-Âmin!
Miyosov, gururu incinmiş bir eda ile:
-Garip, çok garip son derece garip!
Diye mırıldandı.
Keşiş Jozef sordu:
-Bunun garabet neresinde!
-Hükümeti kaldırıp yerine kiliseyi koymak istiyorsunuz. Sonra da bunun garabet neresinde diye soruyorsunuz. Böyle bir kilise kudretini hatta Papa Yedinci Greguvar bile aklından geçirmemiştir.
Keşiş Paisiyüs vakur bir sesle
-Mütaleanız hakikatin tam zıddınadır. Hükümeti ile almak isteyen kilise değil, yükselen devletin varabileceği son merhale kiliseye inkılaptır. Sizin ima ettiğiniz davayı, Roma güdüyor. Bu, üçüncü bir şeytan iğvasıdır. Ortodoksluk âleminde bahsettiğiniz dava güdülmez. Onun üstüne aldığı ulvî bir vazife vardır. Bu yıldız şarkta parlayacaktır.
Aleksandroviç derin bir sükuta varmıştı. Dudaklarında memnun bir gülümseyiş belirdi. Heyecanlanmış bir halde idi. Aliyoşa, bütün dikkatiyle onu süzüyordu. Yanındaki ilahiyatçının da kızardığını görünce, kendi gibi onun da münakaşadan nasibini aldığını anlamıştı.
Miyosov, müessir bir tavırlar:
-Müsaade ederseniz, bize bir hikayecik anlatayım; dedi. Eylül vak’asından sonra Paris’te mühim bir mevkie geçen bir tanıdığımı görmeye gitmiştim. Onun yanında çok merak verici bir adama rastladım. Bu, polis mesleğinde olmamakla beraber, bir polis teşkilatının başında bulunuyordu. Fırsattan istifade ederek onunla konuştum. Benim bir yabancı olduğumu anlayınca samimiyet gösterdi ve benimle, açık açık görüştü. Bunun idare ettiği teşkilat sosyalistlerin takibine memur edilmişmiş. Onunla konuştuklarımızın büyük bir kısmını atlayarak yalnız bir noktasını anlatacağım. Bu adam söz arasında ağzından şunları kaçırdı:
-Anarşist sosyalistlerin, ihtilâlci ve dinsiz olanlarından biz, hiç korkmuyoruz. Onların ne yaptıklarından, ne işlediklerinden tamamıyla haberdarız. Fakat bunların arasında sayı bakımından az fakat manevi kuvvet bakımından pek ağır basan bir kısım daha var ki, onlardan ciddi endişelere düşüyoruz. Bunlar, Allaha inanan sosyalistlerdir. Hıristiyan sosyalistler, dinsizlerden daha çok tehlikelidirler.Bu sözler, o vakit beni sarsmıştı. Şimdi sizleri dinlerken yine onları hatırladım ve aynı heyecanı duydum.
Keşiş Paisiyüs, hiçbir heyecan ve şaşkınlık alameti göstermeden:
-Yani bizi de o sosyalistlerden mi sanıyorsunuz?
Dedi, fakat Miyosov’un cevap vermesine meydan kalmadan kapı açıldı ve Dimitri Fiyodoroviç göründü. Doğrusu artık onu bekleyen hiç kimse yoktu. Bu yüzdendir ki, onun gelişi, meclise ani bir hayret verdi.
6
Böyle bir adam niçin yaratılmıştır?
Yirmi sekiz yaşında, orta boylu, sevimli yüzlü bir delikanlı olan Dimitri Fiyodoroviç, olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Adalî vücudunda, büyük bir kuvvet sezildiği halde, çukur yanakları zayıf ve solgun yüz ile insanda hastalıklı bir adam tesiri bırakıyordu. Siyah gözlerinin inatçı görünüşüne rağmen dalgın bakışı vardı. Hırçınlaştığı ve heyecanla söz söylediği demlerde bile ruhunun hali bakışlarına sinmezdi. Onunla konuşanlar çok kere:
-Ne düşündüğü kestirilemez! Derlerdi.
Bazı günler, onda rastlanılan taşkın keyif ve neşe, derin derin düşünür gibi duran gözlerine bakanları şaşırtırdı. Yüzündeki solgunluk, zaten kimseyi şaşırtacak bir şey değildi. Herkes son günlerde onun nasıl gürültülü, yorucu bir ömür sürdüğünü biliyordu. Babasıyla arasını bozan para meselesi de gene bu maceralı hayatın neticesiydi. Şehirde bu meseleye dair bir sürü hikayeler dönüp dolaşıyordu.
Doğrusu aranırsa, Dimitri, sert ve keskin yaratılışlı, yalçın ve garip kafalı bira gençti. Odaya kusursuz bir kıyafet ve tavırla girmişti. Arkasında iyi bir redingot ve siyah eldivenli elinde bir silindir şapka vardı. Ordudan yeni ayrılmış bir zabit olduğu için bıyıklarını daha kesmemişti. Kestane renkli saçları kısa kesilmiş ve öne doğru taranmıştı. Geniş adımlarla ve karar sahibi bir yürüyüşle ilerliyordu. Eşikte bir saniye durarak, odadakileri gözden geçirdi; sonra ev sahibi olarak tahmin ettiği Stareç’in önüne gitti. Derin bir eğilişle selamlayarak takdisini diledi.
Zosima ayağa kalkmıştı. Dimitri onun elini öptü ve âdeta sinirli bir sesle:
-Sizi bu kadar çok beklettiğim için beni mazur görünüz efendim, dedi; babamın gönderdiği uşak Simerdiyakov’dan görüşme saatini sordum. Bana iki kere birde olduğunu söyledi. Ve şimdi anlıyorum ki...
Stareç:
-Üzülmeyini, biraz geç kaldınız ama ne ehemmiyeti var.
Dedi. Dimitri bu nezaketi:
-Çok teşekkür ederim, zaten sizin iyiliklerinizden de ancak bunu bekliyordum.
Sözleriyle karşıladı.
Muaşeret icabı olan bu cümlelerden sonra, Dimitri döndü. Babasının önüne giderek, aynı derin hürmetle onu da selamladı. Onun bu selamında evvelden düşünülmüş bir hal seziliyordu. Fiyodor Pavloviç’e gelince, o da koltuğundan kalkarak oğlunu aynen selamladı. Yüzü vakarlı ağır bir mana almıştı. Dimitri, odadakileri de ayrı ayrı selamladıktan sonra, salonun biricik boş sandalyesine doğru yürüdü. Oturdu ve biraz öne doğru eğilerek gelişiyle kesilen konuşmanın tekrar başlamasını bekledi.
İki üç dakika sonra da konuşma başladı. Fakat bu defa Aleksandr Miyosov, keşiş Paisiyüs’ün sert, mühim sualine cevap vermeyi lüzumlu bulmadı ve ince bir salon adamı zarafetiyle:
-Müsaade ederseniz, dedi, bu mühim ve nazik meseleyi burada keselim. Bakınız İvan gülümsüyor, mutlaka bize anlatacak meraklı bir şeyi var.
İvan hemen:
-Fevkalade bir şey değil, diye cevap verdi; yalnız suna işaret etmek istiyorum. Çoktan beri Avrupa liberalizmi, hatta bizim ilim, sanat ve fen merakımız, sosyalizm akideleri ile din umdelerini birbirine pek âlâ yaklaştırıyor. Bu acayip netice, bir ana çizgidir. Ortada sasyalizm ile hıristiyanlığı uzlaştıran liberallerle sanat ve ilim meraklılarından başka kimseler yok. Yabancı memleketlerde bunlara eklenecek bir de jandarmalar var. Paris’e dair hikayeniz, bence bu bakımdan çok dikkate değer azizim Aleksandroviç.
Aleksandr Miyosov:
-Bu mevzuu, bırakmak hususunda tekrar müsaadenizi rica edeceğim. Onun yerine size yine çok dikkate layık bir başka fıkra daha anlatacağım. Beş gün oluyor. Çokluğu kadınların teşkil ettiği bir toplulukta İvan, hiçbir şey dünyada insanı, insanları sevmeye sevketmediğini, insanlık aşkını emreden hiçbir tabii kanun bulunmadığını ve bu sevginin ancak ebediyete inanıştan doğduğunu söylemişti. İvan bu hükümden sonra, eğer insanlar arasında itikat olmazsa hayatın bile imkansız bir hale geleceğini de ayrıca ilave etmişti. Ne Allah’a, ne kendi ölmezliğine inanmayanlar, bütün mukaddesatı çiğneyecekler, özcülük “hodperestlik” ahlaksızlığa, alçaklığa kadar varacak ve bunlar yalnız tabii görülmekle de kalmayarak en namuskâr ve asîl bir cemiyet kanunu olacak, diyordu. Bu fıkranın içindeki garabet, bizim aziz İvan’ımızın paradoksallığını gösterir. Onu dinlerken, bunları da hatırlayınız.
Kimsenin sözüne karışmasına vakit kalmadan, Dimitri, birdenbire atıldı:
-Müsaade edin, müsaade edin yanlış anlamadım ya, İvan. “Dinsizlerce her türlü alçaklık kanun haline konmakla da kalmaz, bu, içtimaî bir zaruret gibi benimsenir!” mi demiş?... Onun fikri bu mu?.
Keşiş Paisiyüs:
-Evet, dedi, tastamam bu!
-Sırasında bunu hatırlayacağım!
Dimitri bu cümleyi söyledikten sonra, söze nasıl ansızın başladıysa, yine etrafı yadırgatan ani bir susuşla sözünü kesti.
Stareç İvan’a beklenmez bir sual sordu:
-İman ve ahiret fikrinin insanlardan kalkışından doğacak hadiseleri, tahlile çalıştığınız vakit samimi misiniz?
-Evet, dinsiz insanların faziletli olabileceğini zannetmiyorum.
-Bu inanışta iseniz, siz bahtiyar bir adamsınız, ama belki de bedbaht...
İvan gülümseyerek sordu:
-Niçin bedbaht diyorsunuz?..
-Çünkü görünüşe bakılırsa, ne ahiret fikrine, ne ruhun ölmezliğine, ne de makalenizdeki kilise haklarına dair yazdıklarınıza, siz, kendinize bile inanmıyorsunuz.
Bu acı hükmün karşısında kızaran ivan:
-Belki hakkınız var; fakat o makalem, büsbütün alay mahsulü de değildir, dedi.
-Büsbütün alay etmediğiniz doğrudur. Çünkü bu fikir, henüz yüreğinizde tamamıyla yerleşmemiş, katiyet bağlamamıştır. Azap çekiyorsunuz. Din kuranları bile bazen kendi ümitsizlikleriyle eğlenmek zorunda kalırlar. Sizin de inanmadığınız bir mevzua dair mecmualarda makaleler yazmanız salonlarda münakaşalar etmeniz, bu türlü avunuşlardır. Bu mesele sizin içinizde henüz mutlak bir neticeye varmamıştır. Azabınız bundan ileri geliyor. Çünkü böyle davalar, halledilmeden insan ıstıraptan kurtulamaz.
İvan, Stareç’e manası anlaşılmaz bir gülümseyişle bakarak:
-Güzel söylüyorsunuz, ama, bu türlü meselelerde müsbet bir neticeye varılabilir mi:
Diye sordu.
-Eğer müsbet olarak halledilemezse, menfi olarak da hiç halledilemez. Siz, kendi kalbinizi herkesten iyi bilirsiniz, azap oradadır. Kıvranan odur. Allah’a şükrediniz ki, size azap duyan böyle asîl bir yürek vermiş. Tanrı sizi uyandırsın ve davanızı hal için iman ışığı versin.
Stareç bunları söyledikten sonra elini kaldırdı. Uzaktan İvan’ı takdis etmek istedi. Fakat o, yerinden fırlayarak koştu. Zosiman’ın önünde eğilerek hayır duasını aldı ve elini öperek koltuğuna döndü. Yüzü ansızın ciddileşmiş, tavrı ağırlaşmıştı.
İvan’ın birdenbire değişmesi, herkesin üstünde derin bir tesir bıraktı. Çünkü münakaşa ederken takındığı tavırlardan böyle bir netice beklenmiyordu. Odada derin bir sessizlik oldu. Aliyoşa’nın yüzünde korkuya benzer bir mana vardı. Fiyodor Pavloviç ayağa kalktı:
-Aziz ve mukaddes Stareç, diye başladı. İşte eti etimden olan sevgili oğlum İvan ve işte huzurunuzda kendisinden teminat istediğim öteki oğlum Dimitri. İvan, benim saygılı Karlmoor’um, Dimitri de Frantz Moor’umdur. Bunlara baktıkça, kendimi de Graf von Moor’a benzetirim. Siz, bizi muhakeme edin, hüküm verin, bizi kurtarın. Çünkü biz, sizin yalnız hayır duanıza değil, istikbalimizi bildirmenize de muhtacız.
Stareç yorgun bir sesle:
-Kendi yakınlarınızı itham ile söze başlamayınız ve böyle çapraşık konuşmayınız!
Dedi. Takati tükenmişti. Dakikadan dakikaya bitkinliği artıyordu.
Dimitri Fiyodoroviç, ayağa kalkarak kızgın bir sesle:
-Buraya gelirken tahmin ettiğim gibi, çirkin bir komedya ile karşılaşıyorum, diye bağırdı. Siz, muhterem ev sahibi, beni mazur görünüz. Cahil bir adamım, hatta sizin sıfat ve isminizi bile bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, ruhunuzun iyiliği çok fena istismar edilmiştir. Bizi evinize kabul etmemeli, bu lûtufkarlığı göstermemeli idiniz. Babamın rezalet çıkarmaktan başka işi yok. Bu işe niçin girişti, pek anlamıyorum, fakat onun hesapsız hareket etmeyeceğine göre elbette meseleye sizi karıştırmakta bir dalaveresi var. Hem yavaş yavaş bunu da anlıyor gibi oluyorum.
Fiyodor Pavloviç de bağırmaya başladı:
-Herkes, bütün alem beni suçlu buluyor. En başta Aleksandr Miyosov, siz beni oğlumun parasını yemekle, itham ediyorsunuz. Fakat sorarım size; burada mahkemeler yok mu? Orada senetleriniz, makbuzlarınız ortaya konur, paranızdan ne sarfolunmuş, ne kalmış meydana çıkar. Niçin Aleksandr böyle bir davanın açılmasını istemiyor? Dimitri onun da yabancısı değildir. Oğlum, bugün benim karşımda borçlu vaziyetindedir. Hem ufak tefek bir borç değil, yekunu binlerce ruble tutan bir miktar... Bunu nerede isterlerse ispata hazırım. Onun sürdüğü çapkın hayat, bütün kasabanın dilinde dolaşıyor. Kafkas garnizonlarında namuslu kızları ayartmak için binlerce ruble harcadı. Biz bunların hepsini biliyoruz ve sırası gelince ortaya dökeceğiz. Düşününüz ki, aziz Stareç, bu çapkın, garnizon kumandanının kızını kendine âşık etti. Vatan uğrunda kan dökmüş bir miralayın kızı ile nişanlandıktan sonra, onun gözleri önünde kahpelerle vur patlasın, çal oynasın yaşıyor. Şimdi da başka bir kadına vurulmuştur. İtibarlı bir adamla nikahsız yaşadıktan sonra, yalnız kalan, fakat namuslu olan bir kadın. İşte Dimitri bu namus kalesini altın bir anahtarla açmak istiyor. Bana kafa tutuşu, para davalarına girişmesi de bu yüzdendir. Benden sızdırmak istediği para, hep bu iş içindir. Daha kimlerden para çektiğini de söyleyeyim mi?..
Dimitri:
-Susunuz, diye bağırdı. Dünyanın en mükemmel bir kızını huzurumda karalamazınaz müsaade edemem.
Fiyodor, yalancıktan ağlayarak, teessür taklitleri yaparak:
-Babalık hakkını unutuyor musunuz Mitiya, sana beddua edersem halin ne olur?
Diye haykırdı.
Dimitri uludu:
-Utanmaz Tartüf!..
-Kendi öz babasına bakın ne diyor bu evlat!.. O, böyle yaparsa başkaları ne demezler... Dinleyin efendiler, Mitiya, geçenlerde bir meyhanede muvakkaten açığa çıkarılmış, muhterem bir yüzbaşıyı sakalından tutarak yarlere çaldı. Kalabalık ve namuskâr bir ailenin reisi bulunan bu zavallı adamın, benim işlerimle uğraşmaktan başka suçu yoktu.
Dimitri hiddetten tirtir titreyerek:
-Yalan!.. diye bağırdı. Dışı gerçek gibi görünen, fakat içi yalan baştanbaşa yalan... Baba, ben, o hareketimi doğru veya mazur göstermeye çalışmayacağım. Evet o adama karşı fena hareket ettim. Bunu da burada herkesin huzurunda açıkça söylüyor ve utandığımı saklamıyorum. Fakat şerefli bir adam gibi takdim ettiğiniz o yüzbaşı, melek dediğiniz o kadını sizin tarafınızdan görmeye gitmiş ve elinizde bulunan senetlerini ciro etmeyi teklif etmişti. Bu suretle şayet ben, sizi kanun kuvvetiyle sıkıştırırsam, elinizde bir silah bulunduracaktınız. Beni hapse attırmak isteyişinizin biricik sebebi de kıskançlıktır. Çünkü siz de bu kadının etrafında dönüyorsunuz. Benim her şeyden haberim var. O, bu hezeyanlarınıza gülüyor. Bana da bunları alay ederek anlattı.
İşte muhterem Stareç, oğlunun uygunsuz hareketlerinden şikayet eden bu babasının hakiki suratı ve ruhu budur Beni affediniz; fakat burada toplanacağımızı öğrendiğim zaman, işin içinde bir rezalet sahnesi hazırlandığını zaten sezmiştim. Ben, buraya eğer layık olursa, onu affetmek, hatta ondan af dilemek niyetiyle gelmiştim. Fakat, onun dünyanın en namuslu ve faziletli bir kızını tahkir ettiğini görünce, dayanamayarak, herkesin huzurunda onun maskesini, babam olduğu halde, yırtmaktan çekinmedim.
Delikanlı, daha fazla söyleyemedi. Gözleri kıvılcımlanıyor, göğsü kalkıp iniyordu. Zorlukla nefes aldığı görülüyordu. Odadakilerin hepsine onun bu samimi ve haklı heyecanı dokunmuştu. Stareç’ten başka herkes şiddetle ayağa kalkmıştı. Keşişler de sert bir tavır takınmışlardı; fakat Stareç’in işaretini bekliyorlardı. İnce, solgun dudakları üstünde vakit vakit yalvaran bir gülümseyiş görünüyor, kendinden geçmiş kavgacıları yatıştırmak için ara sıra da elini kaldırıyordu. İstese bir tek hareketle herkesi susturur, ortalığı karmakarışık ederdi.
İşte bu sırada, Aleksandroviç, vakarının tahammül edilmez bir şekilde incindiğini hissederek, söze başladı:
-Buradaki rezalete meydan verdiğimiz için hepimiz suçluyuz. Fakat işin bu dereceye varacağını kestirememiştim. Gerçi nasıl bir mahlukla karşılaşacağımı biliyordum; ama bu kadarını da tahmin etmemiştim. Vakit geçirmeden şu işi bitirmek gerek. Muhterem Stareç, bizi temin ederim ki, buraya gelirken böyle şeylerle karşılaşacağımı bilmiyordum. Söylenenlere de inanmak istemiyordum. Baba, oğlunu bir kadın yüzünden kıskanıyor ve onu hapse attırmak için bu kaltakla gizli gizli tertibat alıyor, entrika çeviriyor. Zavallı beni işte bu mahluklar arasına atmışlar. Bizi aldattıklarını burada alenen söylemekten kendimi alamayacağım.
Fiyodor Pavloviç, kendi sesine benzemeyen bir uluyuşla bağırdı:
-Dimitri! Dimitri! Eğer sen benim oğlum olmasaydın, hemen, şimdi düelloya davet ederdim. Tabanca ile hem üç adımlık mesafeden...
Ömürlerini komedya oynamakla geçiren ihtiyar yalancılar, çok kere oynadıkları rol içinde, kendilerinden geçerek sahneyi hayata çevirirler ve gerçekten ağlayıp zırlamaya başlarlar. Ama bu heyecanlar, titremeler, tepinmeler, biraz sonra “bunak maskara, kendini de mi aldatmaya yelteniyorsun!” demelerine de mani olmaz.
Dimitri, babasını anlatılmaz bir nefretle süzdü, sonra yavaş bir sesle:
-Ben, doğduğum topraklara nişanlım, o melek sevgilimle dönerken, babamın ihtiyar günlerinde onu sevgi ve saygımızla kucaklayacaktık. Ama o bir soytarı ve çökmüş bir ihtiyar rezil...
Dedi. Fiyodor Pavloviç nefes nefese ve her kelime üstünde durarak:
-Düello! Düello! Diye kudurdu ve sonra Miyosov’a dönerek.
-Size gelince, şunu unutmayınız ki, ailenizin kadınları içinde kaltak diye tavsif ettiğini hatundan daha şerefli bir tek insan, işitiyor musunuz?.. Bir tek insan yoktur... Senin de Dimitri kulağında küpe olsun, nişanlını bu kadın uğrunda feda ettiğin işin sende, onu bu kaltağın pabucuna değişmediğini ispat etmiş oldu.
Cümlelerini savurdu.
Keşiş jozef, artı dayanamayarak:
-Ayıp!
Dedi. O vakte kadar hiç sesini çıkarmayan Kalkanov, kıpkırmızı kesildi ve heyecandan titreyen bir sesle:
-Ayıp ve alçaklık bu!
Diye haykırdı.
Kambur görünecek kadar omuzlarını kaldıran Dimitri köpürmüş bir kızgınlıkla gözleri dönerek:
-Böyle bir adam ne diye yaratılmış?.. Niçin yaşasın? Yeryüzünün namısını berbat etmesine tahammül edilir mi?..
Diye kükredi ve etrafına göz gezdirerek parmağıyla babasını gösterdi.
İhtiyar, bu kere de keşiş jozef’e saldırdı:
-İşitiyor musun papaz?.. Şu baba katilini işitiyor musun?.. Ayıp! Sözüne verilen cevabı duydun mu?.. Ayıp olan ne?.. O fena yaşayan kadın mı? O kahpe, sizin, hani şu gece gündüz dua edip tesbih çeken sizin gibi bütün papazlardan bir kere daha mukaddestir... O zavallı; kadın, belki günah işlemiştir, fakat o kadar candan severek bu günahı işlemiştir ki, aşkın ateşi onda bir kir bırakmamıştır. Hazreti İsa bile çok sevenlerin günahını affetmemiş miydi?..
Yumuşak ruhlu Jozef dayanamayarak:
-Hazreti İsa’nın afla müjdelediği aşk, bu türlü aşklar değildir!
Demekten kendini alamadı.
-Nasıl değil papaz?.. Nasıl değil!.. Bütün afları yalnız size mahsus mu sanıyorsunuz?.. Lahana çorbası içtiğiniz ve kaya balığı yediğiniz için cenneti satın aldığınıza inanıyorsunuz ha!.. Yağma yok!..
Her taraftan:
-Rezalet bu!.. Bu kadarı da çekilmez artık1..
Diye bağırışıyorlardı.
Fakat bu kepazelik, ansızın ve hiç umulmaz bir şekilde sona erdi. Birdenbire Stareç ayağa kalktı. Utanç ve korkudan çıldırma derecelerine gelen Aliyoşa, hemen koluna girdi. Zosima, Dimitri’ye doğru yürüdü. Önüne gelince, delikanlının ayakları dibine diz çöktü. Aliyoşa, bu hareketi, ilkin aziz adamın dermansızlığına verdi. Fakat işin içyüzü böyle değildi. Stareç diz çöktükten sonra Dimitri’nin ayaklarına kapandı. Alnı yere değmişti. Aliyoşa bu secdeden o kadar şaşırmıştı ki, adamcağızın kalkmasına bile yardım edemedi. Velinin dudaklarında zayıf ve solgun bir gülümseyiş titriyordu; herkesi ayrı ayrı selamlayarak:
-Affediniz!.. Hepiniz birbirinizi affediniz!
Diye fısıldadı.
Dimitri, afallamıştı. Bu kadar büyük ve kutsal bir adamın kendi ayaklarına kapanışı onun içini altüst etmişti. Bir saniye donmuş gibi durdu. Sonra elleriyle yüzünü kapayarak:
-Aman yarabbi!..
Diye inledi ve odadan dışarıya fırladı, odadakilerin, papazlar müstesna hepsi onun arkasından çıktılar. O kadar şaşkındılar ki, ev sahibinden izin almak kimsenin hatırına gelmemişti.
Olup bitenlerden bütün kızgınlığı geçen Fiyodor Pavloviç, Stareç’in niçin secdeye kapandığını merak etmişti. Fakat kimseye sormaya da cesareti yoktu. Onun için şahıs tayin etmeden:
-Bu secde acaba, herhangi bir fikrin remzi midir?
Diye mırıldandı. Bu sırada manastırın kapısından çıkıyorlardı. Yanında yürüyen Aleksandr Miyosov:
-Benim, delilerle işim yok! Sizinle selamı kesiyorum. Hem kıyamete kadar. Şu papaz da nerede kaldı?
Diye omuzlarını silkti.
Şu papaz dediği, manastıra gelirken önlerine çıkıp kendilerini yemeğe davet eden keşişti. Keşiş tam onlar merdivenden inerlerken yetişti.
Aleksandr, âdeta hırçın bir sesle:
-Lütfen Stareç’e derin hürmetlerimi söyleyiniz, dedi. Kendisine verdiğimiz zahmetten ötürü çok müteessirim. Fakat bu beklenmedik hadiseden sonra artık burada daha fazla kalamayacağım. Beni affetsinler. Davetlerine de bu yüzden icabet edemeyeceğim.
Geveze ihtiyar:
-Beklenmedik hadiseler cümlesiyle beni kastediyorsunuz değil mi?.. Diye atıldı; papaz efendi, Miyosov, bu daveti benimle beraber bulunmamak için reddediyor... Gidiniz Miyosov, gidiniz ve Allah afiyet versin yiyiniz. Ziyafete ben gelmeyeceğim. Çünkü iştahım kaçtı. Evime dönüyorum, benim pek sevgili akrabam!
-Sefil herif, ben senin akraban değilim ve hiçbir zaman da olmadım!
-Bunu, sizi kızdırmak için mahsus söylüyorum. Çünkü ne kadar inkar etseniz yine bu akrabalığı ortadan kaldıramazsınız. Bu akrabalığı ben, size kilise defterleri ve belediye kayıtlarıyla ispat edeceğim... İvan, eğer istersen sen de kal, sana arabayı gönderirim. Miyosov, insanlık terbiyesi, sizin bu davete gitmenizi ve sebep olduğunuz kepazelikten dolayı af dilemenizi emrediyor.
-Gideceğiniz doğru mu? Hakikaten defolacak mısınız?... Yalan söylemiyorsunuz ya!..
-Bütün bu olup bitenlerden sonra nasıl kalabilirim yahu!... Kendimi kaybederek bu işi yaptım efendiler, hoş görünüz. Şimdi pek müteessirim ve utanıyorum. Bir adam göğsünde Makedonyalı İskender’in de, yahut bir köpeğin de sadık kalbini taşıyabilir. Utanıyorum... Bunca rezaletten sonra, nasıl manastırda kalır, Stareç’in sofrasına oturabilirim!... Yapamam!... Yapamam... Beni mazur görünüz!..
Miyosov, kendi kendine:
-Onun aklından geçenleri ancak şeytanlar bilir!
Diye düşündü. Sonra uzaklaşan maskaranın arkasından birkaç saniye baktı. Tam bu zamanda herif döndü ve Miyosov’un kendisine baktığını görünce, ona doğru parmaklarıyla öpücükler yolladı.
Aleksandr donuk bir sesle İvan’a sordu:
-Gelecek misiniz?
-Neye gelmeyeyim, Stareç beni dün adam göndererek davet etmişti.
-Felakete bakın ki, ben de bu uğursuz yemekte, nezaket icabı bulunmak zorundayım. Gitmek ve olan işlerden ötürü af dilemek gerek. Siz ne dersiniz? Öyle değil mi?.. dedi.
-Evet öyle! Zaten babam da bulunmayacak!
-Hah... İşte bir bu eksikti.
Böyle konuşuyorlar ve bir taraftan da ziyafetin verileceği semte doğru yürüyorlardı. Papaz, hiç sesini çıkarmadan yanlarında yürüyor ve onları dinliyordu. Küçük soruyu geçerlerken biri geldi manastır başpapazının kendilerini beklediğini ve yarım saat geç kaldıklarını bildirdi. Buna, hiç biri cevap veremedi. Miyosov kin ve nefretle İvan’a bakıyor ve içinden:
-Sanki hiçbir şey olmamış gibi bu da geliyor... Hayasız surat... Ne olacak, Karamazof vicdanı işte!.. diyordu.
İhtiraslı bir ilahiyatçı
Aliyoşa; Stareç’i, odasına götürerek yatağına oturttu. Bu oda, ancak en lüzumlu eşya ile döşeli küçük bir yerdi. Dar, ufak, üstüne bir tek şilte serili demir bir karyola, haçın yanındaki bir rahlenin üstünde bir put ve bir incil vardı. Stareç, yatağa çöktü. Gözleri parlıyor, göğsü, sık nefeslerle kalkıp iniyordu. Oturunca bir şey düşünüyormuş gibi Aliyoşa’ya dikkatle baktı: