NASS VE İÇTİHAT
NASS KARŞISINDA İÇTİHAT
BİRİNCİ BÖLÜM: EBU BEKİR VE YANDAŞLARININ
İKİNCİ BÖLÜM: ÖMER VE YANDAŞLARININ KUR’
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: OSMAN VE YANDAŞLARININ
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: AİŞE VE YANDAŞLARININ
BEŞİNCİ BÖLÜM: HALİD B. VELİD’İN, KUR’ÂN’IN
ALTINCI BÖLÜM: MUAVİYE B. EBU SÜFYAN’IN
YEDİNCİ BÖLÜM: EHL-İ SÜNNET ALİMLERİNİN
SEKİZİNCİ BÖLÜM: KİTABIN HATİMESİ
Orijinal Adı: en-Nass-u ve’l-İctihad
Müellif: Seyyid Abdulhüseyin Şerefuddin
Çeviri: Musa Ayaztekin ve Bahri Akyol
Tashih ve Tatbik: Fahrettin Altan
Yayın: İmam Ali (a.s) Müessesesi
Birinci Baskı: 2003
Tiraj: 3000
NASS KARŞISINDA İÇTİHAT
Hamd ve sena, kulu ve peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.a)’i en yüce makamlara ulaştıran, geçmiş ve geleceğin ilmini O’na öğreten ve hiç kimseye bağışta bulunmadığı fazl ve lütfünden O’na bağışta bulunan Allah’a mahsustur. Allah risaletini nerede bırakacağını daha iyi bilmektedir.
Böylece Allah (c.c) nübüvvet ve vahiyi, Hz. Muhammed Mustafa’yı me’bus ederek sona erdirdi. Onun getirdiği şeriatla, diğer tüm semavi şeraitleri neshetti.
Buna göre Hz. Muhammed (s.a.a)’in helali kıyamet gününe kadar helal, haramı ise haramdır. Bu konu, tüm Müslümanların görüş birliğinde oldukları bir mevzudur. Bu durum, tüm Müslümanların O’nun risalet ve nübüvvetin de tek bir görüşe sahip olmalarına benzemektedir. Zira hiç kimse bu konunun tersine bir tek kelime bile söylememiştir. Allah’ın sonsuz selamı Onun hanedanından olan imamların üzerine olsun. Onlar Allah’ın bu dünyadaki hücceti ve ümmetin ahretteki şefaatçileridirler. Yine Allah’ın selamı onların ailesinden layık kimselere ve her nesilde onları sevenlerin üzerine olsun.
Allah’a hamd olsun ki günümüzde herkes, İslam öğretilerinin içerisinde bulunan düzen, kanun ve hikmetlerin insanın dünyevi ve uhrevi tüm boyutlarını kapsadığını bilmektedir. Herkes İslam’ın dengeli ve hikmet dolu bir medeniyete sahip olduğunu bilmektedir. Yine İslam öğretilerinin yeryüzü insanları için, hangi zaman ve mekanda olurlarsa olsunlar bütün dil ve renklerinin farklı olmasına rağmen uygun, hikmetli ve merhametlidir.
İslam’ın mukaddes kanun koyucusu (gaybı bilen Allah) aydınlığa kavuşmamış bir mevzu veya konu bırakmamıştır. Allah (c.c)’ın kullarını kendi başlarına bırakarak onların Allah’ın dinini oyuncak haline getirmelerine izin vermesi mümkün değildir. Bilakis onları (son Peygamberinin diliyle) iki sağlam ip olan Kitap ve İtret’e (Ehl-i Beyt) yöneltmiştir. Allah (c.c) bu iki değerli emanetle, ümmeti sapmaktan alıkoymuştur. Allah (c.c), o ikisine sarıldıkları müddetçe doğru yolda adım attıkları müjdesini vermiştir. Aynı şekilde onların (Kur’ân ve İtret) birbirinden ayrılmayacaklarını ve yeryüzünün onlarsız olmayacağı haberini vermiştir.
