Arapçalaşmış Kelimelerde Dilin Kaynağına Müracaat
İşin uzmanları tarafından yapılan teşhislere göre Kurân’da geçen “Muarreb” (Arapça dışındaki dillerden alınıp Arapçalaştırılmış) olarak tanımlanmış kelimelerin eğer karinelerin yardımıyla mana veya kullanım maksadı kesin şekilde bilinirse bu kelimelerin kaynak dildeki manalarını bilmeye gerek yoktur. Arapça olmayan özel isimlerin birçoğu bu tür kelimelerdir. Fakat Arapçalaştırılmış kelimelerin Kurân ibarelerindeki manası tamamen belirsiz olursa veya o kelimelerin kaynak dildeki mefhumları üzerinde yapılacak bir araştırmayla onların Kurân’daki manasının değişmesi ihtimali söz konusu olursa bu durumda o kelimelerin kaynak dildeki ve Arapçadaki vahiyden önce ve sonraki kullanım alanları üzerinde inceleme yapmak zaruri olur.
Teorilerin Değişimi ve Kurân Müfredatını Anlama
Daha önceki konularda da ifade ettiğimiz gibi bir kelime Kurân nazil olduktan sonraki zaman içerisinde yeni hakiki ve mecazî anlamlar kazanmış, hatta kimi zaman vahyin indiği dönemde taşıdığı hakiki veya mecazî anlamları yitirmiş olabilmektedir. Ayrıca Kurân müfredatını anlama konusunda kelimelerin Kurân’ın nazil olduğu zamanda taşıdığı hakiki ve mecazî manaları dikkate almamız gerektiğini ve Kurân ayetlerinin anlamına kelimelerin Kurân’ın indiği zamandan sonraki süreçte geçirdiği değişimleri katmaktan da kaçınmamız gerektiğini vurguladık.
Ancak muasır yazarlardan birisi olan Abdülkerim Suruş, bilimsel teorilerde ortaya çıkan değişimlere paralel olarak Kurân kavramlarının manasında da bir tür değişim olabileceğinden söz etmiş; Kurân müfredatını anlamada bu mana değişimi ve ortaya çıkan yeni manaları göz önünde bulundurmanın zaruri olduğu hususunda ısrar etmiştir. Bu bölümde bu görüşü inceleyerek onun doğruluk veya yanlışlığını ve daha önce ifade edilen kaideye uyup uymadığını ortaya koyacağız. Bu yazar şunu iddia etmektedir: Manalar teorilerden sonra geldiği ve onların rengine büründüğü için teorilerin değişimine tabi olarak kelimelerin anlamları (kelimelerin en başından vazedilmiş olduğu anlamlar) değişmektedir. Örnek olarak: Güneş kelimesi için vazedilmiş olan büyük bir ışık küresi anlamı teorisi değişince güneş kelimesinin anlamı da değişir. Yani geçmişte güneş, yerkürenin etrafında dönen ışık halesi anlamını veriyordu. Ancak bugün o, büyük bir gaz kütlesi anlamındadır ve yerküre onun etrafında dönmektedir. Bu yazarın görüşüne göre her asırda Kurân ayetleri ve dini metinler yeni manalar esasına ve o asırda müfredat için oluşmuş yaygın bilgi ve teorilere göre tefsir edilmelidir. Bu esasa göre dini maarifin değişimi zaruri ve kaçınılmazdır.302
O bu hususta şöyle yazmaktadır:
Allah Kurân-ı Kerim’de “Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiğinde aya yemin olsun ki”303 diyerek güneşe yemin ettiğinde gerçekte neye yemin ediyor? Hidrojen ve helyum gazından oluşmuş ve yerkürenin etrafında döndüğü bir gaz kütlesine mi yoksa yerkürenin etrafında döndüğü bir ateş yatağına mı?
