Eserin özgün adı: روش تفسیر قران Reveş-i Tefsir-i Kur’an Yayın Yönetmeni


Sahih Kıraati Teşhis Etme Ölçütleri



Yüklə 3,24 Mb.
səhifə6/41
tarix30.11.2017
ölçüsü3,24 Mb.
#33403
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   41

Sahih Kıraati Teşhis Etme Ölçütleri

Bazı Kurân ilimleri uzmanları sahih kıraati, İslam’ın başlangıcından bugüne kadar Müslümanlar arasında mütevatir olan metne mutabık kıraat bildikten259 sonra şöyle demişlerdir: Tefsir yaparken aşağıdaki ölçütler esasına dayanarak sahih kıraat tanınmalı ve ona göre tefsir yapılmalıdır:

1- İslam tarihi boyunca mütevatir olarak nakledile gelmiş yazılı Kurân’la, kelimelerin maddesi, şekli ve ayetlerdeki yerleri ile mutabık olması.

2- Kıraatlerin ihtilafında, halkın geneli arasında sineden sineye nakledilmiş olan eski ve yeni yazılı Kurân’larda kaydedilmiş kıraat ölçüdür.

3- Halkın ekseriyetinin kıraatine ulaşmanın yollarından biri, tanınmış kârilerin hepsi veya çoğunun ittifakıdır.

4- Sözü geçen hususlarda iki veya birkaç kıraat eşit seviyede olursa tercih Arap dili kaidelerine daha uyumlu, daha fasih ve Arapçada daha yaygın olanladır.

5- Uymamız için kati delili olan her kıraat daha fasih, senet açısından da daha güçlü ve sağlamdır.260

Bu görüş hakkında aşağıdaki noktaları hatırlatmakta yarar vardır:

a) Mevcut olan fiili Kurân’ın her yönden, hatta kıraat açısından (ki bu kelimelerin şekli, bazen de maddesi ile alakalıdır) mütevatir oluşunun daha önce kritiği yapıldı.

b) İkinci nokta ise “kıraat ihtilaflarında halk ekseriyetinin kıraati ölçüdür” sözü reddedildi ve denildi ki: Bazı durumlarda halkın arasında iki veya birkaç kıraat yaygın olmuştur. Dolayısıyla halkın geneli arasında yaygın olan kıraat tek bir kıraat değildir ki onu ölçü kılalım.

c) Kıraat ihtilafının söz konusu olduğu yerlerin çoğunda bütün kârilerin üzerinde ittifak ettiği bariz bir mısdak yoktur. Bu tür yerlerde kâriler arasında görüş ayrılığı vardır. Çoğunluğunun ittifakı da asla o kıraatin Peygamber Efendimizin (s.a.a) kıraatine mutabık olduğunun delili sayılamaz. Örnek olarak nasıl diyebiliriz ki: “malik-i yevm’id-din”261 ayetinde yedi kâriden beşi “malik-i yevm’id-din” şeklinde okumuş o yüzden bu kıraat sahih ve muteber sayılmıştır ama Asım ile Kesai’nin kıraatı olan “melik-i yevm’id-din” telaffuzu ise çoğunluğa aykırı ve halkın ekseriyetinin kıraatine muhalif olduğu için itibarsızdır?

d) Arap dili kaidelerine daha uygun, daha fasih ve daha yaygın olanın tercihi konusu da eleştirilemez değildir. Çünkü tercih noktası unvanıyla ancak ayetlerin nazil olduğu zamandaki yaygın olan kaidelerle uygunluğu ileri sürülebilir. Fakat elimiz altında bulunan yeni tedvin edilmiş edebiyat ve gramer kanunlarına uyum tamamen içtihat ve görüşe dayalı bir konudur ve hata payı vardır. Örnek olarak; “in hazani le sahiran”262 ayetindeki günümüz telaffuzu “hazani” şeklinde “elif” ile yazılmış ve o şekilde de okunmaktadır. Fakat Arap edebiyatının düzenlenmiş kurallarına göre “hazeyni” olarak “ya” ile yazılıp okunmalıdır.263 Elbette eğer bu ölçüden böyle bir kıraatin zan bakımından tercihi kastedilirse bunda bir her hangi bir sıkıntı olmaz. Ama bu yolla gerçek kıraatin teşhisi imkânsızdır.264

e) “Uymamız için mutlak delili olan her kıraat daha fasih ve daha sağlamdır.” sözündeki mutlak ve kati delilden maksat eğer gerçek kıraati gösteren delil ise bu söz doğrudur. Fakat maksat bizi söz konusu kıraati okurken ve hatta amel ederken göz önünde bulundurmak zorunda bırakan delil ise o zaman bu söz eleştiri ve incelemeye açıktır. Zira okuyup, amel ederken bir kıraati göz önünde bulundurmanın gerekliliği o kıraatin daha fasih ve senedinin daha sağlam olduğu zaruretini doğurmaz. Mesela muteber bir rivayete dayalı olarak Kurân’ı özel bir kıraate uygun şekilde tilavet etmenin zaruri olduğu ispat edilebilir; ancak bu zaruret, onun gerçek kıraat olduğu anlamını ispat etmez. Bu durumda söz konusu kıraatin gerçek kıraat olduğu sabit olmadığından onun daha fasih ve senet açısından daha sağlam olduğu da ispat edilemez.

İkinci Kaide:


Nüzul Zamanındaki Kelimelerin Mefhumlarını Dikkate Almak

Her cümlenin kelimelerden oluştuğu ve her kelimenin de kendisine has bir anlam ve mefhumu olduğu gerçeğine binaen bir cümleyi anlamanın şartı içerisinde bulunan sözcük ve müfredatın anlam ve mefhumlarına vakıf olmaktır. Öyleyse müfessir, Kurân-ı Kerim’de yer alan sözcüklerinin (hatta harflerin) manalarına çok iyi hâkim olmalı ve bu sözcüklerin özelliklerini dikkate alarak ayetleri tefsir etmelidir.265 Sözcüklerin mefhumlarına vakıf olmak için aşağıdaki noktaları dikkate almak gerekir.

Kalıplaşmış Manalarla Yetinmemek

Arapça konuşanlar veya Arapça metinlerle ilgilenenlerin zihinlerinde ayetlerdeki sözcüklerle ilgili olarak, onları okuduklarında veya işittiklerinde zihinlerinde çağrışım yapan özel manalar sabitlenip, kalıplaşmış olabilir ve bu yüzden de muteber lügat kaynaklarına başvurmaktan gaflet etmiş olabilirler. Fakat şu mutlaka dikkate alınmalıdır; en sade kelimenin manasını bile muteber kaynaklardan elde edip, tefsiri de onu esas alarak yapmak gerekir. Zira kalıplaşmış mananın, Kurân’ın inişinden sonraki dönemlerde o kelimeler için ortaya çıkmış manalardan olabilmesi ve bu kelimelerin Kurân’ın indiği çağda başka anlamda kullanılmış olma ihtimali vardır. Veyahut da Kurân’ın indiği dönemde bu mana toplum içerisinde kalıplaşmış olmakla birlikte ilgili kelimenin başka manasının olması ve incelenen ayette de kelimenin o anlamının kullanılmış olması da söz konusudur. Hal böyle olunca müfessirin sabitlenmiş bir mana ile yetinip yalnızca ona itimat etmesi ayetlerin anlaşılmasında hataya düşülmesine sebep olur.



