Şunu söylemeliyim ki, Stareç’in hücresinde Fiyodor Pavloviç’in söylediği şekilde ne bir itiraf olmuş, ne de onu dinleyen bulunmuştu. Bütün bu hezeyanlar, onun kafasından fışkırıyor ve uydurduğuna kendisi de inanıyordu.
Sabrı tükenen Miyosov:
-Ne bayağılık!
Diye haykırdı fakat başpapaz:
-Hoş görünüz, hoş görünüz, eski bir veli: “Benden çok bahsettiler... Hakkımda fena şeyler söyleyenler oldu. Onların hepsini dinledikten sonra: “Bu sövmeler ruhumdaki gururu kırmak için Hazreti İsa tarafından gönderilmiş bir ilaçtır!” dermiş. Biz de aziz misafir, size bu yüzden teşekkür ederiz.
Dedi ve Fiyodor’un önünde yerlere kadar eğildi.
-Vay yobazım vay!... Ne eski yaveler, ne kokmuş palavra bunlar!... Hele şu yerlere kadar eğilişe bakın... Biz bu muhteşem selamların altındaki manaları da pek iyi biliriz. Şiller’in piyesinde olduğu gibi... Dudağından öperken, kalbine hançer sokmak hikayesi. Ben, riyâkarlıktan hoşlanmam papaz efendiler. Tanıdığım varlık, hakikattir. Hakikatler ise asla kaya balıklarıyla beslenmezler. Oruç tutar ve sonra da göklerden mükafat beklersiniz. Niçin? Mükafatla olduktan sonra, ben de oruca hazırım. Hayır papazlar hayır... eğer gücümüz yeterse, manastırlara kapanıp kalacağınıza, hayata girin, cemiyete hizmet edin ve göklerden mükafat beklemeyin. Böylesi daha büyük bir iş olur. Görüyorsunuz ya. isteyince ben de süslü cümleler yapıyor, nutuklar söyleyebiliyorum.
Sonra masaya yaklaşarak:
-Hele durun bakalım, neleriniz var?.. dedi. Porto şarabı ha... Hem de en iyi markalısı. “Medok”unuz da şehrin en yüksek mağazasından alınmış. Maşallah şu kaya balıkları demek kuru bir gösteriş... Hele şu şişelere bir bakın heh, heh!.. iyi ama, bunları size ekim veriyor? Zavallı Rus köylüsü değil mi? Nasırlı elleri ve terli alınları ile kazandıkları parayı çocuklarından alarak, onların haklarını çiğneyerek size getiriyorlar. Bunda belki hükümetten çalınmış bir hisse bile vardır. Fakat muhterem papazlar, siz şu biçare halkı soyuyorsunuz.
Rahip Jozef:
-Sizi pek küçültüyor bu sözler!
Diye atıldı. Paisyüs, hiç sesini çıkarmıyordu. Miyosov, daha ziyade dayanamayarak odadan dışarıya fırladı. Arkasından Kalganov de çıkmıştı.
Fiyodor Pavloviç:
-Ben de gidiyorum papaz efendiler ve diz çökerek yalvarsanız bile dönmem. Sizlerime de ilave edecek bir şey bulamıyorum. Yalnız gençliğimin intikamını alıyorum. – Yumruğunu masaya vurarak – bu manastır, benim hayatımda büyük bir rol oynamıştır. Onun yüzünden ne acı gözyaşları döktüm!.. Uğramış karımı benim aleyhime sizler çevirmiştiniz. Beni bütün komşu kasabalara varıncaya kadar bedduaya layız bir adam olarak yaydınız. Artık yeter papaz efendiler.
Artık yeter. Biz hür bir asırda, buhar kuvvetinin saltanat sürdüğü şimendiferlerin, vapurların, işlediği bir zamanda yaşıyoruz. Bundan sonra benden bir değil, beş yüz değil bir tek ruble bile alamayacaksınız.
Halbuki Pavloviç bu kilise yüzünden ne bir damla gözyaşı dökmüş, ne de para harcamıştı. Fakat Fiyodor bu uydurma gözyaşlarıyla o kadar heyecanlanmıştı ki, onları şimdi kendi de sahih zannediyor ve gerçekten köpürüyordu. Ama bu köpürmeye rağmen artık tornistan etmek zamanı geldiğini de kestirdi. Bütün iğrenç yalanlarına karşı başpapaz sadece tekrar eğildi ve:
-Mukaddes kitaplarda, şu da yazılıdır, dedi: “Sana karşı savrulan iftiralara sabır ve tevekkülle tahammül et ve asla bunları yapana karşı kin gütme!...”
-Palavra... Palavra, hepsi palavra! Devam edin bakalım papazlar devam edin. Ben gidiyorum. Babalık hakkımı kullanarak oğlum Aleksi’yi de alacağım. İvan, benim pek akıllı oğlum, müsaade et de senin de arkam sıra gelmeni isteyeyim. Von Shon!.. Sen de gel be... Burada ne yapacaksın? Gel bana... Pamuk yağı yerine sana domuz yavrusu kebabı yedirir, konyak, likör ikram ederim. Hatta belki bir kız bile bulurum. Hadi gel, şu fırsatı kaçırma, başına konan devlet kuşunu yobazlıkla ürkütme!..
Fiyodor bu kirli cümleleri salona döktü ve bağıra çağıra kollarını sallaya çırpına çıktı. İşte Rakitin’in görüp de Aliyoşa’ya gösterdiği şey, bu çıkıştı.
Aliyoşa’ya babası:
-Aleksi, bugünden tezi yok eve gel. Yastığını, yorganını al, burada hiçbir şeyin kalmasın!
Diyerek uzaktan seslenmişti.
Aliyoşa, hiç sesini çıkarmadan, ama içinden ığıl ığıl kan giderek bu sahneyi seyrediyordu. Fiyodor aramaya bindi. Arkasından karanlık siması ile İvan da atladı. Dönüp kardeşini selamlamamıştı bile. Maksimov da koşa koşa geliyordu. Hatta bir aralık az kaldı bir basamaktan atlarken ayağını kıracaktı. Sıçraya sıçraya koşuyor, bir yandan da garip bir gülüşle:
-Beni de götür, ben de seninle beraber geliyorum!..
Diyordu. Bunu görünce Fiyodor sevinçle haykırdı:
-Nasıl Von Shon derken hakkım yok mu imiş! Bu hortlayan hakiki Von Sohn’dur. Ulan cehennemden nasıl çıktın?.. Ya şu sofradan nasıl ayrılabildin. Bunun için hayasız bir surat sahibi olmak gerektir. Bu suratlardan bir tanesi bendedir. Fakat onun bir eşinin sende oluşu beni şaşırtıyor. Hadi gel, atla. İvan, bırak da binsin... Adamakıllı eğleneceğiz. Ayaklarımız altına serilecek. Seyisin yanında oturmak ister misin Von Shon? Geç oraya öyle ise Von Shon!..
İvan arabaya binmek isteyen adamın göğsünden itti. Maksimov sendeledi. Düşmeyişi de bir tesadüf eseri idi. İvan bunu yaptıktan sonra arabacıya keskin ve sert bir sesle:
-Çek!
Emrini verdi. Araba yollandı.
Biraz sonra Fiyodor İvan’a bakarak:
-Amma da tuhafsın ha, dedi; bu manastır ziyaretini tertip eden sensin. Şu halde ne diye darılıyorsun?
İvan kızgın bir tavırla:
-Acayiplik etmeyin de biraz dinlenin!..
Cevabını veri. İki dakika sonra babası yine söylendi:
-Bir kadeh konyak olsaydı bütün sinirlerimi yatıştırırdı.
İvan bunu işitmezlikten geldi.
-Eve varınca sen de bir kadeh içersin değil mi?
İvan yine cevap vermedi. Fakat Fiyodor da bir türlü susmak bilmiyordu:
-Belki senin hiç hoşuna gitmeyecek ama, ben Aliyoşa’yı manastırdan büsbütün alacağım.
İvan, adam sen de ne halt edersen et, manasına gelen bir tavırla omuzlarını silkti ve yola dönerek etrafı seyretmeye başladı. Artık eve varıncaya kadar aralarında bir tek söz geçmedi.
ÜÇÜNCÜ PARÇA
ŞEHVET HASTALARI
1
Uşaklar arasında
Fiyodor Pavloviç, biraz eski, fakat sağlam bir evde oturuyordu. Bu kırmızı çatılı kül rengi bina, geniş ve rahat bir evdi. Bir zemin katı, bir bodrumdan ibaret bu binanın gizli köşeleri ve saklı merdivenleri vardı. Bu aralıklarda sıçanlar hora teperlerdi. Fakat Fiyodor bunlara pek aldırmaz ve “onların sayesinde geceleri yalnızlığımı duymuyorum!” derdi. Filhakika bu adam akşam olunca uşakları pavyonlara gönderir ve kendisi burada kapanır kalırdı. Avluda yapılmış olan bu pavyon geniş ve sağlamdı.
Fiyodor, yemek kokusundan hoşlanmadığı için mutfağı da bu pavyonda yaptırmıştı. Ve yaz kış yemek oradan gelirdi. Bina lüzumundan büyük yapılmıştı. Bugünkünden beş kere daha kalabalık bir aile burada ferah ferah oturabilirdi. Fakat büyük evde Fiyodor ile oğlu ve pavyonda da üç uşaktan – Grigori, karısı ve genç Smerdiyakov’dan – başka kimse yoktu. Bu üç kişiden sırası geldikçe ayrı ayrı bahsedeceğiz. Grigori ile evvelce tanışmıştınız. Bu, azimkar ve hiçbir suretle eğilmez karakterli bir adamdı. Gayesine doğru – bu gaye kendisini birçok kereler aldattığı halde – sarsılmaz bir bağlılıkla yürürdü.
Karısı, ona büyük kalbiyle bağlı ve pek muti bir kadındı. Fakat köleliğin kaldırılması üzerine Moskova’ya gitmek, biriktirdikleri para ile küçük bir ticarete girişmek için Grigori’ye çok yalvarmış ve epey üzmüştü. Grigori, karısının bu tekliflerini yersiz ve mertliğe uygunsuz bulduğu için hep reddederdi.
Marta İğnatiyevna’ya şöyle derdi:
-Sen vazife nedir bilir misin?
-Bilirim kocacığım, bilirim. Fakat burada kalmamızın neden vazife olduğunu anlamıyorum.
-İster anla, isten anlama, buradan ayrılamayız. Bundan sonra da artık bir daha vırvır etme!
Bu, son söz oldu ve kaldılar. Fiyodor da onlara küçük aylıklar bağladı. Sektirmeden verirdi. Grigori, efendisinin üstünde nüfuzu olduğunu da bilirdi. Birçok noktalarda kuvvetli ve azimkâr olan Fiyodor bazı yerlerde anlaşılmaz bir ürkekliğe kapılırdı. Bu halinden ötürü sağlam ve namuslu bir adama muhtaçtı. Grigori’nin namusu, bağlılığı ve sadakati ise bin imtihandan geçmişti. Fiyodor, derbeder yaşayışı içinde birçok kereler dayak yemek tehlikesine uğramış, hepsinden de adamakıllı çıkışır, fakat aynı kötülüğün, bir kere daha işlenmesine mani olamazdı.
Fiyodor’un Grigori’ye olan ihtiyacı, dayaktan korktuğu için değil, daha karışık, daha derin ve daha ruhî sebeplerden ötürü idi. O, yanında emin bir adamın bulunmasına şiddetli bir ihtiyaç duyuyordu. Muzır ve tehlikeli bir zehirli hayvan gibi fenalık yapmaktan çekinmeyen bu ruh hastası, sarhoş olduğu vakit, anlaşılmaz ıstıraplarla kıvranır ve “Canım ağzımdan çıkıyor sanıyorum!” derdi. İşte böyle zamanlarda, Fiyodor emin, sağlam, metin ve bütün kusurlarını bildiği halde bağlılığı yüzünden bunlara tahammül eden bir adamın yanıbaşında bulunmasını isterdi. İsterdi ki, bu adam onu ayıplarından dolayı ne dünya, ne ahiret cezasıyla korkutmasın ve lazım geldiği vakit başkalarına karşı korusun.
Bu başkaları kimlerdi?.. Bunu, o da bilmez, yalnız bu düşmanın kuvvetli ve korkulacak bir adam olduğuna inanırdı. Böyle buhranlı zamanlarda karşısına onu almak, ona söz söylemek ihtiyacını duyardı. Eğer karşısındakini neşeli görürse, kendisinin de kederi dağılır, aksi taktirde daha beter bile hale düşerdi.
Fiyodor Pavloviç, Grigori’yi gece uyandırarak yanında alıkoymak ihtiyacını ancak pek seyrek hissetmişti. Onu görür görmez içi ferahlar, hatta bazen hiç konuşmadan göndererek yatağına serilir ve rahat bir uykuya dalardı.
Aliyoşa’nın baba ocağına döndüğü vakit de buna benzer vakalar olmuştu. Delikanlı, bu hadiseler karşısında sinirlenmez, babasını ayıplamaz, şefkatli bir sabır ile yardıma koşardı. İhtiyar çapkına bu haller dokunur ve kendi ifadesine göre yüreğini parçalardı. Aliyoşa evden ayrılınca, Fiyodor, o vakte kadar inkar ettiği birtakım duyguların içinde doğduğunu sezer gibi olmuştu.
Grigori’nin, Dimitri’nin annesi Adelaid İvanovna’dan hiç hoşlanmadığını ve evin ikinci hanımı Sofiya’yı ise bilakis hem Fiyodor, hem de bütün âleme karşı müdafaa ettiğini söylemiştim. Bu hastalıklı kadıncağız, onun nazarında kutsîleşmiş ve aradan yirmi yıl geçtikten sonra bile, ondan saygısızca bahsedilmesine katlanamamıştı.
Grigori, serinkanlı, durgun, az konuşur ve ancak temiz mevzular için ağzını açan ağırbaşlı bir adamdı. İlk görüşte onun kendisine candan bağlı olan karısını sevip sevmediği kestirilemezdi. Fakat Grigori bu yumuşak başlı, cana yakın kadının gerçekten severdi.
Marta İğnatiyevna, kocasından daha zeki, hele hayat işlerinde muhakkak ki, daha uyanık bir kadındı. Bununla beraber kadıncağız, kocasına körü körüne bağlı idi ve büyük bir hürmetle onu sayardı. Ama, aralarında ancak pek lazım olan sözler geçer, uzun konuşmazlardı. Mühim mevzuları Grigori kendi kendine düşünür, karısını bu türlü karar ve hüküm işlerine karıştırmazdı.
Grigori, karısına, ilk evlendikleri sene bir kere, şöyle hafifçe biri dayak atmış ve bir daha hiç el kaldırmamıştı. Bir bayram günü, kendilerinin henüz azat edildikleri kölelik zamanına ait bir bayram günü, çiftlikte toplanmışlar ve “bu yeşil güzel ovalarda...” şarkısını söyleyerek dans etmişlerdi. İşte o gün Marta, herkes gibi yapacağına, tutmuş Miyosov’larda hizmetçi iken, hanımlarına ders öğreten muallimin gösterdiği figürlerle saza uymuştu.
Grigori, bunu görmüş ve eve dönünce, karısını saçlarından yakalayarak hafifçe dövmüş. Marta da bundan sonra artık gösterişi bırakarak herkes gibi dans etmeye ant içmişti.
Minimini iken ölen bir taneden başka, Allah onlara çocuk ihsan etmemişti. Grigori çocukları sever ve bu sevgisini de saklamazdı. Adelayid, âşkıyla kaçınca, o zaman üç yaşında olan Dimitri’yi almış, kendi eliyle yıkayıp tarayarak ona evlat gibi bakmıştı. Daha sonraları İvan’la Aliyoşa’ya da aynı sevgi ile bakmıştı. Bu yüzden bir de tokat yediğini biliyorsunuz.
Kendi öz çocuğu, ona ancak karnında iken sevinç vermişti. Çünkü doğduğu gün, bu çocuğun altı parmaklı olduğunu görüp üzülmüştü. Grigori, vaftiz gününe kadar sırrını sakladı. Bahçeyi belledi durdu. Vaftiz saati gelince, o da bir karar vermiş olacak ki, davetlilerin ve Fiyodor’un bulunduğu odaya girerek:
-Bu çocuk vaftiz edilemez!
Demiş, sonra uzun uzun papaza bakmıştı.
Papaz hayretle:
-Niçin?
Diye sordu.
-Çünkü... Çünkü bu çocuk bir ejderhadır!
Grigori bu sözleri kekeledi ve:
-Bir yaradılış cilvesi galiba...
Diye cümlesini tamamladı. Tahmin edeceğiniz gibi kahkahalarla gülüşüldü ve çocuk vaftiz edildi. Grigori dini törenin bütün icaplarını yaptı. Ama çocuk hakkındaki kanaatinden de vazgeçmedi. Yavrunun ancak iki haftalık ömrü varmış. Bu iki hafta içinde Grigori onu hiç kucağına almadı. Okşamadı, sevmedi. Hatta bütün vakitlerini hep dışarıda geçirdi; fakat çocuk ölünce, tabuta kendi eliyle koydu. Mezara kendi eliyle indirdi ve sonra toprağa kapanarak büyük bir kederle ağladı. Bir daha ondan hiç bahsetmedi. Karısı bile ancak o, evde yokken yavaş sesle yavrusunun adını anardı.
Kadıncağız, yalnız şunun farkına varmıştı. Bu ölümden sonra kocasının din duygularında yeni bir heyecan seziliyordu. Akşamları gözlüklerini takarak dua kitaplarına dalıyor, hele yortu günlerinde yüksek sesle okuyordu. Zaten ciddi bir adam olan Grigori, bu dini heyecanla, büsbütün ağırlaşıyordu.
Çocuğunun ölümü, onda garip bir hassasiyet uyandırmıştı. Hatta yavrusunun toprağa konulduğunun ertesi gecesi Marta İğnatiyevna, birdenbire uyanmış ve yeni doğmuş bir çocuk sesi duyar gibi olarak korkmuştu. Bu korku ile kocasını kaldırdı. Adamcağız kulak kabartarak etrafı dinledi, sonra:
-Kadın iniltisi! Deyip giyindi.
Ilık bir Mayıs gecesiydi. Merdiven başına çıkınca, iniltilerin bahçe tarafından geldiğini anladı. Fakat bahçe kapısı kilitliydi ve ancak yüksek bir tahta perdeden aşılarak buraya girilebilirdi.
Grigori, tekrar içeriye döndü. Feneri yaktı ve canının acısından ne dediğini bilmeyen karısının:
-Çocuğumun, yavrumun sesini duyuyorum!
Feryadına aldırmayarak, karanlık sebze bahçesine daldı. Sesler, dipteki kulübeden geliyordu. Grigori, kapıyı açınca hayretten donakalmıştı. Bütün kasabanın tanıdığı zavallı bir deli kız orada samanlar üstünde doğurmuştu. Kendi de can çekişiyordu.
Bu işte Grigori’nin şüphelendiği bir ihtimali kuvvetlendiren bir hal vardı. Elizabet, kasaba halkının merhametini çeken pek kısa boylu ve aptal bir kızdı. İri yanaklı, kırmızı yüzlü, sabit bakışlı, çirkin, ablak bir budala... Yaz kış yalınayak dolaşır ve arkasında bir kenevir gömlekten başka bir şey taşımazdı. Hiç taranmamış saçları kendiliğinden kıvırcıktı ve başının üstünde bir kazak kalpağı gibi yükselirdi. Çok kere çamurlara bulanmış bir halde görülürdü. Çünkü kuru otlar, yapraklar üstünde yatar, aklına estiği yere kıvrılırdı.
Ayyaş ve serseri İlya, bu kızın babası idi. Anası ise çoktan ölmüştü. İlya her eve geldikçe bu zavallı kızı insafsızca dövüyordu. Bereket versin ki, Elizabet, bütün halk tarafından korunduğu için, evine ancak pek seyrek uğrardı.
Gerek İlya’nın çalıştığı evin efendileri, gerek kasaba esnafı bu kızı birçok kereler giydirmişler, kuşatmışlar, yarı çıplak ve uygunsuz bir halde dolaşmasına mani olmak istemişler. Aptal kız, kendisinin giydirilmesine sesini çıkarmaz, fakat daha hemen o gün bir kilise kapısında, tepeden tırnağa kadar soyunur ve yine eskisi gibi yalınayak, başıkabak sokakları dolaşırdı.
Fakat bir gün şehre yeni bir vali tayin edilince iş sarpa sardı. Yeni vali, bu kızın yetişmiş, dolgun vücuduyla sokaklarda çıplak gezmesini ahlaka uygun bulmadı. Zavallının deli olduğunu söylediler. Fakat vali, “Deli de olsa bu halde bırakılamaz!” dedi. Biraz sonra o da değişince, kız yine eski halinde kaldı. Bu sıralarda babası da ölmüş ve aptallığına yetimlik de eklenerek bir kat daha merhamete layık olmuştu.
Nitekim, ona kasabanın en katı yüreklileri ve bu tiplerin en amansız düşmanı sayılan çocuklar bile sataşmaz olmuştu. Herkes seviyor ve acıyordu. Hiç tanımadığı evlere girdiği halde kimse onu kovamazdı. Bilakis her gören ona yardım eder ve sadaka verirdi. Kız, bu paraları harcamaz, götürür, ya kilisenin yardım sandığına, yahut hapishanenin kumbarasına atardı. Ona çarşıda bir hayır sahibi çörek, pasta verse, o da ya ilk rastladığı çocuğa hediye eder, yahut da kasabanın en asil ailesinden bir hanımı durdurarak ona peşkeş çekerdi. Onun verdiği asla geriye çevrilmezdi. Kendisi, siyah ekmek ve su ile yaşardı. En zengin dükkanlara girer çıkar, mal sahipleri hiç yüksünmezlerdi. Çünkü bilirlerdi ki, binlerce rubleyi önüne serseler, Elizabet bir metelik bile almaya tenezzül etmeyecektir.
Bazen, kiliselerin içerlek kapıları altında, bazen de sebze bahçelerinde yatardı. Haftada bir kere, babasının efendilerini ziyarete gelir ve onların ahırında yatardı. Herkes bu kızın şu halde nasıl yaşayabildiğine şaşardı. Kar, buz, fırtına onu daima böyle çıplak bulurdu. Boyu kısa olmasına rağmen harikulade kuvvetli ve sağlam bir vücudu vardı. Bazıları, onun paraya, mala karşı gösterdiği tokgözlülüğü gururuna verirdi. Fakat bu düşünüş doğru değildi. Zavallıcık dilsizdi. Bir kelime söyleyemezdi. Arada sırada ağzının içinde dili oynar, çakal sesleri çıkarırdı. Böyle bir mahlukta gururun yeri kalır mı hiç?
Sıcak ve aylı bir eylül gecesi kulüpten çıkan beş altı sarhoş, en kestirme yollardan evlerine dönüyorlardı. Yol bahçelikler arasından geçiyordu. Onlardan başka görünürlerde kimsecikler yoktu.
Sarhoşlar, bir ot yığınının üstünde uyuyakalan Elizabet’i gördüler. Etrafına dizilerek edepsizce şakalara giriştiler. İçlerinden biri garip bir fikir ortaya attı:
-Buna da kadın gözü ile bakacak bir mahluk bulunur mu acaba? Dedi.
Hepsi tiksinerek:
-Hayır!
Cevabını verdiler. Fakat onların arasında bulunan Fiyodor Pavloviç:
-Ben, sizin gibi düşünmüyorum. Pekala bulunur. Hem bunun kendisine mahsus garip bir çeşni farkı da olmak gerektir.
Fikrini ileri sürdü. Fiyodor, bu sıralarda maskaralıktan hoşlanıyordu. Şapkasında yeni ölen ilk karısının yasını tutan siyah bir tül taşıdığı halde öyle ahlaksız bir ömür sürüyordu ki, en hayasız çapkınlar bile ondan utanıyorlardı.
Fiyodor’un deli kız hakkındaki fikri, çapkınlar çetesini biraz daha şaşırttı. İçlerinden biri Fiyodor’dan yana çıktı ve kışkırttı. Ötekiler iğrenerek yüzlerini buruşturdular. Ama neşeleri de gittikçe artıyordu. Gülüştüler ve şakalaşarak yollarına devam ettiler. Fiyodor, sonraları, kendisine telmihler yapıldıkça, herkesle beraber uzaklaştığını söylerdi. Kimbilir belki doğrusu da bu idi. Hiç kimse için iç yüzünü öğrenemedi. Fakat beş altı ay sonra, Elizabet’in gebeliği meydana çıkınca, bütün kasaba halkı, bu rezilce hareketten şiddetli bir isyan duydu. Çok geçmeden Fiyodor’u itham eden bir dedikodu şehre yayılmıştı. Bu dedikodu, nereden çıkıyordu?.. Gece onunla beraber dönenlerden mi?.. Hayır, çünkü kızın karnı şişip de iş anlaşıldığı vakit, onlardan yalnız bir kişi kasabada idi. Ötekiler şuraya buraya dağılmışlardı. Kalan adam ise, ağırbaşlı, yaşlı bir aile babası idi. Şüphe etmiş olsa bile böyle bir şeyden bahse tenezzül edemezdi.
Fiyodor, hiç oralı olmuyor, basit tabaka ile temas etmediği için, dillerde dolaşanlara cevap vermek lüzumunu duymuyordu. İşte bu sıralarda, Grigori, efendisinin tarafını tutarak, cesur ve atılgan bir müdafaaya girişmişti. Yalnız müdafaa ile de kalmıyor, bütün kuvvetini harcayarak halkın içine yerleşen inanışları söküp atıyor:
-Dünyada bu işi yapsa yapsa Karp haydudu yapar! Diyordu.
Karp, zindandan kaçarak bizim havalide saklanmış bir kürek mahkumu idi. Grigori’nin buluşu akla yakın geliyordu. Bazıları da bu herifin o gecelerde birkaç yolcuyu soyduğunu da hatırladılar. Artık anne olan zavallı kıza karşı, halkın şefkat ve merhameti artmıştı. Hatta zengince bir mağaza sahibi olan dul bir kadın, nisan sonunda doğurması için onu evine bile aldı. Deli kızı başıboş bırakmıyorlar, her halini kolluyorlardı. Fakat bütün dikkatlere rağmen, bir gece, tam doğuracağı gece evden kaçmış ve Fiyodor’un bahçesine atlamıştı. Karnı burnunda iken, sancılarla kıvranması lazım gelen bir saatte o yüksek parmaklığı nasıl aşabilmişti?.. Aşmış ama yaralanmıştı.
Grigori, onu bu halde görünce hemen karısını çağırarak ilk tedavileri yaptırmış, bir yandan da komşu ebe kadının evine koşup getirmişti. Çocuğu kurtardılar, fakat anne, şafak sökerken öldü. Grigori yavruyu aldı. Pavyona götürerek karısının dizleri üstüne koydu ve:
-İşte anası babası biz olacağımız bir öksüz, dedi. Bunu bize küçük ölen evladımız gönderiyor. Şeytanın oğlu ile bir masumun kanından hasıl olmuştur. Al, bunu besle, büyüt ve sakın ağlama!..
Marta, çocuğu büyüttü. Vaftiz adını Pavel koymuşlardı. Buna, bazıları öteki babası Fiyodoroviç lakabını da eklemişlerdi. Bu ekleyişte yine eski telmihlerin kokusu vardı. Fakat Fiyodor, bunlara kızmıyor, hatta zevk alır gibi bile görünüyordu. Fiyodor daha sonraları çocuğa anasının adından çıkardığı bir isim de taktı. Artık herkes onu Smerdiyakov demeye başladılar.
Hikayemizin başladığı tarihlerde Smerdiyakov, Fiyodor’un hizmetine bakıyor ve Grigori ile ihtiyar Marta pavyonunda oturuyordu. Ona başlı başına kitabın bir kısmını vermek iyi olurdu. Fakat bir uşak parçası ile okuyucularımı yormaktan çekindiğim için kısa kesiyorum. Hem zaten vukuatın akışı içinde onunda rolü var.
2
Ateşli bir kalbin manzum itirafları
Arabadan kendisine bağıran babasının emirlerini dinlerken, Aliyoşa, şaşkın ve içi altüsttü. Manastırdan uzaklaşan babasına bakarak yerinde donmuş gibi kaldı. Neden sonra heyecanını yenerek kendine gelince, mutfağa koştu. Başpapazın dairesinde neler olup bittiğini öğrenmek istiyordu. Orada çok durmadı. Kafasında halledilecek meseleleri serinkanlılıkla düşünebilmek için, yola koyuldu. Be meseleler, babasının bağıra çağıra verdiği “pılını pırtını topla, eve gel!” emirleriydi. Gerçi bu çılgınlıkların saman ateşinden ibaret geçici bir heyecan mahsulü olduğunu biliyor ve korkmuyordu. Belki daha o gün babası, onun manastıra dönmesine izin verecekti. Fakat, Aliyoşa’nın şimdi başka bir korkusu vardı. Bu korkunun rahatsızlığı o kadar büyüktü ki, kendi kendisine içinden çıkamıyordu. Onun yüreğini oynatan şey, bu sabah Madam Koklakov’un verdiği mektuptu. Katerin İvanovna bu mektubunda görüşmek için şaşılacak bir ısrar gösteriyordu.
Bu ısrar ve Katerin’le görüşmek ısrarı onu heyecanlandırıyor, araya karışan bunca gürültü ve rezalet bile yüreğindeki ürpermeleri gideremiyordu. Katerin’i tanırdı. Manastıra geleceği güne kadar onların yanında yaşamıştı. Fakat çok seyrek görüşürler ve hemen hiç konuşmazlardı. Aliyoşa, onda güzel, büyük ve kibirli bir hanım hali sezmişti. Kızın güzelliğinden korkmuyordu; fakat içinde ona karşı izah edemediği bir ürkeklik vardı.
Katerin’in maksadı, kendisine karşı suçlu olan Dimitri’yi kurtarmaktı. Bunu da sırf asil yüreğinin emriyle yapıyordu. Delikanlı bunları sezmekle beraber, kızın evine yaklaştıkça heyecanının da çoğaldığını görüyordu.
İvan, babasının yanında olduğu için herhalde orada olmayacaktı. Dimitri de yaptığı işten sonra tekrar oraya dönemezdi. Aliyoşa, Katerina’ya gitmeden önce Dimitri ile konuşmak istiyordu. Fakat o da kimbilir şimdi nerelerde idi...
Delikanlı bir an durdu. İstavrozlandıktan sonra, müthiş şahsiyetin evine doğru metin adımlarla yürümeye başladı. Evi bilmiyordu. Fakat ana caddeden geçerek yolu uzatmıştı. Kasaba büyük olmakla beraber, yolları epey acayipti. Ara sokaklar açılmadığı için bir yere vaktinde sapılmazsa, mesafe epey uzar. Acele etmek lazımdı.
İşte bu yüzden düz caddeyi bırakarak tenha ve ıssız bir kestirmeye saptı ve orada hiç ummadığı biriyle karşılaştı. Bir çalılığın arkasında yalnız başı görünen kardeşi Dimitri, ona “sus!” işareti yapıyor, ses çıkarmadan yaklaşmasını istiyordu.
Yanyana gelince Dimitri:
-Hele şükür başını kaldırabildin! Az daha seslenmeye mecbur olacaktım. Atla şuradan, gel yanıma, tam vaktinde düştün. Ben de seni düşünüyordum.