Allah Kurân’da sudan söz ettiğinde (hidrojen ve oksijen bileşimi ile oluşan) mürekkep sudan mı söz ediyor yoksa (hariçteki somut vücuduyla görünen) tek sudan mı? Güneşin ismini zikredip, onun hakikatine yemin ettiğinde güneşin hakikati nedir? Dikkatinizi şuna çekmek isterim ki, burada mevzu-u bahis Kurân’a muarız bir görüş değildir. Esasen söz tasavvurlar hakkındadır, tasdikler hakkında değil. Tasavvurların içi boşalmış ve başka şeyle doldurulmuştur. Ben şundan hiç şüphe etmiyorum: Fahri Razi “Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına yemin olsun ki” ayetini okuduğunda güneş hakkındaki tasavvuru, yaşadığı dönemdeki bilimin söylediği gibiydi. Acaba bugünün müfessiri Kurân’ı Fahri Razi gibi anlayabilir mi?304
Aristo ekolündeki bir filozof Kurân’da gördüğü “su” sözcüğünden gayri ihtiyari olarak “su” ismindeki bir cevher, araz ve tabiatı tasavvur etmektedir; onun su kelimesinden Allah’ın muradının o özel cevher ve arazdan başka bir şey olabileceğine inanması mümkün değildir. Veya Molla Sadra ekolündeki bir filozof, Allah’ın suyun mahiyetini karar kıldığını kabul edemez. Aynı şekilde bir kimyacının Allah’ın su kelimesinden muradının H2O olmadığına inanması mümkün değildir. İlim, kudret, sevgi, düşmanlık, kibir, haset vb. kelimeler de aynı şekildedir. Filozof olmayan ve müspet ilimler hakkında bilgisi bulunmayan birisi de su hakkında kendi bildiğini anlamaktadır. Çünkü bütün kelimeler manalarını teorilere borçludur…305
Bugün Allah’ın güneş kelimesinden muradının yerkürenin etrafında dönen bir küre olduğu hususuna veya O’nun sudan maksadının tek bir unsur olduğuna inanmak mümkün değildir… Ya da Molla Sadra felsefi ekolüne göre asalet-i vücut konusunu kabul etmiş olan biri Kurân’da okuduğu “…karanlıkları ve nuru var etti…”306 ayeti konusunda Allah’ın nurun vücudunu değil de mahiyetini var ettiğine inanması mümkün değildir.
Kelimelerin Manalarının Değişiminde
Teorilerin Etkisi Görüşünün Kritiği
Her ne kadar kelimeler zaman içerisinde hakiki ve mecazî yeni yeni manalar kazansa da bunun geneli kapsamadığını hatırlatmakta yarar vardır. Yani tüm kelimeler belirli bir zaman sürecinde yeni manalar kazanmaktadır gibi bir genelleme yapmak doğru değildir. Nitekim zaman içerisinde sabit bir mana taşıyan birçok kelime vardır. Belirli mısdaklar için vazedilmiş olan özel isimler buna güzel bir örnektir ve bu kelimeler aradan geçen zaman zarfı içerisinde o mısdaklardan başka bir mısdak veya anlam için vazedilip kullanılmamıştır.
Şu noktayı da zikretmekte yarar var; bir kelime için zaman süreci içerisinde ortaya çıkan yeni manaları, (yazarın algıladığı gibi) bu kelimelerin manasının değiştiği anlamında algılamamak gerekir. Aksine yeni manalar önceki mefhumların yanında bu kelimelerden anlaşılan başka mefhumlardır ve asla önceki manalar yeni manalara dönüşmemişlerdir. Bir diğer konu da şudur; kelimeler herkesin anladığı şeyler ve vakalar için vazedilmiştir; herkesin künhüne varamadığı özellikler ve gerçek mahiyet için değil. Bütün herkesin anladığı bu manalar da zaman içerisinde hep sabit kalmış ve onda hiç bir değişim söz konusu olmamıştır.
Bu sözün açıklamasında şunu söylemek gerekir: Kelimelerin manaları iki çeşittir:
1) Hakiki manalar
2) Mecazî manalar.