Kurân’ın İniş Zamanı Kültürünü Dikkate Alarak
Kelimelerin Manalarına Ulaşmak

Kelimelerin zaman içerisinde hatta tek bir dönemde dahi muhtelif bölge ve kavimler arasında çeşitli ve müteaddit manalara gelebildiğini biliyoruz. Hal böyle iken müfessir, Kurân sözcüklerini anlamada kavramların Kurân’ın indiği çağda ve o çağdaki bölgenin atmosferiyle ilgili olan kabile ve kavimler arasındaki anlamlarını muteber yollar ve kaynaklardan elde edip, bunu tefsirinin mihveri kılmalıdır. Çünkü Kurân-ı Kerim, indiği dönemde yaşayan insanların diliyle konuştuğu için kelimeleri de o dönemde yaygın olan manalarda kullanmıştır.266 Öyleyse müfessir, ayetleri Kurân’ın indiği çağdan sonraki dönemlerde ortaya çıkmış manalar veya nüzul çağındaki din havzalarına hâkim olan atmosfer ile ilgisi bulunmayan kavimlerin kullandığı manaya göre tefsir etmekten kaçınmalıdır. Ayetlerdeki sözcüklerin anlamlarında, Kurân’ın ilk muhatapları ile (vahyin iniş zamanında) irtibatta olan kavim ve kabileler arasındaki manalara yeterli ölçüde dikkat etmelidir.267



Tüm Manaları Dikkate Almak

Kurân dili olan Arapçada da diğer dillerde olduğu gibi kelimelerden birçoğunun hakiki ve mecazi olmak üzere çeşitli manaları vardır. Gerçi bu tür kelimelerde konuşmacının maksadı olan manayı bazı detaylar sayesinde belirlemek mümkündür. Fakat konuşmacının kelimelerden irade ettiği manayı doğru şekilde anlamak için o kelimelere ait tüm manaları da bilmek gerekir. Bu manaların tümünü dikkate alıp, var olan karineler eşliğinde kastedilen mana teşhis edilebilir. Çünkü gaflet edilen veya görmezden gelinen bir mana Allah’ın muradı olabilir ve onu dikkate almamak müfessiri ayetin manasını algılamada hataya düşürebilir.268



Hakiki ve Mecazi Manaları Ayırt Etmek

Akil insanların yöntemi esasına göre kavramların anlaşılmasında zaruri olan noktalardan birisi de eğer çeşitli hakiki manası varsa lafzın mecazi ve hakiki manalarından birisinde kullanılmasının bir karine ve ipucuna ihtiyacı olması durumudur. Ama lafzın tek bir hakiki manası olduğu durumlarda zaten karineye ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim’de tek bir hakiki manası olan bir sözcükten mecazi anlamının kastedildiğine dair herhangi bir karine bulunmaması durumunda tefsir söz konusu hakiki mana esasına göre yapılmalıdır. Aksi durumda ise Allah’ın muradı olan mananın tespiti için karine bulunmalıdır ve ancak karine bulunup kastedilen mana teşhis edildikten sonra tefsire geçilmelidir.



Kurâni Hakikat

Bazen bir konuşmacının veya özel bir kitlenin konuşmalarında bir sözcük herhangi bir mana veya mısdak üzerinde o kadar çok kullanılır ki bir süre sonra o sözcük telaffuz edildiğinde herkes o mana veya misali anlar. Öyle ki eğer maksat diğer mana veya mısdaklar olursa konuşmacı bunu karineler ile anlatmalıdır. Bu durumda söz konusu sözcüğün o mana veya misal hakkında hakikat olduğu söylenir. Usul ilminde “Hakikat-i şer’iyye” veya “Hakikat-i müteşerrie” ismiyle zikredilen şey bu kabildendir.269 Kurân-ı Kerim’de de herhangi bir lafız ayetlerde özel bir mana veya mısdak hakkında fazla kullanıldığı için o mana hakkında Kurâni bir hakikate dönüşmüş olabilir. Yani Kurân dilinde bu lafız, o mana veya misal hususunda hakiki ve gerçek bir anlam kazanmıştır; hatta Kurân’ın her hangi bir yerinde bu sözcük karinesiz olarak zikredilse Müslümanların zihinlerine hemen o özel mana gelmektedir.

Müfessir, Kurân lafızlarını anlamada bu noktayı dikkate alarak tefsire konu olan ayetteki sözcüğün hakikat-i Kurâni mısdaklarından biri olup olmadığını araştırmalıdır. Bir lafzın hakikat-i Kurâni olduğu ispatlanır ve Kurân-ı Kerim’de onun aksi yönünde hiçbir karine olmadığı anlaşılırsa, o lafız Kurâni hakikat manasında tezahür ve tecelli etmiş olacaktır. Bu durumda ona başka manaları hatta sözlükteki gerçek manasını yüklemek akli ilkeler esasına göre doğru olmayacaktır.

