Kelâm ilmi, birinci hicrî asırda ortaya çıkan ve her biri kendi görüşlerinin doğru, gerçek olduğunu savunan ve bunu âyet ve hadislerle isbat-lamaya çalışan fırkalar karşısında, Kur'an ve hadise en doğru manayı vermek, onu anlamak ve sınırları çok genişlemiş olan İslâm ülkesindeki bütün müslümanlara Kur'an ve hadiste bildirilen inanç esaslarını anlayabilecekleri şekilde açıklamak ve anlatmak ihtiyacından doğmuştur. İslâm fikir tarihinde Kelâmın ilk kurucusunun Mu'tezile olduğu kabul edilir. Çünkü yukarıda da işaret edilmeye çalışılan sebepier neticesinde ortaya çıkan İslâm itikadıyla bağdaşmayan fikir ve ekollere karşı Selefin tutumu, onların yanlış yolda olduklarını belirterek onlardan uzaklaşmayı (te-bsrri) tavsiye şeklinde olmuştur. Ancak Selefin bu tavrı, bilhassa yeni müslüman olanlar arasında bid'at fikirlerin taraftar bulup yayılmasını engelleyememiştir. Çünkü bid'at ehli fikirlerini kabul ettirebilmek için her vasıtaya başvuruyor, nakli te'vil ettikleri gibi, her türlü aklî ve felsefî delillerden de istifade ediyorlardı,
İslâm akaidini savunmada naklin yanında aklî ve felsefî delillerin kullanılmasını da zaruri gören ve böylece selefin metodundan farklı bir yo! izleyen Mu'tezilenin kullandığı metoda "Kelâm" adı verilmiş ve bu metodla islâmî akidelerin savunulmasını üstlenen ilme de "Kelâm İlmi" denmiştir.
Kelâm metodunu ilk olarak kullanan ve böylece kelâmın kurucusu sayılan mu'tezilenin doğuşu H. II. asır başlarına tesadüf eder.
Mu'tezilenin doğuşu ve menşei hakkında çeşitli nazariyeler mevcuttur. Bu hususta bildiğimiz, mutezilenin ilk defa Basra'da Vasıl b. Ata (vf. 131/748) nın Hasan e!-Basri'nin (vf. 110/728) ders halkasından ayrılmasıyla teşekkül ettiğidir. Bir gün Hasan el-Basri'nin ders verdiği Basra camiine gelen bir şahıs, büyük günah işleyen kişiye (Murtekibu'l-Kebireye) bazılarının kâfir .(Havaric), bazılarının da mü'min (Mürcie) dediklerini beyanla bu hususta Hasan el-Basri'nin görüşünün ne olduğunu sorar. Hasan el-Sasri böyle bir kişinin münafık (içindeki imanı ile ameli farklı olan manasına) olduğu kanaatindedir. Ancak kendisine soru yöneltilmiş olan Hasan el-Basri'nin cevabını beklemeden öğrencilerden Vasıl b. Ata soruya cevab vermiş ve böyle bir kimsenin ne gerçek mü'min, ne de gerçek kafir olduğunu, iman ile küfür arasında bir yerde (el-Menzile beyne'l-Men-zileteyn) bulunduğunu söyler. Böylece Vasıl mürtekibu'I-kebire hakkındaki bütün görüşleri reddederek yeni bir görüş ortaya koyuyordu. Bu olaydan sonra Hasan el-Basri'nin meclisini terk eden Vasıl'a daha sonra arkadaşı Amr b. Ubeyd (vf. 144/761) de katıldı. Hasan-ı Basri'nin yani Vasıl bizi terketti demesi üzerine
Vasıl'a ve taraftarlarına "ayrılanlar, terkedenler" anlamına "ei-Mu'tezile"denilmiştir.
Vasıl ve etbaına mu'tezile isminin verilişinin başka izahları da yapılmaktadır: Mes'udi, büyük günah İşleyeni imandan da küfürden de ayırmaları sebebiyle kendilerine mu'tezile isminin verildiğini söyler. Bağdadi İse, o güne kadar müslümanların mürtekibu'I-kebire hakkındaki mevcud olan inançlarının hepsinden ayrılmaları sebebiyle bu isimle isimlendirilmiş olduklarını belirtir. 48 Çünkü i'tizal, içtinab, ayrılma, çekilme, uzaklaşma anlamlarına gelmektedir.
Aslında i'tizal ve mu'tezile kelimelerinin kullanılışı daha eskidir. Nitekim bu kelimelerin sahabe devrinde de kullanıldığını görüyoruz. Hz. Ali İle Hz. Aişe arasındaki ve Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki olaylarda çskimser bir yol takip edip taraflardan hiç birine katılmayanlar mu'tezile adıyla anılıyordu. Fakat bu ilk devirlerdeki "Mu'tezile"nin mevzumuz olan Kelâmdaki Mu'tezile mezhebiyle sadece isim yönünden benzerliği vardır. Yoksa daha sonradan mu'tezile ileri gelenlerinin bazılarının iddia ettikleri gibi, 49 sahabiler mu'tezi lî değillerdi. Onlara sadece tarafsız kalanlar manasına bu ad verilmektedir, mu'tezile mezhebi ve bu mezhebin fikirleriyle hiç bir alakalan yoktur. Kısaca Mu'tezile mezhebinin kuruluşu, H. 2. asır başlarında Vasıl ve Amr'ın Hasan el-Basri'den ayrılmalarından sonradır.
Mu'tezile mezhebinin doğuşuna etki eden faktörlerden başta islâm toplumunda zaman zaman zuhur eden gerek itikadi, gerekse siyasi bir takım ihtilaflar gelir. Mu'tezile bu ihtilaflarda taraf olan görüşleri tenkid ediyor ve mes'elelere yeni bazı çözümler getirmeye çalışıyordu. Bu se-bebledir ki; Mu'tezilenin görüşlerinin çoğu, tenkid ettiği grupları reddederken ortaya çıkmıştır. Meselâ mürtekibu'I-kebire ve imanın hakikati mevzuunda Mu'tezile, bir yandan Havarice, diğer yandan Mürcie'ye muhalefet etmiştir. Hariciler emirlerin ve amellerin imandan cüz (parça) olduğuna kani idi. Yani kelime-i tevhid ve şahadeti tasdik edip söyleyen bir kimse; farzlardan birini yerine getirmese yahud büyük günahlardan birini işlese, Havaric'e göre kâfir olur. Havaricten Nafi b. Ezrak, kendisine tabi olanlar hariç herkesi tekfir edip, onlarla evlenmenin ve kestiklerini yemenin caiz olmadığını ve kanlarının helal olduğunu söylüyor.
Mürcie ise imanı mücerred bir itikad haline getirmiş, namaz, oruç gibi tekliflerin ve emirlerin, yani amelin İmandan bir eüz olmadığını, bu sebeple büyük günah işleyenin imandan çıkmayacağını ileri sürüyordu Şehristanî'nin ifadesiyle onlar, küfürle birlikte taat yarar sağlamadığı gibi, imanla birlikte masiyet de zarar vermez diyorlardı. 50
Buna göre Hariciler şiddet ve, sertlik yolunu seçip sadece kendilerini mü'min sayıyor, Mürcie ise uzlaşıcı bir yol takip ederek Şia'yı, Hava-rici ve bunların karşısında olanları mü'min kabul ediyordu. Mu'tezile'ye gelince o, Havaric ile Mürcie arasında yer almakta, ne Harici'ler kadar sert bir tutum içerisine girmekte, ne de Mürcie kadar yumuşak davranmaktadır. Onlara göre büyük günah işleyen Mü'min, değildir, ama kâfir de değildir. Öyleyse el-Menzile beyne'i-menzileteyn iman ile küfür arasında bir mertebe (fâsıklık) dedir.
Mürcie, Şia, Havaric ve Mu'tezileyi büyük günah meselesi üzerinde fazlaca durmaya ve çeşitli görüşler ortaya atmaya iten sebep, sahabe arasında cereyan eden olaylardır. Karşı karşıya gelen iki gruptan hangisi haklıydı hangisi değildi? Hz. Osman mı, yoksa onu şehid edenler mi haklıydı? Hz. Ali mi yoksa Hz. Aişe mi haklıydı? Sıffin muhaberesi hakkında nasıl hüküm vermek gerekir? Bu kavgalara iştirak edenlerin durumu nedir? Bunlar fasık mıdırlar, deği! midirler?... gibi sorulara aranan cevaplar bu fırkaların ortaya çıkmasını intaç etmişti.
