-Şaşılacak şey!.. dedi. Sebebini anlayamıyorum.
İşte muhterem aziz, bunun için geldik. Şükranlarımızı kabul etmez misiniz? Hadi Liz, teşekkür et bakayım.
Liz’in küçük yüzü, ansızın ciddileşti. Koltuğunda elinden geldiği kadar doğruldu ve Stareç’e bakarak dua vaziyeti aldı. Fakat kendini tutamayarak güldü. Sonra yaptığı şeyin bir kabahat olabileceğini düşünerek:
-Ben arkanızdakine gülüyorum! Dedi ve bir çene işaretiyle Aliyoşa’yı gösterdi. Delikanlının yüzü birdenbire ateş kesilerek başını eğdi. Kirpikleri arasından bir alevin yanıp söndüğü görüldü.
Kızın annesi, ona minimini eldivenli bir el uzatarak:
-Onun size getirdiği bir haber var, dedi.
Stareç, dönüp delikanlıya baktı. Aliyoşa, kıza doğru yürüdü ve elini sıkarak şaşkınca gülümsedi. Liz, ona bir mektup uzattı ve:
-Katerin İvanovna, bana bu mektubu size teslim etmek üzere verdi. Kendisini mümkün olduğu kadar yakında görmenizi istiyor, dedi.
Aliyoşa’nın yüzünü şüphe bulutları kaplamıştı; derin bir hayretle:
-Beni mi çağırıyor?.. Acaba niçin... diye mırıldanıyordu.
Kızın annesi, söze karışarak çabucak anlattı:
-Dimitri Fiyodoroviç’e ait bir mesele için olacak... Son günlerde bazı hadiseler oldu. Katerin İvanovna, yeni bir karar vermiş galiba... ama bu kararın ne olduğunu bilmiyorum. Sizi mutlaka görmek isteyişi de bu yüzdendir. Tabii gideceksiniz, dini duygularınız da size bunu emrediyor.
Aliyoşa, şaşkınlığından henüz kurtulamamış bir halde:
-Onu ben, ömrümde ancak bir kere gördüm.
Diyecek oldu.
-Pek asil bir kızdır. Tertemiz bir yüreği var. Fakat neler çekiyor, neler... Uğradığı ıstırap müthiştir. Ne kara bir alın yazısı varmış zavallının!
İçinde esrarlı bir davadan başka açık hiçbir mana bulunmayan muammalı, kısa mektuba göz gezdiren Aliyoşa:
-Olur, giderim.
Dedi.
Liz, hayran bir sesle:
-Sizin hesabınıza ne güzel bir karar! Demekten kendini alamadı. Ben, asla gideceğinizi ummuyordum. Siz, burada kendi ruhunuzun selâmetini aramakla meşgulsünüz... Vaktiniz olmaz sanıyordum. Ne kadar iyi bir kalbiniz var. Bunu her vakit düşünmüştüm... Düşündüğümü söylemek beni ayrıca sevindiriyor.
Madam, gülümsemekle beraber ciddi bir sesle;
-Liz!
Dedi, sonra Aliyoşa’ya dönerek anlattı:
-Aleksi Fiyodoroviç, siz artık bizi unuttunuz. Semtimize uğradığınız yok. Halbuki Liz, bana kaç kere ancak sizinle birlikte olunca ıstırabından kurtulduğunu söylemiştir.
Aliyoşa, tekrar kızardı ve sonra gözlerini kaldırarak neden olduğunu bilmeden gülümsedi. Stareç ona bakmıyor, biraz önce bahsettiğimiz ihtiyar papazla konuşuyordu.
Bu papaz, Topolsk’ın en ücra bir yerindeki manastırdan gelmişti. İçinde ancak dokuz keşiş barındırabilen fakir bir manastır. Adamcağızın ilmi, irfanı yoktu. Fakat kuvvetli bir imanı vardı. Vakur bir eda ile Liz’i göstererek:
-Böyle şeylere nasıl girişebiliyorsunuz?
Diye sordu. Keşiş hastaya verdiği şifaya telmih ediyordu.
-Böyle bir şeyden daha bahsedilemez. Bir an ferahlamak, tamamıyla iyileşmek demek değildir ve herhangi başka bir sebepten de ileri gelebilir. Ne olursa olsun hepsini yapan Allah’tır. Herşey ondan gelir. Beni görmeye geliniz. Hastayım, her vakit ziyaretçi kabul edemem. Artık günlerim de sayılıdır.
-Oooh, hayır, hayır... Böyle fena şeyler söylemeyiniz. Allah sizi bizden almayacaktır. Siz, nasıl hasta olabilirsiniz?.. O kadar sıhhatli, şen ve bahtiyar görünüyorsunuz ki, daha çok zaman yaşayacağınıza, Allah’ın size uzun ömürler vererek bizleri sevindireceğine can ve gönülden inanırız.
Diye haykırdı.
-Bugün gerçi, kendimi pek iyi buluyorum. Fakat bu iyiliğin uzun sürmeyeceğini de biliyorum. Hastalığımı bütün teferruatıyla öğrenmiş bulunuyorum. Beni neşeli ve bahtiyar gördüğünüzü söylüyorsunuz. Buna pek sevindim. Çünkü ilahi neşe ve bahtiyarlık, yeryüzünde adam oğlunun son mertebesidir. Bunu kendinde duyan insan artık: “Fani dünyadaki işim bitti!” diyebilir. Hekimler, azizler, kurbanlar, hep bu ilahi neşeye kavuşmuş bahtiyar kişilerdi.
Kadın:
-Ne güzel, ne ûlvi sözler... diye atıldı. Bu sözler, ruhu delip geçiyor... Fakat bütün bunlara rağmen saadet nerede?.. Bahtiyarlık hani? Kim, kendini murada ermiş buluyor?.. Madem ki bizden bir kere daha görünmek lûtfunu esirgemediniz, şu halde size söyleyeceğim dertlerimi de dinleyiniz. Ben, çok mustarip bir insanım. Çoktan beri ruhum bu ıstırap ateşinde yanıyor.
Genç kadın bunları söyledikten sonra onun karşısında heyecanının şevkiyle ellerini kavuşturdu.
-En çok neden mustaripsiniz?
-İnanamamazlıktan!
-Allah’a mı inanmıyorsunuz?
-Oh, hayır hayır, öylesi değil... Fakat hayattan sonrası o kadar karanlık, öyle bir muamma ki... Hiç kimse bu perdenin arkasında ne var, bilmiyor. Siz ki, insan ruhunun bütün derinliklerinde dolaşmış bir adamsınız, siz ki en korkunç hastalıkları şifaya kavuşturan bir azizsiniz, beni dinleyiniz. Bana mutlak surette inanın diyemem, fakat size bütün bir azametle diyebilirim ki, sözlerim bir hoppalık davası değildir. Öldükten sonraki hayat meselesi, beni mustarip edecek, kendimden geçirecek kadar düşündürüyor. Kime başvuracağımı bugüne kadar kestirememiştim. İşte şimdi, ilk defa olarak bu hissim, söz olarak ağzımdan çıkıyor. Kimbilir beni ne yerine koyacaksınız?.. Bunun için de ayrı bir azap ve utanç duyuyorum.
Kadın, bunları söyledikten sonra dizlerini dövdü. Stareç:
-Benim kanaatim, sizi kuşkulandırmasın, dedi; fikrinizde samimi olduğunuza inanıyorum.
