Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 555
Muntahab'ul-Besâir adlı eserde Ebu Bekir el-Hadremî'nin İmam
Bâkır'dan (a.s) şu sözleri aktardığı bildirilir: "Kabirde sadece
kesin olarak inanıp gereklerini eksiksiz yerine getirenlerle, kesin
olarak küfrü seçenler sorgulanırlar. 'Peki, diğer insanlar ne olacak?'
dedim. 'Onlar bekletilirler.' dedi."
el-Emalî adlı eserde belirtildiğine göre İbn-i Zebyân şöyle
demiştir: "Bir ara İmam Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum.
'İnsanlar müminlerin ölümünden sonra onların ruhlarının durumları
hakkında neler söylüyorlar?' diye sordu. Dedim ki: 'Müminlerin
ruhları yeşil kuşların kursaklarında olur.' diyorlar. Bunun
üzerine şöyle dedi: Subhanallah! Bir mümin böyle bir duruma
sokulmayacak kadar Allah katında saygın bir konuma sahiptir.
Ölüm gerçekleştikten sonra müminin yanına Resulullah efendimiz
(s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (hepsine selâm olsun)
gelirler. Yanlarında da Allah'ın gözde melekleri olur. Eğer yüce
Allah müminin kendi lisanıyla onun birliğine, Peygamberinin
peygamberliğine ve Ehlibeyt'in velayetine tanıklık etmesine imkân
verirse, Resulullah efendimiz (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin
(a.s) onlarla birlikte olan gözde melekler de tanıklık ederler. Eğer
adamın dili tutulursa, yüce Allah özel olarak Peygamberine
adamın kalbindeki inancı gösterir. Bunun üzerine Peygamberimiz
adamın müminliğine şahitlik eder. Resulullah'ın bu şahitliği
üzerine, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve hazır bulunan gözde
melekler de adamın müminliğine şahitlik ederler. Allah onu
yanına alınca, ruhu eski görünümü ile cennete gider. Cennetteki
ruhlar yerler, içerler. Biri yanlarına gelirse, onları dünyadaki
şekilleri içinde görür ve tanırlar." [c.2, s.33]
el-Mehasin adlı eserde Hammad b. Osman, İmam Cafer Sadık'tan
(a.s) şunları rivayet eder: "İmam ruhlardan, müminlerin
ruhlarından söz etti ve 'Bu ruhlar cennette karşılaşırlar.' dedi. Ben,
'Karşılaşırlar mı?' dedim. 'Evet, dedi, birbirlerini sorarlar, birbirlerini
tanırlar. Öyle ki birini gördüğün zaman, 'Bu, falancadır.' dersin."
[s.178, h: 164]
el-Kâfi'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle demiştir:
"Mümin öldükten sonra ailesini ziyaret eder, sevdiklerini
görür, ama hoşlanmadığı şeyler kendisine gösterilmez. Kâfir de ailesini
ziyarete gelir. Ama hoşlanmadığı şeyleri görür. Sevdiği şey-
556 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ler kendisine gösterilmez. Bazıları her cuma ailesini ziyarete gelir.
Bazıları da herkes ameli oranında ziyarete gelir." [c.3, s.230, h: 1]
el-Kâfi'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Ruhlar
ceset görünümünde cennetteki bir bahçede bulunurlar. Birbirlerini
tanır ve birbirlerini sorarlar. Bir ruh, öteki ruhların yanına gelince,
derler ki: 'Onu çağırın; çünkü büyük bir korku ve dehşet yaşamıştır.'
Sonra ona, 'Falanca ne yapıyor, falanca ne yapıyor?' diye sorarlar.
Eğer, 'Yaşıyor' dese, onun için ümitvar olurlar. Eğer, 'Öldü'
dese, o zaman, 'Demek ki mahvolmuş, azabı hakketmiş, cehenneme
gitmiştir.' derler." [c.3, s244, h: 3]
Ben derim ki: Berzah hayatı ile ilgili hadisler oldukça kabarıktır.
Biz bunlar arasında berzahtaki gelişmeleri ana hatlarıyla kapsayanlarını
naklettik. Aktarılan bu anlamlara ilişkin rivayetler oldukça
yaygındır. Bunlarda maddeden soyutlanmış bir varoluşa işaret
ediliyor.
RUHUN SOYUTLUĞU ÜZERİNE BİR FELSEFÎ ARAŞTIRMA
Acaba nefis maddeden ayrı soyut bir olgu mudur? (Nefis derken,
her birimizin "ben" derken vurguladığı şeyi kastediyoruz. Soyut
derken de, zaman ve mekâna bağımlı, bölünebilen maddî bir
şey olmadığını kastediyoruz.)
Biz kendimizde "ben" dediğimiz bir anlamı gözlemlediğimizden
kuşku duymayız. Aynı şekilde tüm insanların bu gözlem açısından
bize benzediklerinden de kuşku duymayız. Bizim ve herkesin
"ben" dediği bu olguyu hayatımızın ve bilincimizin hiçbir anında
unutmayız, ondan gafil olmayız. Ama bu olgu, organlarımız arasında
yer alan bir şey, bedenlerimizin bir parçası değildir. Ki biz
bunları duyu organlarımızla ya da bir tür kanıtlama yöntemiyle algılarız.
Görme ve dokun-ma gibi görünen duyularla algıladığımız
organlarımız gibi. Ya da hissetme ve deneyim sonucu farkına vardığımız
iç organlarımız gibi. Za-man olur ki, biz bunların birinden
ya da bir grubundan, hatta beden dediğimiz tüm organlarımızdan
gafil olabiliriz. Fakat, "ben" diye ifade ettiğimiz olguyu asla unutmayız.
Şu hâlde o, bedenden ve bedenin parçalarından ayrı bir olgudur.
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 557
Aynı şekilde şayet "nefis/ben", beden olsaydı ya da bedenin
bir organı, bir parçası olsaydı, yahut beden içinde yer alan özelliklerden
biri olsaydı, -ki bu saydıklarımızın tümü madde özlüdürler.
Maddenin özelliği ise, tedricî bir değişkenlik, bölünebilirlik ve parçalanmaya
elverişliliktir- değişken ve bölünebilen bir madde olurdu.
Oysa böyle değildir. Her bir insan, kendisinden ayrılmaz bu
nefsanî olguyu gözlem altına alıp, kendisini bildiği andan itibaren
bu ana kadar ki konumunu gözden geçirdiği zaman, görecektir ki,
bu olgu hep aynı anlamda ve hep aynı konumda kalmıştır. En ufak
bir artış ve en ufak bir değişiklik yaşamamıştır. Ama beden, bedenin
parçaları, bedenin içinde yer alan özellikler her bakımdan
değişkendirler, başkalaşım sürecini yaşarlar. Bu süreç söz konusu
olguların maddesinin ve biçiminin yanı sıra diğer şekil ve görünümlerini
de kapsar.
Aynı şekilde insan kendisini bilinçli bir gözleme tâbi tuttuğunda
"nefis/ben" dediğimiz olgunun basit, yani bölünme ve parçalanma
kabul etmez olduğunu görür. Oysa beden, bedenin parçaları
ve bedende yer alan özellikler bölünme ve parçalanma sürecini
yaşarlar. Her madde ve madde kaynaklı her olgu böyledir.
Şu hâlde "nefis/ben" beden değildir. Bedenin bir parçası ya da
bedene özgü ve gerek duyularımızla ve gerekse kanıt aracılığı ile
algıladığımız ya da algılayamadığımız bir özellik değildir. Çünkü
bu saydıklarımız her ne şekilde varsayılsalar, yine de maddî niteliklidirler.
Madde ise değişkendir, bölünebilir. Ortada bir gerçek
vardır, o da, "nefis/ben" dediğimiz olgunun bu niteliklerden hiçbirine
sahip olmadığıdır. Şu hâlde "nefis/ben" hiçbir şekilde madde
olarak değerlendirilemez, maddî olgular kategorisine sokulamaz.
Aynı şekilde tek ve yalın olarak gözlemlediğimiz bu olguda,
parçalar ve cüzler çokluğu söz konusu değildir. Dışarıdan bir karışım
da kabul etmez. Tersine bu olgu tektir ve yalındır. Her insan
bunu kendi şahsında gözlemler ve kendisinin kendisi olduğunu,
başkası olmadığını görür. Demek ki, bu olgu bağımsızdır ve maddî
ölçülere uymaz. Maddenin vazgeçilmez niteliklerinden hiçbirini
taşımaz. Öyleyse "nefis/ben" maddeden ayrı soyut bir özdür. Bedenle
birleşmesini gerektiren bir bağlantısı vardır. Bu bağlantı evrensel
düzenlemenin öngördüğü, gerektirdiği bir husustur.
558 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Ancak nefsin maddeden ayrı soyut bir olgu oluşunu tüm materyalistler,
bazı kelâmcılar ve muhaddislerden olan zahiriciler inkâr
etmişlerdir. Bunu kanıtlamak için de birçok girişimde bulunmuşlardır.
Bu hususla ilgili olarak sunulan kanıtları da tamamen
faydasız bir zorlamanın sonucu olarak reddetme yönüne gitmişlerdir.
Materyalistler diyorlar ki: Günümüzde bilimsel araştırmalar
teknik olarak çok ilerlemiştir. İleri teknoloji sayesinde bilim son
derece duyarlı, titiz ve kılı kırk yarar bir düzeye ulaşmıştır. Bu yüzden
maddî illeti belirlenmeyen hiçbir bedensel özellik ve madde
yasalarına uyarlanamayan hiçbir ruhî etkinlik kalmamıştır. Yani
sırf bu etkinlik ve sonuçlardan hareketle ruhun maddeden soyut
ve ayrı olduğuna hükmedilemez.
Diyorlar ki: Sinir sistemi, merkezî organda birleşir. Beyin
dediğimiz bu organa yönelik sinirsel akım kesintisiz ve hızlıdır.
Bunlar arasında aynı sisteme göre hareket eden kütlesel bir olgu
vardır. Bu olgunun parçalarını birbirinden ayırt etmek ve bunların
devre dışı kalışlarını algılamak mümkün değildir. Parçaların
birbirlerinin yerine geçmeleri de söz konusu değildir. Çeşitli
olguların sonucunda oluşan bu birim bizim gözlemlediğimiz ve
"ben" diye tanımladığımız nefsimizdir. Bunu tüm organlarımızdan
ayrı bir olguymuş gibi gördüğümüz doğrudur; fakat bu onun
bedenin ve bedensel özelliklerin dışındaki bir olgu olduğunu
göstermez. Aksine nefis birleşik bir kütledir, faaliyetlerinin
kesintisizliği ve sürekliliği yüzünden onu fark etmememiz mümkün
olmuyor. Benlikten gafil olmak için, anlaşıldığı kadarıyla
sinirlerin devre dışı kalması ve faaliyetin son bulması gerekir. Bu
ise, ölümdür. Nefsin kalıcı ve değişmez olduğu doğrudur. Ama bu onun
kendi ve içinde değişmediği, orijinal durumunu koruduğu anlamına
gelmez.
Aksine faaliyetlerinin kesintisizliği, algısal verilerin hızlı gelişimi
gözlerimizde bir yanılgıya yol açıyor. Tıpkı içine sürekli su akan
ve akan su oranında da dışarı su akıtılan bir havuz gibi. Dolan
ve boşalan suyun miktarı bir olduğu için, havuzun içindeki suyun
hiç değişmediği sanılır. İnsan havuzdaki suyu bir ve değişmez gibi
görür. Oysa gerçeklik noktasında bakıldığında su ne birdir, ne de
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 559
değişmezdir. Aynı şekilde suya yansıyan insan, ağaç veya herhangi
bir cismin görüntüsü de, tek ve değişmez olarak kabul edilir.
Hâlbuki, havuzdaki suyun yaşadığı tedricî değişkenlikten dolayı bu
yansımalar da tedricî bir değişiklik yaşarlar. Nefis olgusunda gördüğümüz
değişmezlik, teklik ve belirginlik için de aynı husus geçerlidir.
Diyorlar ki: Batınî gözlem yöntemiyle bedenden ayrı ve soyut
bir olgu olduğuna ilişkin kanıtlar sunulan nefis, gerçekte doğal özelliklerin
bir toplamıdır. Buna sinirsel olgular da diyebiliriz. Ki
bunlar, dış maddenin cüz'ü ile sinirsel birleşiğin cüz'ü arasındaki
karşılıklı etkileşimin sonuçlarıdırlar. Birliktelikleri de toplanma niteliklidir,
reel bir birlik değildir.
Şimdi bu yorumların değerlendirmesine geçiyoruz: Diyorlar ki:
"Somut verilere ve deneysel yönteme dayalı bilimsel araştırmalar,
ileri teknolojinin de yardımıyla gerçekleştirdiği son derece titiz çalışmalarında
ruhla ilgili bir sonuç elde edememiştir. Aynı şekilde,
ancak ruhun varlığı ile izah edilebilecek bir olguya da rastlayamamıştır."
Bu söz, gerçeğin ifadesidir. Fakat bu, varlığına ilişkin
olarak deliller sunulan soyut nefsin var olmadığı sonucunu doğurmaz.
Çünkü doğanın yasalarını ve maddenin özelliklerini araştıran
doğa bilimleri, ancak maddenin özelliklerini ve maddenin özünü
tespit edip değerlendirebilir.
Aynı şekilde madde alanındaki deneyin tamamlanması için
kullandığımız maddî araçlar da ancak maddî olgular üzerinde etkin
olabilirler. Madde ve doğaötesi olgulara gelince, bu araçların
olumlu ya da olumsuz bir değerlendirmede bulunması doğru değildir.
Bu alanda maddî araştırmanın varabileceği en son nokta,
bir şey bulamamaktır. Bir şey bulamamak, bir şey yok demek değildir.
Bilimsel araştırmanın, az önce de gördüğün gibi, ilgili bulunduğu
madde tespit ettiği maddesel hüküm ve özellikler arasında,
mâddenin özünden ve doğanın çerçevesinden hariç soyut bir
olguyu belirlemesi beklenemez.
Onları, söz konusu inkâra yönelten etken şu asılsız sanılarıdır:
"Soyut nefisten söz edenler, bedensel organların bazı organik hükümlerine
rastlıyor; ama bunların bilimsel açıklamasını yapamamış,
bu yüzden, söz konusu fiillerin kaynağı olarak maddeden ba-
560 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ğımsız soyut nefsin varlığına inanma gereğini duymuşlardır. Ne
var ki, modern bilim, söz konusu bilinmezliklerin illetini tespit etmiş
bulunduğu için, artık böyle bir olgunun varlığına inanmak anlamsızdır."
Böyle bir kuruntuyu Yaratıcının varlığına ilişkin olarak
da gündeme getirmişlerdir.
Hiç kuşkusuz bu, bütünüyle dayanaksız bir yanılgıdır. Çünkü,
bedenden soyut nefsin varlığına inananlar, yukarıdaki gerekçeden
dolayı buna inanmıyorlar. Yani, illeti gözle görülen fiili bedene,
gözle görülemeyen fiili de nefse dayandırmaya yeltenmiyorlar. İddiaların
aksine onlar, bütün fiilleri aracısız olarak bedensel illetlere
ve yine bütün fiilleri dolaylı olarak nefse dayandırıyorlar. Ayrıca
hiçbir şekilde bedene izafe edilemeyecek fiilleri de nefse dayandırarak
açıklıyorlar. Bu ise, insanın kendi nefsini bilmesi, kendi zatını
gözlemlemesidir. Daha önce bu gözlemin niteliğine değinmiştik.
"Tek bir şey olarak gözlemlenen insan benliği, aslında büyük
bir hızla ve kesintisiz olarak merkez konumundaki organa doğru
akan sinirsel algıların oluşturduğu bir toplamdır. Yani bir orada
olma niteliğinde bir birliğe sahiptir." şeklindeki sözlerine gelince;
kuşkusuz bu, sonuçsuz ve nefsanî gözleme uymayan bir sözdür.
Bana öyle geliyor ki, bu iddiayı ortaya atanlar nefsanî gözlemden
gaflet ederek, beyine akan somut verilere bakıyorlar. Yani ikinci
derecede olgularla ilgileniyorlar. Diyelim ki, ortada reel olarak birçok
olgu var ve bunların birliktelikleri söz konusu değildir. Maddî
olguların algılanmasından ibaret olan bu çok sayıdaki olgunun gerisinde
hiçbir şey yoktur. Ve yine diyelim ki, tek nefis olarak gözlemlenen
bu olgu da, söz konusu çok sayıdaki algıdan başka bir
şey değildir. Peki, kendisinden başkasını göremediğimiz bu tek
olgu nereden kaynaklandı? İçinde bizzat gözlemlenen söz konusu
birlik nereden geldi? Bunun toplanma niteliğinde bir birlik olduğuna
ilişkin iddia bir saçmalıktır. Çünkü toplanma niteliğindeki birlik,
gerçekte çokluktur ve birliği ise hayalîdir. Tıpkı bir ev ya da bir çizgi
gibi. Yani özünde birlik söz konusu değildir.
Bizim bu sözümüz yerine şöyle bir varsayımla çıkıyorlar ortaya:
Algılar ve şuurlar hadd-i zatında çokturlar; ama aynı zamanda bir
bütün olarak tektirler. Oysa bu algılar ve şuurların hadd-i zatında
çok olmaları, hiçbir şekilde birliğe dönüşmemelerini gerektirmek-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 561
tedir. Hâlbuki gözlemlediğimiz o ki, bu, tek bir şuurdur, nefsanî ve
reeldir. Bu kadar çok sayıdaki algılara sahip bulunan bir başka olgu
da söz konusu değildir ki, onu tek bir niteliğe sahipmiş gibi algılasın.
Tıpkı, duyu organları ve hayal gücünün toplanma niteliğindeki
birliğe sahip olan somut ve hayalî olguları, toplanma niteliğinde
bir birlik hâlinde algılaması gibi. Çünkü üzerinde durulan
varsayım şudur: Hadd-i zatında çok olan algılar, yine hadd-i zatında
bir olan nefsanî algının aynısıdır.
Şayet, "Burada algılayan pozisyonundaki organ beyindir. Birçok
algıyı tek bir algıymış gibi değerlendirir." denilirse, yine de sorun
çözülmüş olmaz. Çünkü varsayılan o ki, beynin algılayışı, birbirini
izleyen bu çok sayıdaki algıların bizzat kendisidir. Yani, duyu
güçlerinin dış âlemdeki bilgiye konu olan şeylere taalluk edip onlardan
duyusal biçimler çıkardığı gibi, beyin bu algılara taalluk eden
bir algılama gücü değildir.
Kendi içinde değişken ve bölünebilen bu gözlemlenen olgunun
tekliğe ulaşması ile ilgili olarak ne söylenecekse, aynı şey
değişmezliği ve yalınlığı için de söylenebilir.
Ne var ki, bu varsayım da -kesintisiz olarak birbirini izleyen ve
beyinsel algı sonucu tek bir niteliğe sahipmiş gibi değerlendirilen
bu çok sayıdaki algıları kastediyorum- doğru değildir. Beynin, beyin
içindeki gücün, sahip bulunduğu bilincin ve yanındaki bilginin
bu hususla ne ilgisi var? Bunların tümü maddî olgulardır. Maddenin
ve maddî nitelikli olguların özelliği çokluk, değişkenlik ve bölünebilirliktir.
Oysa bu bilgi biçiminde bu tür bir nitelik ve özellik
söz konusu değildir. Ortalıkta da madde dışı ya da maddî niteliklere
sahip bulunmayan bir olgu da söz konusu değildir.
"His ya da algılayıcı güç yanılabilir. Dolayısıyla değişken ve bölünebilen
bir olguyu tek, yalın ve değişmez gibi algılayabilir." şeklindeki
sözlerine gelince, bu da son derece sakat bir anlayıştır.
Çünkü yanılma ve yanlışa düşme, karşılaştırma ve nispet etme
sonucu ortaya çıkan nisbî olgulardır. Kendiliğinde gerçekliği olan
şeyler değildirler. Söz gelimi biz, kocaman gökcisimlerini küçücük
beyaz bir nokta gibi görürüz. Ne var ki, bilimsel kanıtlar bu gözlemimizin
yanlışlığını ortaya koyarlar. Duyu organlarımızın birçok
gözlemi için aynı şeyi söyleyebiliriz. Ne var ki, bu tür yanılmalar,
562 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ancak algılanan hususla gözlemin dışındaki realitenin karşılaştırılması
ile belirlenebilirler. Ama duygu organlarınca algılanan husus,
kendi başına bir realitedir -bir beyaz nokta gibi- ve bunda bir
yanılgı olması söz konusu olamaz.
Bu gibi durumlarda yapılacak değerlendirme şudur: Duyu organlarımız
ve algılayıcı güçlerimiz, çok, değişken ve bölünebilen
olguları, bir değişmez ve yalın gibi algıladığı zaman, bu demektir
ki, algılayıcı güçler, algılamaları ile yanılmışlardır, reel olgu ile
karşılaştırıldığında, elde ettikleri sonuç ile yanılgıya düşmüşlerdir.
Ancak algılayıcı gücün algıladığı bu bilgisel biçim kendi içinde
değişmez ve yalındır. Konumu ve niteliği bundan ibaret olan bir
şey için, "Bu, maddîdir" demek mümkün değildir. Çünkü maddeye
özgü genel niteliklere sahip değildir.
Şimdiye kadar ki açıklamalarımıza dayanarak diyebiliriz ki:
Mâteryalistlerin somut verilere ve deneysel yönteme dayanarak
ileri sürdükleri kanıt, olsa olsa "bulamama" sonucuna götürür bizi.
Olmayan (bu onların iddiasıdır) ile bulunmayanı karıştırmış olmaları
büyük bir yanılgıdır. Tek, değişmez ve yalın bir olguyu ortaya
koyan gözleme, getirdikleri tasvir de yanlıştır. Tasvirleri somut veriler
ve deneysel yöntemlerle varlığı kanıtlanan maddî temel ilkelerle
ve olgunun özünde taşıdığı realiteyle bağdaşmaz.
Modern psikoloji sahasında araştırma yapan bilim adamlarının
nefisle ilgili varsayımlarına gelince; diyorlar ki: "Nefis idrak, irade,
hoşnutluk, sevgi ve bunun birleşik ve iç içe girmiş bir durumla
sonuçlanabilen psikolojik durumların etkileşimlerinden doğan
birleşik bir durumdur." Bununla ilgili söylenecek bir şey yoktur.
Çünkü her araştırmacı, kendine bir konu seçme ve bu varsayıma
dayalı konuyu araştırma hakkına sahiptir. Ama bizim diyeceğimiz,
varsayım ortaya atandan çok, söz konusu olgunun dış âlemdeki
varlığı ya da yokluğuna ilişkindir. İşin erbabınca da bilindiği gibi
bu, felsefî bir araştırmadır.
Nefsin maddeden ayrı ve soyut bir olgu oluşunu kabul etmeyen
bir ekolün iddiası da şöyledir: "İnsan hayatını konu alan anatomi
ve fizyoloji bilimlerine göre, hayatla ilgili psikolojik özellikler,
hayat genlerine ve hücrelerine dayanırlar. Ki insan ve öteki canlıların
hayatlarının temeli bundadır, bunlarla bağlantılıdır. Dolayısıy-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 563
la ruh bu genlerin her birine özgü bir özellik ve etkinliktir. Her birinin
ayrı bir ruhu vardır. İnsanın kendi içinde ruh adını verdiği "ben"
diye ifade ettiği olgu, birliktelik ve toplanmışlık niteliğindeki sınırsız
ruhlardan meydana gelen psikolojik bir toplamdır. Bilindiği gibi
bu tür dokusal olgular ve psikolojik özellikler, genlerin ve kromozomların
ölmesi ile birlikte yok olurlar. Onlar bozulunca, bunlar da
bozulurlar. Yani, bedensel terkibin yok olmasından sonra, soyut
ruhun kalıcılığı bir anlam ifade etmez.
Kısacası, bilimsel araştırma sonucu ortaya çıkarılan maddeye
özgü temel prensipler, hayatın sırlarını çözemeyince şunu diyebiliriz:
Doğal sebepler, ruhu ortaya çıkarmak için yeterli değildirler.
Çünkü ruh, doğa ötesi başka sebebin malulüdür. Ancak, sırf akıl
yoluyla nefsin de soyutluğunu kanıtlamaya kalkışmak, bugünkü
bilimin kabul et-mediği, dikkate almadığı bir husustur. Çünkü
çağdaş bilim somut verilerden ve deneyden başkasını dikkate
almaz.
Ben derim ki: Artık şu gerçeğin farkındasın: Materyalistlerin
iddialarına karşı ortaya koyduğumuz kanıtlar, yukarıdaki iddia için
de geçerlidirler. Yukarıdaki kanıtlara ek olarak bu iddianın dayanaksızlığına
ilişkin şunu da diyebiliriz:
a) Günümüzün ileri biliminin ruh ve hayat gerçeğini açıklamak
için yetersiz kalması, bunun sonsuza dek böyle yetersiz kalacağı
ve bu olguların, bizim bilgimiz dışındaki maddî illetlere kadar uzanamayacakları
anlamına gelmez. Acaba bu anlayış, yokluğu bilmeyi,
bilmenin yokluğu yerine koymak şeklinde beliren bir çarpıklık,
bir tutarsızlık değil midir?
b) Evrende meydana gelen maddî gelişmeleri maddeye, hayatla
ilgili öteki gelişmeleri de madde ötesi bir olguya -Yaratıcıya- dayandırmak
varoluş için iki temelin bulunduğuna inanmak demektir.
Bunu ne materyalistler kabul eder, ne de Allah'a inananlar. Yaratıcının
birliğine ilişkin tüm kanıtlar da bu çarpık anlayışı reddeder.
Sözünü ettiğimiz nefsin soyutluğuna ilişkin başka problemler
de var ki, bunlara felsefe ve kelâm kitaplarında yer verilmiştir. Ne
var ki, bu problemlerin tümü, yukarıda sunduğumuz kanıtlardan
anlaşılacağı gibi, konunun üzerinde etraflıca düşünememekten,
564 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
neyin amaçlandığını akledememekten kaynaklanmaktadır. Bu
yüzden söz konusu problemleri teker teker ele alıp üzerinde düşünce
üretmeye gerek duymadık. Yine de bunların üzerinde durmak
isteyen biri varsa, söz konusu eserlere başvurabilirler. Doğruya
ileten yol gösterici yüce Allah'tır.
AHLÂK ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Ahlâk bilimi (insanın bitkisel, hayvanî ve insanî güçlerine bağlı
insanî melekelerini, karakteristik özelliklerini inceleyen, arınmak,
manevî mutluluğa kavuşmak için insanın tekâmülüne yönelik olarak
bu karakteristik özelliklerin üstün olanlarını aşağılık olanlarından
ayıran, böylece, kitlelerce övülen ve toplumun övgüsüne
mazhar olan davranışları sergilemesini sağlayan bilim dalı), insan
ahlâkının insanın içindeki üç genel güce dayandığını ve bunların
nefsin pratik bilgiler edinmesine yardımcı olduklarını ve insan türünün
davranışlarının, hazırlık ve yükümlülüklerinin bunlara bağlı
olduğunu kanıtlaması bakımından büyük bir başarı sağlamıştır.
İnsanın özündeki üç temel güç şunlardır: İhtiras, öfke ve düşünsel
anlayış.
İnsanın sergilediği hareketler, davranışlar, ya yemek, içmek,
giyinmek gibi bir çıkar sağlamaya dönüktür. Ya da insanın canını,
namusunu ve malını korumaya yönelik olarak bir zararı defetmeye
dönüktür. İkinci kısımdaki fiiller "öfke" kategorisine girerler. Birinci
kısım fiiller de "ihtiras" kategorisine girer. Ya da düşünsel tasavvur
ve tasdike dayalı düşünsel amellerdir. Karşılaştırma yapma,
kanıt ileri sürme gibi. Bu tür davranışlar düşünsel anlayış gücünden
kaynaklanır. İnsanın kişiliği bu üç gücün bir bileşkesidir.
Bunların birleşmesi ve terkibi sonucu gerçekleşen birlik insanın
türüne özgü fiilleri sergiler ve insan bu terkibin amacı olan mutluluğu
elde eder.
Dolayısıyla insan türü bu güçlerden herhangi birinin ifrat ya da
tefrite kaçmasına izin vermemelidir. Bu güçlerden birinin orta düzeyi
aşıp fazlalık ya da eksiklik konumuna geçmesine imkân tanımamalıdır.
Çünkü böyle bir durumda, terkibin gerçekleşmesi için
ölçü alınan üç temel güç arasındaki denge bozulur. Artık insanın
varoluş bileşkesi, öngörülen bileşke olmaktan çıkar. Bunun
Dostları ilə paylaş: |