Bakara Sûresi / 153-157................................ 545
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir musibet başa gelmez
ki, Allah'ın izniyle olmasın. Kim Allah'a inanırsa Allah onun
kalbine hidayet verir." (Teğâbun, 11) Bu kısım ayetler de içerik olarak
bundan önceki ayetlere benziyorlar. Ki o ayetlerde ahlâkın ıslahı
ahirete ilişkin onurlu amaçlarla sebeplendirilmişti. Hiç kuşkusuz
bunlar zanna dayanmayan gerçek kemal dereceleridir. Ahlâkın
ıslahı bu ayetlerde, kazâ, kader, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma,
Allah'ın güzel isimlerini anma, yüce sıfatlarını hatırlama gibi gerçek
ilkelerle illetlendiriliyor.
Şayet desen ki: Kazâ ve kader gibi olguları sebep olarak
göstermek, şu seçmeye bağlı dünya hayatındaki hükümlerin
geçersizliğini gerektirir. Bu da üstün ahlâkın geçersizliğine ve
dünyanın doğal sisteminin bozulmasına yol açar. Çünkü eğer,
geçen ayetten hareketle sabır ve kararlılık sıfatlarının ıslahı, sevinç
ve üzüntünün terki gibi hususlarda, olayların levh-i mahfuzda
yazılı olduklarına, uyulması kaçınılmaz bir kadere bağlı
olduklarına dayanarak hareket etmek söz konusu olursa, bu durumda
rızk arama faaliyetini, arzulanan kemal niteliklerini kazanma
çabasını, küçük düşürücü huylardan kaçınma içgüdüsünü
askıya almada da aynı gerekçeye sığınma, doğru bir davranış
olarak kabul edilmelidir. O zaman rızkımızı aramaksızın yerimizde
oturmamız, gerçeği savunmaktan geri durmamız caiz olur. Nasılsa
olacak şey önceden karar verilmiştir, levh-i mahfuzda yazılmıştır.
Aynı şekilde kaderin değişmezliği ve kesinliğine, levh-i mahfuzdaki
yazının belirleyiciliğine dayanılarak, kemal sıfatlarını elde
etmeye ve noksan niteliklerden kaçınmaya yönelik çabalar askıya
alınır. Bu ise her türlü tekâmülün ortadan kalkması demektir.
Buna karşılık olarak deriz ki: Kazâ ve kader konusunu incelerken,
aynı zamanda bu probleme de cevap sayılabilecek açıklamalarda
bulunmuştuk. Demiştik ki, insanların fiilleri olayların illetlerinin
birer cüz'üdürler. Bilindiği gibi malul ve müsebbeplerin varlığı,
illet ve sebeplerinin varlığı ve cüzleri ile uyuşur. Dolayısıyla,
"Tokluğun, ya varlığı ya da yokluğu mukadderdir. Her iki durumda
da "yeme"nin bir etkinliği söz konusu değildir." demek korkunç bir
hatadır. Çünkü, tokluğun dışarıda gerçekleşmesi varsayımı ancak
isteğe bağlı yeme fiilinin gerçekleşmesi varsayımı ile söz konusu
546 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
olabilir. Çünkü "yeme" onun illetlerinin bir cüz'üdür. Bir insanın,
herhangi bir malûl tasavvur etmesi, sonra da onun illetini ya da
cüzlerini geçersiz sayması büyük bir yanılgıdır.
Buna göre, insanın kendi dünyevi hayatının ekseni olan ve
mutluluğu veya mutsuzluğu açısından nedensellik rolü oynayan isteğe
bağlılık hükmünü, geçersiz sayması doğru değildir. Çünkü bu
olgu, insanların fiilleri ya da fiillerinden kaynaklanan durum ve özellikleri
ile ilgili olayların illetlerininbir cüz'ü niteliğindedir. Ne var
ki, bir insanın irâde ve istemini sebepler kategorisinden çıkartması
ve bunun etkinliğini inkâr etmesi caiz olmadığı gibi, istemini tek
sebep ve olayların dayandığı tek ve yeterli illet gibi görmesi de
doğru değildir. Kendi irade ve istemini âlemdeki bir sürü illet ve
cüzlerden sadece biri olarak görmelidir ki, bunların başında da ilâhî
irade gelir.
Aksi bir yaklaşım kendini beğenmişlik, kibirlilik, cimrilik, coşku,
üzüntü ve gamlanma gibi birçok yerilmiş özelliğe kaynaklık
eder. Cahil insan der ki: "Şunu yapan, şunu da yapmayan benim."
Böylece kendini beğenmişlik kompleksine kapılır ya da başkalarına
karşı kendini daha üstün görür. Veya cimrilik eder, malından
kimseye bir şey vermez. Böyle davranırken, kendi noksan ve yetersiz
iradesinin dışında binlerce sebep olduğunun farkında değildir.
Bilmiyor ki, eğer bu sebepler hazırlanmış olmasaydı, iradesi
hiçbir şeye engel olamazdı, hiçbir hususta işe yaramazdı. Cahil insan
der ki: "Şayet şunu yapsaydım, şu zarara uğramazdım ya da
şu şeyi elimden kaçırmazdım." Bunu derken o, söz konusu elden
kaçırmanın ya da ölümün ortadan kalkmasının -yani kârın ya da
sağlığın veya hayatın gerçekleşmesinin- binlerce sebebe dayandığının
ve bunların yokluğu -yani elden kaçırmanın ya da ölümün
gerçekleşmesi- için bu sebeplerden sadece birinin yokluğunun,
kendi iradesinin varlığına rağmen yeterli olacağının farkında değildir.
Kaldı ki, bizzat insanın kendi iradesi ve istemi de, insan iradesinin
dışındaki birçok sebebe dayanmaktadır. Yani istemek de
isteyerek gerçekleşmez.
Sunduğumuz bu Kur'ânî gerçeği ve içerdiği ilâhî öğretiyi kavradığın
ve konuya ilişkin ayetler üzerinde düşündüğün zaman göreceksin
ki, Kur'ân-ı Kerim bazı huyların ıslahında kesin olan ka-
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 547
dere ve levh-i mahfuzdaki yazıya dayanıyor. Bazı huyların ıslahı içinse
böyle gerekçelere değinmiyor.
Kazâ ve kadere dayandırılması, isteme bağlılığı geçersiz kılma
anlamına gelebilecek fiilleri, durumları ve huyları Kur'ân-ı Kerim
kazâ ve kadere dayalı olarak gündeme getirmez. Tersine bu tür
iddiaları temelden reddeder. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlar bir kötülük yaptıkları zaman, 'Babalarımızı bu yolda bulduk.
Allah da bize böyle emretti.' derler. 'Allah kötülüğü
emretmez.' de. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi
söylüyorsunuz?" (A'râf, 28)
Öte yandan söz konusu fiil ve davranışlardan bir kısmının kazâ
ve kadere dayandırılmaması insan iradesinin etkinlik noktasında
bağımsız bir olgu, etkilemede başkasına ihtiyacı bulunmayan eksiksiz
bir sebep ve tamamen yeterli bir illet olduğu anlamına geliyorsa,
Kur'ân-ı Kerim bunların kazâ ve kader ile bağlantılarını ortaya
koyar, bu hususlarla ilgili olarak insanı doğru yola iletir. Bu
yolu izleyen kişi düşünce ve davranışlarında yanılgıya düşmez, gitgide
sahip bulunduğu küçük düşürücü sıfatları yok olur. Amaç olayları
kazâ ve kadere dayandırarak insanın cehalete kapılıp elde
ettiği bir şeyden dolayı sevin-mesini ve yine cehaletten dolayı yitirdiği
bir şeyin kaybına üzülmesini önlemektir. Nitekim bir ayet-i
kerimede ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ve Allah'ın size verdiği malından
onlara da verin." (Nûr, 33) Burada yüce Allah malı kendisine
izafe ederek insanları cömertliğe, eli açıklığa çağırıyor.
Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Kendilerine verdiğimiz
rızk-tan harcarlar." (Bakara, 3) Burada ise, malın Allah'ın verdiği
rızk olduğunu vurgulayarak insanları hayır amaçlı harcamada bulunmaya
teşvik ediyor.
Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Demek onlar bu söze
inanmazlarsa, onların peşinde üzüntüyle kendini helâk edeceksin!
Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki,
onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim." (Kehf, 6-7)
Burada yüce Allah, Resulullah efendimizi (s.a.a) üzülmekten
nehyediyor. Gerekçe olarak da, onların küfürde direnmelerinin Allah'a
karşı üstünlük sağladıkları anlamına gelmeyeceğini gösteri-
548 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
yor. Tersine yeryüzünde bulunan her şeyin sınama amaçlı süsler
olması için yaratılmış olduklarını vurguluyor.
Bu yöntem, yani ahlâkı ıslah amacı ile izlenen ikinci yol, peygamberlerin
yöntemidir. Bu yöntemin birçok örneğini Kur'ân-ı Kerim'de
bulabiliriz. Bir kısım örneklerini de Kur'ân-ı Kerim, öteki
gök menşeli kitaplardan nakletmektedir bize.
Bir üçüncü yöntem daha vardır ki, sadece Kur'ân'a özgüdür.
Bize aktarılan gök menşeli kitaplarda, geçmiş peygamberlerin öğretilerinde
ve ilâhî hikmetle uğraşan filozofların eserlerinde böyle
bir şeye rastlanmaz. Bu yöntem, bilgi ve marifetin kullanılması ile
insanın vasıf ve ilim açısından eğitilmesidir. Bu yönteme başvurulduğu
zaman aşağılık ve iğrenç sıfatların konusu ortadan kalkar.
Diğer bir ifadeyle bu yöntem, iğrenç ve aşağılık sıfatları giderme
esasına değil, defetme esasına dayanır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allah'tan gayrisinin hoşnutluğunun
gö-zetildiği her bir davranışın arkasında ya bir şeref arayışı ya da
korkulan ve sakınılan bir gücü memnun etmek çabası yatmaktadır.
Ne var ki yüce Allah buyuruyor ki: "Şeref ve üstünlük tamamen
Allah'ındır." (Yûnus, 65) "Bütün kuvvet Allah'a aittir." (Bakara,
165) Bu bilgi bu hâliyle insanın vicdanına yerleşince riya, gösteriş,
Allah'tan başkasından korkma, O'ndan başkasına umut bağlama
ve O'ndan başkasına güvenip dayanma gibi küçük düşürücü, onur
kırıcı niteliklere yer kalmaz. Bu iki gerçek insan tarafından bilinince,
tüm yerilmiş nitelik ve sıfatlar insandan uzaklaşır. İnsan bunların
yerine, Allah'tan korkmak, şeref ve üstünlüğü Allah katında arama,
Allah'tan başkasından bir şey istememe, azamet, ihtiyaçsızlık,
ilâhî ve rabbanî heybet gibi övülmüş ilâhî niteliklerle kendini
bezer.
Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim'de, defalarca: "Mülk Allah'ındır.
Gökler ve yer üzerindeki hükümranlık Allah'a aittir. Göklerde
ve yerde bulunan her şey O'nundur." şeklinde ifadeler kullanılır. Ki,
biz de defalarca bu ifadelerin içerdikleri gerçekleri gözler önüne
serdik. Allah'ın hükümranlığının ve sahipliğinin gerçek mahiyeti,
O'nun dışında hiçbir varlığın bağımsız olmaması, O'na muhtaç olmamak
gibi bir durumda bulunmaması esasına dayanır. Hiçbir
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 549
şey yoktur ki, yüce Allah hem onun ve hem de ona ait olan şeylerin
sahibi olmasın.
İnsanın bu mülkiyete inanması ve bu inancının bir gerçeklik
olarak kalbine yerleşmesi, bütün olguların onun nezdinde zat, nitelik
ve fiil olarak bağımsızlık derecesinden inmeleri anlamına gelir.
Böyle bir insanın Allah'ın rızasından başka bir şeyi istemesi,
O'nun dışında bir şeye boyun eğmesi, ondan korkması, ondan bir
beklenti içinde olması, ondan lezzet alması ya da coşkuya kapılması,
ona sığınması, güvenip dayanması, teslim olması, ona tutkuyla
eğilim göstermesi mümkün değildir.
Kısacası, her şeyin fani ve geçici olduğunu bildikten sonra yüce
Allah'ın kalıcı ve sonsuz rızasından başka bir şey istemez, herhangi
bir ihtiyacını başkasına arzetmez. O sadece batıldan kaçar.
Batıl da O değildir ve gerçek bir varlığı yoktur. Böyle bir insan yüce
yaratıcısının varlığı olan hakka karşı batıla tutunmaz.
Aşağıya alacağımız şu ayet-i kerimeler de aynı gerçeğe işaret
etmektedirler: "Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler
O'nundur." (Tâhâ, 8) "Rabbiniz Allah, işte budur. O'ndan başka
ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır." (En'âm, 102) "O'dur ki, her
şeyin yaratılışını güzel yaptı." (Secde, 7) "Bütün yüzler, O diri yöneticiye
boyun eğmiştir." (Tâhâ, 111) "Hepsi O'na boyun eğmiştir. (Bakara,
116) "Rabbin, yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretti."
(İsrâ, 23) "Rab-binin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet, 53)
"İyi bil ki, O, her şeyi kuşatmıştır." (Fussilet, 54) "Ve sonunda senin
Rabbine varılacaktır." (Necm, 42)
Şu anda üzerinde durduğumuz: "Sabredenleri müjdele. Onlar
ki, kendilerine bir bela eriştiği zaman, 'Biz Allah içiniz ve biz O'na
döneceğiz.' derler..." ifadesini de bu kategoride değerlendirebiliriz.
Çün-kü bu ve benzeri ayetler, özel ilâhî bilgiler içermektedirler.
Bunların sonuçları da özel ve gerçektirler. Bu yöntemin öngördüğü
terbiye metodu da ne ahlâk ilminin uyguladığı metoda, ne de önceki
peygamberlerin şeriatlarında uyguladıkları terbiye metoduna
benzer. Daha önce de vurguladığımız gibi, birinci metot, güzel ve
çirkin kavramlarına ilişkin toplumun genel inancını esas alır. İkinci
metot ise, genel dinî inançlara, kulluk yükümlülüklerine ve bunların
ödülle ya da azapla cezalandırılması esasına dayanır. Bu üçün-
550 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
cü metodun dayanağı da, saf ve eksiksiz tevhit inancıdır ki, sırf İslâm
dinine özgü bir yöntemdir bu. Bu, dini tebliğ edip hayata egemen
kılan Resulullah efendimize ve onun saf ve temiz soyuna,
Ehlibeyti'ne salât ve selâm olsun. Bu nükteyi ganimet bilmelisin.
Bir oryantalistin İslâm medeniyetinden söz ettiği eserinde dile
getirdiği düşüncelere şaşmamak mümkün değildir. Diyor ki bu
adam: "Bir araştırmacı, İslâm davetinin, izleyicileri arasında yaygınlaştırdığı
medeniyet unsurlarına, ileri uygarlığa ve yüksek medeniyete
ilişkin olarak geride bıraktığı, taraftarlarına miras olarak
armağan ettiği özelliklere ve meziyetlere ilgi duymalıdır. Esas bunların
üzerinde durmalıdır. İslâm'ın içerdiği dini öğretiler ise, bütün
nebevî davetlerin içerdiği ahlâkî ilkelerdir. Bütün peygamberler
bunlara davet etmişlerdir."
Daha önceki açıklamalarımızdan yola çıkarak bu bakış açısının
yanlışlığını, bu görüşün çarpıklığını anlayabilirsin. Çünkü sonuç,
öncüllerinin bir ayrıntısıdır. Bir terbiyeden sonra ortaya çıkan
davranışlar, öğrencinin ve terbiye gören insanın öğrendiği bilgi ve
marifetin ürünleri ve sonuçlarıdır. Daha düşük düzeyli bir gerçeğe,
orta seviyeli bir tekâmüle yönelik çağrı ile, sırf gerçeğe ve doruktaki
bir tekâmüle yönelik çağrı bir olamazlar. İşte işaret ettiğimiz
üçüncü terbiye metodunun niteliği bundan ibarettir. Birinci metot,
toplumsal gerçeğe çağırıyor. İkinci metot, pratik gerçeğe ve insanın
ahirette mutlu bir hayat sürdürmesine yarayan gerçek tekâmüle
çağırır. Üçüncü metot ise, sırf hakka, yani Allah'a davet eder.
Eğitimini, Allah'ın bir ve ortaksız olduğu gerçeğine dayandırır. Bu
ise, tam bir kulluğa yol açar. Metotların birbirlerinden ne kadar da
farkı var!
Bu metot, insanlık âlemine birçok salih insan, kendini Allah'a
adamış bilgin, kadın ve erkek evliya armağan etmiştir. Bir din için,
bu onur bile yeterlidir.
Bu metot, diğer iki terbiye metodundan sonuçları bakımından
da farklıdır. Çünkü bu yöntemin temel dayanağı kulluk sevgisini
aşılamak ve Rabbi kula tercih etmektir. Bilindiği gibi, aşk, tutku
ve sevgi kimi zaman seven insanı öyle davranışlara yöneltir ki,
toplumsal ahlâkın özü olan toplumsal aklın ya da genel dinsel yükümlülüklerin
esası olan sıradan genel anlayışın bunları tasvip
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 551
etmesi mümkün değildir. Çünkü aklın kendine özgü kuralları, sevginin
de kendine özgü kuralları vardır. İleriki bazı bölümlerde bu
hususa ilişkin olarak daha geniş ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız,
inşaallah.
* * *
"İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru
yolu bulanlar da onlardır." Ayet üzerinde düşünüldüğü zaman, orijinal
metinde geçen "salât" kelimesinin rahmet anlamında kullanılmadığı
görülecektir. "Salât" kelimesinin çoğul, "rahmet" kelimesinin
ise tekil olarak yer alması bunu gösterir. Yüce Allah bir
ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: "O'dur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak için üzerinize salât etmekte, melekleri de; ve
müminlere karşı çok merhamet edendir." (Ahzâb, 43)
Bu ayetten çıkan sonuca göre, "müminlere karşı çok merhamet
edendir." ifadesi, "O'dur ki üzerinize salât etmektedir" sözünün
illetidir. Böyle olması da beklenen bir gerekliliktir zaten. Çünkü
ilâhî irade müminlere rahmet etmeyi öngörür. Siz de müminsiniz.
Bu yüzden size merhamet edene kadar salât etmesi gerekir.
Dolayısıyla "salât" ile "rahmet" arasındaki bağlantı mukaddime ile
hedef, araç ile amaç arasındaki bağıntı gibidir. Veya bir şeye yönelmekle
ona bakmak arasındaki münasebet gibidir. Ya da ateşe
atmakla, yakmak gibidir. Bu durum "salât" kelimesini "şefkat gösterme,
acıyıp meyletme" şeklinde anlamlandırmaya uygun düşüyor.
Buna göre, yüce Allah'ın salât etmesi, kula merhametle yönelmesi
demektir. Melekler de Allah'ın rahmetini ulaştırmada aracılık
yapmaları bakımından insanoğluna şefkat göstererek salât
ederler. Müminlerin salâtı ise, kul olarak Allah'a dönmeleri ve dua
etmeleridir. Ama bu durum "salât"ın kendisinin de "rahmet" olmasına
ya da rahmetin bir belirtisi olmasına engel değildir. Çünkü,
rahmet kelimesinin geçtiği ayetler üzerinde iyice düşünüldüğü
zaman, bu kelimenin mutlak ilâhî bağışı, genel nitelikli rabbanî
vergiyi ifade ettiği görülecektir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rahmetim her şeyi kaplamıştır."
(A'râf, 156) "Rabbin, zengin rahmet sahibidir. Dilerse sizi
götürür, sizi nasıl başka bir topluluğun soyundan yarattı ise, siz-
552 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
den sonra da dilediğini sizin yerinize, getirir." (En'âm, 133) Buna
göre, bir topluluğu ortadan kaldırıp götürmek O'nun zenginliğinin,
ihtiyaçsızlığının ifadesidir. Ortadan kaldırdığı bir topluluğun yerine
başka bir topluluğu getirmesi de rahmetinin göstergesidir. Her iki
durum da hem O'nun rahmetine, hem de O'nun müstağniliğine
dayanırlar. Şu hâlde her "yaratma" ve her "emir" rahmettir. Aynı
şekilde her "yaratma" ve her "emir" bir bağıştır ve müstağniliği gerektirir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbinin bağışı kesilmiş
değildir." (İsrâ, 20) Bu bağışlardan biri de "salât"tır. Şu hâlde "salât"
aynı zamanda "rahmet"tir. Ama özel bir rahmet. Bu şekilde ayet-i
kerimede "salât"ın çoğul, buna karşın "rahmet"in de tekil olarak
kullanılmış olması anlaşılabilir.
"Ve doğru yolu bulanlar da onlardır." Sanki bu durumları,
"Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır." ifadesinin
bir sonucudur. Bu yüzden onların doğru yolu bulmuş olmaları, birincisinden
ayrı yeni bir cümle içinde ifade ediliyor. Yani, "Rablerinden
bağışlamalar, rahmet ve hidayet onlaradır" denilmiyor. Ve
yine, "Onlar hidayete ermişlerdir." denilmiyor da, "Onlar doğru yolu
bulanlardır." denilerek hidayeti kabullenişleri "ihtidâ" fiili ile dile
getiriliyor ki, "ihtida" "hidayet"ten sonra gelen ayrıntı niteliğinde
bir konumdur. Bununla anlaşılıyor ki, rahmet, onların Allah'a iletilmeleridir.
Bağışlama-lar ise, bu iletilmenin öncülleri konumundadır.
Onların doğru yolu bulmaları da bu hidayetin, iletilmenin bir
sonucudur. Şu hâlde, ayette geçen salât, rahmet ve ihtida, sonuç
itibariyle rahmet olarak değerlendirilseler de ayrı ayrı olguları ifade
etmektedirler.
Yüce Allah'ın kendilerine yönelik ikramını dile getirişine bakarak
diyebiliriz ki, bu ayetlerde sözü edilen müminlerin durumu,
senin evini ararken seninle karşılaşan arkadaşının durumuna
benzer. Söz konusu arkadaşın senin evini soruyor, oraya konaklama
niyetindedir. Bu sırada seninle karşılaşıyor. Sen de onu güler
yüzle ve saygı göstererek karşılıyorsun. Sonra onu evine giden yola
koyarak onunla birlikte yürümeye başlıyorsun. Evine ulaştırıp
konaklayana kadar yolunu kaybetmesine müsaade etmiyorsun.
Yolculuk esnasında yemesini, içmesini, bineğini ve yürüyüşünü
Bakara Sûresi / 153-157 ................................ 553
denetleyip yardımcı oluyorsun. Bütün bunlar, bir bakıma bir ikram
sayılır. Çünkü senin amacın bu. Aynı zamanda bunların her biri de
başlı başına bir ikramdır. Ama bununla birlikte yol gösterme, ikramdan
ve muhabbet etmekten başka bir şeydir. Onlar da yol göstermekten
farklı bir şeydir. Aynı zaman da hepsi de ikramdır. Şu
hâlde genel anlamdaki ikram, rahmet konumundadır. Çeşitli ağırlamalar
da "salât" olarak nitelendirilebilirler. Evde konaklama ise,
ihtida, yani doğru yolu bulma mesabesindedir.
"Ve doğru yolu bulanlar da onlardır." cümlesinin isim cümlesi
şeklinde kurulmuş olması, ayrıca cümleye uzağı gösteren işaret
ismiy-le [ulâike] başlanması, fasıl zamiri [hum]; "el-muhtedûn" diye
başlayan ifadedeki haberin başına lam-ı mevsulun getirilmiş
olması, onlara verilen önemi ve kavuşacakları nimetlerin yüceliğini
gösterir. -Doğrusunu ise Allah bilir.-
HADİSLER IŞIĞINDA BERZAH VE RUHUN ÖLÜMDEN SONRAKİ
HAYATI
Tefsir'ul-Kummî'de belirtildiğine göre, Süveyd b. Gafele
Emir'ül-Müminin'in (a.s) şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Âdemoğlu
dünyanın son ve ahiretin de ilk gününe başlayınca malı, evladı ve
ameli gözlerinin önünde canlanır. Malına dönerek, 'Allah'a
andolsun ki, sana çok düşkündüm ve üzerine titrerdim. Senin yanında
bana ait ne var?' der. Malı ona, 'Benden kefenini alabilirsin.'
der. Sonra evladına döner ve 'Allah'a andolsun ki, ben sizi çok severdim,
sizin koruyucunuzdum. Sizin yanınızda bana ait ne var?'
der. Evladı ona, 'Seni mezarına kadar uğurlayacak ve üzerini toprakla
örteceğiz.' derler. Sonra ameline bakar ve 'Allah'a andolsun
ki, ben senin hakkında zahitçe davranırdım ve sen bana ağır gelirdin.
Acaba bana ait neyin var?' diye sorar. Ameli der ki: Ben
kabrinde ve mahşere gitmek üzere diriltildiğinde sana eşlik edeceğim.
Nihayet ben ve sen birlikte Rabbinin huzuruna çıkarılacağız."
"Eğer bu adam Allah'ın dostu ise, yanına insanların en hoş
kokulusu, en güzel görünümlüsü ve en süslü giysilisi gönderilir ve
der ki: 'Allah'tan bir ruh ve bir hoş koku ve naim cenneti ile sevin.
Amellerin en hayırlısını önceden gönderdin.' Adam, 'Sen de kim-
554 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
sin?' diye sorar. O, 'Ben senin salih amelinim. Dünyadan cennete
göç et.' der."
"Adam kendisini yıkayanı tanır ve kabre taşıyanlara 'Acele edin.'
der. Kabrine girince yanına iki melek gelir. Bunlar kabir sorgucularıdırlar.
Saçlarını süslerler ve yeri dişleri ile eşelerler. Sesleri
şiddetli bir gök gürlemesini andırır. Gözleri insanı kör edici bir
şimşek gibidir. Bu iki melek adama, 'Rabbin kimdir? Peygamberin
kimdir? Ve dinin nedir?' diye sorarlar. Adam, 'Rabbim Allah, peygamberim
Muhammed ve dinim İslâm'dır.' der. İki melek, 'Allah
seni sevdiğin ve hoşlandığın şeyler içinde kalıcı kılsın.' derler. Burada
yüce Allah'ın şu sözüne göndermede bulunurlar: 'Allah, inananları,
dünya hayatında da, ahi-rette de sağlam sözle sebat içinde
kılar.' [İbrahim, 27] Sonra kabrini gözünün alabildiği kadar
genişletirler ve kabirden cennete bakan bir kapı açarlar ve şöyle
derler: 'Uyu, gözün aydın! Nimetlere kavuşmuş taze delikanlı uykusuna
uyu.' Yüce Allah'ın bir ayetinde buna işaret ediliyor: O gün
cennet halkının kalacakları yer daha iyi, dinlenip safa sürecekleri
yer daha güzeldir." [Furkan, 24]
"Eğer adam Rabbine düşman biri ise, ameli ona yüce Allah'ın
yarattığı en çirkin görünümlü, en iğrenç kokulu biri olarak gelir. Ve
'Kaynar su dolu bir konak ve cehenneme savurulma ile sevin.' der.
Adam kendisini yıkayanı tanır ve kendisini kabre taşıyanlara ağır
davranmalarını söyler. Kabre konulduğu zaman, kabrin iki sınavcısı
gelir ve üzerindeki kefenini alarak, 'Rabbin kim? Peygamberin
kim? Ve dinin nedir?' diye sorarlar. Adam, 'Bilmiyorum.' der. Melekler
ona, 'Bil-medin ve doğru yolu bulmadın.' derler."
"Sonra ona öyle bir asâ darbesi indirirler ki, insanlar ve cinler
dışındaki diğer tüm canlılar dehşete düşerler. Ardından kabrinden
cehenneme bakan bir kapı açarlar ve ona, 'En kötü hâlde uyumana
bak!' derler. Böylece o daracık yerde pestile dönüşür. O kadar
ki, beyni tırnakları ile etinin arasından dışarı fışkırır. Yüce Allah
toprağın altındaki yılanları, akrepleri ve böcekleri ona musallat
eder. Bunlar onu kıyamet günü dirileceği saate kadar ısırıp dururlar,
vücudunu tırmalarlar. İçinde bulunduğu bu korkunç durumdan
dolayı kıyametin bir an önce kopmasını arzu eder."
Dostları ilə paylaş: |