Sırat” kelimesi hakikat-i Kurâniden olması muhtemel kelimelerdendir. Çünkü bu kelime Kurân’da 45 kez geçmiştir; Yasin suresi 66 ve Araf suresi 86. ayetler dışında geri kalan bütün hepsinde somut olmayan bir yol manasında kullanılmıştır. Öyleyse şunu söylemek mümkündür: Her ne kadar “sırat” lügatte somut ve gözle görülen bir yol anlamını verse de Kurân-ı Kerim’de bu kelime “hissi olmayan yol” hakkında o kadar fazla kullanılmıştır ki sonunda bu mana onun hakiki anlamına dönüşmüştür. Her hangi bir karine olmadığında bu manayı vermekte ve bunun dışında bir mefhum ifade etmesi içinse mutlaka bir karineye ihtiyacı vardır. Kurân’da geçen kalp ve fuad kelimesi de fizyolojik kalp anlamında kullanılmamış ve ondan insan hissiyatı, duyguları ve idraklerinin merkezi kastedilmiştir.



Lafza Müteaddit Manaların Yüklenmesi

Kuran tefsiri ile ilgilenenler şunu çok iyi bilirler, Kurân-ı Kerim’in sözcüklerinden ciddi bir kısmının çeşitli manaları var ve bu manalardan birisinin belirlenmesi için hiçbir delil de yoktur. Müfessirlerden bir bölümü bu tür durumlarda lafza var olan tüm manalarını yüklemekte ve onların hepsini Allah’ın muradı olarak bilmektedirler. Mesela Taberi, Tevbe suresi 8. ayet-i kerimenin tefsirinde müfessirlerin “illen” kelimesinin manasının beyanındaki ihtilafları hatırlatıp, bu kelime için onların zikrettikleri “Allah”, “yakınlık”, “yemin” ve “sözleşme” gibi çeşitli manaları dile getirdikten sonra şöyle yazmıştır: “ill, üç manası olan bir isimdir… ve sahih olan, ayetin bu manaların hepsini içermesidir…”

Burada işin aslı şudur: Müşterek-i manevi ile birkaç manası olan bir lafızdan bu manalardan yalnızca birinin belirlenmiş olduğuna dair bir karine bulunmadıkça söz konusu lafız o manaların hepsini kapsar. Ama müşterek-i lafzı ile müteaddit manaları olan bir lafza o manaların hepsini yüklemek zahire aykırı olup, karineye ihtiyacı vardır. O halde eğer hiçbir delil ve karine yoksa söz konusu lafza o manaların hepsi yüklenemez ve onların tümü Allah’ın muradı sayılamaz. Çünkü akıl erbabı arasında müşterek-i lâfzîde sırf karine olmayışı tüm manaların irade edildiğinin bir delili değildir.

Müşterek-i lafzı ile müşterek-i manevi arasındaki bu farkın sırrı şudur: Müşterek-i manevide lafzın hakiki manası çeşitli manaları kapsayan bir mefhumdur. Dolaysıyla karine olmadığında söz konusu lafız o kapsayıcı manada ortaya çıkar. Fakat müşterek-i lâfzîde hakiki mana, tek tek manaların her biridir. Yani lafız bu manaların her biri için ayrı ayrı vazedilmiş olup o manaların hepsi bu lafzın hakiki manası değildir. Çünkü onların toplu hali için vazedilmemiştir. Fakat o manaların tümünün kastedildiğine dair bir karine bulunursa ayetteki sözcüklere mecazi anlamda söz konusu manaların hepsi yüklenebilir; böyle bir kullanımın muhal ve olağan dışı olduğunu iddia etmenin ise hiçbir sağlam delili yoktur.

