2- Rivayetlerdeki Nass ve Zevahir
Rivayetler delalet açısından ayetlere benzemektedir. Ama senedinin itibarlı veya itibarsızlığına göre “ilim” veya “ilmi” yönden sorgulanmakta ve bu bakış açısıyla yaklaşıldığında ise rivayetleri üç bölüme ayırmak mümkün olmaktadır:
a) Mütevatir veya Kesin Delillerle Var Olan Rivayetler
Mütevatir rivayet, her tabakada yer alan ravilerinin çokluğu ile onların tümünün bir yalan üzerinde tevafuk etmelerini imkânsız kılacak düzeyde olan ve bu yüzden bu rivayetin Masumdan (a.s) sadır olduğu konusunda ilim getiren rivayettir.661 Kesin delillerle var olan rivayet ise her tabakada bulunan ravilerin sayıca fazlalığı mütevatir rivayetteki kadar olmamakla birlikte beraberindeki birtakım karineler onun Masumdan (a.s) sadır olduğunu kesin kılmaktadır.662 Binaenaleyh mütevatir veya kesin delillerle var olan rivayetlerden Masumların (a.s) sünnetine dair ilim hâsıl olmaktadır. İlim ise gerek tefsirde olsun gerek diğer konularda itibarı ve hücciyeti inkâr edilemez bir gerçektir. Dolayısıyla bu tür rivayetlerin ilmin mısdakı olmaları hasebiyle tefsirde esas alınıp, referans kabul edilmesinde en ufak bir şüphe yoktur.
b) Muteber Ahad Rivayetleri
Gerçi ahad, bir ve tek manasına gelen “ehed” kelimesinin çoğuludur fakat burada ahad rivayetlerden maksat mütevatir veya kesin delillerle var olan rivayetlerin dışında kalan diğer rivayetlerdir. Onun ravileri ister her tabakada bir kişiyi geçmesin veya ister birden fazla ve hatta iki kişiden fazla olsun Diraye ilmi terminolojisinde bu tür rivayete “müstefiz” ismini verirler.663 Bu tür rivayetlere “ahad” isminin verilmesi, birinci bölümdekiler hususunda gerçektir; çünkü her tabakada hadisin ravisi bir kişiyi geçmemektedir. İkinci bölümdeki rivayetler hususunda ise ilim ifade etmemesi hasebiyle her tabakada ravisi bir kişiyi geçmeyen hadislerle aynı değerde olmasından dolayıdır.
Akıl erbabı, her tabakadaki ravileri güvenilir olan ahad rivayetlerine itimat ve istidlal etmekte, onlara tertib-i eser vermektedirler. Bu yöntem tüm zamanlarda, başta Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve Masum İmamların (a.s) zamanında da yaygın olduğu halde buna karşı Allah, Resul ve Masum İmamlar tarafından hiçbir yasaklama görülmemiştir. Aksine bu yöntemi teyit eden rivayetler vardır.664 Öyleyse buradan şunu anlıyoruz, bu yöntem Yüce Allah ve seçkin din önderleri tarafından kabul görmüştür ve tasvip edilmiştir. Ahad rivayetleri ismini vererek muteber saydığımız bu tür rivayetler “ilim” değildir. Yani onların Masumların (a.s) dilinden döküldüğüne dair bizim için ilim hâsıl olmaz. Fakat bu rivayetler “ilmidir”; yani onun hücciyetine dair kati delil ve ilim vardır. Dolayısıyla bu tür rivayetler de tefsirde esas ve referans alınabilir.
Elbette şu noktayı da dikkate almak gerekir, akıl erbabı bu rivayetlere ancak mazmun ve muhtevası açık şekilde yalan ve gerçek dışı olmadığı takdirde itimat etmektedir. Şu halde eğer bir rivayet güvenilir bir yoldan gelmiş olsa bile (Kurân-ı Kerim’e muhalif olursa665 veya kati sünnet veya icmaya aykırı olursa666 veya kati sünneti keşfeden bir zaruret-i diniye veya akli bedihiyata veya kati nazari delile aykırı olursa) gerçek dışı oluşu veya mefhumunun takiyeye dayandığı anlaşılırsa akıl erbabı ona itimat etmez. Böyle bir rivayet Allah ve seçkin din önderleri tarafından da teyit edilmez. Binaenaleyh ahad rivayetleri ancak yalan ve gerçek dışı olduğuna dair kati deliller bulunmaması (zikri geçen hususlara aykırı olmaması) durumunda tefsirde esas ve senet olarak kabul görür. Aynı şekilde akıl erbabı güvenilir olan ahad rivayetlerine ancak başka güvenilir ahad rivayetlerinin muarız olmaması halinde itimat ederler. Dolayısıyla tefsire dayanak olacak rivayetin bir diğer şartı ise muteber muarızının bulunmamasıdır.
Bu açıklamadan şu sonuca varmaktayız: Birincisi ravileri güvenilir olan, ikincisi delaleti kati veya zahir olan, üçüncüsü yalan ve gerçek dışı olduğuna veya takiyeye dayandığına dair delil bulunmayan, dördüncüsü muteber bir başka rivayetin muarızı olmadığı bir rivayete akıl erbabı itimat etmekte, ona tertib-i eser vermektedir. Masum İmamlar da (a.s) akil insanları bu konuda teyit etmişlerdir. Neticede böyle bir rivayet “ilmi” olduğu için tefsirde esas ve referans kılınabilir.
Soru
Bazen Kurân’ın ahad rivayetlere dayanarak tefsir edilmesi eleştiri konusu olmakta ve şöyle denilmektedir: Güvenilir ahad rivayetlerinin itibar ve hücciyeti şu manaya gelir, amel makamında gerçeğe dair ilmin sahip olduğu eserler bu rivayetlere yüklenebilir ve gerçek yüzü malum olan şeye uyulduğu gibi gerçeğin malum olmaması durumunda ise bu rivayetlerden hâsıl olan zanna uyulabilir. Neticede eğer bu zan gerçekle mutabık olmazsa ona uyan kişi mazur görülür ve ona istidlal ederek özür sunabilir. Eğer bu zanna uymaz ve gerçekle muhalefet ettiği ortaya çıkarsa o rivayetle onun aleyhine istidlal edilir ve cezalandırılır. Dolayısıyla ahad rivayetlerinin itibar ve hücciyetinin konusu, sadece uymak veya uymamanın söz konusu olduğu amelle ilgili hususlardır. Fakat uymak veya uymamanın söz konusu olmadığı Allah’ı tanımak, mead, nübüvvet ve bunlarla ilgili meseleler, kıssalar, önceki kavimlerin geçmişi gibi ilmi konularda ahad rivayetlerinin itibar ve hücciyetinin manası yoktur. Çünkü bu tür konularda istenen şey gerçeği keşfetmektir ve rivayet-i vahid ile667 (her ne kadar güvenilir olsa da) gerçeğe dair ilme ulaşılmaz. Çünkü rivayet-i vahid, gerçek hakkında bir zandan fazla şey ifade etmez. Bu yüzden gerçeği yansıtamaz ve her yerde gerçeği olduğu gibi ortaya koyamaz. Akıl erbabı ve Yüce Allah tarafından ona itibar verilmesi her ne kadar “amelle ilgili” konularda tertib-i eser verilmesi ve ona istidlal edilmesinin sıhhatinde etkili olsa da, onu gerçeği gösteren konuma getirmez. Binaenaleyh, amacı ayetlerden Yüce Allah’ın gerçek maksadını ortaya çıkarmak olan tefsirde ona istinat edilemez ve onu referans alarak Yüce Allah’ın ayetlerdeki gerçek muradı beyan edilemez. Elbette “Ayat-i ahkâm” olarak adlandırılan hükümler ve fıkıhla ilgili ayetlerin tefsirinde güvenilir ahad rivayetleri dikkate alınır ve bu rivayetlerin karinesi ışığında ayetlerden anlaşılan şeye amel edilir.
Cevap
Bu probleme bazı usul âlimleri şöyle cevap vermişlerdir: Gerçeğe nazır olan işaretin hücciyeti (ki ahad rivayetleri de bu kabildendir), Allah’ın hükmünde onun ilim mesabesinde karar kılınması manasına gelir. Yani Yüce Allah bu emareden hâsıl olan zannı ilim menzilesine koymuş ve ilmin etkilerini ona yüklemiştir. O halde rivayet-i vahidin de içinde bulunduğu muteber sayılan bu yol ilmin mısdaklarından biri olup, gerçek ve vicdana değil de teslimiyete dayalı bir ferdidir. Dolayısıyla da ilim üzerine terettüp bulan tüm etkiler onun üzerine de yüklenir. İlime dayanarak verilen haber nasıl gerçek ve sahihse böyle bir rivayete dayanarak verilen haber de sahihtir ve ilime dayanmayan bir söz değildir. Bizim bu iddiaya delilimiz akıl erbabının yöntemidir; çünkü onlar ilim mesabesinde olan muteber yol konusunda vicdani ilmin tüm etkilerini etkin kılmaktadırlar. Mesela akıl erbabı yanında “ید/el” (bir şeyi elinde ve tasarrufu altında bulundurma) tasarruf eden kişinin tasarruf ettiği şeye malik olduğunun alametidir. Buna dayanarak malik olmanın tüm etkilerini tasarruf sahibi için de öngörürler ve onun, elinde bulunan şeyin maliki olduğundan haber verdiklerinde hiç kimse onları inkâr etmez. Şer’i yasayı koyan Şari tarafından da akıl erbabı arasında daimi olan bu yönteme ilişkin bir engel konulmamış ve reddedilmemiştir.668
Fakat bu cevap açıklama ve tamamlamaya ihtiyaç duymaktadır. Şöyle ki: Akıl erbabı, amelle ilgili olmayan konularda ilmin etkilerini ahad rivayetlere yüklemektedirler. Onların mefhumunu ilim mesabesinde görmekte ve onlara dayanarak gerçek hakkında haber vermektedirler. Onların bu yöntemi Şari tarafından da yasaklanmamıştır. Fakat ahad rivayetleri ile (güvenilir ve muteber olsalar bile) gerçek ilme ulaşılmayacağı, hakikatin tam anlamıyla aşikâr olmayacağı açıktır. Bu beyanla ahad rivayetlerini hatta amelle ilgili konularda dahi gerçeğin ta kendisi olarak görmek, ona dayanarak mefhumuna yakin etmek mümkün değildir. Fakat akıl erbabının Şari’nin de kabulü olan siyretine dayanarak her alanda (itikadi ve diğer konularda) ahad rivayetleri (yalnızca zan getirmesiyle birlikte) gerçeğin mesabesinde görmek, ona dayanarak gerçeğe dair haber vermek ve ilim yoluyla keşfedilmiş bir gerçeğe terettüp eden tüm etkileri ahad rivayetlerin mefhumunda da etkin kılmak mümkündür. Buna göre amelle ilgili hükümlerde eğer muteber olan rivayet-i vahid, bir şeyin vacip oluşuna; mesela namazda sure okumanın vacipliğine delalet ederse bu durumda hem onun vacipliğine dair fetva verilebilir hem de pratikte ona uymak gerekir. İtikat, tarih ve diğer konularla ilgili eğer muteber olan rivayet-i vahid bir işin oluşuna delalet ediyorsa hem o işin vuku bulduğuna dair haber vermek mümkün olur, hem de akıl erbabı açısından vuku bulacak şeyin etkilerini ona yüklemek icap eder. Örnek olarak; eğer muteber bir rivayet kötü huylu olmanın kabir sıkmasına yol açtığını haber verirse, her ne kadar bu rivayetle böyle bir şeyin vukuuna dair kesin bir inanç oluşmasa da fakat böyle bir şeyin vuku bulacağını haber vermek mümkün olduğu gibi akıl erbabı açısından da ilmin etkilerini ona yüklemek ve kötü huydan imkân dâhilinde kaçınmak gerekir.
Bu açıklamadan şu sonuca varmaktayız: Her ne kadar tefsirde muteber olan ahad rivayetleri vasıtasıyla ayetlerin gerçek muradına dair ilim ve kesin itikat hâsıl olmasa da fakat tüm ayetlerde (ahkâmla ilgili ve diğer ayetlerde) muteber ahad rivayetlerine dayanarak ayetlerin gerçek maksadına dair haber verilebilir ve rivayetler yoluyla ayetlerden anlaşılan mefhuma gerçeğin etkileri yüklenebilir. Dolayısıyla gerçekle mutabık olmasa bile onlara dayanarak ayetlerin maksadını haber vermiş ve onlardan anlaşılan mana üzerine gerçeğin etkilerini yüklemiş biri (bu rivayetler hüccet olduğu için) mazur görülür. Eğer biri bu rivayetlerden anlaşılan manaya gerçeğin etkilerini yüklemez de sonra onların gerçekle mutabık olduğu ortaya çıkarsa böyle biri de kınanmayı ve serzenişi hak eder.
c) Muteber Olmayan Ahad Rivayetler
Muteber olmayan ahad rivayetler, mütevatir veya kati karinelerle birlikte olmayan ve her tabaka ve nesilde güvenilir raviler vasıtasıyla bize ulaşmamış olan rivayetlerdir. Bu, hatta bazı tabakalarda ravinin zikredilmediği ve diraye ilminde “mürsel”669 olarak adlandırılan rivayetleri de kapsamaktadır. Veyahut tüm tabaka ve nesillerde ravisi zikredilmiş olduğu halde ravinin güvenilirliği (ya isminin rical kitaplarında geçmemesi veya ismi geçtiği halde “güvenilir” denilmediği veya “güvenilir olmadığına dair” şahitlik ettikleri için) tüm tabakalarda veya bazı tabakalarda ispatlanmamış rivayetleri de kapsamaktadır. İsterse ravi güvenilirle güvenilmez arasında ortak olsun yine de durum değişmez. Aynı şekilde ravinin her nesilde bir kişiden fazla olmamasıyla müteaddit olması arasında da bir fark yoktur. Bu gruptaki rivayetlerin her ne kadar çeşitli kısımları olsa da, hepsinin ortak özelliği muteber senedinin olmayışıdır. Sonuç olarak da ne “ilim”dirler ne de “ilmi”dirler. Yani ne onların vasıtasıyla mefhumlarının Masumlardan (a.s) sadır olduğuna dair ilim hâsıl olur ne de onların hücciyet ve itibarına dair kati bir delil vardır. Dolayısıyla onlara dayanılarak ayetler tefsir edilemez. Ayrıca bu rivayetler referans alınarak elde edilen mefhum da Yüce Allah’a isnat edilemez. Şunu da dikkate almak gerekmektedir; bu rivayetler, kaynakları sayılan kitabın kuvvet ve zaafı hasebiyle, metin ve senedindeki özellikleri itibariyle ve diğer hususiyetleri ve karinelerine binaen ifade ettikleri “zan” konusunda farklıdırlar. Bazen zikri geçen özelliklerin dikkate alınmasıyla onun Masumdan (a.s) sadır olduğuna dair güven hâsıl olabilir. Bu durumda o rivayete “Mevsuk’us-Sudur” ismini verirler ve o, kati karinelere bürünmüş rivayetlere ilhak edildiğinden tefsir için referans alınıp, ona dayanarak ayetlerin maksadı beyan edilebilir. Onların çıkış kaynağına dair güven hâsıl olmaması durumunda, zanna dayalı karineler vasıtasıyla ayetlerin maksadına dair oluşan zannın desteklenmesinde bu tür rivayetlerden istifade edilebilir. Zikri geçen hususiyetlerin göz önünde bulundurulmasıyla bu rivayetlerden hâsıl olan zan ne kadar güçlü olursa ayetlerin maksadına dair oluşan zannı güçlendirmesi de o ölçüde fazla olur. Hatta bazen zanna dayalı başka karinelerin de eklenmesiyle birlikte ayetlerin maksadına itminan bile oluşturabilir. Binaenaleyh her ne kadar bu rivayetlerle tek başına ayetleri tefsir etmek mümkün olmasa da, ayetlerin mefhum ve maksadına dair olan zannın desteklenmesi noktasında (zikredildiği gibi) onlardan yararlanılabilir. Tüm bunların dışında yalnızca diraye/hadis ilminde “mevzu”670 diye isimlendirilmiş yalan ve uydurma olduğu mevcut karinelerle malum olan rivayetlerden hiçbir şekilde istifade edilemez.
3- Tarihi Haberler
Tarihi haberlerden671 maksat, tarihçilerin Masumlardan (a.s) nakletmeden geçmişle ilgili olaylar hakkındaki açıklamalarıdır. Karinelerle ilgili bahiste de açıklandığı gibi ayetlerin mana ve maksadını anlamada dikkate alınması gereken ve ayetlerin mefhumunda etkili olan karinelerden birisi ayetlerin nazil olduğu atmosferdir. Diğer bir karine ve iz ise ayetlere konu olan harici belirginliklerdir; ayetlerin hakkında söz ettiği geçmiş peygamberler, önceki dinler, kavimler, şahıslar ve diğer tarihi olaylar bu kabildendir. Bu iki karineden haberdar olmanın yollarından biri ise Kurân’ın indiği zaman ve öncesinde cereyan etmiş tarihi haberlerdir.
Tarihi haberler de daha önce açıklanan şekilde üç grupta ele alınır: Mütevatir ve kati karinelere bürünmüş tarihi haberler, muteber tarihi haberler ve muteber olmayan tarihi haberler. Daha önce de beyan edildiği gibi birinci gruptaki haberler her ne kadar az olsa da bulunduğu takdirde “ilimdir”. Yani onun vasıtasıyla nüzul ortamı ve ayetlere konu olan tarihi olaylar hakkında ilim hâsıl olur. Onun itibarı zati olduğundan inkâr edilemez. İkinci gruptaki haberler ise “ilmidir”. Yani onun itibarına dair Şari tarafından kabul görmüş akıl erbabının siyresi olarak bilinen kati delil vardır. Buna dayanarak tefsir yapmanın da bir mahzuru yoktur. Fakat üçüncü gruptaki haberlere dayanarak tefsir yapmak doğru değildir. Bu gruptaki haberlerden (eğer içeriğine dair zan veya en azından ihtimal söz konusu olursa) ancak ayetlerle ilgili muhtemel manaları teyit ve destek noktasında istifade edilebilir.
4- Rivayetler ve Sahabe ile Tabiin’in Görüşleri
Sahabe, “Sahabi”nin çoğuludur. Sahabinin tanımı konusunda görüş farklılığı vardır.672 Şehid-i Sani’ye göre sahabi; “İman ederek Peygamberi (s.a.a) görmüş ve Müslüman olarak dünyadan göçmüş kimsedir; her ne kadar bunlar arasında mürtet olmuş olsa da sahabidir.”673
Sahabeden gelen söz ve konular iki kısımdır:
a) Sahabenin Peygamber Efendimizden (s.a.a) naklettiği ve hadis ilminde “merfu hadis” olarak adlandırılan o Hazrete (s.a.a) isnat ettikleri sözler, ameller ve takrir.674
b) İslam Peygamberine (s.a.a) atfedilmeyen ve ıstılahta “mevkuf hadis” ismi verilmiş olan sahabenin kendisinden nakledilen söz ve görüşler.675
Yukarıdaki başlıkta geçen “sahabenin rivayetlerinden” maksat onlardan birinci grupla ilgili nakledilen sözler ve konulardır. “Sahabenin görüşleri” ifadesinden kastedilen şey ise onlardan ikinci grupla ilgili nakledilen sözler ve konulardır.
Sahabenin tümünü adil sayan Ehl-i Sünnet açısından676 sahih kanalla sahabeden nakledilmiş tüm rivayetler tefsir ve diğer konularda muteberdir, onlara itimat etmek gerekir. Sahabenin adaleti ve güvenilirliğini araştırmaya gerek yoktur. Fakat Şia’nın bakış açısına göre Sahabe diğer insanlar gibi adil ve güvenilir olabileceği gibi fasık ve güvenilmez de olabilir. Onların hepsinin adil olduklarına dair muteber bir delil olmadığı gibi sahabeden bazılarının işlediği günahların aşikâr olduğu gerçeği, “Sahabenin tümü adildir” görüşünü çürütecek en bariz delildir. Onlar açısından Sahabenin rivayetleriyle başkalarının rivayetleri arasında nass ve rivayetlerin zahirleri konusunda beyan edildiği gibi fark yoktur. Sahabenin rivayetleri de rivayet olduğu için üç kısma ayrılır ve bunlardan ikisi tefsirde muteberdir. Bir kısmı ise tefsir için bir dayanak olamaz, yalnızca teyit makamında ondan faydalanılabilir.
Fakat Sahabenin içtihatlarına dayanan görüşlerinin, onların içtihat ve istinbatlarının ürünü olduğundan (adalet ve güvenilirliklerinin ihraz olması halinde dahi) mutlak itibarı yoktur. Çünkü onların istinbatında hata ihtimali mevcuttur. Gerçi onların vahyin indiği asırda yaşamış olmaları ve Kurân ayetlerinin indiği zamanın ahval ve şartlarından haberdar oluşları hata oranını eksiltmede etkilidir. Fakat bu onları hatadan tamamen korumaz.
Şunu da hatırlatmakta yarar var, bu sözde içtihat ve istinbat için ilmi yeterliliği ispat olmuş sahabe kastedilmektedir. Fakat içtihat ve istinbat için ilmi salahiyeti ispatlanmamış olan sahabenin görüşlerinin tahkik ehli ve araştırmacılar yanında ilmi değeri olmadığından onların itibar ve hücciyetinden söz edilemez. Gerçi Ehl-i Sünnet, sahabenin tümünü müçtehit olarak kabul ettiği için onların hatalarına karşılık bile sevap verildiği görüşünü savunmaktadır. Bu yüzden ihtilaf durumunda bile onların görüşlerini kabul etmişlerdir. Şunu da dikkate almak gerekir ki sahabenin “mevkuf hadisi” her yerde onların içtihada dayanan görüşleri değildir. Ayetlerin iniş atmosferinden (nüzul ve şa’n-i nüzul sebebi, kültür, zaman ve mekânı), ayetlerin indiği zamandaki tarihi ve coğrafi özelliklerden haber verdiklerinde onların mevkuf hadisi, merfu hadis hükmündeki tarihi haberlerden sayılır. Sonuç olarak da bu haberlerin adil veya güvenilir sahabeden tevatürle veya kati karinelerle geldiği veyahut ravilerinin güvenilir olduğu anlaşılırsa tefsirde onlara istinat edilebilir.
Aynı şekilde eğer sahabenin Kurân müfredatı için zikrettiği manaların, onların içtihatlarına değil de örfi anlayışlarına dayandığı muteber yollardan ispatlanırsa, kelimelerin nüzul zamanındaki örfe dayalı mefhumlarının keşfinde ondan istifade edilebilir ve bu şekilde tefsirde ondan yararlanılabilir.
Buna dayanarak Sahabenin merfu hadisleri ve Kurân ayetlerinin indiği zamana ait tarihi-coğrafi özelliklerden haber veren veya onların Kurân müfredatı hakkındaki örfi anlayışlarını beyan eden mevkuf hadisleri, güvenilirlikleri ve bu rivayetlerin onlardan sadır olduğunun ispatlanması halinde tefsirde referans alınabilir. Ama onların diğer görüş ve rivayetleri tefsirde dayanak olamaz. Yalnızca müfessirin ayetlerden anladığı şeyi teyit etme sadedinde ve ayetlerin manasındaki ihtimalleri güçlendirmede onlardan istifade edilebilir.
Elbette Sahabenin adaleti konusunda zikri geçen görüş farkı Tabiini kapsamaz ve Ehl-i Sünnet uleması arasında onların tümünün adil ve sözlerinin de mutlak şekilde muteber olduğuna inanan biri görülmemiştir. Fakat Tabiinin görüşlerinin çoğunun tefsirde muteber sayılmasına, onların Sahabe ile olan direkt irtibatı ve öğrenimlerine istidlal edilebilir. Fakat Sahabenin görüşlerinin itibar ölçüsünün değerlendirildiği açıklama aynı şekilde Tabiinin de görüşlerinde geçerlidir. Ama bir farkla, Tabiine ait mevkuf hadisler677 hatta ayetlerin nüzul atmosferi ve indiği zamandaki tarihi-coğrafi özelliklere nispet bile tarihi mürsel haberlerin mısdaklarından olup, söz konusu yerde Sahabenin mevkuf hadislerinin sahip olduğu itibardan bile yoksundurlar.
5- Müfessirlerin Görüşleri
Müfessirlerin, Kurân ayetlerini anlamada kendi içtihat ve istinbatlarından kaynaklanan görüşlerinin, Sahabenin görüşlerinin muteber olmayışına dair getirilen aynı delil ve açıklamaya binaen mutlak itibarı yoktur ve tefsirde referans alınamaz.678 Bununla birlikte bazen müfessirlerin kendi görüşleri için zikrettikleri delil ve şahitlerden ayetlerin mana ve muradını anlama yolunda destek alınabilir. Aynı şekilde onların görüşlerini dikkate alarak ayetlerdeki muhtemel manalara dair bir yönlendirme hâsıl olur. Bazı durumlarda onların görüşü olan mana için birtakım şahit ve deliller bulunabilir ve bunların dikkate alınmasıyla ayet o manada zuhur eder ve bu yoldan ayetin zahiri anlamı elde edilmiş olur. Ayrıca, müfessir eğer Arap ise onun Kurân müfredatının manasından anladığı şey, içtihada değil de örfün anlayışına dayanması halinde, bilakis Kurân’ın nüzul çağına yakın zamanda yaşamış müfessirlerdense; onun müfredattan anladığı mana kelimelerin örfteki anlamlarını keşfetmek için bir yoldur. Binaenaleyh her ne kadar müfessirlerin görüşleri tefsirde referans olmasa da, ayetlerin muhtemel manasına dikkat çekmede, bazı durumlarda da ayetlerin mana ve muradının şahitleri ve karineleri olarak kelimelerin örfteki manalarının keşfinde onlardan yararlanılabilir. Bu yüzden onların tefsirlerine müracaat etmek faydalı ve hatta gereklidir.
6- Dilbilimcilerinin Sözleri
Her ne kadar Dilbilimcileri ifadesi mutlak olarak bir dil üzerinde ihtisas yapmış kimse anlamını çağrıştırsa da, burada kastedilen şey Kurân kelimelerinin Arap dilindeki manalarını, araştırma yaparak elde eden ve diğerlerinin bu alandaki araştırmalarını da Kurân, hadis, Arapça metinler, şiirler ve Arap örfünün konuşma ağzında kavramların kullanımını dikkate alarak elde eden kimselerdir. Özellikle de araştırmalarının sonucunu rapor eden ve onu bir kitap olarak sunan kimseler kastedilmektedir.
İkinci kaidede açıklandığı gibi ayetlerin maksadını anlamak için Kurân kelimelerinin vahyin indiği zamanda örfün ağzındaki anlamlarını bilmek gerekir. Bu bahiste konu şundan ibarettir: Acaba Kurân sözcüklerinin mefhumlarının beyanında dilbilimcilerinin sözleri, Kurân tefsirine dayanak teşkil edebilecek “ilim” veya “ilmi” mısdaklarından mıdır yoksa bir zandan ibaret olup, itibarına dair delil bulunmadığından ötürü tefsirde referans olarak alınamaz mı?
Elbette dilbilimcilerinin sözleri üzerinde yapılan araştırmayla vahyin geldiği zaman örfün konuşma dilinde kelimelerin anlamlarına dair ilim veya güven hâsıl olursa bu durumda onun itibarında ve tefsirde referans alınmasının cevazında hiçbir şüphe ve ihtilaf olmaz. Çünkü ilmin itibarı ve onun hüccet olması zatîdir ve inkâr edilemez bir durumdur. İtminanın itibar ve hücciyeti ise akil adamlardan kabul görmüş ve benimsenmiş bir yöntemdir. Akil adamların bu yöntemi tarih boyunca süregelmiş bir gerçektir. Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamları (a.s) zamanında da bu yöntem devam etmiş ve o Hazretlerden bunu reddeden bir söz veya hareket görülmemiştir. Buradan yola çıkarak onların da bu yöntemi kabul ettiklerini anlıyoruz. Bu konuda hâsıl olan ilim ve itminan ister dilbilimcilerinin sayısının çokluğu ve onlar arasındaki görüş birliği ile oluşsun, ister kati karineler tarafından onların sözlerinin teyit edilmesi vesilesiyle vücuda gelsin hiç fark etmemektedir. Dolayısıyla burada incelenmesi gereken şey, dilbilimcilerinin ilim ve itminan oluşturmayan sözleridir ve bu sözlerin dilbilimcilerinden sadır olmasını esas alarak onlara itimat etmek ve ona göre tefsir yapmak istediğimizde durum nedir?
Bu tür yerlerde araştırmacı ve görüş sahipleri arasında görüş farklılığı vardır ve her birisi de kendi iddiasını destekleyen bazı deliller sunmuşlardır.
Dilbilimcilerinin Sözlerini Muteber Sayanların Delilleri
Dilbilimcilerinin sözlerinin muteber olduğuna inananlar buna dair müteaddit deliller zikretmişlerdir. Şimdi bunlardan en önemlilerini inceleyelim.
a) Güvenilir Kişinin Haberinin Hüccet Oluşu: Güvenilir bir şahsın kendi zahiri duyu yollarından biriyle anlayıp bildirdiği şeye “Sika ve güvenilir kişinin haberi” denir. Bu istidlalin beyanında şöyle demişlerdir: Dilbilimcilerinin sözü “emin kişinin haberi”nin bir mısdakıdır ve “emin kişinin haberinin” itibarına dair zikredilmiş deliller dilbilimcilerinin sözünü de kapsar. Sonuç olarak “emin kişinin haberinin” hüccet oluşuna dair en önemli delil sayılan şey, akil insanların ona itimat etmeyi bir yöntem edinmiş olmalarıdır ve bu Şari tarafından da kabul edilmiştir. Ayrıca bu, dilbilimcilerinin sözünün itibarı konusunda da geçerlidir.
Dostları ilə paylaş: |