Bu hususta Hariciler sahabenin bir kısmını; Hz. Ali, Hz. Muaviye ve hakem olayına katılanları ve bir yönüyle Hz. Osman'ı tenkid ederken, Şia Hz. Ali. ahfadını yüceltip diğerlerini yermiş, Mu'tezile ise bütün sahabeyi tenkide tabi tutmuştur, İşte mu'tezileye ümmetin genel inancından ayrı bir inanca sahib olması sebebiyle bu ad verilmiştir. Ama Mu'tezilî'ler bunu kabul etmez ve kendilerini "Tevhid ve Adalet Ehli" olarak görür, bu isimle isimlendirirler.
Mu'tezile mezhebi üzerinde -özellikle Kur'an'ın mahluk olduğu fikrini savunmalarında - yahudi ve hıristiyanl'ığın tesiri de söz konusudur. Kur'an'ın mahluk olduğu fikri ilk defa yahudiler tarafından ortaya atılmıştır. Onlardan Lebid b. Asam önce Tevrat'ın mahluk olduğunu iddia etmiş ve bu daha sonra Kur'an'ında yaratılmış olduğu fikrinin doğmasına sebeb olmuştur. 51
Hıristiyanlığın da özellikle hıristiyan teolojisinin ve eski Yunan felsefesinin merkezi durumunda olan İskenderiye Mektebi yoluyla Mu'tezile üzerinde tesiri bahis konusudur. Mu'tezilenin başlangıçta sırf isiâmiyeti savunmak gayesiyle felsefeye yöneldiklerinde şüphe yoktur. Hatta Hıristiyan teolojisi ve felsefesi karşısında Mu'tezile yalnız İslâmı savunmakla kalmamış aynı zamanda bu dinin esaslarını felsefi metodlaria en iyi
şekilde açıklamış ve bunları bir çok yabancı milletlere de kabul ettirmeğe muvaffak olmuştur. Ancak neticede Mu'tezile:
a) Aşırı hayranlık duyduğu Yunan felsefesinin tesirinde kalmış, iti-kadi mevzularda naklin yanında akla da büyük bir yer vererek, aklı öne almış ve akılla çelişir gördüğü nakilleri, aklın ışığında te'vile yönelmiştir. Nitekim onların bu,yönü, her şeyi nakil ile çözmeye çalışan ve nassa teslimiyeti esas alan, hele itikadi konularda aklın söz sahibi olmasını asla tecviz etmeyen selef alimleri tarafından şiddetle tenkid edilmiştir. Mu'te-zile'nin akla bu derece önem vermeleri onları hedeflerinden saptırmış ve nass ile çelişen görüşleri savunma mecburiyetinde kalmışlardır,
b) Dinî meselelerden felsefî meselelere doğru kaymışlar ve zamanla asli görevlerini unutarak felsefî konularla meşgul olmaya başlamışlardır. Bu yönüyle Mu'tezile'ye ilk İslâm Filozofları denebilir.
Mu'tezile'nin bu tavırlarına tarihe "Miline" dönemi olarak geçmiş o-lan Abbasi halifelerinden özellikle Me'mun (vf. 198/813), Mu'tasım (vf. 218/833) ve Vâsık (vf. 227/842) zamanlarındaki tutumlarını yani kendi görüş ve düşüncelerini devlet otoritesinden aldıkları destekle, başkalarına zorla kabul ettirmeye kalkışlarını ilave edecek olursak; ilk zamanlar gayet samimi düşüncelerle hareket eden Mu'tezile'nin daha sonra neden görevini yapamaz hale geldiği ve Ehl-i Sünnet Kelâmının zuhur ettiği daha iyi anlaşılır.
Vasıl b. Ata (vf. 131/748), Amr b. Ubeyd, (vf. 144/761), Ebu'l-Huzeyl el-Allaf (vf. 235/849), İbrahim en-Nazzam (vf. 231/845), Ebu Ali el-Cub-bai (vf. 303/915), Kadi Abdu'l-Cebbar (vf. 415/1Ö24) ve Zemahşeri (vf. 538/1143) gibi alimler tarafından temsil edilen Mu'tezile mezhebinin inanç esasları beş esasta (el-Usulu'l-Hatnse) toplanmıştır. 52
Dostları ilə paylaş: |