2- “Okuma ve yazma bilmeyenler içinde, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini tilavet eden, onları arındıran, kitap ve hikmeti onlara öğreten bir elçi gönderen O’dur.”625
Bu ayette siyak karinesinden “elçiden” maksadın Hz. Muhammed (s.a.a) olduğu ve “kitaptan” maksadın Kuran-ı Kerim olduğu anlaşılmaktadır. “Tilavet eden” karinesiyle “ayetlerden” maksadın Kurân’ın ayetleri olduğu da bilinmektedir; çünkü tilavet kelimesi tekvini ve yaratılışla ilgili ayetlerin beyanı hususunda kullanılmaz. Dolayısıyla bu ayette Kurân ayetlerini insanlara tilavet etmenin yanı sıra Kitabı (Kurân’ı) öğretmek de Resul-i Ekrem’in (s.a.a) görevlerinden biri olarak sayılmıştır. Kitabı öğretmenin, ayetleri tilavet etmenin ardından zikredilmiş olması ve “hikmet” sözcüğüne olan yakınlığı karinesiyle Kurân-ı Kerim’in muhtevasının öğretilmesi anlamında ortaya çıktığı veya en azından onu da kapsadığı anlaşılmaktadır.626 Binaenaleyh bu ayet de Kurân’ın muhteva ve mefhumunu anlamanın az veya çok bir öğretmene ihtiyacı olduğuna ve bu muallimin Peygamber-i Ekrem (s.a.a) olduğuna delalet etmektedir. Bu ayetin benzeri Kurân’ın birkaç yerinde gelmiştir.627 Öyleyse Kurân’dan müteaddit ayetler Kurân’ı anlamanın icmalen öğretmene ve açıklayıcıya ihtiyacı olduğuna delalet etmektedir. Gerçi Kurân’ı; beyan, tibyan, kitab-ı mübin, öğüt alınması için apaçık ve kolay anlaşılır Arapça bir kitap olarak tanımlayan ayetler de vardır. Fakat bu ayetler, burada açıkladığımız konuyla çelişmemektedirler. Zira “tefsire ihtiyaç” bahsinin girişinde de ifade edildiği gibi Kurân maarifinin çeşitli dereceleri ve düzeyleri vardır. Ayetlerin bu dereceler ve düzeylere delaletleri eşit şekilde değildir. Bunlardan bir bölümü apaçık ve aşikâr olduğundan Peygamberin (s.a.a) açıklamasına ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla bu ayetler o bölümdeki ayetlerdendir. Ayetlerden bir bölümü ise ancak Peygamberin (s.a.a) açıklamasının ardından açıklığa kavuşur ki bahsettiğimiz ayetler bu bölümdeki ayetlerdir. Masum İmamların (a.s), Peygamberin (s.a.a) temsilcileri oldukları delillerle ispatlandığına göre Kurân’ın açıklanması, din hükümlerinin beyanı ve toplumun önderliği konusundaki bu sözleri onların açıklamalarını da içerecek şekilde genişletebiliriz.
3- Rivayete Dayalı Delil
Hadis kitaplarında birçok rivayet vardır ve onlardan şu iki konu çok açık şekilde anlaşılmaktadır. Birincisi: Kurân, maarifinin bir bölümü muallim ve açıklayıcıya ihtiyaç duyulan bir kitaptır; bazı rivayetlerin tabiriyle onu ayakta tutacak kayyum’a ihtiyacı vardır. İkincisi de: Masum İmamlar, yani Hz. Ali ve onun masum evlatları, Resulullah’tan (s.a.a) sonra Kurân’ın muallimi, mübeyyini ve kayyumudurlar. Bu rivayetler manevi tevatür628 haddinde fazla olduğu için onların senedini incelemeye gerek yoktur. Gerçi bu rivayetler arasında senedi muteber olan rivayetler de vardır.
Bu rivayetlerin hepsini burada dile getirmeye fırsat yoktur. Fakat onlardan bir kısmını zikredip yukarıdaki iddiaya nasıl delalet ettiğini açıklayacağız. Ayrıca bu rivayetlere dayandırılan bazı algılamaların hatalı olduğuna da işaret edeceğiz.
“Mansur b. Hazım şöyle der: İmam Cafer-i Sadık’a (a.s) şöyle arz ettim: Ben bir grup insanla münazara edip, onlara şöyle dedim:
- Acaba siz, Resulullah’ın (s.a.a) Allah katından insanlara gönderilmiş bir hüccet olduğunu bilmiyor musunuz? Peki, Resulullah (s.a.a) (ümmetin arasından) ayrıldığında ondan sonra kim hüccet olmuştur?
- Kurân! diye cevap verdiler. Kurân’a baktım; gördüm ki ona iman etmeyen Murcii, Harveri ve Zındık onunla hasmına karşı istidlal etmekte, her biri kendi hasmına galip gelmek ve kendi sözünü ispatlamak için ondan delil getirmektedir. Anladım ki Kurân, onun hakkında sadece gerçeği söyleyecek bir kayyumun sözünden başka delil olamaz. Sonra dedim ki:
- Peki, Kurân’ın kayyumu kimdir? Dediler ki:
- Abdullah b. Mesud, falan kimse ve falan kimse… (onun manasını bilmektedirler.) şöyle Dedim:
- Onun tümünü mü?
- Hayır! Bunun üzerine Ali b. Ebu Talib (a.s) dışında Kurân’ın tümünü bilen birini bulamadım. O grup arasındakiler bunu bilmiyorum, şunu bilmiyorum, bunu bilmiyorum, şunu bilmiyorum dediklerinde anladım ki Kurân’ın kayyumu Ali b. Ebu Talib’dir ve ona itaat etmek vaciptir. O, Resulullah’tan (s.a.a) sonra halkın üzerine hüccettir ve onun Kurân hakkında söyleyeceği her şey gerçektir. İmam (a.s) buyurdu:
- Allah’ın rahmeti sana olsun. Ben de onun başından öptüm ve dedim ki:
- Ali b. Ebu Talib de dünyadan gitti ve kendi yerine bir hüccet bıraktı. Ali’den sonraki hüccet Hasan b. Ali’dir. Şahadet ederim ki Hasan b. Ali hüccettir ve itaati vaciptir. İmam (a.s) buyurdu:
- Allah’ın rahmeti sana olsun… Mansur b. Hazim hadisin devamında İmam Sadık’a (a.s) kadar olan diğer Masum İmamları da (a.s) zikretti ve her birinde İmam Sadık (a.s) onu tasdik etti.”629
Bu rivayetten şu anlaşılmaktadır: Kurân-ı Kerim’in en azından bir kısmı herkesin kendi iddiasının (hak veya batıl) ispatında istifade edebileceği şekildedir. Bu yüzden Kurân’ın kayyuma ihtiyacı vardır. Peygamberin (s.a.a) hayatı döneminde Kurân’ın kayyumu Peygamber Efendimizdi ve o Hazretten sonra Masum İmamlar (s.a.a) Kurân’ı ayakta tutanlardır. Elbette rivayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi burada maksat, Kurân kayyumu ve muallimi olmaksızın ayetlerden hiçbir konunun anlaşılamayacağı değildir. Çünkü her ne kadar “Kurân ancak bir kayyumla hüccet olur” sözü siyak göz ardı edildiğinde mutlak mana ifade etmiş olsa da, Mansur b. Hazim’in bu sözü, çeşitli grupların Kurân’a istidlal etmelerinden maksat, Kurân’ın bir kısmının çeşitli grupların referans almasına, herkesin ondan kendi ideolojisine uygun mana çıkarmasına açık olduğu için bu kısımlarda gerçek manayı açıklayacak kayyuma ihtiyaç olduğudur. Ancak delaleti apaçık olan ve farklı manalar yüklenmesi mümkün olmadığından hasımların birbirlerine karşı referans alamayacağı naslar ve muhkem ayetlerin kayyuma ihtiyacı yoktur. Kayyumun sıfatı sayılan “o konuda söylediği gerçek olan” ibaresi de bunu teyit etmektedir. Zira Kurân’dan gerçek manası belli olmayan bölümlerin böyle bir kayyuma ihtiyacı vardır. Fakat gerçek manası aşikâr olan naslar ve muhkem ayetlerin böyle bir kayyuma ihtiyacı yoktur. Başka bir ifadeyle maksat, Kurân’ın bütününün kayyum olmaksızın hüccet olamayacağı konusudur. Yoksa Kurân’dan hiçbir ayetin kayyum olmadan hüccet olmayacağı ve kayyum olmadan Kurân’dan hiçbir şey anlaşılamayacağı konusu değildir. Bir diğer karine de şudur: Rivayette Masumlar (a.s) dışındakilerin Kurân’dan bazı ayetlerin manalarını bildikleri konusu olumsuzlaştırılmamış ve sadece Kurân’ın bütün manalarını bilen kimsenin onun kayyumu olabileceğine vurguda bulunulmuştur. Bu da şunu göstermektedir ki Kurân’ın kayyumu olmayan kimse de onun bazı ayetlerini anlama gücüne sahip olabilir.
Yunus b. Yakub Şöyle der:
“Hişam b. Hakem, İmam Sadık’ın (a.s) huzurunda kendisiyle münazara eden Şamlı adama şöyle sordu:
- Resulullah’tan (s.a.a) sonra kim hüccettir?
- Kitap ve sünnet. Hişam tekrar sordu:
- Acaba kitap ve sünnet bizim aramızdaki ihtilafı gidermekte etkili midir?
- Evet. dedi Şamlı adam bunun üzerine Hişam sordu:
- O halde neden benimle senin aranda ihtilaf var ve sen, aramızda olan bu ihtilaf yüzünden ta Şam’dan kalkıp buraya geldin? Şamlı adam sustu. İmam Sadık (a.s) buyurdu:
- Neden konuşmuyorsun? Şamlı şöyle dedi:
- Eğer aramızda ihtilaf yok dersem yalan söylemiş olurum ve eğer kitapla sünnet ihtilafımızı gidermede etkilidir dersem yanlış söz söylemiş olurum. Zira bu ikisine çeşitli anlamlar yüklenebilmektedir…”630
Hadisin başlangıç bölümünden Kurân’ın az veya çok farklı manalara çekilebileceği anlaşılmaktadır. Bu yüzden ihtilaf giderici olamaz ve onun gerçek manasını açıklayacak, manasındaki ihtilafı bertaraf edecek bir hüccet ve mübeyyine ihtiyacı vardır. Rivayetin devamında ise İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) onun hücceti, mübeyyin ve açıklayıcısı olduğu ispatlanmıştır. Fakat dikkat edilmesi gereken bir husus vardır, o da şudur; bu hadis, Kurân’ın tümüne müteaddit manalar yüklenebileceğine delalet etmez. Çünkü hadiste yalnızca Kurân’da bulunan bu özelliğin, onun ihtilaf giderici olmasını engellediği ve bu yüzden başka bir delile ihtiyaç duyduğu ifade edilmiştir. Bunun için de Kurân’ın bir bölümünün böyle bir özelliği olması ve diğer bölümününse bu özelliği ortadan kaldırmaması yeterlidir. Binaenaleyh hadisten bundan daha fazla bir mana çıkmaz. Delaleti aşikâr olan ve farklı manalara çekilemeyen Kurân’daki muhkem ayetler ve sünnetteki nas niteliğindeki rivayetlerin varlığı da hadisten zikredilen manadan fazla bir şey kastedilmediğinin şahididir. Eğer biri bu tür ayetlerin çokluğunda tereddüt ederse de, bu tür rivayetlerin çokluğu üzerinde ittifak edilmiş inkâr edilemez bir gerçektir. Hatta eğer biri bu hadise dayanarak kitabın zahiri manasının munfasıl karineler araştırıldıktan sonra bile hüccet olmadığına istidlal ederse sünnetin zahirini de hüccet bilmemesi gerekir. Zira bu hadiste kitap ve sünnetin aynı konseptte farklı manalara delalet edebilecekleri üzerinde durulmuştur. Bu kabul edilebilecek bir söz değildir. Söylenen sözler ve bir kısmı bu kitabın mukaddimesinde tefsirin imkânı bölümünde beyan edilmiş munfasıl karineler dikkate alındığında hadisin mefhumunun zikredilen şeyden fazlası olmadığı konusunda en ufak bir şüphe kalmaz.631
Şu nükteyi de hatırlatmakta fayda var; burada ispat edilen şey Ahbarilere isnat edilen şey değildir. Buradaki ispat edilen şey şudur: Kurân ayetleri ile ilgili rivayetlerde geçen munfasıl karineleri araştırmadan bu ayetlerin zahirine bakmak doğru değildir ve bu şekilde Yüce Allah’ın gerçek muradını elde etmek mümkün de değildir. Fakat Ahbarilere isnat edilen şey şudur: Ayetlerin zahirinden ancak Peygamber (s.a.a) ve Masum İmamlardan (a.s) gelmiş olan rivayetlerde açıklanmış manaya itimat edilebilir. Eğer bir şey rivayette beyan edilmemişse Kurân’ın zahirinden anlaşılsa bile ona itimat edilmez.
İcma ve Zarureti Dini
İcma, din âlimlerinin bir konu üzerindeki görüş birliğine denir. İcma, Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve Masum İmamların (a.s) rivayeti ve görüşünü yansıtması halinde ayetler için munfasıl karinelerden biri sayılır. Gerçekte icma kendi başına rivayetlerin yanında bir karine değil, rivayetin var olduğunu keşfetmesi açısından bir karinedir. Dolayısıyla böyle bir icmayı göz önünde bulundurmak için ayrı bir delile ihtiyaç yoktur. Çünkü rivayetlerin karine oluşunu ispatlayan deliller böyle bir icmanın da dikkate alınmasının lüzumunu ispat etmektedir.
Şunu hatırlatmak gerekir ki icmanın Peygamber (s.a.a) veya İmamların (a.s) rivayetine dair kâşif oluşunda,632 onun açıklaması ve şartları konusunda usul-u fıkıh kitaplarında incelenmiş muhtelif görüşler vardır.
Herkes tarafından dinden olduğu açıkça bilinen, açıklığı ve netliği açıklama ve istidlal gerektirmeyecek kadar aşikâr olan Zarureti dini de, icmada getirilen açıklamada olduğu gibi munfasıl bir karineye kâşif olmakta ve ayetlerin tefsirinde dikkate alınmalıdır.633 Buna örnek olarak; “Artık istimta ettiğiniz kadınların ücretlerini kendilerine verin.”634 ayeti gösterilebilir. “İstimta” lügatte faydalanmak ve lezzet almak anlamına gelir. Fakat ayette bu manaya gelmez. Zira akit olmaksızın kadınlardan faydalanmak ve onlardan haz duymak dinin zaruretine aykırı olma karinesine göre asla anlatılmak istenilen şey değildir. Evlilik akdinden sonra lezzetlenmek ise kadınların mehriyelerinin ödenmesinin istimta şartına bağlı olmasını gerektirir ve bu da icmaya aykırıdır. Çünkü bütün fakihler, evlilik akdiyle birlikte kadınların, mehriyelerini isteme hakkına sahip oldukları konusunda görüş birliğine sahiptirler. Öyleyse bu ayette geçen “istimta” muta yapmak ve geçici evlilikte bulunmak anlamındadır. “İstimta” için zikredilen bu mana, ister şer’i terminolojideki hakiki manası olsun, ister mecazî manası olsun, onu lügatteki manasından çeviren ve zikri geçen anlamı belirleyen karine icma ve zaruret-i dinidir.635 Yine Kurân-ı Kerim’de iki ayet (Nisa/12 ve 176) “kelale” (miras alan kardeş ve kız kardeş veya varisi kardeş veya kız kardeşi olan meyyit) hakkındadır.636 Birinci ayet anne yönünden kardeş ve kız kardeşi hakkındadır. İkinci ayet ise anne-baba ve baba yönünden kardeş ve kız kardeşi hakkındadır. Bazıları birinci ayetin anne yönünden kardeş ve kız kardeşliğe, ikinci ayetin ise anne-baba ve sadece baba yönünden kardeş ve kız kardeşliğe özel delaletini âlimlerin icmasına bağlamıştır.637 Yine “Birinize ölüm geldiğinde kendinden sonraya (çok miktarda) mal bırakıyorsa ana, baba ve yakınlara iyi ve beğenilir bir tarzda vasiyet etmesi (hükmü) size yazılmıştır…”638 ayetinde icma karinesiyle ayetin; baba, anne ve yakınlara vasiyet etmenin vacip oluşundaki zuhurundan vazgeçilmiştir.
Beşinci Kaide:
İlim ve Bilimselliğin Esas Oluşu
Tefsir kaidelerinden birisi de tefsire ait tüm delil ve referansların kesinleşmiş konulardan veya kesinlik mesabesinde bulunan şeylerden olmasıdır. Usul ilmindeki tabirle “ilim veya bilimsel”639 olmalıdır. Daha önce de ifade edildiği gibi tefsirin iki merhalesi vardır: Ayetlerde geçen sözcüklerin mefhumunun beyanı ve ayetlerin gerçek maksadının beyanı. Bu iki merhaleden birinde veya her ikisinde belirsizlik olması halinde tefsire duyulan ihtiyaç gündeme gelir. Çünkü tefsir, belirsizliği gidermektir. Doğal olarak iphamın yani belirsizliğin giderilmesi herkes için dikkate aldığında hiçbir ipham kalmayacak bir delil ve şahide dayanmalıdır. Dolayısıyla müfessirin işi, ayetlerde kullanılan sözcüklerin mefhumu ve onların gerçek maksadını her araştırmacı için açıklığa kavuşturacak delil ve şahitleri elde etmektir. İlim ve bilimselliğin tefsirde esas alınmasından maksat, ayetlerin mefhum ve gerçek maksadının beyanında kullanılan delil ve şahitlerin akil insanlar açısından kesin kabul görmüş veya en azından güven veren dayanaklardan olmasıdır. Zira bu deliller zan ve ihtimale dayalı olursa ayetlerin mefhumunu onlardan keşfedip Yüce Allah’a isnat etmek doğru olmaz. Çünkü bu durumda elde edilen mefhum yalnızca muhtemel bir mana olmanın ötesine geçmez ve ancak ayet hakkındaki olası manalardan birisi olarak gündeme getirilebilir. Böyle bir manayı ayetin tefsiri ve Yüce Allah’ın maksadı olarak gündeme getirmek ise reye dayalı bir tefsir olur ki ne akıl bunu kabul eder ne de ayet ve hadislerin oluşturduğu nakil onu muteber sayar.
Müteaddit ayetlerde de ilimden gayri bir şeye, zanna ve ihtimale uymak dayanaksız ve itibarsız sayılmıştır. Birçok rivayette de rey, ihtimal, kıyas ve istihsan gibi temellere dayalı ve ilme dayanmayan tefsir şekli yerilmiştir. Şimdi burada onlardan bazılarını zikredeceğiz:
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme.”640
Bu ayet, insanı bilinmeyen bir şeyin peşine düşmekten menetmektedir. Ayet-i kerimede meçhul olan ne varsa onun peşine düşmemeyi öğütlemektedir; ister itikatla ilgili olsun ister ahkâm konusunda olsun ve ister tefsir hususunda olsun, hepsini kapsamaktadır. İhtimale ve itibarı olmayan zanna dayalı delilleri referans alan bir tefsir “bilmediğin bir şey” ifadesinin örneklerinden biridir ve ayetteki yasaklama onu da kapsamaktadır.
“Şüphe yok ki zan, gerçek karşısında hiçbir şeye yaramaz.”641
Bu ayette geçen olumsuzlama kalıbındaki nekire siyakından, genel olarak zannın hiçbir şekilde hakkın yerine kâfi gelmeyeceği anlaşılmaktadır. Ayette geçen “الظَّنَّ/Zan” ve “الْحَقِّ/hak” ifadelerindeki ıtlak, açık olarak tefsirde zanna ve ihtimale dayalı bilgilerin itibarsız olduğuna ve dayanak kabul edilemeyeceğine delalet etmektedir. Yani hakkın açık mısdaklarından olan Yüce Allah’ın ayetlerden kastettiği gerçek maksadını elde etmede zan ve ihtimal kaynaklı delillere itimat edilemez. Ancak Yüce Allah’ın bizzat kendisinin, itimat edilmesini imzaladığı ve onu yakine dayalı delil yerine kabul ettiği hususlar bundan müstesnadır.
İlim ve bilimselliğin esas alınması, rivayetlerde de vurgulanmış bir konudur. Vahab b. Vahab Kureşi şöyle der: “İmam Sadık (a.s), babasından (İmam Bakır) ve o da babasından (İmam Seccad) rivayet eder ki; Basra halkı (İmam) Hüseyin’e (a.s) yazdıkları mektupta o Hazrete “Samed” kelimesinin manasını sordular. İmam onlara cevaben şöyle yazdı:
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Kurân hakkında fazla tartışmaya girmeyin ve onun hakkında bir ilme dayanmaksızın söz söylemeyin. Zira ben ceddim Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: Kurân hakkında ilme dayanmadan konuşan kimse ateşte yerini hazırlamalıdır.”642
Hem İmam Hüseyin’in (a.s) dilinden hem de Resulullah’tan (s.a.a) nakledilen bu hadisin Kurân’ın manası hususunda ilme dayanmadan konuşmanın doğru olmadığına delaleti aşikârdır. Zan ve ihtimale dayalı bir tefsir ise kesinlikle Kurân’ın manası hakkında ilme dayanmadan konuşmanın mısdaklarındandır.
İmam Bakır’dan (a.s) şöyle rivayet edilir: “Bir grup insan Kurân hakkında hiçbir ilme dayanmaksızın konuştular. İşte bu, Yüce Allah’ın hakkında buyurduğu şu sözüdür: “Sana kitabı indiren O’dur. Onun bir kısmı, muhkem (ifadeleri açık olan) ayetlerdir. Bunlar kitabın temelidir. Diğer bir kısmı da, müteşabih (çeşitli manalara benzerliği olan) ayetlerdir. Kalplerinde hastalık olanlar, fitne çıkarmak ve tevilini bulmak için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini Allah ve ilimde sebata erişenlerden başka kimse bilmez.”643
Zeyd Şehham şöyle der: “Kutade b. Deame, İmam Bakır’ın (a.s) huzuruna geldi. İmam (a.s) şöyle buyurdu:
- Ey Kutade! Basra’nın fakihi sen misin? Kutade:
- Öyle sanıyorlar. İmam buyurdu:
- Duyduğuma göre Kurân’ı tefsir ediyormuşsun.
- Evet.
- Peki, bunları ilimle mi tefsir ediyorsun yoksa bilgisizce mi?
- İlme dayanarak tefsir ediyorum. İmam Muhammed Bakır (a.s) buyurdu:
- Eğer onu ilim esasına göre tefsir ediyor isen bu durumda sen, sensin ve sana soru sorabilirim.
- Sor! İmam (a.s) önce ona ayetlerden birisinin manasını sordu. Kutade yanlış cevap verince İmam (a.s) ona hatasını anlattı ve daha sonra şöyle buyurdu:
- Yazıklar olsun sana ey Kutade! Eğer Kurân’ı kendinden (şahsi görüş ve tercihinle) tefsir ediyorsan bu durumda hem kendini hem de diğerlerini helakete sürüklemişsim. Eğer Kurân için beyan ettiğin manayı başkalarının tefsirinden almış isen yine hem kendini helakete atmış hem de diğerlerini helakete düşürmüşsündür… Yazıklar olsun sana ey Kutade! Kurân’ı ancak onun gerçek muhatabı anlar.”644
Bu rivayet şunu söylemektedir: Doğru tefsir, ilme dayalı olan tefsirdir. İlmi esas almayan ve müfessirin şahsi görüş ve tercihine dayalı bir tefsir ise ister müfessirin kendisinden olsun ister diğer müfessirlerden olsun helak olma sebebidir. Öyleyse bu hadisten şu anlaşılıyor; tefsirde ihtimal ve zanna dayalı verilere itimat etmemek gerekir.645
Bu rivayetlere ilave olarak reye dayalı,646 cidal ehlinin görüşlerini referans alan647 ve fasıkların kıyasına648 göre yapılan tefsirleri nakzeden veya mutlak şekilde dini bilgiler konusunda rey, kıyas ve nefsanî eğilimleri dayanak edinmeyi kınayan649 rivayetler vardır.
İlim ve Bilimselliğin Mısdakları
1) Nass ve Ayetlerin Dışyüzü
Nusus, nassın çoğuludur. Nass, lügatte sarih ve aşikâr olan, tevile ihtimali olmayan söz anlamına gelir.650 “Diraye” ilmi terminolojisinde ise delaleti sarih olan ve hakkında birden fazla mana tasavvur edilmeyen lafız veya ibaredir.651 Zevahir, yani bir şeyin dışyüzü ve zahir kelimesinin çoğuludur. Zahir, lügatte aşikâr olan mana demektir.652 Istılahta ise bir lafzın tercih edilen zanla bir manaya delalet ettiği halde diğer bir mananın da muhtemel olabilmesidir.653 Burada nasslardan maksat ayetlerin kesin olan delaletleridir ve zevahirden maksat ise ayetlerin tercih edilen zanna dayanan delaletleridir ve akıl erbabı konuşmalarında ona itimat ve istidlal ederler.
Ayetlerin, onlardan anlaşılan manalara delaletleri üç çeşittir:
a) Kesin delalet: Ayetlerin sözcüklerinden anlaşılan mana söz konusu sözcüklerin Arapçada vazedilişi, kullanımı, tek ve terkip halindeki yapısı muttasıl ve munfasıl karineler de dikkate alındığında o kadar açık ve sarihtir ki hiçbir aykırı ihtimal verilmemektedir ve bu mananın Allah’ın maksadı olduğu kesindir.
b) Zanna dayanan delalet: Ayetlerin lafızlarının delaletiyle anlaşılan mana zikri geçen konular dikkate alındığında aşikârdır. Fakat sarahat ve açıklıkta başka bir manaya ihtimal bırakmayacak ölçüde değildir. Netice olarak da anlaşılan mananın Allah’ın maksadı olması zanna dayanmaktadır. Elbette bu öyle bir zandır ki akıl erbabı konuşmalarında ona itimat ve istidlal eder.
c) İhtimale dayanan delalet: Mezkûr konular da dikkate alındığında ayetlerin lafızları söz konusu manaya delalette aşikâr değildir ve bu mananın Yüce Allah’ın maksadı olması yalnızca bir ihtimaldir. Buradaki ihtimalden maksat yeğlenen (yani akıl erbabının konuşmalarında ona itimat ve istidlal ettiği) ve tasvip edilmeyen zannın karşısındaki ihtimaldir.
Örnek olarak; “Eşlerinizin (hanımlarınızın) çocuğu yoksa yaptıkları vasiyetten ve borçtan sonra bıraktıklarının yarısı sizindir…”654 ayeti, erkeğin, eşinden alacağı miras payının onun çocuğu olmaması halinde yarısı, çocuğu olması halinde ise dörtte biri olduğuna kesin olarak delalet etmektedir. Fakat erkeğin, eşine ait malların hepsinden bu miktarı alacağı konusu zanna dayanmaktadır. Çünkü “eşlerinizin bıraktıkları” ifadesinin ıtlağından onların geride bıraktıklarının tümü anlaşılmaktadır. Yani bu ıtlak zuhur haddindedir. Ama bu ıtlağın Yüce Allah’ın maksadı olmama ihtimali de vardır. Nitekim ayetin, kadının kocasından miras almasıyla ilgili ikinci bölümünde “sizin bıraktıklarınızdan” ifadesinde rivayetlerin655 karinesiyle ayetteki ıtlak kastedilmemiştir. Bu yüzden kadın, kocasına ait olan topraktan miras alamaz. Fakat akıl erbabı bu tür zanna dayalı delaletlere (iyice araştırıp, takyit edici bulunmadığından emin olduktan sonra) itimat ve istidlal etmektedirler. Aynı şekilde “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; onlar diridirler, Rableri katında nimetlerden yararlanıyorlar. Allah’ın lütfünden verdiği nimetlerle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.”656 Ayeti, Allah yolunda öldürülenlerin diri olduklarına, onlara rızık verildiğine, sevinç içinde bulunduklarına, Allah’ın lütfünden kaynaklanmış nimetlere gark olduklarına delalette aşikârdır. Fakat ayetin, onların geride kalanlarla konuştukları ve onlara müjde verdiklerine delaleti bir ihtimaldir. Çünkü lügatte “istibşar” “tebşir” (müjde vermek) anlamında da geçmiştir657 ve bu yüzden “Arkalarından kendilerine ulaşmayan kimselere de…” cümlesini de onların geride kalanlarla irtibat halinde oldukları ve onları müjdeledikleri şeklinde anlamlandırmak mümkündür. Ancak bu cümlenin manasında başka ihtimaller de olduğundan658 ve zikri geçen mananın tercihini gerektirecek bir zuhur olmadığından659 ayetin bu manaya delaleti yalnızca bir ihtimaldir. Aynı şekilde “Kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: “Efendinin yanında beni an.” Fakat şeytan ona, onu anmasını unutturdu. Bu yüzden birkaç yıl hapiste kaldı.”660 ayetinin delaleti de bu türdendir. Bu ayette şeytanın unutturması sonucu Hz. Yusuf’un birkaç yıl daha zindanda kaldığı ortadadır. Yine ayette Hz. Yusuf’un kurtulacağını umduğu kişiden yardım istediğine dair kesin bir delalet vardır. Fakat ayette şeytanın Hz. Yusuf’a (a.s) tesir ettiği ve ona Rabbini anmayı unutturduğu hususunda bir delalet sadece ihtimaldir. Zira “unutturdu” fiilindeki ve “رَبِّهِ/Efendisi” sözcüğündeki zamirin Hz. Yusuf’a (a.s) dönme ihtimali olabileceği gibi bu zamirlerin “kurtulacağını sandığı kişiye” dönmesi de muhtemeldir.
Nusus ya da nasslardan maksat birinci kısımda zikredilen delaletlerdir. Onların itibarı inkâr edilemez ve bunu tartışmaya bile gerek yoktur. Çünkü nasta mananın kastedildiği kesindir. Yakinin gerçeği göstermesi ve başka bir ifadeyle onun itibarı zatidir. Zevahirden maksat ikinci kısımda zikredilen delaletlerdir. Onların itibarı ise, akıl erbabı arasındaki konuşmalarda bu tür delaletlere istidlal ediliyor olmasıdır. Yüce Allah ve Şari-i Mukaddes tarafından konuşma şekli için yeni bir yöntem icat edilmemiş, akıl sahipleri arasında yaygın olan konuşma üslubunun da reddedilmeyip, yasaklanmamış oluşundan Yüce Allah (Şari-i Mukaddes) katında da bu yöntemin muteber ve itimat edilir olduğunu anlıyoruz. Binaenaleyh ayetlerdeki naslar “ilim”, zevahir ise “ilmi”dir ve her ikisine de tefsirde istinat edilebilir; ayetlerin manasının beyanında ve Yüce Allah’ın maksadını aşikâr etmede her ikisinden de destek alınabilir. Fakat sırf ihtimalden ibaret olan ve itibarına dair hiçbir delil bulunmayan üçüncü kısımdaki delaletler ne ilimdir, ne de ilmidir; bu yüzden onları tefsirde esas ve referans olarak almak doğru değildir.
Dostları ilə paylaş: |