Bakara Sûresi / 163-167 ..................................................
163- İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O
Rahmandır, Rahimdir.
164- Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün
değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp
giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla yeryüzünü
ölümünden sonra dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında,
rüzgarları evirip çevirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş
(emre hazır bekleyen) bulutlarda, elbette düşünen bir topluluk için
deliller vardır.
165- İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar, Allah'ı sever
gibi onları severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri
598 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
daha güçlüdür. Zulmedenler, azabı görecekleri (ve o zaman) "muhakkak bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın gerçekten
şiddetli azap edici olduğunu" anlayacakları günü keşke bir görselerdi.
166- Öyle ki (o gün) uyulanlar uyanlardan uzaklaşmışlardır.
Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar kesilmiştir.
167- Uyanlar derler ki: Keşke bize bir daha dünyaya dönüş fırsatı
verilseydi de onların bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan
uzak dursaydık. Böylece Allah onlara amellerini hasret kaynağı
olarak gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Ayetlerin akışı uyumlu ve sürükleyici bir ifade tarzına sahiptir.
Önce, Allah'ın tekliği ve ortaksızlığı gündeme getiriliyor; buna ilişkin
evrensel kanıtlar sunuluyor. Ardından şirkten söz açılıyor ve Allah'a
ortak koşanların çarptırılacakları korkunç azaba değiniliyor.
"İlâhınız bir tek ilâhtır." Fatiha suresini tefsir ederken, Besmele
ile ilgili açıklamalarımız arasında "ilâh" kavramının ifade ettiği
anlama değinmiştik. "Birlik" kavramının ifade ettiği anlam ise,
gayet açıktır. Bunun için yol gösterecek bir tanımlayıcıya ihtiyaç
duymayız. Bir şey, genellikle niteliklerinden birine dayalı olarak
"bir" diye nitelendirilir. "Bir adam, bir âlim, bir şair gibi." Bununla,
söz konusu kişinin sahip bulunduğu niteliğin ortak kabul etmediği
ve çoğalma durumu ile karşı karşıya olmadığı vurgulanıyor. Söz
gelimi "Bir adam olan Zeyd'in adamlığı, onunla başkaları arasında
bölünme kabul etmez. İki adam olan Zeyd ve Amr açısından ise,
durum değişiyor.
Çünkü bu adamlık, ikisinin arasında paylaşılmış durumdadır.
Dolayısıyla Zeyd, bu nitelik -yani adamlık niteliği- açısından birdir
ve çoğalma kabul etmez. Gerçi bu nitelik, ilim, güç, hayat ve benzeri
nitelikleri açısından bir değildir ve gerçekte birçokluk konumundadır.
Yüce Allah birdir. Çünkü, O'na ait olan sıfatta başkasının ortaklığı
söz konusu değildir. İlâhlık sıfatı gibi. Dolayısıyla Allah ilâhlık
sıfatı bakımından birdir. Bu sıfatında başkasının ortaklığı söz
Bakara Sûresi / 163-167 ..................................................... 599
konusu olamaz. Aynı şey, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları için de
geçerlidir. Yüce Allah bilme, kudret ve hayat sıfatlarına sahiptir;
ama bunlar, ondan başkasının sahip bulunduğu bu tür sıfatlara
benzemezler. Kendisine ait sıfatların çoğalmaması ve artmaması
açısından da birdir. Böyle bir çoğalma ve artış, ancak anlamsal açıdan
söz konusudur.
Dolayısıyla O'nun bilgisi, kudreti ve hayatı aynı şeydir, O'nun
tek ve ortaksız zatıdır. O'na ait bir sıfat, yine O'na ait başka bir sıfattan
ayrı değildir. O, kudretiyle bilir, hayatı ile güç yetirir ve bilgisiyle
hayat sahibidir. Yani başka varlıklar gibi sıfatları zat ve kavram
olarak başkalık kabul etmez.
Bir "şey" kimi zaman zatı itibariyle "bir" olarak nitelendirilir.
Bu, zatın bizzat çoğalma ve bölünme kabul etmemesidir. Yani
böyle bir zat parçalara ayrılmaz, isim ve zat, zat ve sıfat olarak
bölünmez. Bu tür bir "birlik", "zatın tekliği" (ahadiyet) olarak isimlendirilir.
Bu anlamı ifade için de Arapça'da "ahad" yani (tek) kelimesi
kullanılır. Ki bu kelime izafet terkibi ile kayıtlandırılmadığı
sürece kullanılmaz. Fakat, olumsuzluk, nehiy ve bunlara benzer
durumlar karşısında kelime yalın olarak kullanılabilir. Söz gelimi,
"Mâ câenî ahadun=bana hiç kimse gelmedi." dediğimizde, burada
bir olsun, çok olsun zat, temelden yok sayılıyor. Çünkü ifademizdeki
"birlik" zatın özüne aittir, herhangi bir sıfatından değil. ""Mâ
câenî vahidun=bana bir kişi gelmedi." cümlesinde ise durum farklıdır.
Bu söz, iki veya daha çok kimsenin gelmesi ile yalanlanmaz.
Çünkü, ifadedeki "birlik", gelen kimsenin niteliği ile ilgilidir. Kastettiğimiz,
bir adamdaki "adamlık" sıfatıdır. Şimdilik bu genel değerlendirme
ile yetinin. İnşaallah "De ki: O, Allah, bir (tek)dir"
(İhlâs, 1) ayetini incelerken daha ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız:
Kısaca toparlayacak olursak: "İlahınız bir tek ilâhtır" sözü bütünü
bakımından, öncelikle ilâhlık sıfatının Allah'a özgü olduğunu,
O'nun birliğini ifade ediyor. Bu, O'nun yüce şanına yaraşır bir birliktir.
Şöyle ki, "vahid=bir" kelimesi, bu ayete muhatap olanların anlaması
açısından "vahdet=birlik" ifadesinden fazla bir şey ifade
etmezdi. Ki bu kavram geneldir ve çeşitli türlere uyarlanabilir. Bununsa
ancak belli bir kısmı yüce Allah için kullanıldığında doğru
600 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
kabul edilebilir. Şu hâlde bir yerde sayısal birlik, bir yerde türsel
birlik, bir yerde de cinsiyet birliği söz konusudur. Her bir muhatap
bunlar karşısında, inandığı ve görüşüne uygun anlamı zihninde
canlandırır. Eğer: "Allah bir ilâhtır" denilseydi, bu cümle "tevhit"i
ifade etmeyecekti. Çünkü müşrikler yüce Allah'ı bir ilâh olarak göreceklerdi, diğer ilâhlarının her birini "bir ilâh" olarak gördükleri
gibi.
Eğer "Sizin ilâhınız birdir" denilseydi, bu cümle de apaçık bir
şekilde tevhidi ifade etmeyecekti. Çünkü böyle bir cümle karşısında,
zihinde bu ilâhın, tür içinde yer alan bir ilâh olduğu düşüncesi
uyanabilirdi. Sözünü ettiğimiz tür ilâhlık makamıdır. Tıpkı hayvan
türleri için, "bir at, bir katır" denilmesi gibi. Oysa bunların her birisi
için türleri açısından sayısal çokluk söz konusudur. Ancak "Sizin
ilâhınız bir tek ilâhtır." denildiğinde, ilâhlığın tekliği anlamı vurgulanmış
olur. Çünkü "iki ilâh ve çok ilâh" anlamlarının karşıtı olan
"bir ilâh" anlamı "ilahınız" sözünün yanında yer alınca ilâhlık makamını
inanılan ilâhlar içerisinde teke indirgeyerek apaçık bir şekilde
tevhidi ispat ve ifade eder.
"O'ndan başka ilâh yoktur." Bu cümleye, ilk cümlenin tevhide ilişkin
içeriğini pekiştirme ve bu hususla ilgili olarak zihinlerde uyanabilecek
her türlü olumsuz yorum ve kuruntuyu dışlama amacıyla
yer verilmiştir. Cümlenin ifade ettiği olumsuzluk, türe ilişkin
bir olumsuzluktur. İlâhtan maksat, gerçekten varolan ve ona ilâh
denilebilen ilâhtır. Bu durumda cümle içinde "var" ya da "olan"
şeklinde bir haberin mahzuf olarak değerlendirilmesi doğru olur.
Bunu esas alarak cümleyi şöylece anlamlandırabiliriz: Hak ve gerçek
ilâh dışında ilâh mevcut değildir." Cümle içinde geçen "Allah"
a yönelik zamirin lafzı merfu (huve) olduğu ve mansub
(iyyahu) olmadığı için "illa" edatı, istisna edatı olarak
değerlendirilemez. Aksine bu edat "başka" anlamda bir vasıf konumundadır.
Buna göre cümlenin anlamı da şöyle olur: Allah'tan
başka ilâh yoktur.
Bununla da anlaşılıyor ki: "O'ndan başka ilâh yoktur." cümlesi,
Allah'ın dışında ilâhlık niteliğine sahip oldukları, asılsız bir kuruntuya,
bir hayale dayalı olarak iddia edilen düzmece ilâhların bu
niteliğe sahip olmadıklarını vurgulama amacına dönüktür. Yani
Bakara Sûresi / 163-167 ..................................... 601
birçoğunun sandığı gibi bu cümle ile güdülen amaç, Allah'tan
başka ilâhların varlıklarını reddedip, O'nun varlığını ispat etmek
değildir. Bunun kanıtı da, ortamın sadece ilâhlık niteliğini reddetmeye
uygun oluşudur. Ki, yüce Allah'ın ilâhlık niteliği açısından
tekliği vurgulansın. Yani hem ret ve hem de ispat birlikte söz konusu
değildirler. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim yüce Allah'ın varlığını tartışma
götürmez, apaçık bir gerçek olarak değerlendirir. Bu yüzden
bu konu üzerinde savunma ve ispat amacı ile durmaz. Kur'ân'ın
ana hedefi O'nun sıfatlarını kanıtlamaktır: Birlik, yoktan var edicilik,
ilim ve kudret gibi.
Cümle içinde "mevcud" ya da bu anlama gelebilecek bir
kelimenin haber olarak takdir edilmesi, "Allah'tan başka ilâhların
varlığı nefy ediliyor, olabilirlikleri değil" kuşkusuna yol açabilir. Bu
kuşkuyu şu cevapla giderebiliriz: Kendisi açısından varoluş ve
yokoluşun aynı derecede mümkün olduğu bir varlığı, fiilen tüm
varlıkların ve onlara ilişkin tüm olguların kaynağı olarak öngörmenin
bir anlamı yoktur. Ayrıca "hak" kelimesinin mahzuf haber
olduğunu esas alarak cümleyi değerlendirmek suretiyle de cevap
verilebilir. Yani "Ondan başka gerçek mabut yoktur."
"O Rahmandır, Rahimdir." Fatiha suresini tefsir ederken, "Besmele"
yi açıkladığımızda, bu iki sıfatı da açıklamış ve Rablık
anlamının ancak bu iki sıfatla tamamlanabildiğini vurgulamıştık.
Çünkü "Rahman"lığın bir gereği olarak her türlü bağışın mercii
yüce Allah'tır. Hidayet ve ahiret mutluluğuna ilişkin özel bağışlar
da "Rahim"liğin bir gereğidir.
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında... deliller vardır." İfadenin
akışı ile oluşan atmosfer gösteriyor ki, bu ayet-i kerime, bir önceki
ayetin, yani "İlahınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O
Rahmandır, Rahimdir." ayetinin içerdiği gerçeğe ilişkin bir kanıt,
bir somut delil niteliğindedir. Çünkü ayet-i kerime anlam itibariyle,
işaret edilen her şeyin bir ilâhının olduğunu ve tümünün ilâhının
aynı zat olduğunu ve bu bir ve ortaksız ilâhın aynı zamanda sizin
de ilâhınız olduğunu ifade ediyor.
O, Rahmandır, genel olarak herkesi ve her şeyi rahmetinin
kapsamına alır. O, rahimdir, insanları son mutluluğuna (yani
ahiret mutluluğuna) yöneltir. Bunlar, tartışma götürmez kesin ger-
602 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
çeklerdir. Buna göre, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün
dönüşümlü olarak yer değiştirmelerinde ve ayet-i kerimenin
sonuna kadar sözü edilen diğer evrensel fenomenlerde, aklını kullanıp
düşünebilen topluluklar açısından ilâhın birliğine, tek ve ortaksız
oluşuna, Rahman ve Rahim olduğuna ilişkin somut kanıtlar
vardır.
Şayet ayet-i kerime ile güdülen amaç, insanın bir ilâhının olduğunu
ya da insanın ilâhının bir olduğunu kanıtlamak olsaydı, bu
hususların tümü aralarındaki tasarım ve plânlama birliği dolayısıyla
tek bir kanıt niteliğinde olacaktı. Bu yüzden önceki ayet-i kerimede
şöyle bir ifadenin kullanılmış olması gerekecektir: "İlâhınız
birdir, O'ndan başka ilâh yoktur..." (Böyle bir ifade kullanılmadığına
göre) ayet-i kerime ilâhın varlığını ve O'nun birliğini kanıtlamaya
dönüktür. Yani: İnsanın dışındaki büyük evrensel düzenin ilâhı
birdir ve bu ilâh aynı zamanda insanın da ilâhıdır.
Ayetin bu anlamıyla kanıtsallığını toparlayacak olursak: Olağanüstü
yaratılış düzeniyle ve göz kamaştırıcı fenomenleriyle birlikte
yükselip üzerimize gölgelik gibi gerilen gökler; insanları üzerinde
taşıyan, gece ve gündüzün dönüşümlü olarak yer değiştirmeleri,
gemilerin denizler üzerinde akıp gitmeleri, yağmurların yağışı,
rüzgarların esişi, bulutların hizmete sunuluşu gibi akıllara durgunluk
veren fonksiyonlara sahip yeryüzü, bizzat bunların her biri bir
yaratıcının varlığını kaçınılmaz kılan olgulardır. Bunların her birinin
bir ilâhı vardır. (Ayetin ifade ettiği ilk kanıt budur.) Öte yandan, gök
cisimleri büyüklük, küçüklük, uzaklık ve yakınlık açısından birbirlerinden
oldukça farklı konumlardadırlar. Bilimsel araştırmalar sonucu,
bir gök cisminin küçüklüğü 0,0000000000000000000000033
cm3 olarak hesaplanmıştır. Bir gök cisminin büyüklüğü ise, dünyanın
milyonlarca katı olarak belirlenmiştir. Ki, çapı yaklaşık olarak
9000 mildir. İki gök cisminin arasındaki uzaklık, yaklaşık olarak
üç milyon ışık yılı olarak tespit edilmiştir. Bir ışık yılının miktarı
ise, 300000X60X60X24X365 km.dir.
İnsanı dehşetler içinde bırakan, zihnini altüst eden şu rakamlara
bak ve o zaman evrensel yasalar sisteminin işleyişindeki olağanüstülüğü
istediğin gibi değerlendir. Bir kısım olgular diğer bir
kısmında tesir bırakıyor; bir kısmı, diğer bir kısmından etkileniyor.
Bakara Sûresi / 163-167 ................................................. 603
Nerede ve ne şekilde olursa olsun genel çekim yasası ile, ışık ve
ısı yansıması ile bazı fenomenler meydana geliyor. Bu işleyişin
sonucu genel hareketlilik kuralı ve genel zaman kavramı oluşuyor.
Değişmez bir kanuna dayalı genel ve süresiz bir düzendir bu. O
kadar ki, maddî âlemdeki hareket yasalarında değişikliğe yol açan
nispî genellik yasası dahi, genel değişkenliğin de, değişim ve
dönüşüme ilişkin değişmez bir yasaya tâbi olduğunu itiraf etmekten
kaçınamaz.
Öte yandan işaret ettiğimiz genel hareketlilik ve değişim yasası,
evrenin her parçasında kendine has bir biçimde tasavvur edilebilir.
Bizim galaksimizi aydınlatan güneş ile güneş sistemi arasındaki
iletişimde gözlemlendiği gibi. Sonra bu çerçeve gittikçe
daralır; üzerinde yaşadığımız dünya ve onun uydusu olan gök cisimleri
ve yeryüzünde yaşanan olaylar gibi. Ay, gece, gündüz, rüzgarlar,
bulutlar ve yağmur-lar işaret ettiğimiz genel hareketlilik ve
değişkenlik yasasının dünya gezegenine yansıyan yönünü oluştururlar.
Bu çerçeve biraz daha daralır: Madenler, bitkiler, hayvanlar
ve öteki bileşiklerden oluşan yeryüzü menşeli olgularda olduğu gibi.
Aynı yasa bunların bütün türleri için de geçerlidir. Çerçeve gittikçe
daralır ve işin ucu, elementlere, atomlara, sonra atomun içindeki
çekirdeklere ve çağdaş bilimin tespit ettiği en küçük
maddî birimin yapısına kadar uzanır. Şu anda bilimin tespit ettiği
en küçük maddî birimler, elektron ve protondur. Bunlarda da tıpkı
güneş sistemine benzer bir oluşum vardır. Tıpkı güneş etrafında
dönen ve yörüngelerinde yüzen gezegenler gibi, ortada bir cisim
vardır ve öteki cisimler onun etrafında dönmektedirler.
Bu fenomenlerden hangisinin karşısında durursa dursun,
insanoğlu, sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlinde bulunan, akıllara
durgunluk veren bir düzenle karşı karşıya kalır. Ki âlemi koruyan
ve ilâhî sünnetin ihyasına sebep olan, bu değişim ve dönüşümdür.
Bu, olağanüstülükleri saymakla bitmeyen, dehşet verici
yönleri keşfetmekle son bulmayan bir düzendir. Hep aynı ve bir
çizgide kalmakla birlikte, düzenin akışında bir istisnailik söz konusu
değildir; eşi görülmemiş ve benzersiz bir sistem olmakla birlikte,
katmanları arasında tesadüfî bir gelişme, bir rast gelelik asla
yoktur.
604 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bu sistemin sahiline varılamaz, aşamaları yürümekle kat
edilemez. Bu evrenin en ince ayrıntısından başlayıp, en ulu, en
görkemli fenomenine kadar, yani basitten komplikeye doğru bir
sıralama izleyerek incelediğin zaman hep aynı sisteme bağlı, kesintisiz,
aralıksız plânlama ile karşılaşacaksın. Günümüzün modern
biliminin icat ettiği tüm cihazları kullanıp derine, daha derine
insen bile, aynı değişmez yasayı, aynı düzeni, aynı alanı, aynı tasarımı
bulacaksın karşında. Bütünden parçaya doğru bir analize tâbi
tutup moleküle kadar insen dahi, bu sistemin özelliklerinden hiçbir
şey kaybetmediğini göreceksin. Şu kadarı var ki, örnek verdiğimiz
bu cisimlerin her biri değişik yapılara, hüküm ve öz olarak
farklı niteliklere sahiptir.
Evren bir bütündür, aynı tasarımın ürünüdür. Sayısal çokluğa
ve değerlendirme farklılığına rağmen evrenin her parçası aynı yasalar
sisteminin egemenliği altındadır. Yani bütün yüzler her zaman
diri ve evrenin tek egemeni yüce Allah'a boyun eğmektedir.
Şu hâlde evreni var eden ve evreni egemen düzeniyle yöneten, ilâh
bir tek ilâhtır. (Ayet-i kerimenin ifade ettiği ikinci kanıt da budur.)
Şu insan yeryüzü menşeli bir varlıktır. Yeryüzünde hayata başlar,
orada yaşar, orada ölür ve sonra toprağa döner. Bu hâliyle insan
var-oluşu ve varlığını sürdürme açısından, tüm varlıkları etkinliği
altına alan ve tasarımında en ufak bir sapma söz konusu olmayan
ve düzeni hep aynı özelliğini koruyan evrensel yasalar sisteminin
dışında herhangi bir şeye ihtiyaç duymaz. Gök kubbemizde
yer alan cisimlerin saçtıkları aydınlık ve ısı, şu yeryüzü ve onun
hareketlerine bağlı olarak gelişen gece-gündüz fenomenleri, rüzgarlar,
bulutlar, yağmurlar ve bir kıtasından diğer bir kıtasına taşınan
rızk ve metâ insanın maddî varlığını sürdürme ve ihtiyaçlarını
giderme bakımından bağlı olduğu şeylerdir. -Evet, bunların tümünün
gerisindeki etkin güç ulu Allah'tır.- Dolayısıyla bu olguları var
edip varlıklarını düzenleyen zat aynı zamanda insanların da ilâhıdır;
onları var edip varoluşlarını evrensel bir düzene bağlamıştır.
(Ayetin ifade ettiği üçüncü kanıt da budur.)
Öte yandan gerek varoluşsal mutlulukları ve gerekse nihâi,
yani ahiret mutlulukları (eğer yaratığın ahiret mutluluğu söz konu-
Bakara Sûresi / 163-167 ...................................................... 605
su ise -çünkü ahiret dünyanın sonucudur-) açısından varlıkların ihtiyaç
duydukları her şeyi bahşeden bu ilâhtır. Bir işin akıbetini, o
işin kendisini düzenleyenden başkasının düzenlemesi mümkün
müdür? (Ayetin Rahman ve Rahim isimlerine yönelik kanıtsallığı
da bu şekilde ifade edilebilir).
Birinci ayetin ikinci ayet ile illetlendirilmiş olması bu ifadeyle
doğru olur. Ayetin başında illeti ifade eden "inne" edatının yer almış
olması da bu illetlendirmeye ilişkin bir işaret niteliğindedir.
Yine de en doğrusunu Allah bilir.
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında" ifadesi, gökcisimlerine,
yeryüzüne, bunların yapılarındaki yaratılış olağanüstülüğüne,
sanatsal göz kamaştırıcılığa, isimlerine dayanak oluşturan tablolara,
özlerinin temelini oluşturan maddelere, kendi aralarındaki
dönüşüme, periyodik artış ve azalışa, bileşim ve çözülmeye yönelik
bir işarettir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Görmediler mi
gerçekten biz, arza gelip, onu çevresinden eksiltiyoruz." (Ra'd, 41)
"Kâfirler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık
ve her canlı şeyi sudan yarattık?" (Enbiyâ, 30)
"Gece ve gündüzün değişmesinde" Burada iki doğal fenomenin
yaşadığı azalış ve artışa, uzayış ve kısalışa işaret ediliyor, ki doğal
etkenlerden ikisinin bir araya gelmesiyle bunlar meydana gelir. Bu
iki etkenden biri, dünyanın günlük hareketidir. Bu hareketinde
dünya kendi ekseni etrafında dönerek gece ve gündüzün meydana
gelmesine yol açar. Bu sırada yerküresinin yandan az bir fazlası
güneşe yönelir ve belli bir süre içinde güneşin ışığından yararlanarak
ısınır ve aydınlanır. Bu olaya gündüz adı verilir. Dünyanın
tam yarıdan biraz eksik olan diğer yarısı ise, bu esnada güneş ışınlarından
yararlanmaz, öbür yarısı ters orantılı olarak karanlığa
gömülür. Buna da gece adı verilir. Bu iki fenomen sürekli dünyanın
etrafında dönerler.
Bir diğer etken de, ekvator ya da denge çizgisinin kuzey ve
güney yönlerine doğru gerçekleşen yöneliş hareketi sırasında küresel
dönüşün yüzeyinde meydana gelen eğilimidir. Bu da güneşin
denge çizgisinden kuzeye ya da güneye doğru eğilim göstermesine
yol açar ki, bununla da mevsimler meydana gelir. Ayrıca bu gelişme
gece ve gündüzün ekvator çizgisinde ve kutuplarda eşit ol-
606 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
masının nedenidir. Dünyanın iki kutbunda bir güneş yılı süresince
sadece bir gündüz ve bir gece yaşanır. Bunların her biri bir yılın yarısına
eşittir. Yani kuzey kutbunda gece ise, güney kutbunda da
gündüzdür ya da bunun tersi geçerlidir.
Ekvator çizgisinde, bir güneş yılı boyunca yaklaşık olarak üç
yüz altmış beş gün meydana gelir. Burada gece ve gündüzün süreleri
eşittir. Dünyanın geri kalan bölgelerinde ise, ekvator çizgisine
ve kutuplara olan yakınlık oranında gece ve gündüz sayı ve süre
açısından farklılık gösterir. Bu hususlar konuyla ilgili bilimlerin verilerini
içeren eserlerde detaylı biçimde ortaya konmuştur.
Bu değişim, ışık ve ısının yansımasında birtakım değişikliklere
yol açar. Buna bağlı olarak, yeryüzünde bileşimler ve dönüşümleri
meydana getiren faktörlerde değişiklik yaşanır. Bu değişiklikler
insanoğluna yararlar sağlar.
"İnsanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde"
Ayetin orijinalinde geçen "fulk" kelimesi, gemi demektir. Bu kelime
hem tekil, hem de çoğul olarak kullanılır. Tıpkı "temr=hur-ma"
ve "temret=bir hurma" dendiği gibi "fulk=gemi" ve "fulket=bir gemi"
de denir. İnsanların faydasına olan şeylerden maksat, gemiler
aracılığı ile bir sahilden karşı sahile, kıtadan kıtaya taşınan mal ve
eşyadır.
Geminin de tıpkı gök, yer ve gece ile gündüzün dönüşümlü
değişimi gibi, insan iradesinin müdahalesinin söz konusu olmadığı
doğal olgular ve fenomenler kategorisine sokulması, onun da tıpkı
diğer olgular gibi sonuçta Allah'ın tabiattaki meydana getirme fiiline
dayandığını göstermektedir. Çünkü insana izafe edilen bir fiil
üzerinde dikkatle düşünülünce, bunun herhangi bir fiili doğal sebeplere
izafe etmekten farksız olduğu görülür. İnsanın övünüp
durduğu iradesi, onu Allah'ın iradesine ihtiyaç duymayan bağımsız
ve tam bir sebep konumuna getirmediği gibi ona Allah'a muhtaç
olma açısından öteki doğal sebeplerle farklı bir konum
kazandırmaz.
Şu hâlde, Allah'ın iradesine muhtaç olma bakımından, doğal
bir gücün herhangi bir maddeye etki etmesi sonuçta etki, tepki,
hareket ettirme, bileşik meydana getirme ya da bir tür analize tâbi
tutmak suretiyle söz konusu maddede biçimsel bir değişikliğe
Dostları ilə paylaş: |