Bundan dolayı Kur’ân ve Peygamber (s.a.a)’in pak Ehl-i Beyti, Müslümanların sığınağı ve Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmetin odak noktası durumundadır. İşte bu yüzden Kur’ân ve Ehl-i Beyti takip edenler Peygamber (s.a.a)’e ulaşmaktadırlar. Onlardan her hangi birisini bırakanlar ise Peygamber (s.a.a)’den ayrılmışlardır.
Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti, aynen Beni İsrail’deki Hıtta kapısı gibidir. Aynen Nuh’un gemisi misalidir. Buna göre hiç kimsenin (makamı ne kadar büyük olursa olsun), onların yolundan başka bir yolu kat etmeye hakkı yoktur.
“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı çıkar ve Müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”[1]
Yine aynı şekilde Allah ve Peygamber (s.a.a)’den nakledilen herhangi bir ayet ve sünneti, zihinlere ulaşan mananın dışında başka bir şeye yorumlamaya yetkisi yoktur. Hiç kimsenin kesin ve açık bir delile sahip olmaksızın Allah ve Peygamber (s.a.a)’in sözlerinin zahirini çevirmeye hakkı yoktur; kaldı ki Kur’ân ayeti veya Peygamber (s.a.a)’in açık sözlerini değiştirsin.
Şu beyanla ki eğer cümlenin zahiri anlamını değiştirecek bir delil varsa onun içeriğine göre hareket edilir. Bunun dışında bir durumda bu işlemi yapan şahıs yoldan çıkmış ve bidat ehli olmuştur.
Bu, tüm İslam fırkalarının inandıkları bir gerçektir. Bütün dünya akıllıları sözlerinde ona bağlıdırlar. Şöyle ki amel etmek istedikleri zaman duydukları kelimelerden anladıkları anlam doğrultusunda hareket etmektedirler.
Buna rağmen ben birçok naslarda şaşkınlık içerisindeyim. Müslümanların büyükleri ve siyaset adamları nasıl yorum yolunu seçtiler? Hatta öylesine yorumlar yapmışlardır ki hiçbir delilleri olmaksızın bu nasların zahirinden anlaşılanın tam tersine anlamlar çıkarmışlardır. Tam bir cüret ve cesaretle onlarla muhalefet etmişlerdir?! Halkı tam bir zorbalıkla meyilli veya meyilsiz olarak onlarla muhalefet etmeye zorlamışlardır. Bunun sebebi bulunamayan bir iştir. İnna lillah ve inna ileyhi raciun![2]
Yüce Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.”[3]
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[4]
“Hiç şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir elçinin sözüdür ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz! Bir kâhin sözü de değildir (o). Ne de az düşünüyorsunuz! (O) alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.”[5]
“O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildikleri) vahiy edilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti.”[6]
Buna göre Hz. Peygamber (s.a.a)’in söyledikleri aynen Kur’ân-ı Kerim gibidir. Bu hükme göre başından sonuna kadar onda batılın yeri yoktur: “Ona önünden de ardından da batıl gelemez, O, hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.”[7]
Bu yüzden bu ayetlere imanı olan ve Peygamber (s.a.a)’in nübüvvetini tasdik eden birisi, Kur’ân’ın açık nassı veya Allah Resulünün sözlerinden bir zerre dahi dışarı çıkmamalıdır.
Elbette onlar bunu bir kenara atmadılar ama Allah’ın ve Peygamber (s.a.a)’in sözlerini yorumlayarak kendi görüşleri doğrultusunda içtihat ettiler aynı zamanda iyi bir iş yaptıklarını da zannettiler: “(Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sanıyorlardı.”[8] İnna lillah ve inna ileyhi raciun!
Şimdi onların açık nasları yorumladıkları ve gerçekte nass karşısında içtihat yaptıkları konulardan bazılarına zamanımın, ihtiyarlık zaafımın ve olayların müsaade ettiği ölçüde değiniyorum. Başarı ancak Allah’tandır; O’na tevekkül edip O’na sığınıyorum.