Bu açıklamadan tefsir rivayetleri hakkında bir nokta açıklığa kavuşmaktadır. O da, birçok rivayette ayet veya içlerinde bulunan sözcüklerin bazı özel fertlere tatbik edilmesidir. Tatbikin de iki tür olduğuna dikkat etmek gerekir:

Bazı ayet ve rivayetlerde kelimenin delalet ve kapsamı müşterek-i manevi şeklinde bir mısdak üzerine tatbik edilmiştir. Yani daha genel anlamı olan bir kelime rivayette belirtilmiş olan bir mısdak üzerine tatbik edilmektedir. Mesela; muteber bir senetle nakledilmiş olan şu rivayete bir bakalım: İmam Cafer-i Sadık (a.s);

 اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَاالضَّالِّينَ 

Ayet-i kerimesini kıraat ettikten sonra şöyle buyurdu: “Gazaba uğrayanlar, Nasibilerdir ve sapkınlar ise Yahudilerdir.”270 “Gazaba uğrayanlar” ve “sapkınlar” kelimelerinin manasının daha genel olduğu malumdur; bunların müşterek-i manevi şekliyle birçok fertlere ve mısdaklara delalet ettiği, delaletlerinin tüm fertlerini kapsadığı açıktır. Bunları fertlerinden yalnızca birine tahsis etmenin özel bir karineye ihtiyacı vardır. Bu durumda eğer tam bir araştırma sonucu söz konusu tahsis için bir delil bulunmazsa onun tüm fert ve mısdaklara delaleti tespit edilmiş olur. Şuna da dikkat etmek gerekir ki rivayette onun bir mısdaka tatbik edilmiş olması, yalnızca o mısdaka has kılındığının delili olamaz. Çünkü bu fertlerin onun mısdaklarından olduğunu beyan etmek onun diğer fertleri kapsamasıyla çelişmez. Dolayısıyla tahsise neden olmaz; teknik ifadeyle “isbat-i şey, nefy-i ma’ada etmez”. Yani bir şey hakkında yapılan yorum, o yorumun başka şeylerde olmadığı anlamını vermez. (Birine güzel demeniz, başka güzel olmadığı anlamını taşımaz). Bazen bu yüzden başka muteber rivayetlerde de aynı kelimenin başka mısdaklara tatbik edildiği görülebilmektedir. Mesela; nakledilen başka bir muteber rivayette İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Gazaba uğrayanlar Nasibilerdir ve sapkınlar ise (masum) imamı tanımayan şüphecilerdir.”271

Fakat bazı ayetlerde kelimenin manaya tatbiki müşterek-i manevi şeklinde değildir. Yani rivayette Kurâni sözcük için zikredilen fert, o kelimenin örfteki genel anlamı içindeki bir mısdakı değildir. Kelimenin bu mısdak ve örneğe nispeti de aşikâr olmayıp delalet, mecaz veya müşterek-i lâfzî kabilindendir. Kelimenin tatbik edildiği mısdaka ve örfteki manaya oranı da lafzın birden fazla manada kullanılması yönündendir. Örnek olarak; “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar”272 ayeti hakkında nakledilen rivayete göre İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ali ve Fatıma iki derin denizdir ve birbirine karışmazlar.” “Onlardan inci ve mercan çıkar”273 ayeti hakkında da şöyle buyurmuştur: “İnci ve mercan Hasan ile Hüseyin’dir.”274 Bahr sözcüğünün denize ve Ali (a.s) ile Fatıma’ya (s.a); inci ve mercan sözcüklerinin de kıymetli taş ve Hasan (a.s) ile Hüseyin’e (a.s) delaletinin müşterek-i manevi olmadığı malumdur. Zira Arapçada bu kelime bu manaları kapsayan bir mefhum için vaz’edilmemiştir. Aksine bu kelimelerin o yüce insanlar hakkındaki kullanımı (rivayetin senedi sahih olursa) kinaye tarzında bir mecazdır.