Hakiki mana, kelime telaffuz edildiğinde zihne gelen ilk manadır. Kelime de o mana için vazedilmiş ve ona has kılınmıştır. Mecazî mana ise kelimenin hakiki manasına ilişkin bir münasebete binaen karine ile zikredilip, konuşmacının maksadını belli eden manadır. Yani kelime o mana için vazedilmemiştir. Hakiki mana, tanımından da anlaşıldığı gibi kelimenin vazedilişinden beslenmektedir. Yani öncelikle bir mana tasavvur edilmekte ve sonra da o mana için bir lafz, bir kelime tayin edilmektedir. Öte yandan varlıkların gerçek hüviyeti, derinlik ve gizli özellikleri herkes tarafından bilinmediği için, kelimeleri eşya ve vakalar için vazettiklerinde onların herkesçe bilinen özellikleri dikkate alınmaktadır. Sonuç olarak kelimelerin hakiki manaları, eşya ve olayların herkes tarafından anlaşılan özellikleri esasına göre tasavvur edilmiştir. Bu kelimeler de sadece bu manalar için kullanılmaktadırlar. Fakat eşya ve olayların gerçekteki tüm özellikleri ne kelimelerin hakiki manalarıdır, ne de konuşmacı ve dinleyici onları dikkate almaktadır. Binaenaleyh ilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte eşya ve onların özellikleri hakkında tanınan gerçekler kelimeler vazedildiği sırada herkes tarafından bilinmediği için kelimelerin hakiki manalarının dışındadır. O halde insan ilminin gelişmesi sonucu eşya ve onların gizli özellikleri hakkında elde edilen yeni bilgiler veya eşyanın hakikati hakkındaki bilimsel teorilerin değişmesi onların manalarında değişime yol açmaz. Zira her ne kadar yeni bilgi ve teori, eşyanın tasavvuru sırasında veya onlara delalet eden kelimeler duyulup, görüldüğünde söz konusu eşya hakkında zihne yeni özellikleri getirmektedir ama bu özellikler kelimenin vazedilişi sırasında bilinmediği için ne kelimenin manalarından biri sayılmış ne de konuşmacı kelimeleri kullanırken o özellikleri kastetmiştir. Şu ana kadar söylenenlerden şu anlaşılmaktadır: Eşyanın gerçekte var olan özellikleri müfredatın manalarından bir parça değildir ve hal böyle olunca da bu özelliklerin keşfi ve ona ilişkin teorilerin değişmesi kelimelerin manalarında etkili olmaz.
Mecazî mana konusunda da eğer kastedilen manaya dair yeni bir nazariye ortaya çıkmadan önce kelime bu manada kullanılmışsa yeni nazariye ve teorilerle o mana için ortaya çıkan özellikler konuşmacının maksadı olmaz ve kelimeyi de sırf onlara delalet etsin diye kullanmaz. Dolayısıyla bunlar kelimenin manasından bir parça değildir. O halde yeni nazariye ve teorilerin ortaya çıkmasının bu tür manaların değişiminde hiçbir etkisi yoktur. Elbette bu özelliklerin bilinmesinin ardından kelimeleri karinelerle mecazî olarak o özelliklere delalet edecek şekilde kullanmak veya kelimeleri bu yeni özellikler için yeniden vazetmek mümkündür. Bu yönüyle teoriler kelimeler için hakiki ve mecazî yeni kullanım alanları oluşturmakta etkili olmuştur; ayrıca kelimeler için yeni hakiki ve mecazî manalar ortaya çıkarması da mümkündür. Fakat yeni teorilerin ortaya çıkışından önce kelimelerin taşıdığı hakiki ve mecazî anlamdaki kullanımlarını asla etkilememiş, onların manalarını değiştirmemiştir.
Kurân Müfredatını Anlamada
Teorilerin Etkisi Görüşünün Kritiği
Her konuşmacı sözlerini söylerken faydalandığı sözcükleri, yaşadığı zamandaki hakiki ve mecazî manalarda kullanmaktadır. Dolayısıyla konuşmanın ardından kelimeler için ortaya çıkan manalar konuşmacının maksadı olamaz. Netice itibarıyla o sözün muhatapları da o sözün mefhumundan yeni manalar esasına göre anlam çıkarıp onları sözün sahibine isnat edemezler. Tam aksine zihni, konuşma yapıldıktan sonra kelimeler için oluşan manalardan boşaltmalıdırlar ve sözcüklerin konuşmanın yapıldığı zamandaki manaları esas alınarak konuşmacının maksadını bulmaya çalışmalıdırlar.
Binaenaleyh faraza yeni ilimler ve yeni teorilerin kelimelerin manalarını değiştirdiği görüşü kabul edilse dahi bir sözün mefhumunu anlamak için yeni manaları göz ardı etmek ve o sözü değişime uğrayıp yeni manalar kazanmadan önceki manalarına dikkat ederek anlamak gerekir. Buraya kadar söylenenlere dikkat edildiğinde çok net bir şekilde anlaşılmaktadır ki bir konuşmacının kullandığı sözcüklerde maksadı olan hakiki ve mecazî manalar teorilerle değişmeyeceği gibi onun maksadını dakik şekilde anlamak için yeni ortaya çıkan manaları görmezden gelmek zaruridir. Bu yüzden Kurân ayetleri ve diğer dini metinlerin mefhumunu anlamada kelimeler için sonraki dönemlerde ortaya çıkan ilim ve teorilerin getirdiği yeni manaları esas almanın hiçbir zarureti yoktur. Hatta tam aksine bundan şiddetle kaçınılmalıdır. Sözün başında da beyan edildiği gibi tefsir sadece kelimelerin vahyin indiği zamanki mefhumları esasına göre yapılmalıdır.
Kurân ile Beşeri Metinlerin Farkı
Şöyle söylenebilir: Kurân-ı Kerim Yüce Allah’ın sözüdür; Allah, varlıkların gerçek yüzünü ve onlardaki açık-gizli tüm özellikleri; kelimelerin manalarının değişip, onların yeni manalar kazanacağını bilmektedir. Oysaki insanların kaleme aldıkları metinler böyle değildir. Zira insanoğlu varlıkların derinliğinden bihaber ve onlardaki gizli hakikatlerden aciz ve kelimelerin gelecekte ne anlamda kullanacağından habersizdirler. Dolayısıyla Kurân ve beşeri metinler birbirinden farklıdır. Beşeri metinlerde o metinlerin sahipleri kendi yaşadıkları zamanın mana ve kültürüyle kendi bilgileri haddinde söz söylemişlerdir. Bu yüzden onların sözlerini kendi dönem ve kültüründe kelimelerin taşıdığı manalara göre anlamak gerekir. Fakat Kurân kelimelerinde eşyanın derinliği ve sözcüklerin gelecekte ortaya çıkacak yeni manaları da kastedilmektedir. Bu esasa göre varlıkların gerçek yüzü ve onların gizli özellikleri hakkında ortaya çıkan yeni bilgiler ışığında hem Yüce Allah’ın ayetlerdeki maksadını anlamak hem de kelimelerin yeni manalarına göre ayetleri tefsir etmek mümkündür. Bu aynı zamanda Kurân-ı Kerim’in özelliklerinden biridir ve her asırda kelimelerin manalarına göre onu tefsir etmek ve ondan yeni anlamlar elde etme imkânı vardır.
Beşeri metinlerle Kurân-ı Kerim arasındaki bu farklılık ve ona dayandırılarak iddia edilen sonuç delili olmayan yanlış bir görüş ve varsayımdır. Zira Yüce Allah varlıkların derinliği ve kelimelerin manalarında ortaya çıkacak değişikliği bilmektedir. Fakat Allah Teâlâ, kitabında insanların diliyle konuşmuştur; insanlarsa kendi aralarındaki konuşmalarında faydalandıkları kelimeleri vazettiklerinde varlıkların derinliğine, onların bilinmeyen özelliklerine ve gelecekte bu kelimeler için ortaya çıkacak manalara delalet etmesini kastederek kullanmazlar. Dolayısıyla Kurân kelimeleri de daha önce zikredilen birkaç istisnai yer dışında sadece nazil olduğu zamanda yaşayan halkın genelinin görüşü olan mana ve mefhumlar hakkında kullanılmıştır.
“Biz peygamberler güruhu insanlarla akılları ölçüsünde konuşmakla emrolunduk”307 rivayeti de bu gerçeği teyit etmektedir. En azından Yüce Allah’ın Kurân kelimelerinin zahirinden herkesin anladığından başka manaları kastettiğine dair bir delil yoktur. Elbette eğer halkın genel kültüründe hurafe ve batıl anlam ifade eden birtakım kelimeler olursa haktan başka söz söylemeyen Yüce Allah bu kelimeleri ancak diğerlerinin dilinden ve teyit etmeksizin kullanır; asla bu kelimeleri o (hurafe ve batıl) anlamlarda kullanmaz. Eğer zikri geçen yer dışında bu tür kelimeler Yüce Allah’ın kelamında görülürse kesinlikle batıl manalarının haricinde bir anlam taşımakta ve bu da karinelerle anlaşılmaktadır. Dolayısıyla ne kelimeler için yeni manaların ortaya çıkması ayetlere yeni manalar getirir ne de bireylerin, varlıkların derinliğine olan bilgisi Yüce Allah’ın maksadını idrak etmede değişime yol açar.
Elbette şu mümkündür: Kurân-ı Kerim’in ortaya koyduğu manalar ve mefhumlardaki maksatları muhtasar bir şekilde anlaşılmakla birlikte onların gerçek yüzü de derinlemesine açık ve malum olmayabilir. İlmin gelişmesi ve beşer aklının rüşt etmesiyle birlikte bu gerçek ve derinlikler daha iyi anlaşılabilir. Fakat Kurân manalarının hakikat ve derinliğinin aşikâr olup mücmel olarak bilinen şeyin daha iyi anlaşılması, teorilerin ayetlerin manalarında değiştirmesinden başka bir şeydir.308 Şayet “Yüce Allah ahir zamanda derinleşmiş kavimlerin geleceğini bildiği için İhlâs ve Hadid suresinin ayetlerini indirdi”309 rivayeti de ayetlerin mefhumunun bu şekilde aşikâr olacağına matuftur. Yoksa bu ayetlerin manasının aslı nazil olduğu zaman da bilinmekteydi.
Ayrıca şu da mümkündür: Bazı yerlerde ayetlerin mefhumu, açıklamak istediği ölçüde barizdir ve herhangi bir değişim söz konusu değildir. Fakat o mefhum, insan zihnini ayetin muradı olmayan bir konuyu tasavvur etmeye çekmiş ve beşerin merak hissi de onu bu konuda anlama peşine düşürmüş olabilir. Burada eski dönem müfessirleri o noktayı tasavvur etmiş olabilirler. Ancak ilmin gelişimi ve beşer aklının rüşt etmesiyle birlikte bu tasavvurun batıl olduğu ortaya çıkar ve müfessirler için başka bir tasavvur oluşur. Fakat şuna dikkat etmek gerekir ki ne önceden tasavvur edilen şey ne de sonraki aşamada insan zihnine gelen şeyin hiçbiri Kurân ayetlerindeki sözün mefhumu değildir. Yani işin özünde değişim beşerin tasavvur ve bulgularında ortaya çıkmaktadır, Kurân ayetlerinin mefhumunda değil. Örnek olarak, göklerin yaratılışı konusunda şu ayeti okuyoruz:
“Üstünüzde yedi sağlam göğü bina ettik.”310
Bu ayette sadece yedi göğün sağlamlığından söz etmiştir. Fakat ayet-i kerimede bu yedi göğün ne şekilde olduğu, Batlamyus evren modeli gibi birbirinin içine geçmiş şekilde mi yoksa farklı biçimlerde mi olduğu belirtilmemiştir. Eğer geçmişteki müfessirlerin ayette geçen göklerin şekli hakkında sundukları tasvirin bilimsel ve teknolojik gelişim sonucu batıl olduğu veya bu tasvirde bir değişim ortaya çıktığı kanıtlanırsa bu değişim ve farklılaşım asla Kurân sözcüklerinin manalarının değiştiği anlamına gelmez.
Aynı şekilde “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı yer ve gök kesinlikle bozulurdu”311 ayetinde beyan edilmiş olan şey, Allah’tan başka ilahlar ile yerle göğün bozulması arasındaki istilzam ve gereksemenin aslıdır. Fakat ayetteki gereksemenin şekli özel olarak beyan edilmemiş, tamamen beşerin algısına bırakılmıştır. Eğer geçmişte bu istilzam bir şekilde anlaşılıyor idiyse ve şimdi ilim ve beşer aklının gelişimi sonucu daha kâmil ve dakik şekilde anlaşılıyorsa, bu, ayetin mefhumunda bir değişiklik olduğu anlamına gelmez. Aksine buradaki değişim veya derinleşme beşerin, ayetin beyan etme peşinde olmadığı bir konudaki algı ve anlayışı ile ilgilidir. Kurân-ı Kerim’de ve tefsir kitaplarında bu tür örneklerden çokça bulunmaktadır.
İncelemeye konu olan görüş (teorilerin değişimi sonucu müfredatın manalarının değişimi) için sunulan örneklerin tümü şu husustadır; bilimsel teorilerle, ayetlerden önceki manalara dayalı olarak anlaşılan açıklama ve tefsir değişmiştir. Sonraki dönem müfessir veya görüş sahipleri kendi malumatlarına uygun ve yeni nazariyeleri de dikkate alıp, onları kabul ederek birtakım beyan ve tasvirlerde bulunmuşlardır. Bunlar da, önceki müfessirlerin veya bu teorilerden habersiz olan ya da bunları benimsemeyen müfessirlerin sundukları beyan ve tasvirlerle farklıdır. Binaenaleyh bu şahitler ayetlerin mana ve müfredatında değişim olduğunu göstermez.
Üçüncü Kaide:
Arap Edebiyatı Kaidelerini
Dikkate Almak312
Her dilde olduğu gibi Arapçada da kelimelerin maddesi bir veya birkaç mana için vazedilmiş olduğu gibi, kelimelerin heyet ve yapısı, onların cümle içindeki birleşik kalıpları ve birleşik kalıpta her kelimenin özel konumu da birtakım mana ve noktalar için vazedilmiştir.313 Bu yüzden cümleler içinde kelimelerin birleşik kalıpları ve ibareler içerisindeki cümleler bulundukları çeşitli konumlardan her birine göre diğer konumlardaki manalarından farklı özel bir anlam ifade etmektedir. Örnek olarak; hal cümlesi ile müstenife cümlesi birbirinden farklıdır. Bir kelime fail (özne) olduğunda verdiği manayı meful (nesne) olduğunda ifade etmez. Mübteda olduğunda özel bir manaya delalet eder ve haber olduğunda başka bir anlam ihtiva eder. Haber Marife (belirli) olunca özel bir anlam verir. Fakat Nekre (belirsiz) olunca başka bir anlam ifade eder. Haber mübtedadan önce geldiğinde bunun tersi durumundaki manadan farklı bir noktaya delalet eder. Aynı şekilde isim cümlesi fiil cümlesinin ifade edemediği bir noktayı belirtir. Öte yandan Arapça dilinde her dilde olduğu gibi kelimelerde kinaye, mecaz, istiare ve teşbih gibi sanatlar oldukça fazla kullanılmakta ve bunların mefhumunu bu kelimelerin kullanımının yaygın olduğu zamandaki Arapça konuşan insanların genel kültürüyle örtüşecek şekilde anlamak gerekir.
Kurân tefsiri hususunda yukarıdaki açıklamadan elde edilen sonuç şudur: Kurân ayetlerinin manasını anlayıp, açıklayabilmek için kelimelerin örfteki mefhumlarını bilmenin yanı sıra ayetlerdeki kelime ve cümlelerin yapısı, terkip ve özel konumlarının delalet ettiği mana ve noktaları da bilmek zaruridir. Bu konuları bilmeksizin ayetlerin manasını beyan etmek imkânsız veya eksik olur. Elbette bu konulara ulaşmak sadece sarf, nahiv ve meani ilminde açıklanmış olan Arap edebiyatı kaidelerini bilmekle mümkündür.314 Ancak ikinci aslın zımnında beyan edilen Kurân’ın en fasih Arap dilinde olduğu esasına göre zikredilen konuları ve Kurân’daki teşbih, istiare, mecazî kullanım ve kinayeli tabirleri en fasih Arapça söz ve yazılara mutabık kalarak elde etmek ve ayetleri de buna göre tefsir etmek gerekir.
Şimdi bu kaideleri (Arap dilinin en fasih yapı kalıplarını) elde etmenin yolunun ne olduğunu görelim.
En Fasih Cümle Yapısının Kalıplarına Ulaşmanın Yolu
Her ne kadar sarf, nahiv, meani ve beyan ilimleri Kurân-ı Kerim nazil olduktan sonraki dönemlerde tedvin edilmiştir315 ama bu ilimler hakkında fasih dille konuşan Arapların şiir ve nesir dilinde kullandıkları yaygın Arapça kaideler göz önünde bulundurulduğunda Kurân’ın nazil olduğu zamanda da bunun yürürlükte olduğu ve Kurân ibarelerinin de bu esasa göre tanzim316 ve tedvin edildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla şöyle söylemek mümkündür: Zikri geçen ilimler konusunda kanaat sahiplerinin üzerinde ittifak ettikleri kaideler, vahyin nazil olduğu zamanki en fasih Arap diline mutabıktır. Zira daha önce de işaret edildiği gibi bu ilimler tesis edildiğinde mevcut kelime ve ibarelerin Arap dilinin en fasih eserlerindeki kullanımları dikkate alınmış; mezkûr ilimlere ait kaideler de bu kullanımlara göre tanzim ve tedvin edilmiştir. Bu kaideler üzerinde ittifak sağlanmış olması da kullanım ve ibarelerden elde edilen kaidelerde hata ihtimalinin çok az ve neredeyse yok olunduğunun delilidir. Neticede bu ilimlerin üzerinde ittifak sağladığı kaidelerden, kelime ve cümlelerin şekli, yapısı, terkibi, özel konum ve haletlerine ilişkin elde edilen mana ve hususlar Arap dilinin en fasih eserlerine mutabık olacaktır. Nitekim meani ve beyan ilminin üzerinde ittifak ettiği kaideler esasına dayalı teşbihler, istiareler, mecazî kullanımlar ve kinayeli tabirler de fasih Arab’ın hatta onların en fasihinin zevk ve tarzına mutabık olacaktır. Ancak bu ilimler konusundaki görüş sahiplerinin bu kaideler üzerinde ihtilafı söz konusu olduğunda onların (en fasih bir kenara dursun) fasih Arap dilinin ibareleriyle mutabakatı elde edilemez. Zira bu durumda onlardan hangisinin görüşünün fasih veya en fasih Arapça ibarelerden alınmış olduğu bilinemez. Artık burada tek bir yol vardır ve o da şudur; müfessir söz konusu ilimlerde uzman olmalı ve yeterli bir araştırma ile o kaidelerin Arap dilinin en fasih ibareleriyle mutabık olduğunu delille bulmalıdır.
Buraya kadar anlatılanlardan Kurân tefsirinin sarf, nahiv, meani ve beyan ilimlerinde bilgi sahibi olan kişilerin üzerinde ittifak ettikleri kaidelere uygun şekilde yapılması gerektiği anlaşılmaktadır. İhtilaf durumunda ise fasih Arap ibarelerinde hatta Kurân-ı Kerim gibi onların en fasihi üzerinde tahkik ve araştırma yapmalı; bir sonraki aşamada Arab’ın en fasihi olarak kabul edilen Allah Resulü (s.a.a) ve Emir’ül Müminin’in (a.s) ibarelerinde araştırmaya koyulmalı, böylece bir görüş benimsenmeli veya yeni bir kaide tesis edilmeli317 ve ona dayalı olarak da Kurân ayetleri tefsir edilmelidir.
Kurân ve Edebi Kaidelerin İtibarı
Yukarıda değinilen konulardan da anlaşılacağı üzere eğer sözü geçen ilimlere ait kaidelerinden biri (tevatür veya ittifakla veyahut muteber olan her hangi bir delille sıhhati ispatlanmış) Kurân ibaresine muhalif olursa Kurân metni mukaddem kılınır ve o kaide hatalı sayılır. Çünkü üçüncü kaidede açıklanan esasa göre mezkûr ilimlere ait kaidelerin sıhhat ve itibarının ölçüsü fasih Arapça ibarelerle uyum içinde olması, tearuzu durumunda ise onlardan en fasih olanıyla mutabık olmasıdır.318 Öyleyse eğer bir kaide kıraatinin itibarı kati olan, mucizevî yönüyle ve uzmanların şahitliği ile Arap dilinin en fasih ibarelerinden olan Kurân’ın bir ibaresine ters düşerse, bu uyumsuzluk o kaidenin sahih olmadığı veya en azından zayıf olduğuna delil sayılır. Elbette zikredilen kaidelerin şaz veya itibarı sabit olmayan kıraatlerle muhalefeti söz konusu kaidenin yanlış olduğuna delil sayılamaz. Hatta eğer o kaidenin en fasih Arap ibareleri ile uyumluluğu sabit olursa, o kıraatin muteber olmadığına delil olur.
Dördüncü Kaide:
Karineleri Dikkate Almak
Çoğulu “Karain” olan “karine” kelimesi için lügat kitaplarında çeşitli manalar zikredilmiştir. Örneğin; alamet, gösterge, benzer, bir konuyu anlamak için delil olan şey veya bir meçhulü bulmak ya da bir maksada ulaşmak,319 iki şey arasındaki zahirî münasebet, iki şey arasındaki manevi münasebeti, bir şeyin başka bir şeye, onda kullanılmadığı halde delalet etmesidir.320 Burada karinelerden maksat, kelamla lâfzî veya manevi açıdan bir tür irtibatı bulunduğundan kelamın manası ve konuşmacının muradının anlaşılmasında etkili olan konulardır. İster kelama yapışık (muttasıl karineler) olsun ister kelamdan ayrı (munfasıl karineler) olsun; ister lafız kabilinden olsun (lâfzî karineler) veya lafız kabilinden olmasın. Mesela kelamın çıkış şartları ve konumu, konuşmacının sıfat ve özellikleri, muhatabın durum ve belirginlikleri, kelamın mefhumu ile ilgili olan akli burhanlar, ilmi gerçek ve somut vakalar ki bunlara “lâfzî olmayan karineler” veya “lubbi (akli) karineler” ismini vermişlerdir. Söz konusu konulara karine denilmesinin sebebine gelince; (karine yaklaşmak anlamındadır) sözü geçen hususlar kelamın yanında onun mana ve muradına delalet etmektedir.
Dostları ilə paylaş: |