okurken, Fiyodor onu gördü. Bu kütüphanede yüz kadar kitap vardı. Fakat sahibinin onlara el sürdüğünü gören olmamıştı. Hemen anahtarlarını verdi ve:
-Madem ki meraklısın, seni benim kütüphane memurum yapayım. Bahçede sürteceğine oku, daha iyi. Mesela işte şunu al.
Dedi. Bu “Gogol” un ilk hikayelerini toplayan bir ciltti. Bu kitabı bir kerecik olsun gülümsemeden bitiren çocuk, eserden hoşlanmamıştı.
-Seni eğlendirmedi mi bu kitap?
Smerdiyakov sustu.
-Cevap versene ahmak!
Smerdiyakov gülümseyerek:
-Bunun içinde yalandan başka bir şey yok! Dedi.
-Hay Allah cezanı versin aptal!.. Dur bakalım, al şu umumi tarihi öyle ise... bundakilerin hepsi gerçektir işte.
Fakat çocuk, bundan ancak on sayfa okuyabildi. Eseri cansıkıcı bulmuştu. Bundan sonra bir daha hiç kütüphane lafı olmadı.
Bu sıralarda Marta ile Grigoru, Fiyodor’a Smerdiyakov’un acayipleştiğini, titizleştiğini söylediler:
-Herşeyden iğreniyor. Çorba içerken kaşığına dalıp gidiyor!
Dediler. Grigori bu hallere kızıyor ve o kaşığını aydınlığa kaldırıp bakmaya koyulurken:
-Hamam böceği mi çıktı?
Diye sorar, arkasından Marta da:
-Belki sinek düşmüştür!
Mütaleasında bulunurdu.
Delikanlı bunların hiçbirine cevap vermez ama bildiğinden de şaşmayarak, ekmeği, eti, her yemeğe ışığa kaldırır, çatalına taktığı lokmalara mikroskop altında gibi uzun uzun baktıktan sonra ancak ağzına götürürdü.