Bu son örnekteki dikkate şayan nokta şudur: Her ne kadar mecazi anlamın irade edilmiş olması hakiki anlamın maksat olmadığını gösterse de, Kurân’ın hem zahir hem de batını olduğunu ifade eden rivayetlerin dikkate alınması275 ve Abdullah b. Sinan’ın sahihinde bir ayet için hem zahiri hem de zahir olmayan mana beyan edilip her iki mananın Kurân’ın zahir ve batınına tatbik edilmesinden276 ayetler için sahih rivayetlerde geçen istiare ve kinaye üslubundaki zahiri olmayan manaları onların batıni manaları olarak anlamak ve ayetlerin zahiri manasından da sarfınazar etmemek mümkündür. Gerçi bunun neticesi lafzın hakiki ve mecazi anlamda kullanılması gibi örfte yaygın olmayan bir tutumdur ama akli açıdan mümkündür. Öte yandan Kurân’ın zahiri ve batını olduğunu ifade eden rivayetlere binaen ayetlere bu anlamları yüklemek dayanaksız değildir.

Buraya kadar söylenenlerden şu konu açıklığa kavuşmaktadır: Mısdakın zikrine değinen birinci bölümdeki tefsir rivayetleri müşterek-i manevi kabilindendir ve rivayetler olmasa bile ayeti o mısdaklara tatbik etmek mümkündür. Dolayısıyla bu tür yerlerde rivayetin senedini açığa çıkarıp sıhhatini keşfetmenin gereği de yoktur. Fakat ikinci bölümdeki rivayetlerde Masumun (a.s) beyanına dayanarak ayetin zahirine aykırı olan batıni bir manayı iddia etmekte olduğumuz için rivayetlerin senet bakımından itibarını keşfetmek zorunludur.

Kurân’ın Dili

Hiç kuşkusuz Kurân-ı Kerim fasih ve açık bir Arapça ile nazil olmuştur. Bu konuda uzman kimselerin onun fesahatine olan tanıklıklarının yanı sıra bu mevzuyu beyan eden birçok ayet-i kerime de vardır. Beş ayette Kurân’dan “Arapça” sıfatı ile söz edilmiştir.277 İki ayette onun dili “Apaçık Arapça” şeklinde tanıtılmıştır.278 Mubin kelimesi ister açık manasına gelsin ister açıklayıcı olsun her halükarda Kurân’ın bu sıfatla zikredilmesi Arapçanın fesahatini göstermektedir. Bir ayette de Kurân’ın Arapça oluşu “Eğriliği olmayan” sıfatı ile zikredilmiş279 ve onun her türlü eğrilikten ve min cümle fesahate halel getirecek anlatım bozukluğundan arı olduğuna delalet etmiştir.280

Şu noktayı da hatırlatmakta yarar var; her dilde olduğu gibi Arap dilini kullanan insanlar arasında da muhtelif kavim ve kabileler vardır. Onların hepsi de Arapça konuşmakla birlikte lehçe yönünden ve bazı kelimelere yükledikleri özel manalar bakımından birbirlerinden farklıdırlar.281 Bu nokta dikkate alınınca şu soru ortaya çıkmaktadır: Kurân-ı Kerim Arap kabilelerinden hangisinin lügati ile nazil olmuştur? Bu sorunun cevabı, lehçe ihtilafı konusunda tefsiri etkilemese de ancak kelimelerin bazı özel anlamlarda kullanılması açısından tefsirde etkilidir. Tefsirin Kurân’ın indiği lügatte kelimelerin taşıdıkları mefhumlara göre yapılması kaidesine binaen Kurân’ın hangi kabile ve kavmin dilinde indiği mutlaka belli olmalıdır. Bu, eski zamanlardan beri süregelen bir konudur. Bedr’ud-din Zerkeşi el-Burhan fi Ulum’il-Kurân’da ve Suyuti el-İtkan fi Ulum’il-Kurân’da bu konuda aşağıda zikredilen altı görüş içerisinde özetlenmiş çeşitli rivayet ve görüşleri nakletmişlerdir:

a) Kurân sadece Kureyş lügatinde nazil olmuştur.282

b) Kurân Hicazlıların ve az bir bölümü de Temimilerin lügati ile nazil olmuştur.283

c) Kurân yedi lügat ile inmiştir.284

d) Kurân Ka’b b. Kureyş ve Kureyş b. Ka’b b. Hüzae’nin lügati ile nazil olmuştur.285

e) Kurân Muzar lügati ile nazil olmuştur.286

f) Kurân’da Arap lügatlerinin hepsi vardır.287

Fakat bahsi geçen bu görüşlerin hiçbirisi için muteber bir delil yoktur. İddialar için söylenmiş olan delil ve gerekçelerin288 arasından yalnızca “Her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik289 ayeti incelemeye uygundur ve İbn-i Kuteybe de Kurân’ın sadece Kureyş’in dilinde nazil olduğuna bu ayetle istidlal etmiştir.290 Bu istidlalin izahında şunu söylemek mümkündür: Yukarıdaki ayet İslam Peygamberini de (s.a.a) kapsamaktadır ve o Hazretin (s.a.a) kavmi Kureyş’tir.291 Dolayısıyla Allah Resulü (s.a.a) Kureyş diliyle insanlara gönderilmiş ve netice itibariyle Kurân’ı da Kureyş’in dili ile halka tilavet etmiştir.

Bu istidlale yönelik akla gelen mahzur ve engel de şu olsa gerek; gerçi her ferdin soy yönünden dedede ortağı olan yakınlarına kavim denilmektedir, fakat kavim kelimesinin anlamı yalnızca bu mana üzerinde taayyün edilmemiştir.

Kavim kelimesi herhangi bir ekleme olmaksızın kullanıldığında erkeklerden veya erkek ve kadınlardan müteşekkil bir topluluk anlamına gelir.292 Eğer bir şahsa izafe edilmiş olarak zikredilirse maksat o şahısla bir şekilde irtibatı olan topluluktur. Bu irtibat nesebe dayalı olabileceği gibi vatandaşlık ve zamandaşlık irtibatı da olabilir; risalet, peygamberlik, yöneticilik ve rehberlik irtibatı olabilir. Çoğu zaman Resule izafe olmakla risaletle olan irtibatı gösterir.

Binaenaleyh bir şahsın aralarında yaşadığı ve kendileriyle muaşerette bulunduğu fertlere293 veya o şahısla aynı zamanda yaşamış olanlara294 veyahut bu şahsın peygamberlik ya da rehberlik ettiği topluluğa kavim denir. Bu sözün şahidi, lügat âlimleri ve müfessirlerle birlikte Kurân-ı Kerim’de Hz. Lut’un (a.s) kendilerini hidayet etmek için gönderildiği topluluğa Lut’un kavmi denilmiş olmasıdır.295 Hâlbuki onlarla Lut arasında nesep yönünden bir akrabalık bağı yoktu. Tarih kitaplarında Hz. Lut’un (a.s) Hz. İbrahim’in (a.s) kardeşi oğlu veya teyzesi oğlu olduğu söylenmiştir. Onunla birlikte Babil’den Şam’a hicret etmiş ve çirkin bir fiile müptela olan Sedum ahalisini uyarıp, hidayet etmek için onlara doğru gönderilmişti.296 Ayrıca Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kuran’ı terk etmiş297 ve De ki,Ey kavmim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın, doğrusu ben de yapacağım. Sonucun kimin için hayırlı olacağını bileceksiniz298 ayetlerindeki kavimden maksat sadece Kureyş ve İslam Peygamberi ile (s.a.a) nesep bağı olan kimseler değil, bütün Müslümanlardır.

Dolayısıyla bu ayette her peygamberin kavminden maksadın ona neseple bağlı olan akrabaları olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Buradaki maksat o peygamberin gönderildiği fertlerin oluşturduğu topluluktur. O halde bu ayetin, Kurân’ın Kureyş’in dilinde nazil olduğuna hiçbir delaleti yoktur.

Elbette Kurân’ın en fasih ibarelerle nazil olduğu299 gerçeği dikkate alınmalı; kelimelerin mefhumları çeşitli Arap lügatlerine göre farklılık gösterdiğinde sözcüklerin anlamı en fasih Arap lügatine göre tanınmalı ve ayetler ona göre tefsir edilmelidir.

İthal Kelimeler ve Tefsir Üzerindeki Rolleri

Tefsirde dikkat edilmesi gereken konulardan birisi de ithal kelimeler ve onların manasını göz önünde bulundurmaktır. Her ne kadar Kurân’daki ithal kelimeler konusunda birçok görüş ortaya atılmışsa da,300 görünen o ki vahyin indiği zamanda yaşayan Arapların Arap olmayan diğer milletlerle ticari, kültürel ve sosyal alanlardaki ilişkilerinin bir gereği olarak Kurân’ın indiği dönemde mevcut olan Arapçada ve buna paralel olarak da Kurân beyanlarında bu tür sözcükler kullanılmıştır.

Bu sözü şu şekilde açıklayabiliriz: En zengin dil olsa bile her dil, farklı dili konuşan kavim ve milletlerle bağlantı kurduğunda veya farklı dil ve milletlere özgü bir konu hakkında diyaloga girdiğinde o kavim ve milletlere özgü kelime ve kavramları kullanmak zorundadır. Bu iddia en azından özel isimler ve onlara ait deyimler konusunda inkâr edilemez. Bir dilin farklı dillerle ilişkisi veya farklı dile özgü konularla ilgisi ne kadar fazla olursa onlara ait kelime ve kavramların konuşma ve yazı dilinde kullanımı da o ölçüde artış gösterecektir.

Bu noktayı dikkate alarak şunu söyleyebiliriz: Dünyada hiçbir dil yoktur ki komşu dillerden veya kültürel, ekonomik ve sosyal alanda ilişki kurduğu toplumların dillerinden etkilenmemiş ve onlardan bazı sözcükleri ithal etmemiş olsun. Ediplerden birinin söylediği gibi “Bu durumdan ancak dünyadan soyutlanıp tamamen kendi içine kapanmış, tüm sosyal ve kültürel ilişkilerden kopmuş, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (ki böyle bir şey yok hükmündedir) bir dil kurtulabilir.”301 Elbette zengin edebiyatı olan kültürlerde bazı yabancı kelimeler başlangıçta az da olsa bir değişimle o kültürün edebiyatına ait sözcüklerin arasına giriverir. Buradaki değişimlerde genellikle söz konusu kültüre ait dilin gramer yapısı dikkate alınmaktadır. Sonuç olarak bu kültürlere girmiş olan yabancı kelimeler her ne kadar fazla olsa da onları değiştirmemekle birlikte fesahat ve zenginliğine de herhangi bir zarar vermez.

Arap dili de bu kanundan müstesna değildir. Kurân nazil olmadan önce Arap kavminin farklı milletlerle ticari, kültürel ve sosyal alanda ilişkileri vardı. Bu yüzden farklı dillerden Arapçaya bazı sözcükler girmiştir. Fakat bu sözcüklerin girişiyle ne Arapça farklı bir dile dönüşmüş, ne karışık bir dil halini almış ve ne de fasih Arapça fasih olmayan Arapçaya dönmüştür. Aksine bunun sonucunda Arapça daha çok zenginleşmiş, ağırlığı artmış; mefhum ve maksatları açıklamada daha da güçlenmiştir.

Doğal olarak apaçık Arapça olarak inmiş Kurân-ı Kerim’de de vahyin inişinden önce halk arasında yaygın olan yabancı kökenli ve Arapçalaşmış kelimeler kullanılmıştır. Ayrıca Kurân-ı Kerim geçmiş ümmetler ve Arap olmayan kavimlerle ilgili konulardan çokça sohbet ettiği için onlarla ilgili mevzuları açıklarken o milletlere ait sözcüklerden bir kısmını ve en azından onlara özgü özel isimler ve kavramları kullanmıştır.

Fakat “Kurân’a girmiş olan yabancı kelimeler hangilerdir, acaba onlar Kurân’ın inişinden önce Arapçaya girmiş ve Arapça sözcüklere dönüşmüş kelimeler miydi ya da onların bir kısmı ilk defa mı Kurân’da kullanılmıştır?” konusu farklı bir bölümde tartışılması gereken bir bahistir.


Yüklə 3,24 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   41




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin