Tenbih ve İma Delaleti
Konuşmacının sözü bir karine ile birlikte olur ve bu karinenin dikkate alınması sonucunda konuşmacının ibaresinden onun sözünün gereği anlaşılan mefhumdan farklı bir manayı kastettiği anlaşılırsa, onun sözünün bu manaya delaletine “tenbih delaleti” veya “ima” denir. Örneğin; bir fakihin, iki rekâtlı bir namazın rekâtları arasında oluşan şüphe hakkında soru soran kişiye “Namazını tekrar kıl!” diye cevap vermesi, onun sözünün tenbih delaleti olduğuna ve söz konusu şekkin de namazı batıl ettiği gerçeğini ima etmektedir.
Konuşma örfünde bu tür delalet konuşmacının maksadı sayıldığı için bu bakış açısı bir nevi iktiza delaleti gibidir. Onun iktiza delaletinden farkı şudur: İktiza delaletinde cümlenin doğruluk veya sıhhati iktiza delaletiyle sözden anlaşılan manaya bağlıdır. Fakat tenbih delaletinde veya imada kelamın doğruluk ve sıhhati tenbih delaleti ile anlaşılan manaya bağlı değildir. Aksine diğer karineler kelam için tenbih delaletini oluşturmaktadır.
İşaret Delaleti
Cümleden anlaşılan mana ve medlûlün birtakım lazımları vardır ve onlarla kelam veya iki hüküm arasındaki gerektirme bağlantısı yani telâzüm zuhur ve gizlilik açısından farklılık içerir. Bu lazımlardan bazılarının telazümü ortaya çıkışta öyle bir kademededir ki kelamın medlulünü yani delalet ettiği manasını tasavvur etmek onu tasavvur etmeyi gerektirir. Yani kelamın medlulü akla geldiği anda mevcut lazımları da onunla birlikte akla gelir. Bu tür lazımlara “özel manada aşikâr olan” lazımlar denilir. Ancak bazı lazımlar arasındaki telazümün zuhuru bu mertebede değildir yani kelamın medlulünü tasavvur etmekle birlikte bu lazımlar akla gelmez. Aksine onu anlamak için kelamın medlulünü tasavvur etmekle birlikte söz konusu lazımları ve onlarla kelamın medlulü arasındaki nispeti tasavvur etmek gerekir. Örnek olarak şu misali verebiliriz: Mukaddimenin vacip oluşu (abdestin vücubu gibi) zil-mukaddimenin vücubunun (namazın vücubu gibi) lazımlarındandır. Fakat zil-mukaddimenin (namaz gibi) vücubundan mukaddimenin vacip oluşu akla gelmez. Ancak zil-mukaddime ile mukaddimenin vücubu ve bu ikisi arasındaki nispet tasavvur edildikten sonra mukaddimenin vacip oluşu akla intikal eder. Bu gruptaki lazımlara “genel anlamda aşikâr olan” lazımlar denilmiştir. Diğer bir lazımlar grubu da vardır ve onlardaki gizlilik ikinci gruptaki gizlilikten daha fazladır. Yani kelamın medlulünü, bu lazımları ve onlar arasındaki nispeti tasavvur etmek aradaki telazümü anlamaya kâfi değildir. Onun açıklığa kavuşması için delil ikame etmek gerekir. Örnek olarak; bir üçgen düşünelim. Üçgenin açıları toplamının iki dik açıya eşdeğer olması gerekir. Ama üçgenin iç açıları ile iki dik açıyı ve bu ikisi arasındaki nispeti tasavvur etmekle aradaki telazüm bilinmemektedir. Ancak buna dair geometrik delil getirilmelidir. Bu gruptaki lazımlara “aşikâr olmayan” lazımlar denilir.711
Kelamın, sözü geçen lazımlardan birinci gruba delaletine “iltizamî delalet” ismini vermişlerdir. Örfün konuşma dilinde bu gruptaki lazımlar, cümlenin zahiri ve konuşmacının maksadı sayılır. Çünkü kelamın dikkate alınmasıyla birlikte bu gruptaki lazımlar o sözün mutabık medlulü ile birlikte akla gelmektedir. Kelamın ikinci ve üçüncü grupta bulunan (genel anlamda aşikâr olan ve aşikâr olmayan) lazımlara delaletine ise “işaret delaleti” adını vermişlerdir. Neticede kelamın manasının genel anlamda aşikâr olan ve aşikâr olmayan lazımları, kelamın işaret yoluyla anlaşılan medlullerinden sayılmaktadır. Bu lazımların (mukaddimenin vücubunun zil-mukaddimenin vücubuna delalet etmesinde olduğu gibi) bir kelama ait olmasıyla “(çocuğun) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.”712 ayeti ile “anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler.”713 ayetinin birbirine eklenmesi ile iki ayetin hamilelik döneminin en az altı ay olduğuna işaret yoluyla delaletinde olduğu gibi iki kelama ait olması arasında hiçbir fark yoktur.
Şuna da dikkat etmek gerekir; konuşma örfünde işaret delaleti konuşmacının maksadı değildir. Çünkü bu iki gruptaki lazımlarla kelamın medlulü arasında zihni telazüm yoktur ve konuşmacının kelamı ifade ettiği sırada bu lazımları dikkate almış olması kesin olarak belli değildir. Aynı şekilde bu iki gruptaki lazımlar kelamın medlulünün yanında muhatapların zihnine gelmediği için kelamın zahirinden de sayılamaz ve neticede kelamın onunla ilgili hücciyeti zahirin hücciyeti kabilinden olmaz. Bu hücciyet, akli telazüm babındandır. Bir şeye ikrar edenin, o şeyin lazımlarına da mahkûm olup, artık onu yapma zorunluluğunda olması gibi. Her ne kadar ikrar eden kişi bu lazımları kastetmemiş olsa ve hatta inkâr etse bile onlarla yargılanır.714 Dolayısıyla şöyle denilebilir: İşaret delaleti, kelamın akli delaletidir. Fakat iktiza, tenbih ve ima delaleti ise kelamın lâfzî delaletidir.715
Cümlenin Kavramsal Delaleti
Bazı yerlerde konuşmacı sözünü bir kayıt veya şart zikrederek dillendirir. Bunun sonucunda o sözün lafzından bir mana anlaşılmakla birlikte lafzın ifade etmediği başka bir anlam da anlaşılır. Örneğin; “İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz.”716
Bu cümle, şart ihtiva eden bir cümle olduğundan, zahirinden bir mana anlaşılmakla birlikte ondan, lafızların ifade etmediği diğer bir mana da anlaşılmaktadır. O da “İhram halinde avlanmak caiz değildir.” manasıdır. Usul âlimlerinin ıstılahında mezkûr kelamın zahirinden anlaşılan manasına “mantuk” denilir; cümlenin medlulünden istifade edilen ve lâfzen zikredilmemiş olan manaya ise “mefhum” denilir.717
Usul ve fıkıh âlimlerinin ıstılahında kelamın mefhumu iki kısma ayrılır: Muvafık mefhum ve muhalif mefhum. Muvafık mefhum, menfi veya müspetlik yönünden kelamın zahiriyle uygun olan mefhumdur. Örnek olarak; “o ikisine (anne-babaya) “öf” deme!”718 ayetinin muvafık mefhumundan “onları dövmemek ve onlara sövmemek gerekir” de anlaşılmaktadır. Yani bu iki cümlenin medlulü de “onlara “öf” deme” cümlesinin medlulü gibi menfidir. Buna muvafık mefhum denir.
Muhalif mefhum ise olumsuzluk veya olumluluk yönünden kelamın zahirine muhalif ve aykırı olan mefhumdur. Maide suresinin ikinci ayet-i kerimesinin mefhumu buna bir örnektir. Çünkü o cümlenin zahiri medlulü müspettir. (İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz.) Bu cümlenin mefhumu daha önce geçtiği gibi menfidir. (İhram halinde avlanmak caiz değildir.) Konuşma örfünde kelamın mefhumu (ister muvafık mefhum olsun ister muhalif mefhum olsun, fark etmez) kelamın zahiri medlulü ve konuşmacının maksadı sayılır; bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Elbette usul âlimleri hangi sözlerin mefhumu vardır ve hangilerinde mefhum yoktur konusunda; başka bir ifadeyle kelamın mefhuma sahip olması için ne gibi özellikleri taşıması gerektiği noktasında farklı görüşlere sahiptirler ve bunlar usul-i fıkıh kitaplarında detaylı şekilde açıklanmış ve irdelenmiştir.
Tefsirde Delaletlerin Kısımlarını Dikkate Almanın Lüzumu
Buraya kadar âkil adamlar arasında yaygın konuşma ilkelerine göre kelimelerin sahip olduğu delaletlerin çeşitleriyle aşina olduk ve bu delaletlerin her birinin beyanında onun konuşma örfündeki itibar yönüne de işaret ettik. İşaret delaleti haricinde bu delaletlerin tümünün lafzın tabii delaleti, işaret delaletininse kelamın akli delaletinin kısımlarından olduğu anlaşıldı. Bu iki delalet arasında itibar ve istidlal yönünden hiçbir fark yoktur. Bu delaletlerden (kelamın zahirinin hüccet oluşu veya kelamın akli lazımlarının hücciyeti itibarıyla) anlaşılan tüm manalar, âkil insanlar arasındaki konuşma kurallarına göre muteberdir. Şer’i açıdan onun muteber olmadığına dair delil olmaması Şari tarafından da teyit edildiğini göstermektedir. Hatta bazı rivayetlerde Masum İmamlar (a.s) tarafından bu tür delaletlere istidlal edildiği de görülmüştür.
Mesela bir rivayette; “(çocuğun) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.” 719 ayetine “anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler.”720 ayetinin eklenmesiyle hamilelik döneminin en az altı ay olduğu ve altı aylık bir bebeğin sağlam bir şekilde doğma imkânının bulunduğuna istidlal edilmiştir.721 Bu, işaret delaletinin görüldüğü yerlerden birisidir. Öte yandan Kurân-ı Kerim apaçık Arapça olarak indirildiğinden ve konularını âkil adamlar arasında yerleşik olan konuşma kuralları esasına göre anlattığından, sözü geçen delalet kısımları Kurân ayetleri hakkında da geçerlidir.
Öyleyse müfessir, ayetlerin mana ve maksatlarını daha iyi anlamak için kelamın delaletlerindeki kısımları dikkate almalı, her ayetin tefsirinde derince tedebbür etmeli, âkil adamlar arasında yaygın olan konuşma kuralları esasına dayalı tüm delaletleri ayetlerde tatbik etmeli ve ayetlerin mutabık delaletlerine ilave olarak muteber olan ve istidlal edilebilecek diğer delaletlerini de açıklamalıdır.
Delaletlerin beyanı sırasında Kurân’dan bazı örnekler de zikredildi. Ancak bu kaidenin Kurân tefsirindeki rolünün daha net anlaşılabilmesi için şimdi Kurân ayetlerinden diğer örnekler sunuyoruz:
1- “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”722
Bu ayette “âlemlerin Rabbi”, “Allah” için sıfat olarak zikredilmiştir. Mutabakat delaletiyle de tüm âlemlerin Rabbi yani yetki sahibinin Yüce Allah olduğuna delalet etmektedir. Bu ayetin, Allah’ın âlemlerden birine veya mahlukâtın arasından bir ferde rububiyetine delaleti zımni bir delalettir. Gerçi ayet, mutabık ve zımni delaletiyle Yüce Allah’ın rablikteki birliğine delalet etmez. Fakat iltizamî işaret delaletiyle tevhid-i rububiye/Allah’ın rablikteki birliğine de delalet etmektedir. Zira (mutlak şekilde) tüm âlemlerin Rabbi olmak akli telazümle O’nun dışında hiç kimsenin âlemlerin rabbi olmadığına delalet etmektedir. Başka bir ifadeyle rububiyette tevhit, tüm âlemlerin rabbi olmanın genel anlamda aşikâr olan lazımlarındandır. Çünkü “tüm âlemlerin rabbi” ile rububiyette tevhid ve bu ikisi arasındaki nispet tasavvur edildiğinde ikisi arasındaki kati ve aşikâr mülazeme ortaya çıkmaktadır. Zımnen İmam Rıza’dan da (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: “Âlemlerin Rabbi” (ifadesi), O’nun için tevhid ve övgüdür; başkasının değil, yalnızca O’nun tek yaratıcı ve malik olduğunu da ikrar etmektir.”723
2- “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler… Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir…”724
Bu ayette “Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir” ifadesi çocuğunu emziren annenin yiyecek ve giyeceğinin çocuğun babasına ait olduğuna mantuk delaletiyle delalet etmektedir. Onun mefhum delaletinden de çocuğun masraflarının babaya ait olduğu anlaşılmaktadır.
3- “Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluluğu yoktur…”725
Bu ayet, mehiri belirlenmemiş daimi bir evliliğin sahih olduğuna iltizamî işaret delaletiyle delalet etmektedir. Ayetin mutabık medlulü, kadınlarla ilişki kurulmadan veya mehirleri tayin edilmeden onları boşamanın günah olmadığıdır. Bu mana ise daimi evlilikte mehir tayin etmemenin sahih olduğunu gerektirmektedir. Elbette mehirin tayin edilmemesi durumundaki boşamanın günah olmamasıyla mehir tayin edilmeden yapılan nikâhın sahih olması arasında zihni bir telazüm yoktur. Fakat bu ikisinin ve aralarındaki nispetin tasavvuru, telazümün aşikâr olduğunu ortaya koymaktadır. Yani buradaki mülazeme ayetin özel anlamda aşikâr olan lazımlarından değil, genel anlamda aşikâr olan lazımlarındandır ve neticede ayetin bu hükme delaleti, işaret delaletidir.726
4- “وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ ۖ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ
/ Kullarım sana, beni sorduğunda, muhakkak ben yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm…”727
Bu ayette “قَرِيبٌ” ve “أُجِيبُ” kelimeleri “إِنِّ” edatının mamulü olduğu için edebi yönden “إِنِّ” edatından önce zikredilmiş olan “إِذَا” edatının amili olamazlar. Bu yüzden “إِنِّ” edatından önce “إِذَا” edatına amil olacak uygun bir fiilin takdirde tutulması kaçınılmaz bir zorunluluktur.728 Binaenaleyh (iktiza delaletinde bilinen yönteme göre729) şunu söylemek mümkündür: Bu ayette iktiza delaleti “onlara de ki” veya “onlara haber ver” gibi bir cümlenin “fe” harfi ile “إِنِّي قَرِيبٌ” arasında bulunmasını gerektirmektedir. Zira ayetin edebi ve lügavi sıhhati böyle bir mananın takdirde bulunmasına bağlıdır. Neticede Peygamberi (s.a.a) muhatap alan bu ayetin iktiza delaletine bağlı olarak manası şöyle olur: “Kullarım sana, beni sorduğunda, onlara de ki: Muhakkak ben yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm.”
Bu konunun sonunda şu iki noktayı hatırlatmak zaruridir:
1- İşaret delaleti her ne kadar muteber olsa da her yerde var olacağı iddia edilemez. Bu delaletin nerede olduğu konusunda kâfi derecede dikkat etmek gereklidir.
2- Yeterli ölçüde araştırma yaptıktan sonra karşısında muteber ve sarih bir delil olmadığı belli olduğunda işaret delaletine itimat edilebilir.730
Yedinci Kaide:
Ayetler İçin
Bâtıni Manalar Zikretmekten Kaçınmak
Kurân-ı Kerim, insanlarla kendi dillerinde konuşan bir hidayet kitabı olmakla beraber insanın saadetinde etkili olacak tüm maarif ve bilgiyi beyan etmiştir. Beşerin saadeti için zaruri olan maarif ve koşulların tümünün Kurân’daki sınırlı sayıdaki lafızların kalıbında açıklanması imkânsız olduğundan dolayı bu bilgilerin önemli bir bölümü batıni manalar kalıbında beyan edilmiştir. Bu batıni manalar ise konuşma örfünde âkil insanların kabul ettiği kaidelere göre herkes için erişilebilir olmadığından bunlara ulaşmanın tek yolu Peygamber (s.a.a) ve Masum İmamların (a.s) beyanlarından faydalanmaktır. Bu manalar, her ne kadar Yüce Allah’ın maksadı ve ayetlerle tenasübü olsa da, Kurân ibarelerinin zahirinden onları istinbat etmek mümkün değildir. İşte bu yüzden bu tür manalara “batıni manalar” ismini vermişlerdir. Elbette bazen ayetlerin (önceki bölümde beyan edilmiş olan) iltizamî manaları ve işaret delaletlerine de batıni manalar ismi ıtlak edilmektedir fakat yukarıdaki başlıkta bu grup manalar kastedilmemiştir.
Kurân için batın ve batıni manaların varlığı, sübut açısından mümkün ve ispat yönünden ise Ehl-i Sünnet ve Şia kanalından gelmiş mütevatir rivayetlerin delalet ettiği bir konudur.731 Hatta bu tür manaların bulunduğu konusunda bazı Kurân ayetlerine istidlal etmek de mümkündür.732 Bu yüzden tüm müfessirler, Kurân ilimleri ve diğer İslami ilimlerde görüş sahibi uzmanlar bunu kabul etmiş ve üzerinde görüş birliğine varmışlardır.733 Burada dikkate alınması gereken önemli nokta şudur: Müfessir, beşeri görüş ve kişisel beğenilere dayanarak ayetler için batıni manalar beyan etmemelidir. Çünkü daha önce kitabın mukaddimesinde de tefsir ve tevilin farkına dair yapılan açıklamadan hatırlanacağı üzere tefsirin alanı ve müfessirin işi, Kurân’ın zahiri manalarını, âkil adamların konuşma örfünde yerleşik olan edebi kaide ve kurallara dayanarak, yani kelimelerin anlaşılır manalara delaleti yolundan faydalanarak anlamaktır. İpham ve belirsizlik bulunan yerlerde müfessir ipham sebeplerini tespit edip ona uygun bir yoldan bunu bertaraf etmelidir. Mesela bazen belirsizliğin sebebi, kelimelerin manalarının bilinmemesi veya cümleler arasındaki terkip şeklinin müşahhas olmamasıdır. Müfessir, kelimelerin manası üzerinde araştırma yaparak ve cümlelerin terkip şeklinin belirginleşmesine dikkat ederek iphamı bertaraf edebilir. Bazen kelimelerin lâfzen müşterek manalar taşıması ve cümleyi belirgin kılacak karinelerin bilinmeyişi ipham sebebi olmaktadır. Bu durumda müfessir, tayin edici karinelere ulaşarak ipham ve kuşkuyu ortadan kaldırır. Bazen de kelamın tahsis veya takyit edici ya da manayı çevirici (sarife) munfasıl bir karineye sahip olma ihtimali, zahiri mananın irade edilmiş olmasına güven duyulmasını engellemektedir ve müfessir böyle bir durumda tahsis edici, takyit edici ve munfasıl karine hususunda araştırma yapmalı, böylece kelamdan kastedilen manaya itminan duyulmasını sağlamalıdır. Ama zikri geçen ikinci kısımdaki mana ve bilgiler (ki ayetlerin onlara delaleti, lafızların manalara âkil adamlar örfündeki delaletinin çok ötesinde bir şeydir ve onları anlamanın sırrı bilge insanlar nezdindeki edebi ve örfi kurallarla algılanmaktan tamamen hariçtir) müfessir için onların sırrını bilenlere müracaat etmekten başka yol bırakmaz. Ayet ve rivayetlerden de anlaşıldığı üzere Kurân’ın batıni ilmi ve tevilini ancak Allah Resulü (s.a.a) ve Masum İmamlar bilmektedir ve bu, onlara özgü bir özelliktir.734 Bu ayet ve rivayetlerden anlaşıldığına göre bu sırları onlardan başka hiç kimse bilmemektedir. Dolayısıyla başkalarının, onların beyanlarını referans almadan Kurân’ın batıni manaları olarak açıkladıkları şeylere itimat edilmez. Zira Yüce Allah’ın onu irade etmiş olacağına dair hiçbir ölçü ve kaide bulunmamaktadır. Dolayısıyla ölçüsüz ve muteber bir delil bulunmaksızın bunu kati olarak Allah’a isnat etmek iftira sayılır. Böyle bir manaya itimat etmekse Kurân’ın şiddetle kınayıp, sakındırdığı bir konu olan zanna itimat etmek anlamına gelir.735
Bu iddiaya rivayet ve Kurân ayeti ile istidlal edilebilir. Çünkü hem Şii kitaplarında İmam Muhammed Bakır’dan (a.s) muteber bir senetle nakledilmiş736 hem de Ehl-i Sünnet kitaplarında İbn-i Abbas’tan nakledilmiş rivayete göre737 Kurân’ın batını onun tevili olarak tanımlanmıştır. Kurân-ı Kerim’de de şöyle geçmiştir: “…Onun tevilini ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir…”
“Rusuh”, “sebat” anlamına gelir738 ve “ilimde rasih”, ilminde sebatı olan, görüşünde sarsıntı ve değişkenlik yaşamayan kimsedir. Bu da ancak o kişinin ilminin gerçekle daima mutabık olmasına ve gerçeği olduğu gibi anlamasına bağlıdır. Her ne kadar âlimlerden bazıları ilimlerinin bazı bölümlerinde böyle bir sebata sahip olabilirler ama bu ayette geçen “el-ilm/ilim” kelimesinin başındaki elif ve lam harfinin cins anlamına geldiği739 dikkate alındığında “ilimde derinleşmiş olanlardan” maksadın tüm ilim türlerinde onların sebat sahibi oldukları anlaşılır. Yani onların ilminin gerçeğe mutabık oluşu ve onların malum bir gerçeğe olduğu gibi ulaşmalarının sonucu geniş kapsamlı ilimlerinde hiçbir sarsıntı ve görüş değişikliği meydana gelmez. Başka bir ifadeyle onlar mutlak anlamda ilimde derinleşmiş kimselerdir. İlimleri vasıtasız veya vasıtayla vahiy kaynağından beslenen Peygamber (s.a.a) ve Masum İmamlardan başkası bu manada ilimde derinleşmiş kimselerden değildir. Dolayısıyla ayette geçen “ilimde derinleşmiş olanlar” ifadesi Peygamber (s.a.a) ve Masum İmamlara (a.s) münhasırdır. Nitekim rivayetlerde de ayet bu şekilde tefsir ve tevil edilmiştir.740 Binaenaleyh bu ayet, Kurân’ın batnını onun tevili olarak tanımlayan rivayetlerle birlikte Kurân’ın batıni manalarını bilmenin ancak Peygamber (s.a.a) ve o Hazret’in vasilerine özgü bir husus olduğuna; başkaları tarafından açıklanan batıni manaların itibarı olmadığına ve onlarla ayetlerin tefsir edilemeyeceğine delalet etmektedir.
Bu yüzden müfessirlerden bir bölümünün; mesela Meybudi’nin Keşf’ul-Esrar’da, Nişaburi’nin Geraib’ul-Kurân’da, Alusi’nin Ruh’ul-Meani’de Kurân ayetleri için rumuz, işaretler, sırlar ve tevil başlığı altında zikrettiği manalar lafızların akli delalet çerçevesinde manalara delaletinden hariç olması ve lafızlar için zikredilmiş delalet kısımlarının hiçbiriyle intibak etmemesi durumunda bunları Yüce Allah’ın kelamının medlulü olarak getirmek doğru olmadığı gibi onları Kurân’ın işaretleri olarak kabul etmek de hatadır. Ayetlerin sırları, işaretleri, rumuzu ve teviline dair sadece sahih ve güvenilir bir kanal yoluyla Peygamberden (s.a.a) ve onun değerli vasilerinden alınmış olan kısım kabul edilir ve itibar görür. Elbette gelecekte hakkında Kurân ve rivayetten belki de bir şahit bulunabilecek muhtemel manalardan biri unvanıyla başkalarının zikretmiş oldukları işaretler bu alanda ortaya konulabilir ama bu noktayı açıkça ifade etmek gerekir. Şimdi ismi geçen müfessirlerin zikrettikleri işaretlerden birer örneği araştırmacıların hakemliğine sunuyoruz:
Meybudi, “Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların harabolmasına çalışandan daha zalim kim vardır?”741 ayetinin altında şöyle demiştir:
“Ayet işaret yoluyla şöyle demektedir: İbadet vatanını şehvetle harap edenden daha zalim kimdir? Marifet vatanını bağımlılıkla harap edenden daha zalim kimdir? Müşahede vatanını ağyarı mülahazayla harap edenden daha zalim kimdir? İbadetin vatanı, zahitlerin nefsidir. Marifetin vatanı, ariflerin gönlüdür ve müşahede vatanı, dostların sırrıdır.”742
“Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye yemin olsun ki”743 ayetinde de şöyle getirmiştir:
“…İşaret erbabının dilinde ve tarikat yiğitlerinin algısında buradaki gündüz ve geceden maksat, keşf ve hicaptır; keşf ve hicap ise lütuf ve kahrın alametidir.”744
Nişaburi Bakara suresinin 67-73. ayetlerinin tevilinde şöyle yazmıştır:
“İneğin boğazlanması, hayvani nefsin kesilmesine işarettir; çünkü onun kesilmesinde ruhani kalbin hayatı vardır ve o, büyük cihattır… “o nedir… O inektir” sadakat kılıcıyla kesilebilecek nefstir. “ne yaşlıdır” Bedeni gücü zaafa uğradığından seyr ü süluk yolundaki görevlerini yapmaktan aciz, kocamış bir yaşta olmamalıdır. Nitekim şöyle denilmiştir: Sofu kırkından sonra soğur. “Ne de körpe olmalıdır” gençlik sarhoşluğunun aldatacağı toy bir yaşta olmamalıdır. “bu ikisi arasında bir yaşta olsun” Zira şöyle buyurmuştur: “Nihayet o, güçlü çağına erip kırk yaşına vardığında…” “Sarı inek” riyazet ehlinin yüzlerindeki sarılıktır. “rengi parlaktır” ifadesi ziynet olan bir sarılıktır, utanç olan bir sarılık değildir; çünkü bu, salih kimselerin simasının rengidir. “Boyunduruk altına alınmayan ve yer sürmeyen”; tamah zilletini yüklenmemiş, hırs aletiyle dünya ziynetleri ve şehvetlerinin peşine düşerek dünya arzusunu sürmeyen; halkın yanında yüzünün, yaratıcının yanında ise haysiyetinin suyunu dökerek dünya tarlasını sulamayan, böylece hakkın ve halkın nezdinde itibarı gitmemiş, diğer renklerin afetlerinden korunmuş ve üzerinde yalnızca Allah’ı isteme alametinden başka rengi bulunmayan biri olsun. İş tabiata kalsaydı ve Allah’ın lütfüyle vermiş olduğu güzel başarı olmasaydı “az kalsın bunu yapmayacaklardı.” “Hani siz bir adam öldürmüştünüz”; yani kalbi öldürmüştünüz. “Sonra da birbirinizle çekişmiştiniz”; yani bunun Şeytandan mı, dünyadan mı, yoksa nefs-i emmareden mi olduğu konusunda ihtilafa düşmüştünüz. “Haydi, şimdi ona (maktûle) (ineğin) bir parçasıyla vurun”; kesilmiş olan nefs ineğinin dilini doğruluk bıçağıyla maktul kalbe sürekli bir zikirle vurun. Böylece o ölü kalp Yüce Allah’ın izniyle dirilmiş olur.”745
Alusi, söz konusu ayetlerin altında “Min Bab’il İşare” başlığıyla buna benzer bir açıklamada bulunmuştur.746
Sözün özü şudur: Bu müfessirler hangi ölçü ve kaideye dayanarak ayetlerin bu işaret ve sırları ihtiva ettiğini ileri sürmektedirler? Hangi güvenilir yola dayanarak Yüce Allah’ın ayetlerden bu manaları kastettiğini savunuyorlar ve hangi muteber delile binaen bu manaları Allah’a isnat ediyorlar? Zira âkil adamlar arasında yaygın olan edebi ve örfi konuşma kurallarına göre lafızların bu mana ve işaretlere delalet ettiğini söylemek mümkün değildir. Âkil adamların konuşma örfüne göre de ayetlerin delaletine ilişkin ve onlardan manalar çıkarma hususunda Yüce Allah’tan ve Peygamberden herhangi bir beyan gelmesi dışında bir yol da yoktur. Eğer mükaşefe ve aydınlanma yoluyla bu hakikatlere ulaşılmış olduğu söylenirse mükaşefelerin kabul edildiği varsayımı üzerine bu tür aydınlanmalar yalnızca sahibi için muteber olur ve diğerlerinin ondan istifade etmesinin bir anlamı yoktur; zira hata ihtimali olmakla birlikte diğerleri açısından muteber değildir. Elbette eğer bunu Peygamber (s.a.a) veya Masum İmamlar (a.s) haber verirse onların sözüne güvenilir ve kabul edilir. Çünkü onlar vasıtasız veya vasıtayla vahiy kaynağına bağlıdırlar; boş ve asılsız söz söylemekten uzaktırlar. Eğer onların dışında birisi de sahih bir kanal yoluyla onların sözüne istinat ederek bir işaret zikrederse bu kabul görür ve referans olarak alınabilir. Fakat bunun haricinde bu tür işaretleri zikretmek doğru değildir ve onları kabul etmek yanlıştır.
Elbette şu noktayı hatırlatmakta da yarar var: Bazen ayetlerdeki bazı iltizamî manalar ve işaret delaletleri, ayetlerin onlara olan delaletinin gizliliğinden dolayı “batıni manalar veya butun” ismiyle anılmaktadır. Aynı şekilde bazı rivayetlerde, haklarında Kurân nazil olan kimselere “zahr’ul-Kurân/Kurân’ın zahiri” denilmekte ve onlar gibi bir gidişat sergileyenlere de “batn’ul-Kurân/Kurân’ın batını” denilmiştir.747 Yani sebep ve hususiyet vahdetinden dolayı ayetlerin şamil olduğu mısdakları, sırf ayetlerin onlara iptidai intibakındaki gizliliği sebebiyle Kurân’ın batını olarak adlandırmışlardır. Fakat şunu dikkate almak gerekir; bu tür batıni manalar lafızların manalara olan akli delaleti çerçevesinde olup, edebi kaideler ve âkil insanlar arasında bilinen konuşma örfündeki kurallara uygun şekilde cereyan ettiğinden beyan ve tefsir edilebilir. Bu, müfessirin çalışma alanına girer ve müfessir bunu beyan etmelidir. Bazı müfessirler de hadislerde geçen Kurân’ın batıni manalarını, “Kurân’ın Tefsir Edilme Kabiliyeti Olan Çehreleri” olarak tanımlamışlardır.748 Onlar ya bu tür batıni manaları dikkate almalı veya Kurân’daki bazı gizli çehrelerin tefsirini Masum İmamlara (a.s) özgü bilmelidirler.749 Çünkü eğer maksatları mutlak anlamda Kurân’ın batıni manaları olursa ve Kurân’ın tüm batıni manalarının Masumlar (a.s) dışındakiler tarafından tefsir edilebileceği söylenirse, bunun yanlış olduğu yapılan açıklamalardan ortaya çıkmaktadır.
Üçüncü Bölüm
Tefsir Kaynakları
Tefsir Kaynaklarını
Dakik Şekilde Tanımanın Zarureti
Menba, (suyun kaynaması anlamına gelen) “neb” kelimesinden türetilmiştir. Suyun fışkırarak çıktığı yer anlamına gelir.750 Suyun menbaları, onun topraktan çıktığı yerdir. Her şeyin çıkış ve kaynağına onun menbaı denilir.751 Tefsir menbaları, müfessire ayet veya ayetlerin mefhumu ile içerik açısından mütenasip olan bilgi ve bulguları sağlayan, söz konusu ayetlerin manalarını ve sözcüklerin anlamını aydınlatan argümanlardır. Dolayısıyla müfessirin, ayetlerin manasına dair (bir şekilde onun aydınlanmasında etkili olan) bilgileri elde ettiği her şey tefsir kaynağı sayılmaktadır. Örneğin; “Kurân, tefsir kaynağıdır.” denildiğinde onun ayetleri arasında ele alınmış ayetlerin içeriği ile ilgili ve onların manasını aydınlanmasında müfessire yardımcı olacak diğer ayetler olduğu anlaşılır.
Kurân ilimleri kitaplarında “tefsir mehazları”752 ve “tefsir mastarları”753 unvanıyla da zikredilmiş olan tefsir menbaları bahsi, tefsir yöntembilimini tanımadaki önemli konulardan birisidir. Tefsir kaynaklarını dikkate almanın uzun bir mazisi vardır ve esasında bu, Kurân’ın inişi ile birlikte gündeme gelmiş bir konudur. Fakat bu kaynakların müstakil bir şekilde tedvin edilip, her birisinin sınırının belirlenmesi ve kendi yerinde ayrı bir bahis olarak incelenmesi Kurân’ın indirildiği asırdan sonraki zamanlarda gerçekleşmiştir. Bu alanda nispeten faydalı çalışmalar yapılmış olmasına rağmen yine de daha ciddi ve derin bir çabaya ihtiyaç vardır.
Tefsir kaynaklarının, tefsir kaideleriyle sıkı bir irtibatı vardır. Tefsir kaideleri, tefsir menbalarının sınırını belirler. Tefsir kaidelerinde Kurân’a, rivayete, lügate vb. şeylere müracaat etmenin gerekliliği ispat edilirken, burada bunlara nasıl ulaşılacağı, ne şekilde istifade edileceği, itibarının ölçüsü ve her birinin öneminden söz edilir. Öte yandan tefsir kaynaklarının, müfessirin ihtiyaç duyduğu ilimlerle de yakın ilgisi vardır. Zira bu ilimler müfessirin kaynakları dakik bir şekilde tanımasına yardımcı olmaktadır. Mesela rical, diraye ve usul ilmi konusunda müfessirin bilgisi yoksa yanlışlıkla senedi veya delaletinin zaafından dolayı gerekli şartlardan yoksun olan bir rivayeti referans alıp, ona göre ayetten anlaşılan yanlış bir manayı ayetin tefsiri zannedebilir. Burada müfessirin rivayetler kaynağından yanlış istifade etmiş olması onun, bir müfessirin ihtiyacı olan ilimleri bilmemesinin sonucudur. Öte yandan tefsir kaynaklarının müşahhas olması, müfessirin ihtiyaç duyacağı ilimlerin belirlenmesinde de etkili olacaktır. Mesela; eğer muteber rivayetler tefsir kaynaklarından biri sayılıyorsa, rivayetlerin itibar veya mefhumunu anlamada etkili olan rical ve diraye ilmi gibi ilimler, müfessirin ihtiyacı olan ilimlerin alanına girmiş demektir. Her halükarda tefsir kaynaklarını ve onların işlevsel ölçüsünü dakik şekilde tanımanın Kurân-ı Kerim tefsirinde önemli bir rolü vardır. Bu tanıyışla tefsir kaideleri ve müfessirin ihtiyaç duyduğu ilimleri tanımak arasında da sağlam bir irtibat vardır.
Her konu hakkında sahih ve eksiksiz bilgi, o konu hakkında muhtelif yollardan elde edilen bilginin ölçüsüne bağlıdır. Bu alanda ne kadar zengin ve güvenilir kaynaklara ulaşırsak elde edeceğimiz bilgi de o ölçüde dakik olacaktır. Buna göre Arapça olup çeşitli bilgi ve hükümleri ihtiva eden Kurân-ı Kerim ayetlerindeki maksat ve mefhumları anlamanın birtakım kaynaklara ihtiyacı vardır. Bunları tercih ve müracaatta yapılacak bir ihmal ayetlerden eksik ve doğru olmayan bir algı oluşmasına yol açacaktır. Nice muteber olan ve Kurân’ın maksatlarının anlaşılmasında önemli rolü bulunacak ulaşılması kolay kaynaklar vardır ki onun kaynak oluşu bilinmediğinden veya ona müracaat edilemediği için metruk kalmış, bunun sonucu olarak da birçok Kurâni noktalardan gaflet edilip, yanlış anlaşılmıştır. Örneğin; eğer Kurân-ı Kerim’i tefsir kaynaklarından biri olarak görürsek, Kurân bilgilerinden birçok kapı müfessirin üzerine açılmış olacak ve ayetlerle ilgili (diğer kaynaklardan elde edilemeyecek) birçok sorunun cevabı ortaya çıkacaktır. Eğer Ehl-i Beyt (a.s) rivayetlerini de tefsir kaynaklarından biri olarak görüp, onlara müracaat edersek ayetler hakkında birçok konuya ulaşmış oluruz ve bu en azından müfessirin ayetlerin çeşitli alanlardaki maksatlarına dair zihninin açılmasını sağlayacaktır. Kurân kaynaklarını aşağıda adı geçen altı başlıkta toplayabiliriz:
1- Kurân,
2- Masumların rivayetleri,
3- Lügat kaynakları,
4- Tarih kaynakları,
5- Akıl,
6- Tecrübî sonuçları.
Kuran Tefsir Kaynakları
Dostları ilə paylaş: |