İşte yedi bölümde o konulardan yüz tanesini ele alıp onları sizlere sunacağım. Ben bunları açıklayarak hüküm verme ve kararı siz değerli okurlara bırakıyorum. Allah hakka ve doğru yola hidayet edendir; dönüş ve varılacak da O’nadır. O bize yeterlidir ve O ne güzel vekil, mevlâ ve yardımcıdır.
……………………………………………………………………..
[1] - İbn-i Merduye ayetin tefsirinde şöyle rivayet ediyor: Peygamber’e karşı çıkmaktan kasıt, Ali’nin makamı hakkında O’na karşı çıkmaktır. “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra” cümlesinden kasıt, Ali’nin makamıdır. Müminlerin yolundan kasıt ise, mütevatir hadislere göre Ehl-i Beyt’in yoludur. (Nisa / 115.)
[2] - Bu söz musibet anlarında söylenir. Kur’ân buyuruyor ki: “O sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman: Biz Allah içiniz ve biz O’na dönücüleriz, derler.” (Bakara / 156)
[3] - Haşr / 7.
[4] - Ahzâb / 36.
[5] - Hakka / 40-43.
[6] - Necm / 3-4.
[7] - Fussilet / 42.
[8] - Kehf / 104.
BİRİNCİ BÖLÜM
EBU BEKİR VE YANDAŞLARININ TE’VİL VE İÇTİHATLARI
SAKIFE MACERASI
O gün Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in halifesi adı altında biat için elini uzattığında bir grup kendi isteğiyle ve bir başka grup da istemeksizin biat etmek zorunda kaldı. Ama onların tümü Peygamber (s.a.a)’in kendi hayatı döneminde imamet ve hidayet makamını kardeşi ve amcası oğlu Ali b. Ebi Talibe bıraktığını biliyorlardı.
Onların tümü Resul-i Ekrem (s.a.a)’in kendi nübüvvetinin başlangıcından hayatının son anına kadar defalarca bu konuyu beyan ettiğini ve değişik yollarla açık bir şekilde bu konuya değindiğini hem duymuş hem de görmüşlerdi.
Bu konuda daha geniş bilgi isteyenler “el-Müracaat” adlı kitabımıza müracaat edebilirler. Zira biz bu kitapta bu naslar ve Şia ve Sünni’nin Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet konusunda söyledikleri şeyleri genişçe bahsettik. Günün el-Ezher üniversitesi şeyhi (Şeyh Selim el-Bişri el-Maliki) ile görüş alış verişinde bulunduk.
Bu görüş alış verişi ve münazaralar, benim Mısır’da bulunduğum yıllarda merhum Şeyh Selim ile Peygamber (s.a.a)’den sonra hilafet mevzusu, naslar ve onun delilleri çerçevesindeydi.
Bu münazara ve mektuplaşmalarda bu konu hakkında yeterli ölçüde bahsettik. İnsaf, hak ve adalet olan şeyi gözettik. Sonuçta el-Ezher şeyhinin karakteri bereketiyle bu konuda en faydalı dini kitaplardan birisi durumuna geldi. Öyle ki hak ve hakikat onda tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuştur. Allah’a bize böyle bir lütufta bulunduğu için şükrediyoruz.
Şimdi “el-Müracaat” kitabı, tüm İslam dünyasında yayınlanarak tam bir tarafsızlıkla Şia ve Sünni’nin hilafet konusunda söyledikleri şeyler hakkında herkesi araştırma yapmaya davet etmektedir. Araştırmacıların onu mütalaa etmekten gafil kalmamaları yerinde olur.
Ben siz saygı değer okurlardan, Peygamber (s.a.a)’in hedef ve maksadı, söz ve filleri hakkında iyi düşünmenizi ve duyduklarınızın fikir ve aklınıza gölge düşürmesine izin vermemenizi istiyorum. Aynen Peygamber (s.a.a)’in söz ve fiillerini müteşabih ve mücmel sözler gibi değerlendiren ve sözlerinin hiçbir etkisi olmadığını zannedenler gibi olmayın. Zira Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “O (Kur’ân), şüphesiz değerli, güçlü ve Arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği sözdür. O orada sayılan, güvenilen (bir elçi)dir.) Arkadaşınız (Muhammed) da mecnun değildir.”[1]
O halde ey Müslümanlar! Nereye gidiyorsunuz?!
“O (bildikleri) vahiy edilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli biri (Cebrail) öğretti.”[2]
Şunu da biliniz ki ben, daha Peygamber (s.a.a) defin edilmeden önce hilafet hakkındaki açık ve mütevatir hadisler gibi naslar görmedim.
Peygamber (s.a.a)’in hayatı bi’setten ve tüm yakınlarını Ebu Talib’in evine toplayarak kendi risaletini ilan ettiği günden hayatının son anlarına kadar bu naslarla dolup taşmaktadır. Hatta ölüm yatağında, odası sahabe ile dolu olduğu bir sırada şöyle buyurdu: “Ey İnsanlar! Ben çok yakında aranızdan ayrılacağım. Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimi aranızda bırakıyorum.” Daha sonra Ali (a.s)’ın elinden tutup havaya kaldırarak şöyle buyurdu: “Bu Ali Kur’ân iledir; Kur’ân Ali iledir. Bu ikisi Kevser havuzu başında bana gelinceye dek birbirlerinden ayrılmazlar.”
Bu iki değerli emanet (Kur’ân ve Ehl-i Beyt) hakkındaki nass ve rivayetler iki fırka (Şia ve Sünni) arasında hakemlik için yeterlidir. Hz. Ali (a.s)’ın özellikleri de bu naslarda tecelli etmiş durumdadır.
“Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.”[3]
Evet Sakıfe günü (dünya perestler) İslami hilafeti, nasları yorumlamak ve açık naslar karşısında kendi görüşlerine göre içtihat yaparak kendilerine mahsus kıldılar. Ama hiçbir şeye bağlı değillerdi! Kendi aralarında İslami hilafeti ele geçirme işini yerine getirdiler. Ama bu işte Beni Haşim ve taraftarlarından, yani nübüvvet hanedanından, risalet makamından, meleklerin inip çıktıkları yerden hiçbir kimseye haber dahi vermediler. Sanki Peygamber (s.a.a)’in yakınları Hz. Resulullah’tan değillerdi ve ümmet arsında değer ve ihtiramları yoktu.
Sanki onlar Allah’ın kitabının bir eşi,[4] ümmetin ihtilafa düşmemelerinin güvencesi,[5] kurtuluş gemisi[6] ve Hıtta kapısı[7] değillerdi.
Sanki onlar ümmete nispetle başın bedene ve gözün de başa nispetle olan menzilesi (konumu) gibi[8] değillerdi. Bilakis onları, şairin aşağıdaki meşhur şiirde kastettiği kimselerden farz ettiler.
Teym kayıp olduğu vakit işi bitirirler.
Hazır oldukları zaman ise onlardan izin almazlar.
Evet hilafet işi “Sakıfe”de son buldu. Ama bu arada Peygamber (s.a.a)’in cenazesi, Ehl-i Beyti ve dostları arasında üç gün boyunca yerde kaldı. Onlar Peygamber (s.a.a)’in pak bedeni etrafında göz yaşları döküyor, ağlayıp sızlıyorlardı. Öylesine mahzundular ki her gören üzüntüye kapılıyordu; öylesine keder içerisindeydiler ki gönüller ve yürekler yerinden kopacak gibiydi. Onların tümü korku ve rahatsızlık içerisindeydiler.
Ama onlar (Ebu Bekir ve yandaşları) üç gün Peygamber (s.a.a)’in cenazesinden uzak bir şekilde kendi hükümetlerinin temellerini sağlamlaştırma çabası içerisindeydiler. Hilafet meselesi son bulana ve onu kendilerine mahsus kılana dek Peygamber (s.a.a)’in hiçbir işiyle uğraşmadılar.
Henüz Peygamber (s.a.a)’in defin işleminden kurtulmadan O’nun hanedanını ve onların dostlarını biat almak için sıkıştırmaya ve evlerini yakma tehdidine başladılar. Öyle ki şair “Hafız İbrahim” meşhur kasidesinde şöyle diyor:
“Ömer Ali’ye karşı bir söz söylemiştir! Onu duyana saygı duy, onu diyeni ise ulula! Biat etmezsen evini yakarım! İçerisinde Peygamber’in kızı bile olsa bırakmam orada kalasın! Ebu Hafsa’dan (Ömer) başka hiç kimse, Adnan süvarisi ve koruyucusu karşısında böyle bir söz söyleyemezdi.”
Eğer Peygamber (s.a.a)’in hanedanından birisinin hilafeti için kesin ve kat’i nass ve rivayetler olmasaydı veya mesela asaletli bir soya sahip olmasalardı, ahlak, cihat, ilim, amel, iman ve ihlas açısından şöhretleri olmasaydı, tüm faziletlerde herkesten geri olsalardı yani aynen diğer sahabeler gibi sayılsalardı, acaba Peygamber (s.a.a)’in defin merasimi bitene dek biat almanın ertelenmesine veya hilafetin düzgün ve istikrarlı olması için emniyet yönetiminin geçici olarak askeri bir şuraya bırakılmasına şer’î, aklî veya örfî bir engel mani olur muydu?
Acaba bir miktar sabretmeleri, Peygamber (s.a.a)’in onlar arasındaki musibete uğramış emanetleri olan Ehl-i Beyti’ne karşı daha uygun olmaz mıydı? Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
“And olsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, Müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”[9]
Acaba, ümmetin sıkıntıya uğramasına üzülen, onlara karşı çok düşkün ve şefkatli olan Peygamber (s.a.a)’in kendisinden sonra Ehl-i Beytini rahatsız etmemelerini istemeye veya ümmet tarafından sıkıntıya sokulmamalarını istemeye hakkı yok mudur?
Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti için, O’ndan ayrılmak yeteri derecede üzücü ve keder verici idi. Buna göre onlara baş sağlığı verilmesi, acılarına ortak olunması, onların ihtiramını, ümmetin vahdeti ve birliğinin korunması daha yerinde olurdu.
Ama bunların tümünün aksine onlar neye mal olursa olsun hilafeti Ehl-i Beytin elinden çıkarmaya kararlıydılar. Onlar, Ehl-i Beyte zaman tanımanın aleyhlerine sonuçlanmasından korkmaktaydılar. Zira eğer Ehl-i Beyt Sakıfe’de olsalardı onların getirecekleri deliller kendi haklılıklarını açığa çıkaracak ve sözleri dinlenecekti. Bundan dolayı Beni Haşim’in Peygamber (s.a.a)’in kefenleme ve defin işleri ile meşgul olmalarını ganimet bildiler. Hatta Beni Haşim’den bir kişi dahi olmamasına rağmen biat işini gerçekleştirdiler. Beni Haşim kendini toparlamadan önce onlar her şeyi tamamladılar.
Buna ilave olarak Müslümanların korkuya kapılmalarının ve ayaklarının sarsılmasının onlara büyük bir yardımı olmuştu. Zira Ensar’ın (Medine halkı) bir çoğu Sakıfe’de Sa’d b. Übade’yi (Hazreç kabilesinin ileri geleni) hilafete aday tanınmak için toplandılar. Ama onun amcası oğlu Beşir b. Sa’d b. Salebe ve Useyd b. Hazir (Avs kabilesinin ileri geleni) onun adaylığına muhalefet ederek Sa’d b. Übade’nin seçilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.
Buna ek olarak: Avim b. Saide-i Avsi ve Muin b. Udey (gizlice Ebu Bekir, Ömer ve yandaşları ile antlaşmışlardı) Sa’d ile muhalefet için birleştiler. Bu son iki şahıs Peygamber (s.a.a)’in hayatı zamanında da Ebu Bekir’in dostları, Sa’d’in ise azılı düşmanlarından idiler.
Bu yüzden Avim b. Saide hemen Ebu Bekir ve Ömer’in yanına giderek onların Sa’d’e karşı durma azimlerini daha da kuvvetlendirdi. Bu olaydan sonra Ebu Bekir, Ömer, Ebu Übeyde-i Cerrah ve Hüzeyfe’nin kölesi Salim’i de yanına alarak Sakıfe’ye getirdi. Bu sırada bir grup Muhacir de onlara katılmıştı.
Muhacir ve Ensar arsındaki tartışmalar giderek şiddetlendi, öyle ki sesler yükselmeye, eller kılıçlara gitmeye başladı. Neredeyse kan dökülecekti.
Tam bu sırada Ebu Bekir yerinden kalkarak Ensar’ı övücü sözler söylemeye başladı. Onları iyilikleri ile anarak, yavaş ve soğuk kanlılıkla şöyle dedi: “Muhacirler Peygamber (s.a.a)’in vücut ağaçları ve O’ndan çıkan tohumlardırlar.” Daha sonra hilafetin Muhacir’e ulaşması durumunda bakanlık ve valiliklerin Ensar’a verileceğini vurguladı. Daha sonra Ömer ve Ebu Übeyde’nin ellerini havaya kaldırarak hazır olanlara hangisine isterlerse biat edebileceklerini söyledi.
Ama tam bu sırada Ömer ve Beşir b. Sa’d öne atılarak Ebu Bekir’in kendisine biat ettiler. Bu ikisinin henüz biat etmeleri bitmemişken Useyd b. Hazir, Avim b. Saide, Muin b. Udey, Ebu Übeyde b. Cerrah, Ebu Hüzeyfe’nin kölesi Salim ve Halid b. Velid diğerlerinden öne geçerek Ebu Bekir’e biat ettiler.
Daha sonra bu şahıslar hangi yolla olursa olsun halkı Ebu Bekir’e biat etmeye mecbur kıldılar. Bu konuda Ömer diğerlerine oranla halkın biat etmesi için onlara karşı daha sert davranıyordu. Ömer’den sonra Useyd b. Hazir, Halid b. Velid, Konfuz b. Ümeyr b. Ced’an et-Temimî yer almaktaydılar.
Ebu Bekir’e yapılan biat sonra erince, Ebu Bekir’e biat eden grup, gelini zifaf odasına götüren grup gibi neşeli, sevinçli ve şen bir şekilde Mescid’ün-Nebi’ye girdi. Ama henüz Peygamber (s.a.a)’in cenazesi yerdeydi ve Beni Haşim büyükten küçüğe herkesiyle O’nun etrafında göz yaşı dökmekteydi.
Hz. Ali (a.s) ise İslam ve Müslümanların vahdet ve birliğini korumak amacıyla, en önemliyi, önemliye tercih etmek suretiyle Peygamber (s.a.a)’e vermiş olduğu sözü yerine getirdi. Böylece gözünde bir diken, boğazında kemik kalmış birisi gibi sabretmeyi daha uygun bildi.[10]
Ebu Bekir-i Cevheri, Şa’bi’den şöyle bir hadis naklediyor: Ömer ve Halid b. Velid Hz. Fatıma’nın evine doğru yöneldiler. Ömer içeri girdi, Halid ise kapıda durdu. Ömer Hz. Fatıma’nın evine sığınan Zübeyr’e şöyle dedi: Eline aldığın bu kılıç nedir?
Zübeyr: Bunu Hz. Ali’ye biat etmek için hazırladım, dedi. Zübeyr ile beraber Mikdad ve Beni Haşim de Hz. Fatıma’nın evinde toplanmışlardı.
Ömer Zübeyr’in kılıcını alarak evde bulunan bir taşa vurup kırdı. Daha sonra Zübeyr’i Halid b. Velid’in ve yandaşlarının yanına götürdü. Ebu Bekir bu kalabalık grubu Ömer ve Halid’i korumaları için göndermişti!
Daha sonra Ömer Hz. Ali (a.s)’a şöyle dedi: Kalk Ebu Bekir’e biat et! Ama Hz. Ali (a.s) itina etmedi. Ömer Ali (a.s)’ın elini tutarak: Kalk! dedi. Ama Hz. Ali (a.s) kalkmadı. Dışarıda bulunan topluluk içeri hücum ederek Hz. Ali (a.s)’ı da aynen Zübeyr gibi tutarak Halid b. Velid’e teslim etti!
Daha sonra Ömer Hz. Ali (a.s) ve Zübeyr’i sert bir şekilde itmeye başladı. Böylece Ebu Bekir’in yanına geldiler! Bu arada Medine sokakları kalabalıktan dolup taşmaktaydı. Halk grup grup toplanarak bu manzarayı izliyorlardı.
Hz. Ali (a.s)’a bu şekilde saygısızca davranıldığını gören Hz. Fatıma (a.s) ağlamaya ve feryat etmeye başladı. Beni Haşim ve diğer kabilelerden olan kadınlar Onun etrafını sarmışlardı. Hz. Fatıma kendi evine doğru (Hz. Fatıma’nın evi mescide açılmaktaydı) gelip durarak şöyle seslendi: “Ey Ebu Bekir! Ne kadar da çabuk Allah Resulünün Ehl-i Beyti’ne saldırdın! Allah’a and olsun ki yaşadığım müddetçe Ömer’le konuşmayacağım...” [11]
İnsan, onların o günkü işleri hususunda biraz dakkat ettiğinde, Ebu Bekir’in neden ölüm yatağında: “Keşke Fatıma’nın evine zorla girmeseydim...” dediğini iyice anlamaktadır.
Yine Ebu Bekir-i Cevheri es-Sakıfe adlı kitabında Ebu Luhey’a Ebu’l-Esvet’ten naklen şöyle tahriç ediyor: “Ömer ve yandaşları Hz. Ali’nin evini işgal ettiler. Hz. Fatıma feryat ederek Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine saldırmamaları için yeminler yağdırıyordu. Ama Onlar Hz. Ali ve Zübeyr’i evden çıkararak zorla Ebu Bekir’in yanına götürdüler.”
Yine Cevheri şöyle rivayet etmektedir: Ömer bir grup Ensar ve birkaç muhacirle beraber Hz. Fatıma (a.s)’ın evine giderek şöyle dedi: Allah’a yeminler olsun ki bu eve sığınanların tümü Ebu Bekir’e biat etmek için dışarı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde evi içindekilerle beraber yakacağım.
Zübeyr yalın kılıçla Ömer’e hamle etti. Ömer’in beraberindekiler de ona hamle ettiler. Zübeyr’in elindeki kılıç yere düştü. Ömer kılıcı alıp evde bulunan bir taşa vurarak kırdı. Daha sonra onlar feci bir şekilde onları evden dışarı çıkardılar.[12]
Mevcut ortamdan doğan rahatsızlıklar, Hz. Ali (a.s)’ın öfkelenmesine ve bir köşeye çekilmesine neden oldu. Hatta onu zorla kendi evinden bile dışarı çıkardılar. Hz. Ali (a.s) Ebu Bekir’e hitaben söylediği bir şiirde şöyle buyuruyor:
“Eğer sen hilafeti ele geçirmek için muhaliflerinin karşısına Peygamber (s.a.a) ile olan akrabalığını ileri sürdüysen, Peygamber’e senden daha yakın akrabalığı olan vardır. Eğer halkın sorumluluğunu şura yoluyla ele aldıysan bu nasıl şuradır ki seçmenler orada yoktu?!”
Bu iki beyit şiir Nehc’ül-Belağa’da da mevcuttur. İbn-i Ebi’l-Hadid ve Şeyh Muhammed Abduh Nehc’ül-Belağa’ya yazdıkları şerhlerinde bu iki beyit hakkında okunmaya değer konular yazmışlardır. Daha fazla bilgi için bu iki şerhe ve el-Müracaat adlı kitabımızın 80. Mektubuna müracaat ediniz.
Abbas b. Abdülmüttalib de Ebu Bekir ile yaptığı bir münazarada bu iki beyitten bazı konuları almıştır. Zira Ebu Bekir ile aralarında geçen konuşma esnasında şöyle dedi: Eğer sen hilafeti Peygamber (s.a.a)’le olan irtibatından dolayı ele aldıysan bizim hakkımızı aldın. Eğer müminlerin hayrına göre hareket ettiysen bizim onların arasında önceliğimiz vardır. Eğer iman ehlinin oyuna dayanarak sahiplendiğin makamı meşru biliyorsan, bizim muhalif görüşe sahip olmamız nedeniyle meşru olmanın da hiçbir anlamı kalmayacaktır. İbn-i Ebi’l-Hadid’in Nehc’ül-Belağa’ya yazdığı şerhinde[13] Abbas’ın Ebu Bekir’e bir defasında da şöyle dediği nakledilmiştir:
“Peygamber (s.a.a)’in ağacı olduğunuzu söyledin, ama şunu bilmelisin ki, siz (Mekke muhacirleri) bu ağacın komşularısınız. Ama biz bu ağacın dal ve yapraklarıyız.”
Abbas’ın söylediği söz, Hz. Ali (a.s)’ın söylediği sözün içeriğidir. İmam Ali (a.s) şöyle söylemişti: “Onlar ağacı delil olarak getirdiler ama onun meyvesini zayi ettiler.”
İbn-i Ebi’l-Hadid[14] Nehc’ül-Belağa şerhinde ve Zübeyr b. Bekkar da el-Muvaffakiyet adlı kitapta şöyle naklediyorlar: Fazl b. Abbas şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu! Özellikle de ey Beni Teym (Ebu Bekir’in kabilesi)! Siz hilafeti Peygamber (s.a.a)’e olan yakınlığınızla ele geçirdiniz. Halbuki biz ona sizden daha lâyığız. Eğer biz layık olduğumuz bu makamı isteseydik, halkın, diğerlerine nispet bize olan kıskançlık ve kinlerinden dolayı isteksizlik göstermeleri daha çok olacaktı. Biz aynı zamanda Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a) ile aralarında olan ve Ali (a.s)’ın kendisini O’na uymaya zorunlu kabul ettiği bir antlaşmanın da var olduğunu bilmekteyiz.”
Ebu’l-Fida’nın Muhtasar’ında ve İbn-i Ebi’l-Hadid’in Nehc’ül-Belağa Şerhi’nde [15] şöyle nakledilir: Utbe b. Leheb etkileyici şu şiirinde Sakıfe olayını şöyle anlatıyor:
“Ben hilafetin Beni Haşim’den, özellikle de Ebu’l-Hasan’dan (Hz. Ali -a.s-) alınacağını kesinlikle beklemezdim. Sizin kıblenize ilk namaz kılan Ali değil midir? Kur’ân ve sünneti en iyi bilen o değil midir? Peygamber (s.a.a)’e en yakın şahıs o değil midir? Yine Peygamber (s.a.a)’in kefin ve defninde Cebrail’in yardımcısı olduğu O değil midir? Ali öyle birisidir ki onun vücudunda olan hiç kimsede yoktur. Onda olan güzelliklerin hiçbirisi muhaliflerinde yoktur. Ama ne oldu ki onlar Ali’den yüz çevirdiler? Biz biliyoruz, bu iş en büyük zararlardan birisidir.”
Dostları ilə paylaş: |