-Teşekkür ederim...Bakın mesela gözlerimi kapıyor ve düşünüyorum. İman nereden geliyor? Temin ettiklerine bakılırsa, dinler, tabiatın ilk insanlar üzerinde bıraktığı korkudan doğmuş. Fakat hakikatte böyle bir şey yokmuş. Kendi kendime: “Bütün ömrümce inandım ki, bir gün öleceğim ve benden bu dünyada hiçbir şey kalmayacak. Yalnız mezarımda otlar bitecek. Bir muharririn dediği gibi bu ne feci bir yokluktur!.. Hakiki imana nasıl kavuşmalı?.. Ben, düşünmeden, makine gibi ancak çocukken inanmıştım. Sonraları bu vasıtasız inanışı kaybetti. İçimde şüpheler belirdi. Siz, bana yol gösteriniz. Çünkü anlıyorum ki, eğer bu fırsatı da kaçırırsam, bir daha benim içir kurtuluş yoktur. Nasıl bu şüphelerden kurtulayım. Hangi delillere bağlanayım! Ne talihsizim!.. Etrafımda bu işlerle uğraşacak hiç kimsem yok. Tek başıma başaramıyorum. Karanlık beni ezecek kadar büyük ve derin!..”
-Evet, bu öyle bir şeydir ki, ispat edilemez, inanılır.
-Nasıl?.. Hangi delillerle?..
-Hız veren aşkla... Kendinizi, istikbalinizi sevmeye tükenmez bir şevkle daima zorlayınız, bunda muvaffak oldukça içinizdeki şüpheler silinecek. Birgün ruhunuzdaki aşk kemale erince de artık hiçbir şüphe bulutu imanınızın göklerini karartmayacak. B, bir tecrübe işidir.
-Hız veren aşkla... diyorsunuz. Bu da ayrı bir mesele, hem ne mesele!..Mesela ben, insanlığa inanıyor ve onu seviyorum. Bilmem inanacak mısınız, bazen bu aşk içimde öyle taşar, öyle kabarır ki, bütün varımı yoğumu ona vermek, biricik yavrumu da ona bağlayarak insanlık mabedinin bir rahibesi olmak istediğimi duyarım. Bu demlerde ruhumun sonsuz bir kuvvetle dolduğunu hissederim. İçimde, hiçbir korku, çekinme kalmaz. Hiçbir yara, çürüyen hiçbir et parçası beni tiksindiremez. Onları kendi ellerimle yıkayıp temizlenebileceğime, hastaların ülserlerini öpebileceğime inanırım.
-Bu türlü güzel düşünceler, sizin ruhunuz hesabına ehemmiyetli bir kazançtır. Bunlardan birgün hakikaten yüksek bir hareket de çıkabilir.
-Evet ama, acaba böyle bir hayata uzun zaman dayanabilecek miyim?.. İşte beni en çok kıvrandıran başlıca düşünce budur. Gözlerimi kapar ve kendime sorarım: “Bu yolda devam edebilecek misin?.. Ya senin yaralarını yıkadığın, ağrılarını öpüşlerle geçirmeğe uğraştığın hastalar nankörlük ederler, mızmızlanarak seni işkenceye sokarlarsa da – ki çok ıstırap çeken hastalarda bu haller sık sık görülmüştür – sevgin eksilmeyecek mi?. Şunu da söyleyeyim ki, aziz babamız, benim insanlığa karşı beslediğim büyük aşkı yalnız onun nankörlüğü söndürür sanıyorum. Hulasa ben, ancak karşılıklı bir aşkı anlıyorum. Tek taraflı olarak hiç kimseyi sevmeme imkan yoktur.”...
Genç kadın, böylece, içini döktükten sonra, Zosima’ya samimiyetin parlattığı gözlerle baktı.
Stareç:
-Böyle düşünmekte, siz yalnız değilsiniz. Çok evvel, tanıdığım zeki ve çok bilgili bir doktor da olgun yaşında aynı buhranı geçirmişti. O da sizin gibi açık olarak fakat davasına biraz şaka ve nükte karıştırarak şöyle derdi:
“Ben insanlığı seviyorum. Fakat insanlığı topyekûn sevdiğim kadar, insanları tek tek sevemiyorum. Bazen kendimi insanlığa vakfetmeyi, bu uğurda mücadeleye girişmeyi, düşünürdüm. Fakat tecrübe ile bilirim ki, başkasıyla bir odada iki gün bile yaşayamam. Ne yapayım, birinin bana yaklaştığını duyunca, tiksiniyor ve hürriyetimin kaybolduğunu duyuyorum. Yirmi dört saat içinde, kiminden sofrada çok kaldığı, kiminden nezleli olduğu için kaçarım. İnsanlığın aşıkı olan ben, insanlarla temasa geldiğim dakikadan itibaren onların düşmanı kesiliyorum. Şu tezada bakınız ki, insanlardan nefretim çoğaldıkça, insanlığa karşı aşkım, bağlarım, fedakârlığım artıyor. Bu ne haldir?..”
Genç kadın:
-Şu halde nereye başvurmalı, hangi çareye kime sarılmalı? Bu, insanı ümitsizliğe sürüklüyor, dedi.
-Hayır, teessür duymak yeter... Siz, elinizden geleni esirgemeyin. İyilikler kaybolmayacaktır. Siz, kendinizi bütün derinliğiyle anlamak için zaten lâzımgelen kuvveti harcamışsınız. Eğer bana bu kadar açık kalplilikle içinizi dökmeseydiniz, hız veren aşka yaklaşmış olmayacaktınız. Ömrünüz rüya gibi geçecek, karanlık istikbali unutacaksınız. Sonra şöyle veyahut böyle bir sebeple huzura kavuşacaksınız.
-Size insan nankörlüğü karşısında duyduğum nefret ve tiksinişi anlatmakla, samimiyetimin lâyık olduğu takdiri, anlattım. Bana kendi kendimi okumayı öğrettiniz.
-Böyle bir itiraftan sonra, sizi iyi bir insan olarak kabul etmemek imkânı yoktu. İyi bir yoldasınız. Ondan ayrılmamaya çalışınız. Hele gerek kendi kendinize, gerek başkalarına karşı yalan söylemekten çekininiz. Nefret ve tiksinmelere gönlünüzde yer vermeyiniz. Kendinizde beğenmediğiniz yeni bir şeyi farkettiğiniz dakikada, onda kurtulmuş olursunuz.
Bu ûlvi aşkın yolunda kendi küçüklüklerinizden korkmayınız. Size daha iyi şeyler söyleyemediğime müteessirim. Çünkü hız veren aşkı, lâhutî sevdayı, görülen, değişen bir aşka benzetmek korkunç bir şey olur. Nasutî sevginin çabucak neticeye varması istenir ve bu uğurda âşıklar en büyük fedakârlıklar yaparlar. Lâhutî aşk, bambaşkadır. O, insanın, ruhuna ışık gibi girer. Bu aşk insanı kendine hâkim yapan uzun bir didinme, derin bir ilimdir. Size yalnız şunu söyleyeyim ki bu yolda çabalarken, hiç ilerlemediğinizi, hatta gerilediğinizi görseniz bile ümidinizi kesmeyiniz. İmanınız sarsılmasın. En zor ve en dar zamanınızda Allahın sırlı kuvveti size yardım edecektir. Daha çok kalamayacağıma müteessirim, affediniz. Hadi Allaha ısmarladık.
Madam ağlıyordu. Heyecanla:
-Ya Liz?.. dedi, bari onu takdis ediniz.
Stareç, şakacı bir tavırla sataştı:
-O, sevilmeye lâyık mı ya?.. Her zaman onu hoppa görüyorum. Söyle bakayım bana, Aleksi ile neden alay ediyorsun sen?..
Doğrusu, Liz de bütün bu konuşma sırasında tuhaf şeyler yapmıştı. Daha ilk ziyaretlerinde, Aliyoşa’nın utandığını hissetmiş ve bu onun pek hoşuna gitmişti. Gözlerini hiç kırpmadan onun yüzüne dikiyor bu sabit bakışlardan üzülen delikanlı da ister istemez ona bakıyordu. Aliyoşa’yı kendine baktırınca da, Liz, çocuğun heyecanını arttıran tatlı muzaffer bir gülüşle eğleniyordu. Nihayet zavallı oğlan Stareç’in arkasın sığınarak ona sırtını çevirdi. Birkaç dakika sonra büyülenmiş gibi tekrar bakıyor mu diye dönünce, Liz’i koltuğundan âdeta kalkmış bir vaziyette buldu ve fıldır fıldır gözlerinin kendi gözleri içine daldığını hissetti. Genç kız, bu defa o kadar keyiflendi ki, kendini tutamayarak kahkaha ile güldü. Stareç bile dayanamadı ve:
-Küçük yaramaz, onu ne diye böyle terletiyorsun?
Dedi. Liz, kiraz gibi kızardı. Gözleri parladı. Güzel yüzü korkak bir mana aldı ve sinirli bir sesle:
-Niçin herşeyi unuttu öyle ise?.. Hem küçükken, beni kolları arasında taşıyordu. Biraz sonra hep beraber oynardık. Bana okuma öğreten odur. İki sene evvel, bizden ayrılırken, bana beni hiç unutamayacağını, daima dost olacağımızı söylemişti. Şimdi de işte sanki onu yiyecekmişim gibi benden korkuyor. Neden bana sokulmuyor? Ne diye benimle konuşmuyor?..Onu bunlardan meneden siz değilsiniz tabii. Her istediği yere gittiğini biliyoruz. Benim onun davet etmeme muaşeret kaideleri izin vermez. Onun bunu düşünmesi ve gelmesi lazımdı. Küçük bey ibadetle meşguller!.. Onu bu uzun cübbeyi ne diye giydirdiniz. Koşmak isterse düşecek zavallı!..
Ve ansızın, artık kendini tutamayarak, elleriyle yüzünü kapadı ve katıla katıla bir sinir fıkırdayışı içinde gülmeye başladı.
Gülümseyerek dinleyen Stareç, onu takdis etti. Kızcağız, Zosima’nın elini öptü ve yaşları akan gözlerinin üstüne bastırdı.
-Ben küçük bir sersemim, sakın bana darılmayın. Belki de Aliyoşa’nın benden uzaklaşmakta hakkı var, dedi.
Stareç cevap verdi:
-Onu size göndereceğim!
5
Âmin
Stareç’in höcereden ayrılışı aşağı yukarı yirmi beş dakika sürmüştü. Saat on iki buçuk olmuş ve Dimitri, kendisi için toplanan içtimaa henüz gelmemişti. Zaten hemen herkes onu unutmuş gibiydi. Stareç, tekrar höcereye girdiği zaman misafirlerini hararetli bir münakaşaya dalmış buldu. İki rahiple, İvan Fiyodoroviç, bu münakaşanın karşılıklı kutuplarını teşkil ediyorlardı.
Miyosov da arada sırada lafa karışıyor; fakat bu münakaşada o ikinci planda kalarak kendisine cevap veren bile bulunamıyordu ki, bu hal, onun zaten gerilen sinirlerini büsbütün bozuyordu. Miyosov, evvelce de İvan’la ilmi münakaşalara girişmiş, fakat zamane gençlerinin bu gibi fikir çarpışmalarındaki nezaket eksikliğinden hoşlanmamıştı. Kendi kendine: “Ben, Avrupa’daki terakkiciler arasında müsavi tutulmuş bir adamım, ama bu yeni yetişmeler, bizi topyekûn tanımıyorlar!” diye düşünüyordu.
Fiyodor Pavloviç, vadettiği gibi bir zaman lafa karışmadan yerinde durdu. Fakat komşusu Miyosov da sezdiği sinirlilikten de yüreği yağ bağlıyordu. O, çoktan beri içinde beslediği hıncı çıkarmak istiyor ve bu fırsatı kaçırmak işine gelmiyordu.
Nihayet dayanamadı ve komşusunun omuzuna eğilerek sataştı:
-Evliya hikayesinden sonra, ne diye kalkıp gitmediniz de vakarınızla hiç uygun olmayan bu muhitte kaldınız? Galiba, mat edildiğinizi görmek sizi üzdü. Zekanızı gösterecek bir bahanenin belirmesini bekliyor, nüktedanlığınızı göstermeden gitmeye katlanamıyorsunuz.
-Yine mi başladınız?.. Şimdi kalkar giderim.
Fiyodor Pavloviç filleri çatlatan bir vurdumduymazlıkla:
-Siz, buradan ancak en sonuncu olarak çıkacaksınız!
Sözlerini savurdu.
Stareç işte tam bu sırada kapıdan girmişti. Münakaşa birdenbire durdu. Fakat Zosima, onlara, “kesmeyiniz!” der gibi baktı. Onun her halini en ince noktalarına kadar bilen Aliyoşa, yorgunluktan bitkin bir halde olduğunu anladı, hastalığının verdiği dermansızlıktan son günlerde zavallının sık sık bayıldığını biliyordu. Yüzü böyle bir halin yaklaştığını gösterecek kadar sarı ve dudakları solgundu. Bu yorgunluğa rağmen topluluğu dağıtmadı. Aliyoşa bunun sebebini anlamak için ona dikkatle bakmaya başlamıştı.
Bilgin papaz, İvan’ı göstererek:
-Efendi ile çok meraklı bir makaleden bahsediyorduk. Makalede birçok yeni sezişler olmakla beraber iki başlı bir dava da güdülüyor. Bu yazı, kilise mahkemeleri ve onların hukukuna dair bir kitap telif eden papaza cevap olarak neşredilmiştir.
Stareç, İvan’a dikkatle bakarak:
-Ne yazık ki, makalenizi ben, okuyamadım. Fakat ondan çok bahsedildiğini işitmişimdir.
Dedi. Keşiş Jozef:
-Efendi, bu meseleyi çok dikkate değer bir noktadan mütalea ederek hükümet ve kilise mahkemelerinin ayrılığını kökünden reddediyor, dedi.
Stareç:
-Bakış zaviyeniz hakikaten alımlı; fakat böyle bir hükme varmak için delilleriniz nelerdir?
Diye İvan’a sordu.
İvan, Aliyoşa’nın korktuğu gibi mağrur bir eda ile yüksekten atarak değil bilakis temiz, nazik ve saygılı bir tavırla cevap verdi:
-Ben, hareket noktası olarak, kilise ve devlet elemanlarının, birbirinden tamamıyla ayrı karakterler taşıdıkları halde, imtizaç içinde yaşayacaklarını ele almıştım. Gerçi bunların tabii bir varlık teşkil etmeleri şöyle dursun, birbirleri ile uzlaşması bile imkansız şeylerdir. Çünkü her ikisi de yalan ve hurafe üzerine kurulmuştur. Mesela adalet bahsi üstünde, kilise ile devletin telakkilerini birleştirmenin bence asla imkanı yoktur. Kendisine cevap verdiğim ruhanî, kilisenin devlet içinde kat’î ve sarih bir yer tuttuğunu söylüyordu. Ben, ona, kilisenin devlet içinde bir köşe ile iktifa etmemesi ve bütün devleti temsil etmesi lazım gelir diyordum. Bu, eğer bugünkü şartlar içinde imkansız görülüyorsa, bütün hıristiyan teşekküllerinin hep bu ideali benimseyerek birlikte hareket etmesi sayesinde elde edilir sanıyorum.
Keşiş Paisyüs:
-İşte mükemmel ve dosdoğru bir fikir!
Dedi. Miyosov, bacak bacak üstüne atarak atıldı:
-Bu, düpedüz bir Ultramontanisme’dir.
Keşiş Jozef:
-Bizim memleketimizde Alp dağları yok, dedikten sonra Stareç’e dönerek, efendi, münakaşa ettiği zatın esas fikirlerini reddediyor ve bu fikirler, dikkat buyurunuz ki, bir kilise adamınındır. Bu esas fikirler şunlardır: Evvela “Hiçbir halk teşekkülü, kendi azalarına siyasi ve kanuni haklar izafe edemez”, sonra: “Cinaî meselelerde kilise hâkim vaziyete girmelidir.” Üçüncüsü de: “kilise, dünyaya ait olmayan bir saltanattır.”
Keşiş Paisiyüs, dayanamayarak:
-Bu kelime oyunları bir din adamına kakışacak şeyler değil, dedi; ve İvan’a dönerek: “Reddettiğiniz eseri, ben okudum. Sizin gibi ben de “Kilise dünyaya ait olmayan bir saltanattır” hükmü karşısında sarsıldım. Eğer bu dünyanın malı olmasaydı, yer yüzünde kurulmamış olması lazım gelirdi. İncildeki “Bu dünyaya ait değil” sözleri başka ve mecazî manalarda kullanılmıştır. Kelime oyunları yapmaya kalkışmak doğru olmaz. Efendimiz İsa, kilise saltanatını yer yüzünde kurmak için gelmişti. Semalar saltanatının kapısı da kilisedir. Oraya bu kapılardan girilir, asrîlerin alayları da çirkin şeylerdir. Din saltanatı bir gün elbette yer yüzünü kaplayacaktır. Bu, vadolunmuştur.
Keşiş sustu. İvan onu büyük bir dikkat ve sükunetle dinlemişti. Stareç’e dönerek:
-Kakalemin ana çizgisi, hıristiyanlığın doğduğu zamandan sonraki ilk üç asırda, tam manasıyla bir kilise olduğunun ispatı idi. Dinsiz Roma devleti hıristiyanlığı kabul edince, kiliseyi bir yanda bırakarak, dinsiz bir devlet olarak hüküm sürmekte devam etti. Bu da, eski medeniyetlerin varisi olan Roma için, tabii bir şeydi. Devlet işine giren kilise, bu kötü idare şartını değiştiremezdi. Dine düşen vazife, azimle yolunda yürümek ve bütün dünyayı bilhassa Roma hükümetini kiliseye kalbetmekti. İşte bu sebepledir ki, hasmımın inandığı gibi, kilisenin devlet içinde gelişigüzel bir yer alması değil, bütün devletleri kiliseleştirmesi gerektir.
Keşiş Paisiyüs, her kelime üstünde ayrı ayrı durarak:
-Başka bir tâbirle, on dokuzuncu asrın telakkilerine göre kilise medeni terakkileri takip ve temsil etmediği takdirde, devlet içinde aşağı bir mevkie düşmesi lazım gelir sanıyorlar. Fakat Rusya’da bu, böyle olmayacaktır. Bizde kilise Avrupa’nın inanışına rağmen, en büyük dereceye yükselecektir. İnşallah öyle olacaktır, böyle olsun âmin!
Miyosov gülümseyerek:
-Beni teyit ettiğinizi bilmem farkediyor musunuz? Bu, İsa’nın tekrar inmesi gibi uzak bir idealdir. Erişilmez bir hülya olarak kalacak. Bu hayale kapılmış birçok insan var. Harplerin, diplomatların, bankaların ortadan kalkacağını umarlar. Sosyalizm gibi bir şey... Ben de bütün bunların hakikat olacağını sanmıştım. Kiliselerin cânileri, kırbaç, sürgün ve hatta ölüm cezalarına mahkûm edeceklerini ummuştum.
İvan Fiyodoroviç sakin bir sesle:
-Eğer kilise, hâkim bir mahkeme olsaydı; cezalar, gittikçe yumuşayacak, suçlar da azalacaktı. Tabii bu ruh değişmesi birdenbire değil, yavaş yavaş olacaktı.
Miyosov ona dikkatle bakarak:
-Bunları ciddi mi söylüyorsunuz? Diye sordu.
-Eğer, kilise başlı başına bu işin amir ve hakimi olsaydı katilleri aforoz edecek, fakat asla kafa kesmeyecekti. O zaman size sorarım canilerin hali ne olurdu? çünkü aforoz edilince onlar, yalnız insanlardan değil, İsa’dan da ayrılacaklar. Dünya ve ahretlerinin ikisini de birden kaybedecekler.
Birçok hırsız ve caniler, yakalandıkları vakit hakimlere ve kendi vicdanlarına:
-Evet çaldım, öldürdüm; fakat bu suçlarımla beraber, ben kilisenin ve İsa’nın düşmanı değilim!
Derler. Din, onların son dayanacakları yer, son tesellisidir. Eğer kilise, yer yüzündeki devlet teşkilatını da kendinde toplarsa, o zaman böyle demek, onlar için imkansızlaşır. Yahut da mesele kiliseyi, dini, Allahı her şeyi inkara dayanır. O vakit “bunların hepsi yalan, katil ve hırsız olan ben asıl hakiki hıristiyanlığın kilisesiyim!” diyebilirlerdi! Böyle bir hükme varmak, güçtür. Çok garip şartlar birleşmeden böyle kıpkızıl mahluklar türeyemez. Sonra, kilisenin caniler karşısındaki halinde, putperest çağlardan kalma bir görüş zaviyesi sezilmez mi?.. Cemiyeti kurtarmak uğrunda, kangren olmuş bir uzvu kesmektense, caniyi yeni bir hayata kavuşturmak daha iyi değil mi?
Miyosov sözün burasında dayanamayarak atıldı:
-Bütün bunlar ne demek Allah aşkına?.. Artık davayı anlayacak halim kalmadı. Bir rüyadan mı bahsediyorsunuz? Şekil bağlamasına imkan olmayan bir rüya... Aforozla herşeyin hakkından gelmek... Galiba eğleniyorsunuz azizim İvan.
Stareç, ansızın herkesi kendine baktırarak sözüne girişti:
-Bugün de bundan başka bir şey olmuyor zaten... Eğer kilise mevcut olmasaydı katiller ve bütün suçlular için ne bir fren, ne de ceza bulunacaktı. Ceza derken, bugün devletlerce tatbik edilen, fakat suçluların gayzini arttıran cismanî cezaları kastetmiyorum. Hakiki ceza ve azap, vicdanı uyandırarak verilirse, şifaya doğru götürür.
Miyosov, ateşli bir merakla:
-Bu nasıl olur? Müsaade buyurun da size bunu sorayım?
Dedi. Stareç devam etti:
-Cismani cezalar, eziyetli işler, sürgün ve hapisler, bunlara uğrayanları ıslah etmiyor. Başkalarının onları takip etmelerine engel olamıyor. Cezalar şiddetlendirildikçe caniler çoğalıyor. Buna siz de tasdik edersiniz. Şu halde, madem ki, zindanlar, sürgünlerle çürüyen bir uzuvdan cemiyet kurtarılmak istenirken, hapsedilen bir katil yerine bir başkası, hatta ikisi birden fışkırıyor, şu halde tedbir, ihtiyacı karşılayamıyor demektir.
Eğer bugün hâlâ, katilleri zapteden bir kuvvet varsa o da İsa’nın kuvveti, kilisenin vicdanlara giren nüfuzudur. Bugün ancak vicdan yolundan bu kanlı suçların önü alınabilir. Mücrim, kanunun, devletin huzurunda değil, kilise ile dinin önünde hatasını kabul eder. Kanun af nedir bilmez. Her cürmü bir balta hissizliğiyle cezalandırır. Bunlar kurtarıcı tedbirler değillerdir. Kilise, bir ana gibi mücrimi kucaklar. Onun vicdanını uyandırır. Mücrimin ve cürmün yok olması sebeplerini yaratır. Afsız kanun, insan oğlunu ümitsizliğe düşürür, kıpkızıl katil ve soysuz eder. Devletin noksanı buradadır. Yarın muhakkak bu söylediğim tarz galip gelecek. Herkes onun büyüklüğünü, şifakar tesirlerini anlayacak. Bu insanlığın alnına yazılmıştır. Arada geçecek zamandan dolayı üzülmeye gelemez. Allah her şeye kadirdir. Biz insanlar için çok uzak görünen şeyler, eğer o murat ederse hemen yarın husule geliverir. İnşallah böyle olur, böyle olsun âmin!
Papazlar da derin bir hürmetle tekrarladılar: