Nisâ Sûresi 127-134 ...................................................... 171
rak anlamlandırdığımız "yuf-tîkum" kelimesini "açıklama" anlamında
ele almışlardır. Dolayısıyla, "De ki: Allah, kitapta size okunan
ayetleri açıklıyor." şeklinde bir anlam elde etmişlerdir.
Diğer bazıları, zorlama eseri olduğu hemen fark edilen ve yüce
Al-lah'ın kelâmına yakışmayan başka terkipler de geliştirmişlerdir.
Bu çer-çevede bazıları şöyle demişlerdir: "Ma yutlâ aleykum=size
okunanlar" ifadesi, "kulillah=de ki, Allah" sözünün mahalli konumuna
veyahut "yüftîkum=size fetva veriyor" ifadesindeki gizli zamire
["hüve=o"] atfedilmiştir.
Diğer bazısı, ifadenin "fin-nisâ=kadınlar hakkında" ifadesindeki
"nisâ=kadınlar" kelimesine atfedildiğini derken, başkaları da şöyle
demişlerdir: "Ve ma yutlâ aleykum fi'l kitab=kitapta size okunanlar"
ifadesinin başındaki "vav" harfi, yeni bir cümlenin başlangıcını
belirtir. Dolayısıyla cümle yeni bir başlangıçtır. "Ve ma yutlâ
aleykum=size okunanlar" bölümü mübteda, haberi de "fi'l
kitab=kitapta" ifadesidir. Dolayısıyla bu cümle tazim amacına yöneliktir,
demişlerdir.
Diğer bazısı ise, "ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin
başındaki "vav" harfi, yemin edatıdır. Dolayısıyla, "fî
yetamen-ni-sâ=yetim kadınlar hakkında" ifadesi, "fîhinne=onlara
ilişkin" ifadesinden bedeldir. Bu durumda cümlenin anlamı şudur:
"Kitapta size okunan ayetlere yemin ederim ki Allah, öksüz kadınlar
hakkında size fetva veriyor." Bu değerlendirmelerin tümünün
zorlama eseri oldukları açıkça görülmektedir.
"Kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten
yüz çevirdiginiz..." cümlesi, öksüz kadınların nitelemesi konumundadır.
Burada öksüz kadınların nasıl haklarından yoksun bırakıldıklarına
işaret edilmektedir. Nitekim bu yoksun bırakılış biçimleri,
yüce Allah'ın onlar hakkında bazı hükümler indirmesine
neden olmuştur. Böylece onların aleyhine haksız olarak yürürlükte
olan cahiliye devri geleneği geçersiz kılınmış, onların omuzlarına
binen bu zorluk kaldırılmıştır. Şöyle ki: Cahiliye döneminde Araplar,
öksüz kadınlara ve mallarına el koyuyorlardı. Eğer kadınlar gü-
172 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
zel olsalardı, onlarla evlenerek hem onlardan, hem de mallarından
yararlanırlardı. Eğer çirkin olsalardı, başkalarıyla evlenmelerine
engel olarak, kendileri de onlarla evlenmiyor ve yine de mallarından
yararlanmak için yanlarında tutuyorlardı.
Bundan sırasıyla şu hususlar ortaya çıkıyor:
Birincisi: "Kendilerine yazılanı" ifadesiyle, tekvinî=varoluşsal
yazım, yani ilâhî takdir ve plânlama kastedilmiştir. Çünkü insan
için yaşama yolunu açan, var ediliş ve meydana getiriliş olgusudur.
Bu varoluşsal olguların etkisiyle insan, günü gelince evlenme gereğini
duyar. Yine bu yaratılış yasası, insanın malı ve serveti üzerinde
özgür tasarrufta bulunma hakkını öngörmüştür. Dolayısıyla
bir insanın evlenmesine ve kendisine ait malı üzerinde tasarrufta
bulunmasına engel olmak, aslında yüce Allah'ın yaratılış sistemi
içinde ona bahşettiği niteliklere, yazdığı haklara engel olmak demektir.
Ikincisi: "En tenkihûhunne=evlenmekten" ifadesinin başındaki
mahzuf cer edatı "an"dır. Dolayısıyla, kastedilen onlarla evlenmek
istememektir, onlardan yüz çevirmektir, onlarla evlenmek istemek
değil. [Şöyle ki, "terğabûne" kelimesi, "rağbet" kökünden iki cer
edatıyla geçişli kılınır. Biri "fî" edatıyla, diğeri de "an" edatıyla. Birinci
durumda kelimenin anlamı "istemek, işi yapmaya yönelmek"
olur, ikinci durumda ise "istememek, yüz çevirmek" anlamında
kullanılır. Bu ayette de mahzuf cer edatı "an" olduğuna göre, bu
kelime "kendileriyle evlenmek istemediğiniz, evlenmemekle onlardan
yüz çevirdiğiniz" anlamına gelir.] Çünkü, haklarından mahrum
bırakıldıklarını ifade eden "Kendilerine yazılanı vermediginiz"
önceki ifadeyle, "zavallı çocuklar" diye başlayan sonraki ifadenin
arasında, öksüz kadınlarla [evlenmek isteme değil,] evlenmek istememe
durumunun zikredilmesi daha uygun düşmektedir.
"zavallı çocuklar" ifadesi ise, "yetim kadınlar" ifadesine
atfedilmiştir. Cahiliye Arapları öksüz çocukları zayıf bırakıyor,
onları ezip zillete düşürerek zavallılaştırıyorlardı. Ata
binemediklerini ve ailelerini savunamadıklarını bahane ederek
mirastan yoksun bırakıyorlardı.
Nisâ Sûresi 127-134 .......................................................... 173
yorlardı.
"ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde" Bu ifade
"fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinin mahalline atfedilmiştir. Dolayısıyla
şöyle bir anlam elde ediyoruz: "De ki: Allah, öksüzler hakkında
adaleti yerine getirmeniz yönünde fetva veriyor." Bu açıdan ifade,
özel bir hükümden daha genel bir hükme geçişe örnek
oluşturur; yani, bazı kadın öksüzlere ve çocuklara ilişkin hükümden,
mutlak olarak tüm yetimlerin malları ve diğer haklarıyla ilgili
hükümlere geçiş yapılıyor.
"Yapacağınız her hayrı, şüphesiz Allah bilir." Burada muhataplara,
yüce Allah'ın kadınlar ve yetimlerle ilgili olarak koyduğu hükümlerin
kendi hayırlarına olduğu ve yüce Allah'ın muhakkak ki bunu
bildiği hatırlatılıyor. Bu, bu yönde amel yapmalarına dönük bir teşviktir.
Ki hayırları, iyilikleri bundadır. Öbür yandan karşı çıkmamaları,
muhalefet etmemeleri için de bir uyarıdır. Ki Allah yapıp ettiklerini
bilmektedir.
"Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." Bu husus, hakkında fetva istedikleri
meselenin dışında bir hüküm olmasına rağmen bir münasebetle
de konuyla irtibatlıdır. Bu tıpkı hemen sonraki ayette zikredilen
hükme benziyor: "Adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç
yetiremezsiniz."
Bu ayette serkeşlik, huysuzluk etme ve yüz çevirme endişesinden
söz edilip de bizzat bunların gerçekleşmelerinden söz edilmemesinin
nedeni; anlaşma zamanının, endişe sonrası işaret ve
belirtilerin ilk ortaya çıkışı ile birlikte gündeme gelmesidir. Ayetin
akışından anladığımız kadarıyla, anlaşmadan maksat, kadının evlilikten
doğan haklarının bir kısmından veya tümünden, arada bir
yakınlık, sıcaklık ve uyum meydana getirmek ve ayrılık tehlikesini
önlemek için, sarfınazar etmesidir. Kuşkusuz anlaşma, bu tür olumsuz
sonuçlardan daha hayırlıdır.
"Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir." Ayette
174 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
geçen "eş-şuhhu" kelimesi, cimrilik anlamına gelir. Bu demektir ki
cimrilik, insan nefsinin bir karakteri, bir içgüdüsüdür. Yüce Allah,
çıkarlarını korusun ve zayi olmasını önlesin diye insana bu
duyguyu vermiştir. Dolayısıyla her nefsin cimriliği, hemen yanı başında
hazır hâldedir. Örneğin kadın, evlilik çerçevesinde giyim, nafaka,
yatak ilişkileri ve cinsel birleşme gibi hakları konusunda cimrilik
eder [yani, onların korunmasını ve zayi olmamasını ister]. Erkek
de, ayrılmak istediğinde, muaşeretten hoşlanmadığında uzlaşma
ve eşine eğilim gösterme hususunda cimrilik eder. Böyle bir
durumda, anlaşma sağlanabilmesi için taraflardan birinin veya her
ikisinin kimi haklarından ödün vermesinin herhangi bir sakıncası
yoktur.
Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eger iyi davranır ve
(haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Burada, iyilik yolundan çıkmasınlar ve takva ilkesini
göz ardı etmesinler ve Allah'ın yapıp ettiklerini haber aldığını hatırlasınlar
diye erkeklere öğüt verilmektedir. Ki karı-koca muaşereti
bağlamında kadınlara zulüm etmesinler, kadınların gönüllü olarak
bazı haklarından feragat etmeleri mümkün olsa bile, erkekler onları
bazı temel haklarından vazgeçmeye zorlamasınlar.
"Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız da güç
yetiremezsiniz..." Bu ifade, yüce Allah'ın surenin giriş kısmında yer
alan, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız,
yalnız biriyle evlenin." (Nisâ, 3) ayetiyle; aynı şekilde, "Eger iyi
davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız..." ifadesiyle işaret ettiği
kadınlar arasında adalet ilkesine göre hareket etmeye ilişkin
hükmün açıklaması niteliğindedir. Aslında bu son cümle, belli bir
oranda tehdit de içermektedir. Bu ise kadınlar arasında adaletli
davranmanın gerçek anlamını teşhis etme açısından insanı şaşkınlığa
iten bir ifade tarzıdır. Adalet, ifrat ve tefritin ortası, denge
çizgisi demektir. Bu açıdan adaleti teşhis etmek zordan öte zor bir
gerçektir. Özellikle kalplerin kadınlara sevgiyle eğilim gösterdiği
durumlarda bu zorluk daha da belirginleşir. Çünkü kalpte oluşan
Nisâ Sûresi 127-134 ......................................................... 175
sevgi duygusu, her zaman insan iradesinin etkili olduğu bir olgu
değildir.
Böylece yüce Allah, kadınlar arasında gerçek adaleti sağlamanın,
yani bir erkeğin eşleri arasında gerçek anlamda orta çizgiyi izlemesinin,
ne kadar uğraşsa da güç yetirilemeyecek bir şey olduğunu
açıklıyor. Şu hâlde erkeklere düşen, ifrat ve tefrit sayılan taraflardan
birine, özellikle tefrit tarafına büsbütün eğilim göstermemeleri,
tamamen kapılmamalarıdır. Buna göre, kadınlardan birinin
arada bırakılması, yani evli denilmeyecek ve kocasından yararlanamayacak
şekilde askıda tutulması, buna karşın evlenemeyecek
veya başının çaresine bakamayacak şekilde dul olmaması
ve nikâh altında tutulması, tefrit tarafın en somut örneğidir.
Kadınlar arasında adalete uymak bağlamında erkeğin görevi,
pratikte onlara eşit davranmasıdır; hiçbir aşırılığa kaçmadan evlilikten
doğan haklarını vermesidir. Onlara karşı iyilikle davranması,
onlarla muaşeretten tiksindiğini belli etmemesi, onlara karşı kötü
bir huy sergilememesi ise mendup, olumlu bir davranıştır. Bu, aynı
zamanda Peygamberimizin (s.a.a) eşlerine karşı sergilediği bir tavırdı
da.
"Bari birisine tamamen meyledip de digerini askıya alınmış
gibi bırakmayın." cümlesi gösteriyor ki, "Kadınlar arasında adaleti
saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz." cümlesinde
mutlak olarak adalet olgusu olumsuzlanmıyor. Dolayısıyla
bunu, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız,
yalnız biriyle evlenin..." ifadesine ekleyerek, iddia edildiği gibi,
Islâm'da birden fazla kadınla evliliğin ortadan kaldırıldığı şeklinde
bir sonuca varmak yanlıştır, dayanaksız bir girişimdir.
Çünkü, söz konusu cümle [yani, "bâri birisine meyledip de..."
ifadesi] gerçek, realist, aşırılığa, taraf tutmaya hiçbir şekilde kaçmayan,
gerçek anlamda denge çizgisinde hareket etmek demek
olan adaletin yerine getirilemeyeceğine işaret etmektedir. Hükme
bağlanan ise, hiçbir sıkıntıya düşmeksizin amelî olarak uygulanabilen
takribî=yaklaşık adalettir.
176 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a) fiilî sünneti, herkesin görüp
duyacağı şekilde bu uygulamayı gerçekleştirmiş olması ve
Müslümanlar arasında kesintisiz olarak süregelen birden fazla kadınla
evlenme geleneği, yukarıda işaret ettiğimiz vehim menşeli
çıkarsamayı geçersiz kılmaktadır.
Kaldı ki, birden fazla kadınla evliliği öngören "O hâlde gönlünüzün
rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz."
(Nisâ, 3) ayetini objeler dünyasında karşılığı olmayan salt bir
zihinsel olgu gibi algılamak, insanları körlüğe sürüklemekten başka
bir şey değil ve yüce Allah'ın kelâmına yakışmayan bir ciddiyetsizliktir.
"Eger arayı düzeltir, sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bagışlayıcı
ve esirgeyicidir." ifadesi, nefret ve anlaşmazlık belirtilerinin
baş göstermesi durumunda, erkekleri yapıcılığa teşvik etme amacına
yöneliktir. Bunun takvanın gereği olduğunu hatırlatarak, bu
olumlu tavrın gereğini vurgulamaktadır. Çünkü takva, peşice bağışlanma
ve esirgenmeyi getiriyor. "Anlaşmak (her hâlükârda)
daha hayırlıdır." ve "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız."
ifadelerinden sonra buna yer verilmiş olması da, tekit üstüne
tekit, vurgu üstüne vurgu konumundadır ve böylece mesele daha
da pekiştirilmektedir.
"Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir." Eğer kadın ve erkek boşanmak suretiyle birbirlerinden
ayrılırlarsa, Allah, geniş nimetiyle her birini zengin eder. Konunun
mahiyetini esas alarak baktığımızda "zenginleştirme" ifadesiyle,
evlilikle ilgili olarak gündeme gelen birbirine ısınma, kaynaşma,
cinsel birleşme, kadının giyim ve nafakası gibi bütün olguların
kastedildiğini anlıyoruz. Çünkü yüce Allah söz konusu eşlerin birini
yalnızca diğeri için yaratmamıştır ki, ayrılmaları durumunda, biri
ömrü boyunca başka bir eş bulamasın. Aksine evlilik geleneği, fıtrat
menşeli bir sünnettir. Insan türünün bireyleri arasında geçerlidir.
Her birey öz doğası gereği buna eğilim gösterir.
"Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir. Göklerde ve
Nisâ Sûresi 127-134 .................................................. 177
yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi, "Allah bol nimetiyle her
birini zenginleştirir." ifadesinin içerdiği hükmün gerekçesi konumundadır.
"Sizden önce kitap verilenlere ve size Allah'tan korkun diye tavsiye
ettik." Evlilik ilişkilerinin her aşamasında ve her durumda takva niteliğini
esas almaları gerektiğine ilişkin çağrıya bir kez daha vurgu
yapılıyor ve takvayı terk etmenin Allah'ın nimetini inkâr etmek,
nankörlükte bulunmak anlamına geldiği vurgulanıyor. Gerekçesi
de şudur: Allah'a itaat etmek suretiyle sahip olunan takva duygusu,
nimetlere karşılık teşekkür etmekten başka bir şey değildir. Ya
da Allah korkusunu terk etmenin menşei ancak küfür olabilir. Bu
da ya kâfirlerde ve müşriklerde olduğu gibi açık küfür ya da müminlerin
fasık olanlarında olduğu gibi gizli ve örtülü küfür olur.
Bu açıklama ile, "Eger inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve
yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi ile neyin kastedildiği açığa
çıkıyor. Yani, eğer size ve sizden öncekilere yaptığımız tavsiyenin
gereğini yerine getirmezseniz, bu tavsiyeyi kulak ardı ederseniz,
dolayısıyla küfür [Allah'ı inkâr etmek] demek olan veya küfürden
kaynaklanan takvasızlık yapar ve Allah'tan korkmazsanız
bu, Allah'a hiçbir zarar vermez. O'nun size ve takvanıza ihtiyacı
yoktur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O, zengindir,
övgüye layıktır.
Desen ki: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır."
sözünün [131 ve 132. ayetlerde] üç kere tekrarlanmış olmasının
hikmeti nedir?
Derim ki: Bunlardan ilki, "Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir,
hikmet sahibidir." ifadesinin gerekçeli açıklamasıdır; ikincisi de,
"Eger inkâr ederseniz..." ifadesindeki şart cümlesinin cevabı konumundadır.
Dolayısıyla açılımı şöyledir: "Eğer inkâr ederseniz, biliniz
ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur." Bu, aynı zamanda "Allah zengindir,
övgüye layıktır." sözünde belirginleşen cevabın da gerekçesidir.
178 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Üçüncüsü ise, yeni bir başlangıçtır; bir açıdan da "dilerse" sözünün
gerekçesi konumundadır.
"Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter."
Yüce Allah'ın malik olmasının ne anlama geldiğini şimdiye
kadar defalarca anlattık. Allah vekildir; kullarının işlerini yönetir,
gidişatlarını düzenler. Yönetici-vekil olarak Allah yeter. Kullarının
yönetsel işlerini görürken desteğe ve yardıma ihtiyacı yoktur. Bir
toplumun davranışlarından hoşnut olmazsa veya yapıp ettikleri
O'nu öfkelendirecek türden davranışlarsa, onları yok edip yerine
başkalarını getirmesi ya da onları gerileterek başka bir toplumu ileri
çıkarması mümkündür. Ayetlerin akışının desteklediği, daha
doğrusu bizzat tanıklık ettiği bu anlam itibariyle, bu ayetin içeriği,
bir sonraki ayette yer alan, "Ey insanlar! Allah dilerse sizi götürür."
ifadesiyle irtibatlanmış oluyor.
"Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını getirir."
Allah'ın bu ümmete ve önceki Ehlikitap toplumlara yönelik
tavsiyesi olan takvayı ilke edinmeye ilişkin bir çağrı niteliğindeki
akış gösteriyor ki, "dilerse" ifadesinde işaret edilen Allah'ın zenginlik
ve ihtiyaçsızlığı, takva olgusuyla ilintilidir.
Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz: Allah tümünüze takva
ile donanmanızı tavsiye etti. Şu hâlde ondan korkup sakının. Eğer
inkâr ederseniz, onun size ihtiyacı yoktur. O her şeyin sahibidir.
Mülkü üzerinde dilediği gibi, dilediği doğrultuda tasarruf eder. Eğer
kendisine kulluk sunulmasını ve kendisinden korkulmasını diler
de, siz bu görevi gereği gibi yerine getirmezseniz, O, sizi geriletip
sevdiği ve hoşnut olduğu davranışları sergileyen başkalarını öne
geçirecek güçtedir. Allah buna kadirdir.
Buna göre, ayet-i kerime muttaki olmayan insanların Allah'tan
korkan insanlarla değiştirilebileceklerine işaret etmektedir. Bir rivayete
göre,1 bu ayet indiği zaman, Resulullah efendimiz (s.a.a) elini
Selman-ı Farisî'nin (r.a) sırtına vurdu ve "Onlar bu adamın soy-
1- Bu rivayet, Tefsir-ul Beydavî'de aktarılmıştır.
Nisâ Sûresi 127-134 .................................................... 179
daşlarıdır." buyurdu. Rivayet, ayetin anlamını destekler niteliktedir.
Bunun üzerinde düşünmeye değer.
Diğer bazı müfessirlerin ihtimal dâhilinde gördükleri bir anlam
da şudur: Eğer dilerse sizi yok eder, yerinize başka bir kavim var
eder veya insanların yerine başka bir canlı türünü var eder.
Ne var ki, ayetin akışı böyle bir anlamı ihtimal dışı bırakmaktadır.
Evet böyle bir anlam, "Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattıgını
görmedin mi? Dilerse sizi ortadan kaldırır ve yepyeni bir
halk getirir. Bu, Allah'a güç degildir." (Ibrâhim, 19-20) ayeti çerçevesinde
ihtimal dâhilinde olabilir ve bu ayete böyle bir anlam vermenin
sakıncası yoktur.
"Kim dünya mükâfatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da, ahiretin de
mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve görendir." Bu, Allah'tan
korkma duygusuyla donanmayı terk eden ve onun tavsiyesini tutmayan
kimselerin yanılgılarına dikkat çeken bir diğer açıklamadır.
Bazıları bu ayeti açıklarken şöyle bir yoruma baş vurmuşlar: Bunu
yapan kişi [takvayı ilke edinmeyi terk eden ve Allah'ın tavsiyesine
uymayan kimse], eğer dünya ödülü ve ganimeti için yapmışsa büyük
bir yanlışlık yapmıştır. Çünkü dünyanın ve ahiretin ödülü birlikte
Allah katında, O'nun eli altındadır. Öyleyse, bu insana ne oluyor
ki, ödüllerin en değersizine talip oluyor, en onur vericisini veya ikisini
birden istemiyor?
Ancak ayetten maksadın -gerçi Allah doğrusunu herkesten
daha iyi bilir- şu olması ihtimali daha belirgindir: Dünya ve ahiret
ödülü, dünya ve ahiret mutluluğu birlikte Allah katındadırlar. Dolayısıyla
dünya ödülü ve mutluluğunu isteyenin bile O'na kulluk sunarak
yaklaşması gerekir. Çünkü insan, mutluluğu ancak Allah'ın
yasalaştırdığı dinine uymakla elde edilen takva duygusuyla donanması
durumunda yakalayabilir. Din, gerçek mutluluk yolundan
başka bir şey değildir. Allah'ın kendi katından vermediği ödül ve
sevabı, bir insanın elde etmesi mümkün müdür? Değil mi ki, Allah
işitendir, görendir.
180 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Said b.
Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Cahiliye döneminde, sadece
malı idare edebilecek ve çalışabilecek adamlar mirasçı olabiliyorlardı.
Küçük çocuklara ve kadınlara mirastan bir pay
verilmezdi. Nisâ suresinde miras paylaşımı ile ilgili hükümleri içeren
ayetler nazil olunca, bu durum insanların gücüne gitti. Dediler
ki: 'Malı yönetmesini beceremeyen küçük çocuklarla, onlarla aynı
durumda olan kadınlar mirasçı mı olacaklar? Erkekler gibi onlar
da mı mirastan pay alacaklar?' Bu konuda gökten bir açıklamanın
gelmesini beklediler. Baktılar ki, bu konuda gökten bir haber
gelmiyor, dediler ki: 'Eğer bu hüküm bu şekilde kesinlik kazanırsa,
ona uymak kaçınılmaz olur.' Sonra 'Gidip Peygambere sorun.' dediler."
"Bunun üzerine şu ayet indi: Senden, kadınlar hakkında fetva
istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak; kendilerine yazılanı
vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim
kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta -yani, surenin
giriş kısmında- size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil
davranmanız yönünde Allah size fetva veriyor."
Aynı eserde, Abd b. Hamid ve Ibn-i Cerir, tefsirini sunduğumuz
ayet hakkında Ibrahim'den şöyle rivayet ederler: "Cahiliye dönemindeki
Araplar, bir cariye öksüz ve çirkin olsaydı, mirasını
vermezlerdi. Onu evlenmekten alıkoyarak bir yere hapsederlerdi.
Böylece onun mirasına kendileri konmuş olurlardı. Işte yüce Allah
bu ayeti, böyleleri hakkında indirdi."
Ben derim ki: Bu anlamı destekler mahiyette birçok rivayet,
çeşitli kanallardan gerek Şiîler ve gerekse Sünnîler tarafından aktarılmıştır.
Bunların bir kısmına surenin başlarında yer verdik.
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "kendilerine yazılanı vermediginiz"
ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Onlara yazılan şeyden
maksat, mirasta kendileri için öngörülen paydır. Ve bu değerlen-
Dostları ilə paylaş: |